İrfan Mektebi Hakk Yolu’nun Seyir Defterinde, Efendi Baba’mda bu noktaya temas etmektedir: “Fenâfillah mertebesine ulaşan kişinin karşılaşacağı epey zorluklar vardır ki; bunun en önemlisi kayıdsızlığa düşmesidir. Hiçbir şeyle kayd altına girmek istemez, çünkü Hakk’da fani olmuştur…” o kadar ki, bu mertebeye ulaşmış kişiler için, bir üst mertebeye geçmek bile, kayıdsızlıktan kurtulmayı gerektirdiği için gayet müşkül bir hale gelmiştir. Bu mertebede bulunanlar “fenafillah’da fani olmuş bulundukları yerde tam sakin olmuş, hareketsiz görünürler. Bu hallerinden dolayı kendilerinde kalkıp da bir sonra ki aşamaya ulaştırmak için yapacakları talepleri de yoktur. Çünkü olamaz.”
Demek ki Merkez Efendi’nin çiçeği koparmaktan imtina etmesini birbiriyle yakından bağlantılı iki nedene bağlamak mümkündür: hem çiçeğin (yani zâhirin/eşyanın) hakikatini müşahede ediyor, yani Hakk’ı zikrettiğine tanık oluyor, hem de çiçeği koparması için, Ef’al âlemine dalması gerekiyor ki, kendisinde bunun için takat (kayıtlı olma) bulamıyor.
Bu makamda kişi artık “her işin, her sıfatın ve her varlığın Hakk’tan ayrı olduğu zannından” kendini kurtarmış oluyor. Böylelikle, “Nuzül, iniş kavsinin başlangıcını teşkil eden Cem Makamınıda Hayy nefsinin etkisiyle kendisinde uyanmaya başlayan yeni bir akıl (Akl-ı Mead) ile her şeyin Hakk’ın Zat’ı ile kaim olduğunu, Hakk’tan gelip Hakk’a gittiğini ve hatta kendi Zat’ının Hakk’ın Zat’ından farklı olmadığını idrak etmiştir. Halk Hakk’ın Batınında kaybolmuştur… Makam-ı Cem’de bulunan kişinin idrakinde tüm halk silinir ve bu kişi nereye dönerse dönsün eşyanın yalnızca bâtınını yani Hakk’ı görür. Bu kişinin gözünde artık dış sebepler yok olmuş, sebepler perdesinin gizlediği/sakladığı Hakk güçlü bir şekilde tek fâil olarak ortaya çıkmıştır.” (Ahmed Yüksel Özemre, Kamil Mürşidlerin Mirası, 305) Kısacası bu makamın hakikat mertebesi olduğu, bu mertebede ise, eksiklik, yanlışlık ve çirkinlik olmayacağını belirtebiliriz. “Her şey yerli yerindedir ve Hakk ile Hakk üzeredir.
Yine bu mülâhazalar mucibince, Merkez Efendi’nin Hazret’ül Cem mertebesine ulaşmadığı sonucundu çıkarmak da mümkün olabilir. Zira, bu şeriat makamı olarak adlandırılan Hazret’ül Cem makamın mahali, şehadet alemidir. Yani halk tekrar Zahir, Hakk ise Batın olur. Yine çiçek sembolüne dönecek olursak, Merkez Efendi, o dönemde Hazret’ül Cem’de olsaydı, çiçeği koparmak konusunda isteksiz olmayacağını, çünkü artık beka’a döndüğünü, yani Ef’al alemine intibak etmiş olacağını ifade edebiliriz. Şu farkla ki, bu mertebede Merkez Efendi faaliyette bulunurdu (ef’al aleminde çiçeği koparırdı) ancak bunu Hakk’ın eliyle yapmış olurdu. Kısacası, yapan eden artık o değil, onun eliyle Hakk’tır. Bu makamda Hakk, “anlayana kulun kuvvetlerinden görünür. Kulun hayatı, kudreti, işitmesi, görmesi, söylemesi Hakk iledir.”
1) Peki “merkezinde bırakırdım” lâfzını hiçbir şey ayırmaksızın bütün ef’al âlemi için geçerli kabul edebilir miyiz? Ef’al aleminin karakteristiği zâhir olmasıdır. Bu noktada artık elimizde bir kıstas vardır diyebiliriz: Zahir olan şeriata tabiidir. Dolayısıyla, Ef’al âleminde vukuu bulan şeyler şeriata, kıstasına vurularak değerlendirmeye tabi tutulabilirler.
Bu noktada merkezinde bırakırdım lâfzı hükümsüz kalmaktadır. Çünkü şeriat hükümleri doğrultusunda faaliyette bulunma gerekir. Ancak burada şeriat ve tarikat ehli, kendi iradeleri ile tasarrufta bulundukları zannına gark olmuşken, mârifet ehli işin sırrına vakıf bir şekilde, yapılanın Hakk’ın esmâ-i ilâhisinin zuhur bulması olduğunun bilincindedir. Marifet ehlinin iki vechi vardır: dışı halka dönük, içi ise Hakk’a. Zâhiren tasarrufta bulunur, gerçekten tasarrufta bulunan onların eliyle Hakk’tır. (Sen atmadın, Allah attı…)
Şeriat ve tarikat ehli, ef’al mertebesinde faaliyetin kendi birimsel varlıklarından neş’et ettiği zannında bulunmaktadırlar. Ancak marifet ve hakikat ehli için, söz konusu olan şey, nefsani bir tasarruf değildir. “Kendi şahıslarında cem etmiş oldukları, esma-i ilahinin hakkını vermek için tasarrufta bulunurlar.” Bu konuda en güzel örneklerden biri de Hz. Ali Efendimiz’in düşmanı karşısında takındığı tavırdır. Savaş esnasında, düşmanı yere çalan Hz. Ali Efendimiz, düşmanının tam canını alacakken (yani faal haldeyken, yani çiçeği koparır haldeyken), düşmanının üzerine tükürmesi üzerine almak üzere olduğu cana dokunmamıştır. Neden böyle yaptığının sorulması üzerine, verdiği cevap tüm insanlık için bir Hikmet hazinesidir. “Hz. Ali, ilk başta Allah için öldürecekken, düşmanın tükürmesi ile mevzunun kişiselleştiğini, yani araya nefsin girdiğini, bu durumda ise öldürmenin cinayet olacağını belirtmiştir.” Bu hâdiseyi şöyle yorumlamak da mümkündür herhalde: Hz. Ali ilk başta tasarrufta bulunurken, Hakk’ın atan eli konumundadır, yaptığı sadece kendindeki esmâ-ı ilâhinin hakkını vermek yani onların tecelligâhı olmak iken, rakibinin tükürmesi ile Zat’ı tecelli içine, nefsani tecelli karışmış, mesele bir nefis meselesi haline gelmiştir, Ki o noktada, öldürme fiili artık cinâyet ile eş anlamlı hâle gelecektir.
Bir diğer önemli nokta da, “Muhemmedilik” mertebesinin faaliyet gerektirmesidir. Yani “İseviyyet” makamında, kişi kendine yapılan zulmü dahi sineye çekme ile yükümlüyken, Muhammedilik mertebesine ulaşmış bir sâlik için, gerekene gerektiği şekilde cevap verilmesi câizdir. Yine Efendimiz’in (s.a.v.) hayatı bunun en güzel örneğidir. Mekke müşriklerinin karşısında, “merkezinde bırakırdım” dememiş, hayatını mücadeleye vakfetmiştir. Ama ısrarla vurgulanması gereken şudur ki, bu mücadelenin, beşerin nefsani mücadelesi ile hiçbir ilgili bulunmamaktadır. Zâhiren şeriat üzerine olan bu mücadelenin, bâtın yönlerini ise biz ancak Kâmil İnsanların aktardıkları hikmet hazineleri aracılığıyla anlayabilir hale geliyoruz.
2) Şu ana kadar altı çizilen noktalar itibariyle, 2. sorunun cevabı zimmi olarak verilmiş bulunuyor. Zelzelele, toprak kayması, yağmur, yıldırım, yangın, açlık, savaş, ırk ayrımı ilh. Bütün bunlar merkezinde midir? sorusuna daha yakından eğilecek olursak, şu noktaları tespit etmek mümkündür:
Birinci olarak yukarıda anılan hadiseleri iki gruba ayırmak yerinde olur. Tabi (doğal) hadiseler ve beşeri hadiseler.
Doğal hadiselerin içine beşere mahsus değer yargıları fazlaca sirayet etmediği için, bu hadiseleri ele almak daha kolay. Beşeri hadiselerde ise mesele daha bir çetrefil hâle geliyor. Daha doğrusu tabiat güçleri karşısında yapacak pek bir şey olmadığı için, kişi tedbirini alıp takdire boyun eğmek durumdadır. Ancak bunları değerlendirirken, yine merkez olan nefis hükmünü veriyor olacak ve beşerin bu olaylara bakışını belirleyecektir.
Nefis terbiye olup, kişi vehim perdesini araladıkça bu hadiselerinde aslında Hakk’ın esmasının ve evsafının zuhurundan farklı bir şey olmadığı idrak edilecektir. Bu tabi afetlerde, Hakk’ın Kahhar ve Mumit esmâlarının tecellisinden başka bir şey değildir. Ama aynı hadiselerin içinde başka esmaların zuhurunu da tespit etmek mümkündür. Meselâ, deprem bölgelerinin yer altı suları, madenleri yönünden zengin olmaları ve verimli topraklar ihtiva etmeleri, Hakk’ın Rezzak, Ganiy esmalarına delâlet etmektedir. Buralarda bu artı özelliklerden gereği gibi faydalanmadığı gibi bir de can kayıpları oluyorsa, bu insanların cehaletine yani kendilerinde mevcut olan Âlim esmasını gereği gibi kullanmamış olmalarına işaret eder. Hele hele işin içinde, bir de sahtekârlık ve hile varsa, insanları ölümünde deprem veya toprak kayması değil, Mudil esmasını zuhurunun rol oynadığını söyleyebiliriz.
Beşeri mesele ve hâdiseler de ise, işin içine değer yargıları girdiği için ve tabiat olayları gibi mekanik işleyen bir yapıya sahip olmadıkları için ve dahası insanın aktif olarak katılmasını gerekli kılan bir yapıda seyretmeleri hasebiyle, konu daha karmaşık bir hal almaktadır.
Burada işaret edilen durum, genel mahiyetiyle şu temel soru etrafında okumak mümkün. Kötülük karşısında tavrımız ne olacak? Irçılık, savaş, cinayet …vs. gibi kötü şeyleri merkezinde mi bırakacağız? Yoksa düzeltmek için bir çaba içine girecek miyiz? Bir şeyler yapacaksak ne yapacağız ve nasıl yapacağız? Bu nevide sorulara cevap vermek için, insanın ne olduğu sorusunun lâyıkıyla cevaplanmış olması gerekmektedir. İnsân ilâhi bir surette yaratılmıştır ve ilâhi tecelliye en kemâl şekilde mazhar olmuştur. Ancak bu beraberinde insana, keyfi bir serbesti değil, yükümlülükler getirmiştir. Bu bakımdan İbnü’l Arabi hazretlerine göre, “haksızlık yapan birinin yaptığı kötülük kınanır ve cezalandırılır. Ancak insandan sadır olan bu kötülüklerin, insanın hakikatı (ayn) olmadığı hatırlanmalıdır. Bu yüzden kınanan ve cezalandırılan, insanın ilahi hakikati değil, kötü fiileridir.” (Osman Nuri Küçük, 78)
“İbnü’l Arabi’ye göre, dini hükümlerde Şari’nin temel maksadı, insanın ilahi suretini korumak, bu suretin bozulup hayvaniyete düşmesinin önlemektir. Bu yüzden İbnü’l Arabi’ye göre, şer’in bir fiili kötülemesi, ilâhi sûretin muhafazasıyla ilgili bir hikmete dayanmaktadır.”
Buradan şöyle genel bir kanıya varmak mümkün görünmektedir. İlâhi tecelli, yani Zât-ı Ulûhiyyet, İnsân-ı Kâmil sûretinde taayün ve zuhur edince “en kâmil şekilde görünmektedir.” Yani Ef’al aleminde merkezde olan, yani merkezinde bırakılması gereken, İnsân-ı kâmillerden neş’et eden faaliyetler, hâdiseler ve oluşumlardır. Ki, böyle bir olgunluğun mahsulü olmayan davranışlar ve tavırlar, arzulanan neticeyi verememektedir. İnsanlar bir kötülüğe cevaben hareket ettiklerinde, nefsanî boyut işin içine karışmakta ve ne yazık ki, kötülük önlemek adına yapılan hareketler yeni kötülüklerin sadır etmesine neden olarak, kötülüğü baki kılmaktan öteye gidememektedir. Bu da içtimai hayatın nefis terbiyesine ve İnsân-ı Kâmiller’e ne kadar ciddi bir ihtiyaç içinde olduğuna delâlet etmektedir.
3) “Ne var âlemde o var Âdemde.” Afâki Âlemi İnsân-ı kebir olarak adlandırdığımız an, şu ana kadar söylediğimiz her şeyin enfüsi âlem içinde geçerli olduğunu hükmüne varabiliriz. Enfüsi âlemde de hiçbir şey gereksiz ve kendi başına kötü değildir. Her şey İlâhi bir senaryonun gereği olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla, enfüsi âlemin unsurlarına bir nakıslık atfetmek, Hakk’ı nakıs görmek ile aynı anlama geleceğinden, böyle bir tavırdan içtinap etmek büyük bir öneme haizdir.
Bu noktada, Efendi Baba’mın sohbetlerinde altını çizdiği bir nokta mevzunun anlaşılması için son derece yararlıdır. Enfüsi âlemin, eksi (yani kötü olan kısmı) hiç şüphesiz nefsi emmâredir. Ama gayet açıktır ki, nefsi emmare olmadan ilahi senaryonun sahnelenmesi imkânsızdır. Nefs-i emare gereklidir. Dahası, nefs-i emmare seyr-i süluk’da yapıcı ve yararlı bir rol oynama potansiyeline de sahiptir. Efendi Baba’mın da vurguladığı gibi, nefs-i emmâre, tutturduğu yolun tehlikelerini sezdiği an (cehennemde kendisinin acı çekeceğini anladığı an), irfan arabasını geriye çeken bir güç olmaktan çıkıp, bu arabanın daha hızlı gitmesine katkıda bulunan bir güce dönüşmektedir. Diyelim ki, 100 km. hızla giden bir irfan seyri, emmârenin takozu ile (farz-ı misal) 75 km. ye düşmekte iken, nefsi emarenin (çıkarcı bir şekilde de olsa) idrakinin açılması ile sağladığı artı kazanç ile saatte 125 km. hıza çıkabilmektedir.
Ama yine de yapılması gereken, nefs-i emmare’yi kendi merkezinde (hayvani haz ve acı) bırakmayarak, asıl olan merkeze, yani İnsan-ı Kamil’e tabi kılmaktır.
Şu ana kadar yapılan açıklamalar 4. ve 5. soruların cevaplarını ihtiva etmekle beraber, fakir şu noktaların altını bir kere daha çizmek isterim:
Karşılaştığımız şeylerin değer hükmüne karar veren merkez, nefsin iradesinde, yetkisinde ve denetimindedir. Demek oluyor ki, merkez nefsin tayin ettiğidir. Merkez olarak gözüken, memurdur. Amir hükmündeki merkez nefistir.
Karşılaştığımız her iyi veya kötü şeyin merkezinde olup olmadığına karar veren nefistir. Nefis de, tek boyutlu, tek katmanlı bir varlık olmadığından, bu soruların cevabı ister istemez her nefis mertebesinde farklı şekilde verilecektir.
Ancak zâhir ehli, zan ve hayal hükümranlığı altında yaşadıklarından, artıyı ve eksiyi, kendi birimsel (hayali) varlıklarından hareketle değerlendirecekler ve nefsani hareketlerden ve düşünce kalıplarından kendilerini kurtaramaya-caklardır.
Bâtın ehli ise, yine nefsanî davranacak, ama gönül aynalarındaki paslar ortadan kalktığı için, burada faâl olan nefsin, az önce işaret edilen nefis ile alâkası olmayacaktır. Bu tip bir nefse sahip kişiler, düşüncelerinde ve davranışlarında Hakk’ı yansıtacaklardır. Nefis artık, hayvâniyetin, nebâtiyetin, ve cemâdiyetin tesirlerinden arınmış, nurani ve ilahi bir hal kazanmış olacaktır. Böyle bir nefsin, merkezi ise, zâhir ehlinin merkezinden farklı olacaktır.
Son olarak şu noktanın vurgulanması önemlidir: İnsân-ı Kâmil, cem’ül cem olduğu için, Bâtın kadar Zâhirin hakkını bünyesinde taşımak zorundadır. Bu yüzden dıştan bakıldığında halk ile olacak, batın da ise Hakk’ı en kemalli zuhur yeri olarak, kendisi bu âlemin merkezi olacaktır. Zâhirde iştigâl etmenin yükümlülüğü altında, zâhiren halk ile bulunacak ve şeriat ile mukayyet olacak, Bâtın’da ise Hakk’ın âleme bakan göz bebeği, yani merkezin kendisi olacaktır.
------------------------
Dostları ilə paylaş: |