(6) Merkez ne demektir.
(7) “merkezinde bırakırdım!” sözü sizce hangi mertebenin sözü olabilir.
Merkez, eğer maddi yönün dışında olarak mana olarak birşeyin hakkını vermektir diye düşünürsek, bu sorulara şöyle cevap vermeye çalışayım.
Karşımıza çıkan her türlü eksi ve artı diye ifade edilen hadiselerin hepsi için onların da mana olarak hakkı verilmiş midir? diyebiliriz…
Ve hakkı verilmiştir dediğimiz zaman bu hakkı veren kimdir?
Ve hakkı verilmemiştir dediğimiz zaman hakkını veremeyen kimdir?
Ayan-ı sabite içindeki istidadlarıyla Hakk'tan açığa çıkmayı talep ediyorlar ve ilim bağlantısıyla Hakk'a bağlanıyorlar. Daha sonra bütün âlemleri geçtikten sonra geldikleri bu âlemde tekliflerle karşılaşıyorlar ki emr-i teklifi deniliyor, bir de geldikleri bu âlemde sabit olan değiştiremeyecekleri bir şeylerle karşılaşıyorlar ki, erkek veya kadın olarak doğmak, Türkiyede doğmak gibi, işte bunlar da iradi haller yani bunlara da emr-i iradi deniliyor.
Şimdi ben bunu kendimden düşünerek devam etmek istiyorum; sessiz, sözsüz, hareketsiz, hiç bir faaliyetimin olmadığı bir haldeyim ve ismim Ne….., tıpkı her mertebedeki zatın isminin uluhiyyet zatı yani Allah oluşu gibi. Benimde bu gark olma yani kendimde ama hiçbir hareketimin olmama halindeki ismin de Ne……, harekete geçme halindeki ismim de Ne…., o fiili yapan da Nefise.
Şimdi şöyle diyorum ben bu halde iken midemden bir istek duydum ve bana dedi “açım!” Hemen ilmim ona bağlandı, bu hal yine benden bana oldu. Ancak açlığım her zaman benim zatımdan sonradır ve her halükarda her zaman önce zatım vardır, hükmi olarak bu böyledir, ayni olarak ise yani acıkmanın ortaya çıkmasıyla bu istek ilmime bağlandı ve zatıma katılmış oldu, ayrı da değildi.
Sonra ben buna irademi bağladım ama önce latif olarak bağladım yani dedim ki kendime;
“Evet, acıktım” sonra yine dedim ki
“Bu böyle olmaz, tamam ben acıktığımı kabul ettim ama hala açım.”
İşte bütün bunlar benim vahdet ve vahidiyyet mertebemde olup bitti yani benim düşüncemdeki birliğimde. Ve bunlar bu mertebemede orada durdukları sürece açlık açlıktır, tokluk tokluktur
Bu örneğin beşeri ihtiyac oluşu yönünü bir kenara alıp, bu hali düşünmeden ölümsüz ve zatımız ile bunlara ihtiyaçsız olduğumuzu düşünerek devam edersek.
Onların orada durmasıyla o mertebedeki haklarını zaten ben kendi tekliğim açısından kendime hakkımı her zaman vermiş oluyorum. Eğer açlığa ve tokluğa hakkını vermek istiyorsam onları ayrı birer varlık kabul etmem gerekiyor yoksa ben zaten kendi varlığımdaki haklarını veriyorum, kendimden kendime.
İşte onlara kendimden ayrı bir varlık vermem için onları bir alt mertebeye indirmem gerekiyor ki o da uluhiyet mertebesidir ve burası çok önemlidir: Yani uluhiyet onların ayrı birer varlıklar olması değildir uluhiyet onların yine bende olarak alt mertebeye inmesidir ve onlar asla benden ayrılmadan benden ayrı olmaktadırlar.
Ve benim uluhiyetimle yani onlar alt mertebeye inince ben ilah oluyorum ve onlar benim kullarım oluyorlar.
Bu durumda açlık bana diyor ki beni doyur ve tokluk bana diyor ki bana bir aç getir hakkımı ver, onu doyurayım.
Ben ne yapıyorum derin bir nefes alıyorum ki bu nefes-i rahmani yani bu nefes aklımdır. Aklıma diyorum ki “evet verelim haklarını.”
Akıl benden bu nefesi alınca harekete geçiyor ve bütün vücud alemine yayılıyor, ceplerimi kurcalıyor, kaç param var diye, sonra yemeklerin fiyatlarına bakıyor, cinslerine bakıyor ve o açlığa en uygun tokluğu buluyor…
Sonuçta nefes-i rahmani akıl ile böylece mülk alemine iniyor ve açlığın parası tokluğun yemeği oluyor. Sonra sıra geliyor bunları fiiliiyata geçirmeye, fiiliyata geçirirken önce misal alemine uğruyor, şöyle ki;
Gördüğüm yemeklerden alacağım hazzı önce hayal ediyorum ve bazen suretlendiriyorum, burası biraz karışık bir alem yani burada hayal nereden aklımda ne kaldıysa o anki açlığım hangi boyuttaysa, zaman sabah ise, akşam ise veya genel halime göre üzgünsem, neşeliysem gibi bu tavrıların hepsine yer olan bir alemdir bu alem.
Eğer sabah vaktinde kebabçıya gidip acılı bir kebab yersem mideme ve onun beni sürüklediği açlığa ve tokluğa hakkını vermemiş olurum ve eksi olur, daha sonra midem daha da bozulur. Ama en güzeli peynir, ekmek, çaydır dersem ve vakit de henüz imsak olmamışsa ve onları yedikten sonra da, “karnım doydu vakitte uygun bari ben bugün oruç tutayım bu açlık benim uluhiyete ulaşmama vesile olsun dersen” kemaliyle o açlığın hakkını vermiş olursun.
Sonuç olarak açlık ile tokluk senin şehadet alemi olan lokantada yediğin yemekle birbirlerine haklarını vermiş olurlar böylece muallak kaza olan açlık yine bir başka muallak kaza olan tokluk ile giderilmiş olur.
Eğer haklarını vermezsem merkez dediğimiz haklarını alamamış ve merkezden şehadet mertebesi itibarıyla uzaklaşmış olurlar.
Misal ve mülk ve rahmaniyetini de gereksiz yere meşgul ederek onların da hakkını verememiş olurlar. Ama ben uluhiyyetimden onları açlık ve tokluk olarak değil bizzat ben yani kendim olarak bulundurduğum için uluhiyyetimden itibaren üstteki mertebelere hiç bir etkisi olmaz ve merkezden dışarı çıkmış olmazlar.
------------------------
Dostları ilə paylaş: |