GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə3/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32

Mesneviden tercüme: “Biz yok idik ve bizim takâzâmız dahi yok idi senin lütfun bizim nâ-güftemizi işitir idi.”

Biz yok idik, bakın Mevlânâ Hzleri, bizden kasıt varlıklar, yani program dahilinde olan kazâ hükmü a’yân-ı sâbite hükmünde olan bizler yok idik ve bizim takazamız dahi yok idi. Yani biz alacaklı dahi değildik. Hakk’tan alacaklı değildik. Senin lütfun bizim söylediklerimizi işitir idi. Söylemediklerimizi de işitir idi. Bakın ne kadar kibar söylüyor. Şimdi a’yân-ı sâbitenin programı, Hakk’ın indinde sükunet ile duruyor. Her ne kadar duruyor gibi görünüyorsa da program gereği a’yân-ı sâbite Hakk’tan talebini istiyor. İşte bu sessiz sözsüz, sözlerimizi sen işitiyordun diyor, konuşmadığı halde işitiyordu, neden çünkü o programı yapan zâten O talebi de veren O, O hali de geliştiren O’dur. Bu talep lâfzi değil halidir. Biz yok idik ve bizden alacaklı dahi yok idi, yani senden alacaklı kimse dahi yok idi. Senin lütfun bizim söylemediklerimizi işitir idi.



Bu talep yaşamak için bakın balığın vücudu su ve insanın vücudu, güzel havayı talep etmek gibidir. Cenâb-ı Hakk balığı halk etmişse, yaşayabilmesi için lâzım olan su, en azından belirli bir derinliği, belirli bir genişliği haliyle talep etmektedir, ya rabbi sen beni zuhura getirdin ama, ben toprak üstünde yaşayamam, hal diliyle bana su ver, ver diyor, yaşayabilmesi için. Lisanen bunu söylemiyor hal diliyle söylüyor. İşte insanın varlığı, insanın vücudu da ya rabbi sen beni halk ettin ama, yaşamam için havaya ihtiyacım var, bana hava ver, talebinde bulunuyor, ama biz farkında olmadan bu talepte bulunuyoruz, daha doğrusu. Bunun daha açık ifadesi ağzımızı burnumuzu teneffüs yollarımızı azıcık kapatalım, Cenâb-ı Hakk’tan istediğimiz acilen, en acil en zaruri olarak ne istiyoruz, hava istiyoruz.

Ama bunu “yarabbi hava ver” diye söylemiyoruz, ama en şiddetli istediğimiz hayat vesilemiz olan havayı taleb ediyoruz, ne ile hal lisanımız ile. Bakın başımızdan öyle hadiseler geçiyor ki nelerin ne olduğunun farkında bile olmadan, tam ilâhi hakikatleri tasavvuf halini yaşıyoruz, ama dile getiremiyoruz. Bu talep yaşamak için balığın vücûdu su, ve insanın vücûdu temiz havayı talep etmek gibidir, zira onların istidat ve kabiliyetleri vücûdiyeleri böyledir. Yani balığın istidadı suda yüzmek, insanın istidadı da havada yüzmektir. Balık yatay olarak yüzer, bizler de dikey olarak yüzmekteyiz, çünkü etrafımızı kuşatan havanın aslı zâten sudur. Ama balığın kullandığı su yoğunlaşmış koyu bir su, bizim kullandı-ğımız daha lâtif buhar hükmünde olan bir su (hava) dır.



İşte her bir ayn Zat-ı Uluhiyetten böyle iktiza-i zatiyesine göre tecelli talebinde bulundu, işte her bir a’yân-ı sâbite yani kazâ, hüküm, program uluhiyetten yani Allah’lık mertebesinden böyle iktiza-ı zatiyesine göre zâtının gerektirdiği şekilde yani her a’yân-ı sâbitenin zâtının gerektirdiği, yani hususiyetinin gerektirdiği şekline göre tecelli talebinde bulundu, yani balık, balık şeklinde ve su içinde su talebinde, su içinde zuhura çıkma talebinde bulundu, insan bu beden varlığında atmosfer denilen, hava deryasının içinde çıkmayı diledi, onların istidat ve kabiliyetleri malum-u ilâhi olduğundan taleplerini yerine getirme maluliyetleri dairesinde tekvinlerini murad eyledi. Yani kendi programları özelliği içerisinde yani o dairede var olmalarını murad eyledi.

Yani Cenâb-ı Hakk bir program halk etti, o program hangi tabiat ortamında hayatiyet bulacaksa özünden o programın hayat bulacağı mahalli talep etti ki yaşayabilsin ortaya çıkabilsin ve kendindeki istidat ve kabiliyetlerini zuhura çıkarabilsin diye. Böylece Hakk’ın iradesi ilmine ilmi de malum olan ayan-ı sabiteye tabi oldu. Balığın zuhura getirilmesi için bir irade gerekmektedir, ama iradenin tecelli etmesi için bir ilim gerekmektedir ki o ilim o irade ile zuhura gelsin, sadece irade olmuş program yoksa ne çıkacak, sadece ilim olsa irade yoksa o ilim nasıl tahakkuk edecek, o halde Hakk’ın iradesi ilmine tabi oldu, ilmi de malum olan a’yân-ı sâbiteye tabi oldu. A’yân-ı sâbite program olduğunda malum oldu yani bilinen şey oldu, program olarak bilinen şey oldu, ama programın muhtevasını bilmiyoruz. A’yân-ı sâbitenin bir program olduğunu biliyoruz, ama her kişinin a’yân-ı sâbitesinin programının içindeki mahiyetini bilemiyoruz.

Peki nasıl biliyoruz, zuhura çıktığı zaman tahakkuk, ettiği zaman. İşte her bir günümüz bizim hatta kısaltalım her saatimiz, hatta dakikamız ve saniyemiz, o a’yân-ı sâbite programı içerisinde, kader hükmü ile, peyder pey zuhura çıkmaktadır. Şu anda görün-tülerin hepsi, görüntülerimizin hepsi, a’yân-ı sâbitelerimizin gereği olduğundan, görüntüden geriye dönerek a’yân-ı sâbitelerimizi müşahede etmiş oluyoruz. Yani gizlide olan a’yân-ı sâbite programlarımız, bizi böylece programladığını, hepimiz aynı asli program üzere olmakla birlikte, her birerlerimizin ayrı birer özelliği olmasından, hiçbir program birbirine benzememektedir. Asli olarak sistem olarak ayni, ama zuhur tecelli itibariyle bütün programlar birbirinden ayrıdır. Kişi aynaya baktığı zaman kendi a’yân-ı sâbitesinin kendi hali olduğu, olduğunu kolayca görmektedir, nereye kadar yaşadığı ana kadar, ama bir saniye sonrasının a’yân-ı sâbitesini kaderinin o bölümünü bilememektedir.

Bildiğimiz şey, a’yân-ı sâbitemizin sistem olarak, bizi program-ladığı şekilde, zuhura çıkmamız, ama bunun safahatı yaşanan süreler içerisinde, son nefesimizi verdiğimiz ana kadar, bizim a’yân-ı sâbitemiz devam etmektedir. Bakın dünyada bir a’yân-ı sâbitemiz var o a’yân-ı sâbitemizdeki program safhaları yani kader, miktar miktar sona geldiği zaman öldü diyoruz, dünya bitti diyoruz. İşte ahiret yaşantımızın da bir a’yân-ı sabitesi var, mutlak bir genişliği var, orada da kaza var orada da kader var ama dünyadaki gibi değildir. Kader burada miktar, orada da yaşanacak süreler vardır, bu süre de sona gelip tükendiğinde, o kapanmış oluyor. Ama bu süre çok uzun bir süre olduğundan, zâhir ehline kolay anlaşılması için, orası ebedi diye ifadesi kullanılıyor.



Böylece Hakk’ın iradesi ilmine ve ilmi de malum olan a’yân-ı sâbiteye tabi oldu. Şimdi onların bütün mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere zuhurlarına Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Yani ilâhi hüküm, ilâhi kazadır. İşte kazanın tasavvufi ma’nâ da en güzel izahı bu şekildedir. Yani kazâ o varlıkların yani zuhura gelecek varlıkların bütün mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere zuhurlarına Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Bu kaza hükmü külli icmalidir. Yani toplu bir hüküm içerisindedir. Bu kazâ yani bu program hükm-ü külli icmali, cem olan bir hüküm külli bir hükümdür. İktizat-i zatileri üzerine Zeyd’in ilmine ve sadetine ve Amr’ın cehline ve şekavetine hüküm idi. Fakat bu hükümde cebir yoktur. Çünkü cebir ikilik gerektirir. Bir cabir olacak bir de onu yapmak için mecbur olacak.

Zeyd’in ilmine ve saadetine ve Amr’ın cehline ve şekavetine hüküm gibi fakat bu hükümde cebir yoktur, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermiştir. Şimdi a’yân-ı sâbite “ceal” mi değil mi yani halk edilmiş mi halk edilmemiş mi diye bir mevzu vardı. Şimdi özetle söyleyelim a’yân-ı sâbiteler yani kazâ yönüyle hüküm Allah’ın Zât’ında var olduğundan, yani Zât’i hususiyet olduğundan Zât’i gereklilik olduğundan “mec’ul “ değildir. Yani a’yân-ı sâbiteler sonradan var olmuş değillerdir. Allah’ın varlığı ile vardırlar, her birerlerimizin programları böyledir. Ceal edilmemiş-lerdir, “ceal” dilemek, kılmak, zuhura getirmek sonradan var olma gibi hükümler ile bilinmektedir. Ama tefsirlere baktığımız zaman bunu “yaratma” olarak basitçe kolayca ifade ederler ama çok yanlış bir ma’nâdır.

Her zaman dediğimiz gibi, şeriat ve tarikat mertebesinde bu kullanılabilir, mazur görülebilir, çünkü orada ikilik vardır, ama Hakikat ve Marifet mertebesinde olanlar bu “yaratma” kelimesini kullanamazlar. Yani a’yân-ı sâbiteler; halk edilmiş programlar değildir. Allah’ın Zât’ında Zât’ıyla birlikte olan programlardır. O halde bakın, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermişlerdir. Yani Zeyd’in ilmine ve saadetine, Amr’ın cehline ve şekavetine, yani Zeyd’in âlim olmasına, Amr’ın da câhil olmasına a’yân-ı sâbite, kendi kendi üzerine bu hükmü vermiştir. Bu hükmü Allah vermemiştir, burası çok ince bir konudur, anlaşılması da biraz zordur, olsun biz yine belirtelim de, sonra kişiler tefekkür etmek suretiyle kendi kendilerine bunun yorumunu yaparlar.

Böylece daha önce de söylendiği gibi bu hususta cebir yoktur, yani a’yân-ı sâbite hakikat-ı ilâhiyeye dayandığından, hakikat-ı ilâhiye de mahluk olmadığından, yani var edilmemiş olduğundan, bunlar program olarak Allah’ın varlığında var olan bir programdır. Bu hüküm a’yân-ı sâbiteleri kendileri üzerine vermişlerdir. Yani Zeyd’in âlim olması Amr’ın câhil olmasını Allah vermemiş, kendi programlarının böyle olması taleb etmiştir, yani kendi programları bunu taleb etmiştir. Yani Zeyd’in ve Amr’ın a’yân-ı sâbiteleri mahluk değildir, Hakk’ın indinde, Hakk’ın Zât’ında olan bir programdır, dolayısıyla mahluk değildir. Zeyd’in ve Amr’ın a’yân-ı sâbitesi hâlik, halk edici, o halde birisi “Mudil” isminin zuhuru, birisi “Hâdi” isminin zuhuru ise, Allah bunlara sen Mudil olacaksın sen Hâdi olacaksın dememiştir, a’yân-ı sâbitenin programı ne ise program neyi taleb etmişse, yani Amr kendi, kendi üzerine mudil-liği istemiştir. Zeyd de kendi kendi üzerine Arifliği irfaniyeti iste-miştir, Allah vermiş değildir. Burası çok hassas bir konu ama bilemiyorum anlaşılabiliyor mu?

Bu konu oldukça zor bir konudur, işte zor olduğundan, gerçi izah edildiğinde kolaylaşıyor, ama gene de anlaşılması zor olduğundan, bu kader bahsinden ihtilâflar meydana geliyor, bu hakikati her gurup bilemediği, sadece dışarıdan baktığındandır. Yani alttan beşer aklıyla akl-ı cüz ile baktığından, akl-ı kül ile kurgulanan bir şeyi ihata etmesi anlaması zor olmaktadır. Anlaşılabilmesi için akl-ı külden anlatılması, lâzım ki o açıklığı ile anlaşılabilsin.

Tekrar edersek, her birerlerimizin bir programlarımız vardır, bunun ismine kazâ diyorlar ilmi mahiyette ama hakikati itibariyle diğer ismi de a’yân-ı sâbite yani sâbit olan bizim programla-rımızdır. İşte bu sâbit olan programlarımız Cenâb-ı Hakk’ın zât’ında var olduğundan mahluk değildir. Yani Hakk’ın varlığından ayrı bir program değildir, dolayısıyla bu programlar, belirli isimlerle donan-mışlar, o isimler de Hakk’ın isimleri her bir isme göre her bir a’yân-ı sâbite bir istidat kazanmış, dünyaya zuhura geldiği zaman da, bu istidadını kabiliyete dönüştürerek, istidadını zuhura çıkarmaya başlıyor. İşte o zaman Amr’ın istidadı, ilâhi mertebedeki istidadı Mudil ismi ağırlıklı olduğundan, Mudil’i kendisi talep etmektedir, Allah onu Mudil etmemektedir. Ama diğerinin istidat ve kabiliyeti programı, kazâsı yani hükmü “Hâdi” ismi ağırlıklı kurulduğundan onun hidayeti talep etmesi Allah’tan değil yine kendindendir. Yani sorumluluk kulun kendinden, zuhurun mahallinin kendinden zuhura çıkmaktadır.

Onun için Allah Cebbar değildir, mutlaka sen Hâdi olacaksın, sen Mudil olacaksın diye bir emri yoktur. Program vardır, bu program da ceal edilmiş değildir, Allah’ın varlığında zât’ında olan bir programdır, o programın gereği ne ise o program istidadı ve kabiliyeti itibariyle o özelliği talep etmektedir. İşte balık yaşaması için suyu talep ediyor, semender de ateşi talep ediyor, ateş böceği ışığı talep ediyor, özünde olanları talep ediyorlar yoksa Allah onlara böyle olacaksın demiyor. A’yân-ı sâbitedeki kurgusu ne ise onu talep ediyor, onu yapması da onun ibadeti oluyor, kulluğu oluyor. Tabi bunu söyleyince bir sürü sorular gelir aklımıza, cennet nerede, cehennem nerede diye, onlar da ayrı konudur. Sadece bilelim geçelim.

Yani a’yân-ı sâbite kendileri, kendi üzerlerine hüküm vermişlerdir. Zeyd’in a’yân-ı sâbitesi ne ise, Hakk’tan onu taleb etmiş, Amr’ın a’yân-ı sâbitesi ne ise Hakk’tan onu talep etmiştir. Hakk da onları vermiştir, kendi talepleri istikametinde, Allah dememiştir, bunları böyle yapacaksınız diye. Hakk bidayeten mahkum-un aleyhdir. Yani her bir a’yân-ı sâbitede kendi kabiliyet-i zâtiyesini gösterip Hakk’a demiştir ki “ey zîatâ benim hakkımda hükm-ü saadeti ver ve beni bu hüküm dairesinde izhar et.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Bu bölüm a’yân-ı sâbite hakkında yine Fusus-ül Hikem’in Mukaddimesinden sayfa 17 den devam ediyor.

A’yân-ı sâbite suver-i ilmiye-i esmaiyeden ibaret olduklarında vücud-u haricileri yoktur. Yani Allah’ın isimlerinin, Esma-ı İlâhiyesinin ilmi suretleri olduğundan maddi ma’nâda bir sureti şekli olmadığından yani zuhura çıkmadığından vücud-u haricileri yoktur, yani hariçte bir varlıkları yoktur. Halbuki ceal müessirin tesirinden ibarettir. Bakın bu cümleyi yazarsanız iyi olur. Bu hoş bir açıklamadır, yerli yerince bir açıklamadır. Yani a’yân-ı sâbite mec’ul değildir demişti ya, ceal kelimesi genel tefsirlere bakıldığında “yaratma hükmüyle belirtilir, halbuki bu yaratma değil zuhur ve tecelli” ma’nâ’sına olmaktadır. Ceal müessirin tesirinden ibarettir. Yani kazmayı çapayı yere vuran kişinin nasıl o toprağın parçasını oradan koparmışsa, onun orada bir tesiri vardır. Yani vurma çapalama, kopartma orayı açma, eşeleme ile orada bir tesir vardır.

İşte bu çapalamayı yapmak için de, bir program bir düşüncesi bir muradı vardır, bir isteği vardır. İşte “ceal “ bu demektir. Yani bir yerde bir oluşumu meydana getirmek için düşünülen arzu edilen şeyin tatbikatı “ceal” dir, yani zuhura çıkarmaktır. İşte bu iş müessirin tesirinden ibarettir, çapayı vuran kişi orada çapalayarak oraya bir tesir vermektedir, yani orayı hükmü altına almaktadır, işte orasını ne için çapalıyor,? ya fidan dikecek, ya toprağı yeşerte-cek, veya orada istenmeyen otlar varsa, onları temizleyecek yani o fiili yapmakta bir program var, bir murad var, o fiili yapacak olan kişi müessir, yani tesir edici hâkim unsurdur, ayrıca müessirin oradaki tesiridir.



Bunlar ise mahalli tesir ve infial olmadıklarından mec’uliyetleri mevzubais değildir. Yani a’yân-ı sâbitelerimiz üzerinde böyle bir tesir vâki olmadığından a’yân-ı sâbiteler daha henüz zuhura çıkmış değildirler. Yani Allah’ın varlığında Allah’ın varlığı ile var olan programlardır. İşte her birerlerimizin aslı, bakın Allah’ın varlığın-daki varlıklarımıza dayanmaktadır. Yani her birerlerimizin biraz daha ileriye giderek söyleyelim ama yerimizi de bilelim, bir bakıma insan oğlu Allah’ın indinde, Uluhiyet mertebesinde programı vardır, bir bakıma da en aşağıda, zuhurda abdiyet mertebesi vardır. Yani insan en edna, en düşük mertebe ile, en yüksek mertebeyi bünyesinde bulundurmaktadır. O geniş imkânlarla a’yân-ı sâbitesi, programı kurulmuş olan, her birerlerimiz bir insanız.

İşte bu hakikatleri ne kadar idrak edersek, kendimizi o kadar güzel ve rabbımızı da o şekilde iyi olarak tanımış değerlendirmiş oluruz, ancak Allah’ın yanındaki yerimize bakarak, sadece kendimi-zi çok yukarılarda görmeyip, ama aşağıdaki süfli yerimize bakarak da, kendimizi çok aşağılarda, basit işe yaramaz varlıklar olarak da görmemek, her ikisini birlikte yaşayarak, gerektiğinde en düşük basit bir insan olarak, ama gerektiğinde en âlâ en asil bir insan olarak, hayatımızı sürdürmeliyiz, tevhid yaşamının aslı yani gerçek hali budur. Hani tevhid birleme diyorlar ya, işte insan oğlu kendisindeki o süfli nefsaniyeti ile birlikte ilâhi hakikatlerini birlikte yaşaması tevhit etmesi olmaktadır. Yani yeri geldiğinde Hakikat-ı İlahiyede, olan mertebesini idrak etmesi yeri geldiğinde âlemin dünyanın en bayağı insanı, olduğunu da bilebilmesi kadar da, acziyesini anlaması gerekmektedir. Bunu tefekkür edelim, düşüne-lim inşeallah.

İşte a’yân-ı sâbiteler, daha henüz üzerinde faaliyet ceal edilmediğinden, ve bu her hangi bir müessir tarafından kendine tesir edilmediğinden, zuhura çıkmış değil, sadece birer program olarak Allah’ın ilm-i ilâhisinde mevcuttur. Yani bunlar yapılarak vücuda getirilmiş şeyler değildir. Yani her hangi bir varlığın işte toprak aldık çanak yaptı, işte meyve aldı reçel yaptı gibi, her hangi bir tesirle meydana gelmiş şeyler değildir, “zira şuunat-ı Zatiyeden ibarettir,” yani Allah’ın Zât’ının hakikatleri özellikleridir, daha zuhura çıkmamıştır “ve şuunat Zat’ın iktizasıdır,” yani Zât’ın gereğidir ve Zât ile beraber kadimdir.

Yani a’yân-ı sâbiteler Allah’ın şuunatı gereği, yani özellikleri hususiyeti gereği, ve “Allah’ın Zat’ıyla birlikte kadimdir, a’yân-ı sâbitelerimiz ve şuunât-ı Zât’iye bir cealin cealiyle mec’ulen mevcut olmadıkları gibi” yani herhangi bir yapım ile bir program ile yapılmadıkları gibi, bir müessirin tesiri altında da değildirler, yani a’yân-ı sâbiteye tesir edecek hiçbir varlıkta yoktur. Madem ki Zât-ı vücut mevcuttur, elbette onlar da onunla beraber mevcuttur, madem ki Allah’ın Zât’i vücud-u mutlak mevcuttur, Allah’ın mevcudiyetiyle bizim a’yân-ı sâbitelerimiz de mevcuttur. Yani her birerlerimizin ayn’ları, yani hakikatleri Allah’ın indinde ezeli olarak mevcuttur.



Misal: insanda gülme ve ağlama gibi bir çok şeenler vardır her birerlerimizde, zaman geliyor gülüyoruz, zaman geliyor ağlıyoruz, insan gülmediği ve ağlamadığı zaman bu şeenler bil kuvve mevcut kendisinde. Her birerlerimizde bu hususiyetler vardır. Gerektiğinde hepimiz ağlayabiliyoruz ve gülebiliyoruz da. Ama bazılarımız müba-lâğalı olarak, bazılarımız mübalâğasız, ama hepimiz bu hükmün altındayız, bunlar insani hususiyetimizin bir gereğidir. Bunlar kuvvede olarak mevcutken, fiili olarak da batındadır yani yoktur. Ağlaması ve gülmesi fiilen zuhur ettiği vakit, yani o insan ağladığı ve güldüğü vakit kendisinde, batında olan a’demde/geçici yoklukta olan bu hususiyetler, zuhura çıkmakta, zuhurat iradesiyle ceal ve tesiriyle vaki olmaz. Fiilen zuhur ettiği vakit bu zuhurat iradesi, ve ceal tesiriyle vaki olmaz, belki iktizâ-ı zâtisi olarak, yani Zâti gerekliliği olarak, bila meşiyet ve bila ceal tesir vaki olur. Yani cealsiz ve tesirsiz o ağlama zuhura gelir.

Yani insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel gülmeye ve ağlamaya hazırlanmaz, yani insan isteği ile kendi kendine gülmez, kendi kendine de ağlamaz, yani durup dururken bu olmaz, onu belirtiyor. Gülme ve ağlama şe’niye itibariyle ma’nâyı insaniyede, bir iseler de, yani batında gülme ve ağlama birliktedirler, zuhurda diğerinden ayrılırlar. Yani batınımızda gülmek ile ağlamak içimizde birliktedir, ama zuhura çıktığında birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Çünkü aynı anda hem gülme hem de ağlama olmaz. Ağlama gittiği zaman gülme gelir, gülme gittiği zaman da ağlama gelir, yani ikisi bir arada olmaz. Çünkü gülme ağlamanın aynı değildir, başka şeklidir. Ama bazen çocuklarda ağlarken, bakarsın bir hediye verirsiniz, aynı anda güler, ama o aynı anda değildir, ağlama biter ardında gülme başlar. Birbirine çok yakın olduğundan gülme zannederiz.

Çünkü hem ağlamak hem de gülmek bunları birleştirmek mümkün değildir. Yani gece ile gündüzü birleştirmek mümkün olmadığı gibi, aynı anda gece aynı anda gündüz olmaz. Olmuş gibi olur ama, olmaz bulut gelir, ay tutulması olur, gece gibi karanlık olur ama mutlak değildir, geçicidir.

Şimdi bunlar insanın şahsında mevcut, yani varlığında mevcut bilfiil ma’dum yani batında a’demde yoklukta gizlide iken o ma’dum olan şeylerin yani gizlide, batında olan şeylerin şahs-ı mevcut üzerinde tesirleri görülür. Bakın bu gülme ve ağlama batında iken batında olduğu halde de hiçbir hükümleri yok iken, ama her hangi bir sebeple gülme fiili ortaya çıktığında o gülme fiili gülen kişiye hâkim olmaktadır. Gülme fiili hâkim olduğundan o kişi gülmeye başlamaktadır. Tam tersi ağlama fiili kişide âmir yani hükmü olduğundan ağlama ya başlamaktadır. Yoksa kendinden ağlama değildir. Böylece şahs-ı mevcut bunların tesiri ile zâhir olduğunda yani güldüğünde ve ağladığında, bu şeenler de fiilen mevcut olurlar. Yani batında mevcut olan ağlama ve gülme, iki ayrı fiil birbirinin aynı olmakla birlikte batında, özde ama zuhura çıktığında birbirlerinin tamamen tersi olmaktadır. Ağlama ve gülme fiili o kişiyi hükmü altına almaktadır. Neden, çünkü a’yân-ı sâbitesinde vardır. Ezeli halinde vardır. Âmir hüküm olarak programında vardır. İşte o program o vücutta hakimiyetini sürdürerek onu ağlatıyor ve güldürüyor, program gereği biz ağlıyoruz gülüyoruz, yoksa ağlama bizden çıkmıyor. Yani ağlamanın kaynağı biz değiliz. Ağlamanın kaynağı ağlamanın kendisidir. Biz de onu zuhura çıkaran varlık-larız.

Yani gülündüğünde, ve ağlandığında bu şeenler fiilen mevcut olurlar, daha önce bâtında iken gülme ve ağlama insanda kızma fiili de vardır, muhabbet fiili de vardır, ama bunların hepsi batındadır, bir aradadır, ne zaman fiile çıkıyor, o fiile çıktığı anda kendi varlıklarıyla bâtında olan varlığı fiile dönüşmüş oluyor. Onların mevcudiyetleri şahs-ı mevcude muzafen vâki olur,” yani falan kişi ağladı diye izafe edilerek, zuhura çıkar. Kişi ağladı diye, halbuki kişiyi ağlatan ağlama fiilidir, ama ağlayan kişiye isnad edilerek falan kişi ağladı falan kişi güldü diye kişiye isnad edilir. Bu fevkalâde bir izah tarzıdır Allah onların hepsinden razı olsun. Onlar bizlere bu gün bu bilgileri bırakmasaydı, biz neleri konuşacaktık, neleri bilecektik,? işte her zaman bu büyüklerimizin yolunda olup, ona göre hayatımızı sürdürmeliyiz inşeallah. Onların birer benzerleri olup, daha doğrusu kopyaları olmaya çalışarak olmamız da mümkün değil de. İnşeallah öyle oluruz.

Madem ki şahsi insani mevcuttur,” yani madem ki insan şahsı mevcuttur, “elbette bu şeenler dahi onunla beraber bil kuvve mevcutturlar.” Bu misalleri neden vermeye çalıştı, nasıl ki Allah’ın Zât’ında a’yân-ı sâbiteler Allah’ın varlığı ile mevcuttular, ilâhi hakikatler olarak gaybda, aynı bu özellikler insanın varlığında da mevcutturlar, uygun bir zaman zemin, olduğunda faaliyete çıkmaktadırlar. Bir sebep altında iktizâ-i zâti olarak yani Zât’ının gerekliliği olarak, bilâ meşiyet, bilâ ceal tesir, fiilen zâhir olurlar. Yani her hangi bir oluşum onlara tesir etmeden fiilen zâhir olurlar. “İşte bunun gibi mevcud-u hakiki olan Zât-ı uluhiyette fiilen ma’dum olan şuunatın tesiriyle Zâtullah bu şuunatı hasebiyle tecelli eder.”

Şimdi olduğumuz yerde duralım, bizden her hangi bir fiil çıkmadı, ama içimizde bir çok hususiyetler, özellikler var, bir çok esma ve o esmaların zuhur yaşam halleri var, işte Cenâb-ı Hakk da kendi Zât’ında bu şekilde bütün özellikleri ile birlikte mevcut, bu kendindeki a’demde olan yani batınında olan özellikler, belirli suretler şekiller suretiyle, zuhura çıktığında bunların özellikleri de meydana gelmiş olur. Bizdeki gülme ağlama fiili mevcut olduğu halde, ama ağlayıp gülmediğimiz zamanlar, bâtınımızda ise bütün bu âlemlerde de Cenâb-ı Hakk’ın şuunat-ı ilâhiyeleri, kendi varlığında gizli, ve onu zuhura çıkardığında onun hususiyetleri ortaya çıkmaktadır.

Zira a’yân-ı sâbite zuhurun illeti, sebebi ve Zatullah ise onların ma’luludur,” a’yân-ı sâbite programları olmasa zuhur olmaz, yani mühendisin kafasında bir binâ projesi olmazsa o bina yapılamaz. İşte her birerlerimizin projeleri olan, bu a’yân-ı sâbiteler, zuhurun sebebi o programa göre bir akış içerisinde çıkmakta, aksi halde bu âlem karma karışık olur, kimse kimseyi tanımaz, annesini babasını bilmez ve karma karışık olur, Zâtullah ise onların ma’luludur.” Yani var oluş sebebi de Allah’ın Zât’ıdır. Yani a’yân-ı sâbitelerin zuhura çıkma sebebi de Allah’ın Zât’ıdır. O zuhur Allah’ın iradesi dışında her hangi bir şey yapamaz, ben böyle çıkmayacağım ben böyle yapmayacağım diyemez. Nitekim “illiyet ve maluliyet meselesi misal-i kevni iradi ile yukarıda izah olundu.”

Bu tesir ve teessür illiyet ve maluliyet meseleleri vücud-u vahidi Hakk’ın niseb-i Zat’iyesinden ibaret olup meydanda bir gayr bulunmadığından şan-ı uluhiyete yakışmayacak bir hüküm kabilinden telâkki olunamaz.” Yani illiyet sebep, maluliyet de o illiyeti kabul etme meselesi, bir kevniyet misâli ile yukarıda izah olundu. Bu tesir ve teessür yani tesir ettikten sonra, müessir olması yani ondan tesir almış olması, müessir sadece üzüntü ma’nâ’sına değildir, tesir edilen her yerde müessiriyet vardır, yani tesir olunmuşluk vardır. Mesela bahçıvanın bahçeyi sulaması bir tesirdir, toprağın da suyu alarak kabarması müessir oluyor, tesir edilmiş oluyor. Tabi toprak o suyu almakla müteessir olmuyor, ama bahçıvanın, hükmü altına girmiş oluyor. İlliyet ve maluliyet, yani illet eden sebep, ve sebebi kabul eden bu meseleler, “vücud-u vahid-i Hakk’ın niseb-i zâtiyesinden ibaret olur.” Yani bütün bu âlemde Hakk’ın gayri bir varlık olmadığından, tesir eden ve edilenin Hakk’ın aynı olduğundan, yani bir ismi ile bir yere tesir ediyor, diğer bir ismi ile de o tesiri aldığından müessir oluyor, ama gayrı bir vücut olmadığından bunların hepsi Hakk’a nisbet edilen Zât’i oluşumlardan ibaret olduğundan, meydanda da bir gayr bulunma-dığından, yani âlemde Hakk’ın gayrinden başka bir varlık olmadı-ğından, bütün bu tesir ve müessirlerde şân-ı Uluhiyete yakışmaya-cak bir hüküm kabilinden telâkki olunamaz.

Yani gördüğümüz her türlü fiil, bize ters de gelse Hakk’a yani Allah’ın Uluhiyetine yakışmayacak bir hüküm bir fiil değildir, bunu böyle kabul etmemiz gerekir diye burada küçük bir izah yapıyor. Meselâ; bir zelzele oldu, Cenâb-ı Hakk bir şehri ortadan kaldırdı, burada bir tesir edici var müessir, bir de tesiri alan müessirin ileyh/tesir alan vardır. Şimdi düşünürüz ki; orada öldüler, binalar yıkıldı, insanlar altında kaldı, o anda Allah’a yakışmayacak bir hüküm isnad edebiliriz. Bunun sırası mı idi şimdi, bu kadar can gitti, yazık değil mi? gibilerinden, dediğimiz anda, Hakk’ın işine karışmış oluyoruz. Bu durumda farkında olmadan Hakk’a suç isnad etmiş oluruz. Ama bu ifadeye göredir, gerçek ifadeye göre ise, Allah’ın mülkünde kendinin gayrı olmadığından tesir eden de kendisidir, tesir alan da kendisidir, o halde eksi ters bir şey yoktur.

Nefsimize göre eksi gelir, kayıplarımız olmuştur, ama o nefsimize göre görecelidir. Cenab-ı Hakk bir ismi ile “Kahhar” ismiyle kahreder, sonra “Rahman” ismiyle besler yeniden yaptırır. Kendi kendinde olan bir oluşum olduğundan burada Hakk’a suç isnadı, insanlara yakışmaz, nedendi niçindi denmez, çünkü mülk de kendinin melekut da kendinin mülkün içindeki bireyler de varlıklar da hepsi kendinindir, ama biz kendi kendimizi ilâh edindiğimizden, bizim malımız, bizim ettiğimiz, bizim yaptığımız sattığımız, dediği-mizden ve O’nun malına mülküne her şeyine sahip çıktığımızdan, ve o sahip çıktığımız mallara, biraz zarar geldiğinde hemen canımız sıkılmaya ve feryada başlamaktayız. Neden, kendimizi Hakk’ın dışında gördüğümüz dendir.

Ehlullahtan birine sormuşlar; “Hakk’a suç isnadından nasıl kurtuldun” O da demiş ki, “mülkünde gayrıyı komayarak” eğer mülkünde Cenâb-ı Hakk’ın gayrı olmuş olsa, o zaman iki ilâh gereklidir, ikilik gereklidir, o zaman bir tarafta bir Allah var, öteki Allah’ın kullarına eziyet etti hükmü çıksın. Bir insan kendi kendine iken koluna vurdu bir darbe etti, diyelim kimi suçlayacaksın, vuran kol da kendinin vurulan kol da kendinindir. Kimi kime suçlayacak-sın ki. İşte bu hakikatı idrak eden O büyük zat sorduklarında “Allah’a suç isnadından nasıl kurtuldun” Mülkünde gayrıyı komayarak demiştir. Şimdi suç isnadı, iki varlık arasında olur, suçu işleyen ve suçu işlenen olmak üzere iki varlık gerekir, ama Allah’ın varlığı tek olduğundan suç nerede, işleyen nerede, işlenen nerede? yani suç nerede sevap nerede daha doğrusu.

NOT= Bu hususta ileriki sayfalarda, (genç ve elmas dosyası)ndan, küçük bir aktarım olacaktır orada daha geniş bilgi bulunmaktadır.

Ama bizler aciz aklımızla, kendi nefsimize uygun şekilde hadiselere baktığımızda, yani nefsimizin isteği üzere, o nun anlayışı üzere, hadiselere baktığımızda o kadar çok Allah’a da, kullara da, bir çok varlıklara, suç isnad etmekteyiz ki, onun sonu gelmiyor. Yağmur ne kadar çok yağdı, her yer çamur oldu, bu kadar yağmur hep üstümden geçti, dediğimizde Hakk’a suç isnat etmiş oluruz. Yağmuru yağdıran Hakk’tır, fazla yağdırdı her taraf sel oldu, deriz hâşâ, biz sanki O’nun ortağı mışız gibi. Veya hava çok sıcak veya çok soğuk dediğimiz zaman, Allah’a ısıyı artırdın bizi de yakıyorsun ma’nâ’sına farkında olmadan suç isnad etmiş oluyoruz. Ama bu şu şekilde söylenirse suç teşkil etmez, aman ya rabbi zayıfız fakiriz üşüdüm gibilerden, yani suçlamadan acziyetini ifade ederek söylerse, bir suç teşkil etmez. Ama biraz âmir hükmünde “ya şimdi bunun zamanımıydı tam ısınmıştık tekrar havalar soğudu üşüdük gittik “dediğimiz de Hakk’a suç isnad etmiş olmaktayız.



Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin