Her şeyi merkezinde bırakırdım! Âlem öyle bir tatlı nizam içinde ki; buna bir şey ilâve etmek veya birşeyi eksiltmek düşünülemez!
Bu sözleri ilk duyduğumda –okuduğumda bende uyandırdığı ilk düşünce; Merkez Efendinin Yaradan’a karşı beslediği hayret haşmet hisleriyle ,O’nun mülkünde O’nun verdiği hayatla yaşamanın farkındalığının edebiyle, haddini bilmekliğinin ifadesi. Bu erdeme sahip oluşuyla âleme öyle tepeden, kuş bakışı, bütünü gören tarzda bakıyor ki; yaratılmışları ve olayları tek tek değil, bir yap-boz oyununun parçası gibi iç içe, bibirini tamamlayan, birbirine anlam katan ve birleştiğinde muhteşem bir sanatın ortaya çıktığı bir tablo gibi görüyor.
“Siz olsaydınız o soru hakkında,kendi hayat anlayışınız içinde nasıl bir cümle düzenlerdiniz" diye soruyorsunuz. Ben bu soruya cevap vermekten çok korkardım kaçardım. Çünkü hayatı bu boyutta algılayabilmem zor, yapabileceğim şey Merkez Efendinin bir cümleyle anlattığını anlayabilmek için çaba sarfetmek, yön göstermek için sorduğunuz sorular çerçevesinde düşünerek konuyu öğrenmeye sonra da hayatıma geçirmeye çalışmak..
Daha önceki ödevimde afakta ve enfüste Hakk’ın delillerini görmek gerekliliğini öğrenmiştim. Şimdi de buradan yola çıkmak istiyorum. Nefsimizde ve dış alemlerdeki her şey Allah’ın esmasının yansımaları ise bunun içine ef’al alemi de girer. Çünkü yaradılan herşey hareket halinde ve etkileşim içinde. O zaman fiilller de Hakkın tecellileri. Alem Allah’ın kendi ilmini yansıttığı bir tiyatro sahnesi ve bize bunu seyrettiriyor. Herkes kendi görüş ve idrak mertebesine göre bunları algılıyor. Kendini bilmeyi öğrenen, kendi fiillerinin de, etrafındaki fiilerin de Allah’tan gayrı olmadığını fark ediyor, sonrasında bunları cem ediyor, Hakk’a bağlıyor. Şûra sûresi 53 de” O Allah’ın yoluna ki; göklerde ne var, yerde ne varsa hep O’nundur. Uyan! bütün işler döner dolaşır Allah’a varır” buyruluyor. Yine başka bir ayette O’ndan habersiz yaprak düşmediğine göre; kul olan acziyetinin ve onu çepeçevre saran esmanın farkında olacak ve “Lâ fâile illâllah” diyecek.
Nefsimizde ve etrafımızda gördüğümüz, iyi-kötü, artı-eksi diye değer biçtiğimiz olaylar nasıl merkezinde? Nefsimize hoş gelen meselelerde bir sorun yok, bunların merkezinde yani olması gerektiği gibi olduğunu düşünmek kolay, şükretmek, hamdetmek kolay. Ama canımızı acıtan şeyler, her türlü afetler, savaşlar, hırsızlıklar, ahlaksızlıklar, hastalıklar, yoksulluklar v.b. olayları merkezinde görmekte zorlanıyoruz. Bunların nasıl merkezinde olduğunu anlayabilmek için önceki paragrafa dönmek lâzım. Cenâb-ı Hakk, buralarda nasıl tecelli ediyor?
Allah’ın esmaları Cemâli ve Celâli olarak iki başlık altında toplanıyorsa, bu tecelliler de birbirine zıt gibi görünen şekilde tezahür ediyor. Yani nefsimize hoş gelenler, artı verdiklerimiz Cemali tecelliler, zor gelenler eksi olarak düşündüklerimiz Celâli tecelliler olsa gerek. Burada insanda şöyle bir istek oluşuyor. Ne olurdu Rabbimiz, hep cemâli tecelli etseydi, mutlu mutlu yaşasaydık. Bu gerçek mutluluk mu olurdu? Âlemde her şey zıddıyla bilindiğine göre; celâli tecelliler olmasa cemâli tecellileri farkedemezdik. Zaten dünyaya gelmemizin amacı zevk safa içinde yaşamak değil rabbimizi bilmekse zorluklarla beraber kolaylık, kolaylıklarla beraber zorluk olacağını kabullenmek gerek. Rabbimizin muradı bizi kemale ulaştırmaksa, bir yakıp bir serinleterek, pişirmek, olgunlaştırmak. Basit bir örnekle; usta bir aşçının yemek malzemelerini gerek ateşte pişirip, gerek kızartatak görünüşte onlara eziyet ediyor olmasına rağmen, sonuçta lezzetli bir yemek çıkarması gibi…
Bu ayrımı çok net yapabilmek mümkün değil gibi. Celâli görünenlerde cemâli taraf, cemâli görünenlerde celâli taraf olabilir. Bütünü görmek, dünyanın sınırlarını aşmak gerekiyor herhalde. Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında geçenler bize bu durumu çok güzel örnekler. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.’nin Tefviznamesinde dediği gibi:
Hak şerleri hayreyler, Deme şu niçin şöyle,
Zannetme ki gayreyler, Yerincedir ol öyle,
Arif onu seyreyler , Bak sonuna sabreyle.
Mevlâ görelim neyler Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler. Neylerse güzel eyler.
Bu konuda fikrini almak için konuştuğum abim dedi ki; sanatçı tablosunu tek renk düm düz yapar mı? O zaman sanat olur mu? Velev ki senin en sevdiğin renk olsun, farketmez. Allah bu âlemde sanatını konuşturuyor. Onun bu açıklaması bana çok faydalı oldu. Demekki dedim O sanattan anlayacak kıvama gelmek lazım, Allah bunu istiyor.
Hayatta bazı şeyleri değiştirmek istesek, bunun dominolar gibi nerelere kadar etkileyebileceğini hayal bile edemeyiz. Meselâ Adem aleyhisselâm ile Havva yasağı delmeseydi, şeytana uymasaydı hatta şeytan hiç olmasaydı,…….insanın macerası nasıl başlayacaktı? Kelebek etkisi diye bir film izlemiştim, filmin kahramanı tercihlerinin sonucundan memnun değil. İstediği sonucu elde edebilmek için defalarca başa dönüp tekrar yaşıyor ama bir türlü istediği sonuç olmuyor. İnsanoğlunun olayların ne derece girift bilmecelerle dolu olduğunu çözmesi mümkün değil.
Merkez Efendi neden merkez kelimesini kullanmış? Merkez ne demek? Demek ki meramını anlatabileceği en kestirme kelime bu imiş. Merkezin kelime anlamına baktığımızda: ”Bir dairenin ya da bir küre yüzeyinin her noktasından aynı uzaklıkta bulunan iç nokta, özerk, bir işin öğretildiği yer, bir ülkenin bölgenin ya da kuruluşun yönetim yeri” deniliyor.
Bu tanımdan yola çıkarak hayattaki merkezleri, o merkezin etrafında dönenleri, tüm âlemdeki döngüleri düşünmek lâzım sanki. Zâten hayatın kendisi bir döngü değil mi? Bu âlemdeki kadarıyla bile doğum ile ölüm arasında çizilen bir daire, geldiğin yere dönüş. Yaratılan herşey atomlardan oluştuğuna göre, atomdaki çekirdeği merkezine alarak dönen elektronları, galaksilerdeki o muhteşem dönüşleri, Kabe-i Muazzamayı merkez edinip etrafında dönen hacıları, aynı merkeze doğru bütün müslümanların namazda yönelmeleri (belki gerçekten dünyanın merkezi orasıdır?), ayağını merkeze sabitleyip diğer ayağıyla pergel misali dönen semazenleri, kalbi merkeze alıp, bütün vücudu saran damar ağının kan dolaşımını…….daha aklıma gelmeyen tüm döngüleri düşününce merkezin muhteşemliğini anlar gibi oluyor insan.
Merkezin dairenin tüm noktalarına eşit mesafede olmasının da ayrı hikmetleri olmalı. Herşey İlahi Kudretin kararladığı mesafede. Eğer merkezini Allah bilirsen, O’nun çizdiği sınırı aşman mümkün değil, çizdiği daire içinde kalmazsan merkezini şaşırman kaçınılmaz. İnternetten seyr-i sülûkün dairesel olduğunu okumuştum. Herhalde burada başlangıç noktası doğum değil. insanın Ayan-ı Sabitesi olmalı? Bu dönüş basit, fasit bir daire değil, helazonik daireler çizerek miracını gerçekleştirmek olabilir mi?
Bu söz hangi mertebenin sözü olabilir? konusuna gelirsek; her şeyden önce şahid olmayı öğrenmiş bir nefsin söylediği belli. Şahadet âleminde, gördüklerinin tek kaynaktan geldiğini ilmel yakin, aynel yakin ve sonuçta hakkal yakin bilmiş, tatmin olmuş bir nefs bu. Allah’ın “Ey mutmain olan nefs” diye seslendiği, kullarının arasına kabul edilmiş bir nefs, herhalde?
Aklıma şöyle bir yorum da geliyor. Herşey merkezinde demekle Merkez Efendi işlerin fâilinde yani Allah’ta hiç kusur görmüyor. Yani tenzih ediyor. Bu Hz. Mûsâ aleyhisselâmın makamı idi. Zaten Peygamber (SAV) ”Benim ümmetimin evliyaları, ben-i isrâilin peygamberleri gibidir” demiyor mu?
Sözü çok uzattığımın farkındayım. Ama kısa yoldan anlatabilecek irfanda değilim maalesef. Uzatınca anlatabildim mi, anlayabildim mi onu da bilmiyorum ya ….
Rabbimiz fani merkezlerde oyalanmaktan korusun.Allah’ı merkezimize alıp,vücudumuzun merkezi olan kalbimizi dünyadan temizleyip,oraya tecelli eden Hakkı görebilelim inşallah.Bu hal üzere yaşayıp,Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi diyebilmek ne güzel….
Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş.
Allah görelim netmiş,
Netmişse güzel etmiş.
------------------------
Dostları ilə paylaş: |