GöNÜlden esiNTİler bir hiKÂye biRÇok yorum (5) doğdular, yaşadilar, ÖLDÜRDÜler



Yüklə 1,01 Mb.
səhifə165/184
tarix07.01.2022
ölçüsü1,01 Mb.
#80530
1   ...   161   162   163   164   165   166   167   168   ...   184
Bismillâhirrahmânirrahîm.

Formun Üstü Formun Üstü1. BÖLÜM.

Gönderildiler, sahiplendiler; döndürüldüler, teslim ettiler.

Sevildiler, gönderildiler; uyudular, uyandırıldılar.

Doğdular, unuttular, tattılar, bildiler.

Düş idiler, gerçek sandılar; uyandırıldılar, anladılar.

Doğdular, ayrıldılar, öldüler, kavuştular.

Gönderildiler, denendiler, döndürüldüler.

Yukarıdaki gibi birçok cümle aklımıza gelirken, hikâyeyi okuduğum ilk anda ‘'tamam bu!’’ dediğim tek bir ifade vardı: (LÂ İLÂHE İLLÂLLAH!)

 Muhakkak ki geniş idrâk ve gönül sahiplerinin ciltler dolusu kitaplar yazdığı bu ifade ile ilgili, aşağıların en aşağısında olan benim yazabileceğim, alıntı üç-beş cümleden fazla olmayacaktır. Anladığım o ki her şeyin özünde Kelime-i Tevhîd gizli. Doğum, ölüm, yaşam, varlıklar, olaylar, öfke, sevinç, sevgi, kıskançlık gibi hâlden hâle giren duygular, beynimizi hiç boş bırakmayan çeşit çeşit düşünceler, bize gösterilen ya da görmemiz istenen her oluşum, tek bir şeyi tesbîh etmekte hâl dilleriyle… “Lâ ilâhe illâllah.” İlâhlar yok, sadece Allah … Ayrı ayrı var gördüğün hiçbir şey yok, sadece ALLAH. Gizli hazine iken bilinmekliğini istediği için bu halkı halkeden Allah!... Kendi varlığından başka bir varlık olmadığı halde vehim nûruyla Hakîkat-i Muhammedî’yi kendinden ayırıp var kabul eden, bilinmekliğini sevmesi ile ilk oluşum olan Aşk neticesinde O’na “Habîbim’’ diyen, bir diğer perde ile Esmâ âlemi denilen büyük hayâl âlemini zuhûra çıkaran, ve kendinden perdelene perdelene kendinin bilinebileceği en değerli mekân olan Şehâdet âlemini zuhûra getiren ALLAH! Ve bizler… Aşağıların en aşağısına atılırken, en güzelin içinde var olduğumuzu unuttuğumuz, “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “kâlû belâ,” (“Rabbimizsin”) diyerek ant verdiğimiz halde, zâhirde doğum olarak algılanır iken aslında dünyaya gelirken ölü hükmünde olduğumuzun farkında olmayan, ayniyetinden ayrılmanın acısıyla ağlayarak gözlerimizi bu dünyaya açtığımız günden itibâren çevre ve bedensel kayıtlarla kayıtlanarak ve “vücûdike zenbike” hükmü ile et ve kemik bedenlerimizin bize en büyük perde olduğu, var olanı yok, yok olanı var görerek vehmin zulmeti ile baktığımız şeyde Hakk’ı değil halkı gören bizler… Tâ ki Allah nasip etsin de bir Mürşid-i Kâmil bize Mâide sofrasından yedirsin, Kevser suyundan içirsin. İlm-i İlâhi ile bizi uyandırsın da gerçek doğumun farkına varalım.

“Ne var âlemde o var Âdemde,” hükmünce zâhirde olan tüm şeylerin bâtınımızda olduğunu düşünürsek, Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelen tüm hitâbların bizim özümüzdeki Hakîkat-i Muhammediyye’ye de geldiği sonucuna varırız. Bu durumda; “Yâ eyyühel müddessir (müddessiru). Müddessir 1. Ey (esvabına) bürünmüş olan!” denilen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmakla birlikte, aynı zamanda bu âyeti okuyandır. Âyet ona o anda nâzil olmaktadır. Nâzil olunan kişi, “beşerîyetinden soyun, ayrı ayrı gördüğün varlıklar Hakkın kendisidir… vehmin zulmeti ile hakîkatini örtme,’’ îkâzını duyarken, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey; Allah’a ortak koşmalarıdır. Ben güneşe, aya ve puta tapacaklarını söylemiyorum. Fakat Allah’dan başkası için yapılan amelleri ve gizli arzuları kastediyorum,” sözünü de hatırlar. Kâfirûn Sûresi’ni örtücü durumunda olan vehmi benliğine okuması gerektiğini idrâk etmeye, ‘‘Estağfurullah el azim ve etübü ileyh,’’ derken, ‘‘vehmi benliğimi ört Allah’ım, dönüşümüz sanadır, ’’ diye düşünmeye başlar.

Kûl hüvallahu ahad Allahüssamed,” âyeti ile Allah’ın kendisini Ahad; yani sonsuz sınırsız Tek olarak tanıttığını fark ederiz. Bu sınırsızlığın içinde bizlerin yerinin ne olduğunu sorgulamaya başlarız. Allah’ta olduğumuz, O'ndan gayrı olmaz iken aynı da olmadığımız, Allah’ın ’’An’’ da düşündüğü, “kün feyekün,” dediğinin Ef’al âleminde sûretlenen ilmi olduğu bilgisini yine İhlâs Sûresi hatırlatır bize, ‘‘lem yelid velem yüled’’ ifadesi ile… O doğmamış, doğurulmamıştır derken ahadiyet mertebe-sinden ef’âl âlemine zuhûrun bilgisi saklıdır âdeta… Doğmak doğurulmak kesreti düşündürür bize. Doğan ve doğurulanlar vardır ve doğmamış ve doğurulmamış tespitini yapan ayrı varlıklar... ‘‘Ve lem ye kün lehu küfüven ahad’’ âyeti ile de tekrar Ahad olduğunu vurgular Allah(c.c.)…

Ahadiyet mertebesinde en güzel biçimde halkedilen insanın aşağıların en aşağısına, ef’âl âlemine, indirildikten sonra, tekrar Ahadiyet’e ulaşmanın çabası içinde olması gerektiği Sâd Sûresi ile ve bir îkâzla hatırlatılır bizlere; SÂD 82-83 de iblîs dedi ki: “İzzetin adına yemin ederim ki; bütün kullarına yollarını şaşırtacağım, ihlâslı kulların hariç olmak üzere…”

Biz gökleri ve yeri ve aralarındakileri Hakk olarak halkettik” âyeti ile her şeyin Hakk olduğu açık seçik ifade edilirken, eksik gördüklerimizin ancak bizim bakışımızdan, beşerîyet algılarımızın eksikliğinden, kayıtlanmış düşünce ve gafletimizden olduğunu fark eder, tövbe eder, Allah’ı ötelere atıp tenzîh etmek yerine yanlış ve eksik görüşten kendimizi tenzîh etmenin gayreti içine gireriz.

Allah var idi, O’nunla birlikte hiçbir şey yok idi” hadîsi de dikkat çekicidir. Hz Ali’nin “El’an’’, şimdi de öyledir” ifadesi “Lâ ilâhe illâllah’’ lâfzının şerhidir âdeta.

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm,” yani, “Güç ve kuvvet sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ındır,” dedikten sonra kendimiz-de güç ve kuvvet olduğunu zannetmenin Hakk’a zulüm olduğu ve bundan kurtulmanın yolunun mülkünde gayrıyı koymamak olduğu bilgisi gelir risâlet mertebesinden…

Hüvel evvelü vel âhiru vez zâhiru vel bâtın (bâtınu), ve huve bi kullişey’alîm (alîmun).” “O İlktir sondur zâhirdir bâtındır,” âyeti ile ayrı ayrı varlıklardan söz edemeyeceğimizin ve her şeyin O ve tek şey olduğunun, Hakk’tan gayrı olmadığının hatırlatıldığını düşünürüz biz unutanlara…

Yaşam boyunca karşılaştığımız iyilik ve kötülükler, sıkıntı ve rahatlıklar, doğum ve ölümler, sahiplenme ve kaybedişler nedir? Neyi görmemiz istenir bizim için tasarlanan ömür sahası içinde OKUnası onca hallerde? İşiten, gören, bilen, söyleyen kimdir? Bu İlâhî senaryoda herkes rolünü yaparken; “Fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh (vechullâhi),” “nereye dönersen dön hakkın vechi ordadır!” âyeti seslenir bize her rolden. Hz. Mûsâ’ya ‘‘len terani’’ denilirken, Muhammed (s.a.v.) ümmetine Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ikramını idrâke çalışır gönüllerimiz, şükrederiz sevinçle!

İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (râciûne).” (Biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz.)

  2. BÖLÜM

Bundan birkaç sene önce Terzi Babam’dan dinlediğim Neml Sûresi’ nde, yaşadığımız her durumda şu âyeti okumamız tavsiye ediliyordu: ‘‘heze min fazlı rabbi.’’ O gün eşimle tartışmış, bu durumu fazla da ciddiye almamıştım. Her gelen Hakk’tan düşüncesiyle nefsimi, âyete de sığındırmanın huzuru ile âyeti tekrar ede ede uykuya dalmıştım. Rüyam-da Terzi Babam, “bu âcizliktir,’’ diye sesleniyordu bana... Duyduğum şaşkınlık, yapılan hatadan duyulan pişmanlık, ödevini eksik yapmış bir çocuğun öğretmeni karşısındaki mahcubiyetine benzer bir hal, hatamın gösterilmesinin verdiği sevinç ve güven gibi karışık duygularla yatakta doğrulmuştum. Neydi âcizlik olan?

Daha sonra sohbetin âyetle ilgili bu bölümünü, dikkatli bir şekilde tekrar tekrar dinlemiştim. Şu bilgiler netleşiyordu gönlümde… İletişimde olduğumuz her kim veya ne varsa ister hal ister idrâkle söylemiş olsunlar onlara “heze min fazlı rabbi” dedirtecek fiiller ortaya koymamız, onlara gelen faziletin Rabbin emri ile bizim elimizden ortaya çıkması için çaba harcamamız gerekiyordu. O gün yaşanan hâl pek böyle olmamıştı. Nefsime eksi gelen fiillerden dolayı karşı tarafa da zorluk yaşatmıştım.

Karşıdan gelen fiiller ister lütuf, ister zorluk olsun, onu tabiatımıza değil de rûhumuza uydurabilmek, cesedi rûh eylemek ve rûhu cesedin hükmü altından çıkarmak gereği anlatılıyordu.

Eksi olarak gördüklerimizin yanında başımıza gelen öyle çok lütuflar vardı ki, bunları bilip, her an ve her nefeste “heze min fazlı rabbi” diyerek şükretmemiz öğretiliyordu. Hâle şükretmemiştim belki!

Hâlbuki, Yüce ALLAH’ın (c.c.) bana öyle lütufları vardı ki, her duama karşılık, verendi. Şer’î kurallara çok fazla uyulmasa da Allah inancını taşıyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştim. Bu bir lütuftu. Helal kazançla geçinilirdi. Cennet cehennem kavramları öğretilmişti.

O zamanlar hisettiklerimi düşünürüm bazen gülümseyerek; sevaplarını arttırmak telaşıyla nasıl bir iyilik olursa onu yapmaya çalışan o çocuğu…

11-12 yaşlarında: “Şu an yaşayan herkes çok şanslı. Bizden öncekiler gibi biz de her an ölebiliriz, sonsuz bir cennet hayatı için yaşadığımız günleri iyi değerlendirmeliyiz,’’ diye sık sık düşündüğümü hatırlarım. Okulda Çanakkale Savaşları’nda, Kurtuluş Savaşı’nda verdiğimiz binlerce şehitten bahsedilirdi. En yüksek makam olduğunu öğrenmiştik şehitlik makamının. Ne şanslı insanlardı şehitler. “Bir savaş olsa ben de ölüme gider miyim?” diye kendimi tartar, “evet giderim,” derdim çocuk gönlümden… Tabi nereden bilecektim o zaman en büyük savaşın insanın nefsiyle yaptığı savaş olacağını. “Hadi bakalım şehit olmak istiyordun, ver savaşını bakalım, kolay mı olur sandın şehitlik,” diyeceğini Rabb’ül Âlemîn’in.

Ömür hızla geçiyordu. Okul hayatı, meslek hayatı, evlilik, eş, çocuk-lar derken 35’li yaşlara gelinmişti bile. Ve ben bu ömür sermayesini iyi değerlendiremediğimi görüyordum. Gönlümde boşluk ve sıkıntılar vardı. Ne yapmalıydım? O’na nasıl daha iyi bir kul olabilirdim? Kendimi O’na nasıl sevdirebilirdim? Hayatıma neleri dâhil etmeliydim? Tabi o dönem-lerde tarikat, mürşid, mürid kavramlarının anlamlarını dahi bilmiyordum. İyi bir kul olmanın yolunun, Allah’ın yap dediklerinin yapılması, yapma dediklerinin yapılmaması olduğunu ve bu yolda en güzel öğreticinin Kûr’ân olduğunu düşünüyordum. Bu düşünceyle Kûr’ân-ı Kerîm’i meâlinden okumaya, dua âyetlerini, emirleri içeren âyetleri kendime göre toparlamaya, bir deftere yazmaya başlamıştım.

Bu defteri çantamda taşırım, “ara ara okur, eksikliklerimi belki fark edip hâlimi daha güzel yapmak için gayret ederim,” diye düşünüyordum kendimce. Sayfalar dolusu âyet yazmıştım. Böyle bir uğraş içerisindey-ken ablam S… İ…. bana yeni tanıştığı tasavvufla ilgili bazı şeyler anlatmaya, öğrendiklerini benimle paylaşmaya başlamıştı. Konular ilgimi çekiyor, ancak duyduklarım hep havada kalıyordu. Bulduğum birkaç kitabı okumaya çalışmıştım. Zikir ve tesbihlerin öneminden, beyindeki açılımlardan bahsediliyordu. Ben de bir mürşidin tavsiyesi olmadan çekilen zikirlerin tehlikeli olduğunu bilmeden, kısa bir dönem “Allah” esmâsını zikretmeye başlamıştım. Bu yolun tehlikesini sonradan Terzi Babam’dan öğrenecektim…

Zül celâli vel ikram olan ALLAH...

Ablam S… İ…. bir Mürşid-i Kâmilden, vekili aracılığı ile ders almaya başladığını söylemişti. Terzi Babam’ın ismini ilk o zaman işitmiştim. Tekirdağ'daymış kendileri. Bir tevâfuktu. Seneler önce çıkılmıştı memleketten… Bunun için mi bir sıcaklık akmıştı gönlüme? “Ben de ders alabilir miyim?” demiştim ders almanın ne olduğunu sadece tahmin ederek. Böylece vekili E…. A…. Bey’i arayarak ben de Terzi Babam’a bağlanmış ve ilk dersi almıştım.

İlerleyen zamanlarda bu bağlanışın başıma gelen en büyük ikram olduğunu anlayacaktım. Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsem azdır. Beni en güzel bir öğretmenle buluşturdu. Allah, yolundan ayırmasın. “Heze min fadlı rabbi.”




Yüklə 1,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   161   162   163   164   165   166   167   168   ...   184




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin