GöNÜlden esiNTİler bir hiKÂye biRÇok yorum (6) her şey merkezinde’mi?



Yüklə 1,83 Mb.
səhifə221/314
tarix07.01.2022
ölçüsü1,83 Mb.
#86787
1   ...   217   218   219   220   221   222   223   224   ...   314
Efendi Baba’mın sorduğu sorulara tek tek cevap vermeye çalışmadan önce belirtmek isterim ki, bulunduğum mertebe itibariyle vereceğim her cevap ister istemez kifayetsiz olacaktır. Bunun farkındayım… Ve her zafiyet sahibi gibi ben de, kendimce en kolay gördüğüm yerden yani 6. sorudan başlamak istiyorum.

6) Merkez nedir? Bu soru ilk bakışta çok basitmiş gibi görünüyor ve insanın hemencecik merkez Hakk’dır diyesi geliyor. Ancak biraz tefekkür edince burada sıkıntılı bir nokta kendini belli etmeye başlıyor. Merkez cihete mündemiçtir. Merkez ciheti varsayar ve dahası cihete tabiidir. Cihet olmaz ise merkez de olmaz. Cihetli olmak ise, kayıt altında olmaktır. Merkez, her ne kadar kayıt altında tutan gibi gözükse de, ( değerlerin ona nisbi olacak şekilde belirlenmesi hasebince), aslında kayıt altında tuttuklarına mukayyet olmak durumdadır.  

Hakk’ın ise, mukayyet olması tasavvur edilemeyeceği için (ayna karşısında dikilen bir kişi nasıl ki, aynaya müşahede için gerek duyuyor ama ayna tarafından kayıt altına alınamıyorsa), Hakk’ın merkez olması da akla pek yatan bir fikir olarak görünmüyor.  

Bu noktanın altını çizmesi bakımından, Hacı Beştaşi Veli’ye atfedilerek anlatılan hikâye gayet yerindedir. Hacı Bektaş hücresinde oturmakta ve tefekkür etmektedir. Bir ses duyar; duyduğu ses namaz kılmasını emretmektedir. Bunu duyar duymaz hamle eden Hacı Bektaş İblis’i gırtlağından yakalayıverir. Hayretler içindeki İblis, “yahu Hacı Bektaş, ben sana namaz kılmanı telkin ettin, kötü bir şey demedim ki, nasıl oldu da anladın benim olduğumu?” Bu soruya cevaben Hacı Bektaş şöyle yanıt verir: “Duyduğum ses tek bir cihetten geliyordu, Hakk’dan gelmiş olsaydı, her yerden gelirdi.” Kısacası Hakk, kendisini cihet ile izhar ederse de, her an her cihet aynı anda izhar edilen bir Hakk’ın ciheti, ancak akl-ı cüz’ün kendi nakıslığı ile Hakk’a atfedeceği bir şeydir. Hakk cihetsiz olacağı için, cihetin olmadığı yerde de merkez olamayacağı için, merkez Hakk’dır diyemeyiz.

Peki merkez nedir o zaman? İlk elden akl-ı cüzdür diyebiliriz. Çünkü ciheti atfeden akl-ı cüzdür. Demek ki, merkeze karar verende odur. Merkez nedir sorusunun cevap sorunun muhatabı tarafından verilecektir. Bu sorunun muhatabı da akıl olduğu için merkez akıldır demek mümkün görünmektedir. Efendi Baba’mın Füsus sohbetinin Adem faslındaki kayıtlardan birinde (yanılmıyorsam 04 numaralı kayıt), akıl ile ilgili ufuk açıcı bir tespit bulunmaktadır. Efendi Babam, bu kayıtta, aklın hükümranlığının sınırlı bir hükümranlık olduğunun altını çizmekte, aklın nefse tabii olduğunu belirtmekte ve bu yüzden de aklın vereceği cevapların nefsin izini ölçcüsünde vuku bulacağını vurgulamaktadır.  

Eğer aklın sınırlarını çizen nefisse, eğer akıl ancak nefisten aldığı emirler doğrultusunda değerler (artı/eksi, iyi/kötü, faydalı/zararlı…) oluşturuyor ve bu değerler doğrultusunda bir şeyler tahakkuk ettiriyorsa, merkez nefistir diyebiliriz.

Hakikatten de, alemi tasavvur etmede, ve ona değer biçmede merkez rolü oynayan nefislerimizdir. İyi kötü, doğru yanlış, artı eksi gibi tüm değer yargılarımızda alınan kararlar verilen cevaplar, hep nefis temel alınarak, yani nefis merkezinden bakılarak ortaya çıkmaktadır.

Ancak nefis statik yani durağan bir şey olmadığı için tek bir merkezden bahsetmek de mümkün değildir. Nefsin tekâmülüne uygun bir şekilde merkezde değişmektedir. Nefsi emmâre için merkez, hayvaniliğin bu mertebedeki ağırlığı hasebiyle, haz ve acı arasında kalmaktadır. Burada nefis, hazzı artı (iyi), acıyı da eksi (kötü) olarak telakki edecek ve davranışlarını da buna göre şekillendirecektir. 

Nefsi emmârenin hükmünden kendini kurtaran bir kişi, kendini bir ahlâk yasası ve normlar dizgesi (mesela şeriat) ile bağladığı ölçüde, hayvani ahlaktan tebarüz eden merkezi terk edecektir. Ama bu mertebede ahlak normları dışarıdan geldiğinden, kişinin ahlakı enfüsi alemden neşet eden arzuların baskısı altında kalacak, bu nedenle de sabit bir merkez görmek pek mümkün olamayacaktır. Afaki normlar galebe çaldığı ölçüde şer’i hükümler merkezi ele geçirecek, emmârenin enfüsi dürtüleri afaki normları püskürttükleri oranda ise merkez, yeniden emmârenin işgali altına girecektir.  

Bu gelgit, Efendi Baba’mın da vurguladığı gibi nefsi’ni tanıma kemalâtıyla tahakkuk edene kadar, yani enfüsi âlem, yani nefis tam anlamıyla tesviye edilene kadar sürecektir. Kısacası, her nefis mertebesi, kendi hükmünde bir merkez tayin edecektir. Bundan şu sonucu çıkarmak mümkündür: nefsin gelişim seyri boyunca, farklı merkezler ortaya çıkacak, ancak en kamil merkez, nefsin en kemalli tecelli ettiği noktada ortaya çıkacaktır ki, bu da İnsân-ı Kâmil’e işaret etmektedir. Dolayısıyla, merkezin İnsan-ı Kamil olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir. Ki Muhittin Arabi hazretlerinin belirttiği şekilde, İns3an-ı Kâmil’in Hakk’ın âleme bakan gözü olduğunu hatırlarsak, merkezin İnsân-ı Kâmil olduğu şeklindeki iddiamıza bir dayanak bulmuş oluruz.

Bu şekilde, akıl yürütmeyi sürdürürsek, İnsân-ı Kâmil’i en kemâlli zuhurunun Hazreti Muhammed olduğunu telâkki eder, böylelikle merkezin Hazreti Muhammed olduğunu soncunda ulaşabiliriz.

Keza Abdülkerim Ceyli hazretleri de İnsân-ı Kâmil adlı eserinin “Ruh adlı Melek” faslında telkin ettiği hakikat bu nokta ile ilişkilendirilebilir:

“Bilesin ki, Bu, o MELEK’tir ki, Sofi dilinde ona:

-Hakkın onunla mahlûk göründüğü ve hakikat-i Muhammediye… adı verilmiştir.

Allah-ü Teâlâ’nın bu MELEK’e olan nazarı, kendi nefsine nazarı gibidir…

Onu, kendi nurundan yarattı; 3alemi de ondan yarattı.

Ve onu… Âlemde nazarına bir mahal kıldı…

Allah-ü Teâlâ, mevcudat çarkını, onun üzerinde döndürür… Mahlûkat semâsının kutup noktası odur.”

Ceyli hazretlerinin kelâmını istinat noktası yapmak sûretiyle, fakir merkezin zahirde Hz. Muhammed Efendimiz (s.a.v.), bâtında ise, Hakikat-i Muhammediyyedir olduğunu dile getirebilirim. 



7) “Merkezinde bırakırdım” cevabı, dikkatle incelendiğinden, ilk başta göze çarpan husus, bu nevi bir cevabın şeriat veya tarikat ehlinden sudur etmeyeceğidir. Çünkü bu lâfzı, şeriat ve tarikat ehli aynı anlama gelecek şekilde fakat farklı şekillerde buyururlardı. Mesela: “olduğu gibi bırakırdım,” yahut “Cenâb-ı Allah’ın takdir etmiş olduğu şekliyle bırakırdım.” Burada şey’iyetin merkezde olduğunun telâkki edilmesi, varlık âleminin ve bu âlemde zuhura gelen şeylerin kemâlâtına işaret etmektedir. Merkez Efendi tarafından ifade olunan kısaca şudur:  Zuhura gelen zâten hali hazırda kemâlâttadır. Aksi düşünülemez. Her ne ki halk olunmuştur, yani ilâhi tecelliye mazhar olmuştur, o zaten kemâlâtını (kendi istidadına göre) bulmuş demektir. Aksi, yani zâhirde izhar edileni nâkıs bulmak, Hakk’a nâkıslık atfetmek anlamına geleceğinden, düşünülemez.

Bu idraka sahip olan bir kişi için ise, vehim perdesinin aralandığı, bu sayede ise hayal âleminden, yani akl-ı cüz’ünün tahakkümünden kurtulduğu, ve akl-ı kül’den gelen ilham ile, eşyanın hakikatine ulaştığını söyleyebiliriz. Kısacası, ef’al âleminde, kendi başına bir hüviyete sahipmiş gibi görünen şeylerin, aslında Hakk’dan ayrı bir vücûd teşkil etmedikleri, sadece ve sadece Hakk’ın tecellilerini izhar eden birer mahal olmaktan öte bir anlama sahip olmadıkları kavrayışı ortaya çıkacaktır. Kısacası, varlık âleminin, Hakk’ın esma, sıfat ve Zat’ının tecelligahı olduğunu fehim, idrak ve zevk edecektir.

Bu ise mertebe olarak, en azından Tevhid-i Sıfat ve de Cem mertebesine ulaşmış olmayı gerektirmektedir. Bu makamın en ayırıcı özelliği Hakk’ın zahir, halk’ın ise batın olmasıdır. Merkez Efendi’nin ikinci hikâyedeki davranışı, yani şeyhinin isteğine rağmen çiçekleri bir türlü koparamayışı, bu nokta dikkat-i nazara alındığında anlamlı hâle gelecektir: Merkez Efendi, çiçekleri koparamamıştır, çünkü keşfi açıldığı için, onların Bâtınını müşahade eder hâle gelmiş, ve orada çiçeklerin hakikatini, yani Hakk’ı zikrettiklerine tanıklık etmiştir. Hasılı, çiçeklerin zahirinin değil batınını görür hale gelmiştir.  

Aslında burada, çiçeği bir sembol olarak değerlendirmek mümkündür. Çiçek aslında zahirdeki her şeyi sembolize etmektedir. Zahirdeki şeylerin hakikatına eren kişi için artık yapılacak bir şey kalmamış demektir. Çiçeği koparmaktaki isteksizliği de aynı şekilde bir sembol olarak değerlendirebiliriz. Bu mertebede kişi, Hakk’da yok olduğu için, yani Bâtını Zâhir, Zâhiri ise Bâtın olduğu için, Ef’al âleminin gereklerini yapmaktan isteksiz kalacaktır. Aynı hususa, Ahmet Avni Konuk’un Mesnevi Şerhi’nin 5. cildinin hemen başında işaret edilmektedir. Mevlana Hazretleri, Hüsammedin Çelebi’yi Mesnevi’ye devam etmeleri için telkin de bulunup, harekete geçirmeye çabalıyor. A. A. Konuk, Hüsameddin Çelebi’nin, isteksizliğini, fenfillâh makamını zevk etmesine bağlıyor ve bu makamda, beşerin (zahirin) işlerini yapmaktaki isteksizliğe işaret ediyor. “Salisen hazretin (Hüsameddin Çelebi hazretleri) hâl-i fenâ içinde bulunmaları da muhtemeldir ki, bu hâl-i âli içinde bulunan evliyaullaha âlem-i keserat icabından olan yazma ve okuma müşkil gelir; ve hâl-i bekâya gelinceye kadar, bu hususa kendisinde kuvvet ve takat göremez.” Çelebi Hüsamettin hazretleri için yazma ve okuma da gözüken bu isteksizliğin, Merkez Efendi’de çiçek koparmaktaki isteksizlik şeklinde vukuu bulduğunu düşünmek mümkündür.




Yüklə 1,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   217   218   219   220   221   222   223   224   ...   314




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin