GÜNÜMÜZ FIKIH PROBLEMLERİ: SEBEPLER, YÖNTEMLER VE YAKLAŞIMLAR
Prof. Dr. H. Mehmet GÜNAY
SAÜ İlahiyat Fakültesi
Giriş
İçinde bulunduğumuz çağda çeşitli nedenlere bağlı olarak dini açıdan problem teşkil eden çok sayıda konu ve mesele ortaya çıkmıştır. İslam dini neredeyse hayatın tüm alanlarını kuşattığı için güncel dini meseleler ibadetlerden helal haramlara, gıdalardan aile hayatına, iş ve meslek hayatından eğlence hayatına kadar çok geniş bir alana yayılmış bulunmaktadır. Bu problemler her ne kadar alan itibariyle birbirinden farklı gözükse de bunların büyük bir çoğunluğu ortak bir teorik çerçeve ve metodolojiye dayanmaktadır. Bu yüzden kitabımızın bu ünitesini günümüz fıkıh problemlerinin tümüyle ilgili metodolojik bir giriş olarak hazırlamış bulunuyoruz.
Günümüzde dini bakımdan problem olarak karşımıza çıkan meselelerin bir kısmı tamamen çağımıza özgü yeni meselelerdir. Klasik fıkıh geleneği içinde bunlara veya bunların benzerlerine rastlamak pek mümkün değildir. Bu meseleleri çağımızın yeni içtihat imkan ve yöntemleriyle çözmekten başka çare yoktur. Güncel dini problemlerin diğer bir kısmı ise aslında klasik fıkıh geleneğinde ele alınıp bir şekilde çözüme kavuşturulan, ancak çağdaş dönemde zamanın ve şartların değişmesiyle yeniden ele alınmaya ihtiyaç duyulan meselelerden oluşmaktadır. Hangi grupta yer alırsa alınsın bu problemler içinde bulunduğumuz ve fiilen yaşadığımız güncel hayatın getirdiği problemlerdir. Bu problemleri çözmekten maksat da bunların dinle irtibatının kurulması, daha açık bir ifadeyle bunların dini hükmünün belirlenmesidir. Bütün mesele aslında günümüz fıkıh problemleri bağlamında dinle hayatı buluşturmak, dinle hayat arasında köprüler kurmaktır. Bu yüzden dinle hayata arasındaki ilişkinin niteliği ve boyutu ile fıkıh geleneğinde bunlar arasındaki irtibatların nasıl ve hangi araçlar kullanılarak kurulduğuna ilişkin kısa bir değerlendirme yapmakta yarar vardır.
1. Din, Hayat ve Fıkıh
1.1. Din nedir?
Din kelimesi Arapça kökenli bir isimdir. Ünlü lügat bilgini Mütercim Asım Efendi “din” kelimesinin otuza yakın sözlük anlamından söz eder. Bunlar arasında birbirinin karşıtı iki anlam öne çıkmaktadır. O da bir tarafta hakimiyet ve mülkiyet, diğer tarafta itaat ve inkıyad. İnkiyad ise boyun eğme anlamına gelmektedir. Demek oluyor ki, din kelimesi sözlük anlamı itibariyle farklı konumda bulunan iki farklı taraf arasındaki karşılıklı ilişkiyi ifade eder. Ancak bu iki taraf arasındaki ilişki bir tarafın emir ve hâkimiyetine, diğer tarafın ise teslimiyet ve boyun eğmesine dayanmaktadır. Bu iki taraflı ilişkiye İslâm kültüründe ulûhiyet ve ubûdiyet adı verilmektedir.
Dinin sözlük anlamları arasında adet, yol, düzen, gibi anlamlar da vardır. Bu da dinin Tanrı ile kul arasındaki ilişkileri düzenleyen genel prensip, nizam ve yol olma özelliğine işaret eder. Esasen din sadece Tanrı ve kul arasındaki bağ ve ilişkiyle sınırlı değildir. Din aynı zamanda insanın diğer insan ve varlıklarla ilişkilerini de düzenler. Bu yüzden din genel anlamda insanın Tanrı, diğer insan ve varlıklarla ilişkilerini düzenleyen ve onlarla ilgili davranışlarının temelini oluşturan kurallar bütün olarak tanımlanır.
Bu nedenledir ki, İslam bilginleri dinle ilgili şu son derece genel ve kuşatıcı tanım üzerinde görüş birliği etmişlerdir. “Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur.”
Bu tanımda ilahî dinin üç önemli unsur ve özelliği öne çıkar: Bunlar ilahi kaynaklı olması, akıl ve irade sahibi insanları muhatap alması ve insan hayatının her yönünü kuşatmasıdır. Şu halde din insanın inanç, ibadet ve sosyal hayatının tümünü içine almaktadır. Dinin ilgi alanına girmeyen hiçbir insan davranışı yoktur. Dini kurallar içinde inanç ve dar anlamda ibadet konularından başka insanın kişisel dindarlığıyla ilgili helal ve haramlardan başka ahlak ve hukuk gibi toplumsal düzen kurallarıyla ilgili emir ve yasaklar da oldukça fazladır.
Mükellef açısından din demek şer’i hükümler demektir. Yükümlü insanın her türlü davranışının farz, vacip, mendup, mekruh, haram, batıl, fasit şeklinde bir değeri ve nitelemesi vardır. Bunların tamamına şer`î hükümler, ilâhî hükümler ya da dinî hükümler denir. Şer’î hükümlerin en önemli kaynağı ise Kur’an ve Sünnet naslarıdır.
1.2. Fıkıh ve içtihat
Kur’ân ve Sünnet nasları birer söz ve metindir. Bunlardan dinî hüküm çıkarmak için öncelikle dilin tüm imkânlarını kullanarak bunların manalarını tespit etmek, yani bunları anlamak ve yorumlamak gerekir. Anlam ve yorum ise mutlaka metnin durumuna göre belirli düzeylerde zihnî bir çabayı gerektirir. İslam ilim geleneğinde bu entelektüel çabalar fıkıh adı verilen bir ilmî disiplinin konusunu oluşturmuştur. Fıkıh ilmi en geniş ve yalın anlamıyla nasları anlama ve yorumlama faaliyetinin adıdır. Bunun naslarla ilgili gerekli bilgi ve birikimin yanında belirli ölçüde akıl yürütmeyi de gerektireceği açıktır.
İlk asırlarda fıkıh terimi inaç, ibadet ve sosyal ilişkilerin tümünü kuşatacak şekilde zihni çaba ile elde edilen bütün ilimler için kullanılmıştır. Fakat daha sonra İslami ilimlerde belirli bir uzmanlaşmanın gerçekleşmesine paralel olarak fıkhın kapsamı daralarak sadece ibadetler, sosyal ilişkiler ve ceza hukuku hükümleriyle sınırlı hale gelmiş, diğer alanlarda tefsir, kelam, tasavvuf gibi ilimler gelişmiştir. Ancak bu nispeten dar kapsamıyla bile fıkıh insan hayatının her yönüyle irtibatlı bulunmaktadır.
Müslüman bireyin bireysel ve toplumsal davranışlarının dinle bağlantısının kurulması fıkhın daha dar ve teknik bir mekanizması olan içtihat yoluyla sağlanmaktadır. Fıkıh denildiğinde ictihât akla gelmekte, içtihat adeta fıkhın eksenini oluşturmaktadır. İçtihat faaliyetinde bulunan kişiye de fakih ve müctehit adı verilmektedir. İçtihadın üç önemli unsuru vardır. Bunlardan birisi naslar, diğeri akıl yürütme, üçüncüsü ise sosyal gerçekliktir. Sosyal gerçeklik, fıkhın yaşanılan hayatla ve toplumla bağını ortaya koymakta, bu yönüyle fıkhın sosyolojik yönünü ifade etmektedir.
Fıkhın misyonu bir meseleyle ilgili soyut bir hüküm belirlemekten ibaret değildir. Bunların somut mesele ve olaylara uygulanması da fıkhî faaliyetin bir parçasını oluşturur. Fıkhın uygulamaya dönük bu yönü literatürde iftâ (fetva) ve kaza (yargılama) terimleriyle ifade edilmiştir.
Demek oluyor ki, fıkıh bir yönüyle ilahî tebliğle yani Kur’ân ve Sünnet’te yer alan bilgi ve açıklamalarla, bir yönüyle de fakihlerin zihnî üretimleri, gözlem ve tecrübe birikimleri, farklı zaman ve mekânlarda yaşayan toplumların hayatları, kültürleri ve gelenekleriyle de yakından ilişkilidir. Bu özelliğiyle fıkıh beşerî aklın etkin rolü ve katkılarıyla ilahî hitap ile bireysel ve toplumsal hayat arasında anlamlı ve tutarlı bir bağ kurmaya çalışan oldukça canlı ve dinamik bir ilmî faaliyet alanıdır. Günümüzde hızla değişen ve gelişen hayat olayları ve şartlarını takip ederek dini bakımdan problem olarak ortaya çıkan birçok meseleyi dinin temel esas ve ilkelerine bağlı kalarak kendi iç dinamikleriyle çözüme kavuşturma ve bu şekilde dini yaşantısına itina gösteren Müslüman bireylere güvenli bir yön ve istikamet verme görevini de fıkıh ilmi üstlenmiş bulunmaktadır.
2. Hükümlerin Değişmesi ve Yeni Hükümler
2.1. Dini hükümlerin değişmesinden ne anlıyoruz?
Toplumsal hayat sürekli bir değişim içindedir. İslâm dini de insan hayatının her alanıyla ilgi ve etkileşim içindedir. İnsan ve hayata dair her şeyin dinle de doğrudan veya dolaylı olarak ilgisi vardır. Bu yüzden insan ve toplum hayatındaki değişme ve gelişmeler doğal olarak dini düşünceyi de derinden etkilemektedir. İslâm dininin evrenselliği ve bütün zaman ve mekânlara elverişliliği de aslında bunu gerektirmektedir..
İslâm inancına göre dinin asla değişmez hükümleri vardır. Bunlara dinin sabiteleri denir. Mesela dinin inanç boyutu asla değişmez, olduğu gibi kalır. İbadetler alanında da önemli bir değişme olmaz. Müslümanların üzerinde icma ettiği temel prensipler de değişmez. Bunlar İslam dininin ve Müslüman bireyin kişilik ve kimliğini oluşturur. Ama bir taraftan da İslam dininin evrensel ve ebedi bir din olması onun sürekli değişen sosyal hayat realitesine uyum sağlamasına gerektirir. Bu husus İslam dininin bazı hükümlerinde zamana, çevreye ve şartlara göre bir takım değişiklikler olup olmayacağı meselesini ortaya çıkarmıştır. Bu konu fıkıh literatüründe ahkamın tağayyürü, yani hükümlerin değişmesi kavramıyla ifade edilmektedir.
İslami hükümlerdeki değişme sadece mevcut hükümler üzerinde olmaz. Tarih içinde Müslümanlar önceden ele alınmayan veya benzeri bulunmayan çok yeni mesele ve problemlerle de karşılaşmışlardır. Bunların da Kur’an ve sünnetin lafız ve gayeleri doğrultusunda ve belirli bir metodoloji çerçevesinde dini açıdan çözüme kavuşturulması gerekmiştir. Bu durum ilk birkaç asırdan sonra nevâzil fıkhı denilebilecek yeni bir fıkıh edebiyatının doğmasına ve gelişmesine yol açmıştır.
Şunu da ifade etmeliyiz ki, fıkıhta dinî hükümlerin değişmesiyle bu hükümlerin tamamen neshi, iptali veya ilgası kastedilmemektedir. Aksine bu değişmeden maksat belirli şartlarda uygulanması istenen hükmün o şartlar oluşmadığı için belirli bir süre uygulanmaması demektir. Şartlar eski haline döndüğünde önceki hüküm tekrar yürürlüğe girebilir.
2.2. Dinde değişenler ve değişmeyenler
Fıkıh hem kaynak hem de amaç itibariyle ilahi niteliklidir. Şer’i hükümlerin ana kaynağı Kur’ân tamamen vahiy mahsulüdür. İkinci temel kaynak Sünnet de yine vahiy ürünü veya vahyin kontrolündedir. Bu açıdan sünnete gayri metlüv, yani namazlarda okunmayan vahiy denilmiştir. Bu iki kaynağın değişmez nitelikte olduğu kesindir. Bu kaynaklardan elde edilen şer’î hükümlerin de kural olarak değişmemesi gerekir. Bu hükümlerin temel gayesi Allah’a hakkıyla kul olmak ve onun rızasını kazanmaktır. Bu gayenin hiçbir zaman değişmeyeceği de aşikardır. İnsana bu amacı değiştirme yetkisi verilmemiştir.
Diğer taraftan Kur’an’da İslam dininin kemale erdiği ve insanlar üzerinde nimetin tamamlandığı belirtilir. Dolayısıyla onun hükümlerine ekleme veya çıkarma yapmak ya da onları başka hükümlerle değiştirmek prensip olarak mümkün değildir. Bununla birlikte İslam bilginleri ayetle bildirilen “dinin kemâle ermesinden” ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Mesela ünlü müfessir Kurtubî gibi bazı alimler kemale erdiği bildirilen hükümlerin ibadetler olduğunu söylerler. Şatıbî gibi bazı alimler ise kemale eren şeyin dinin tek tek cüz’î meseleleri değil temel esasları ve genel prensipleri olduğunu ileri sürerler. Bu görüşler temel alındığında dinin kemale ermesi gerek yeni hükümler üretmeye, gerekse mevcut hükümler üzerinde zamana ve şartlara göre bazı tasarruflarda bulunmaya engel teşkil etmemektedir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber dinin özüne aykırı olan ifade ve uygulamalara şiddetle karşı çıkmış ve dinin özünün ve kimliğinin korunması konusunda özel bir hassasiyet gösterilmesini emretmiştir. Bu konuda “İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya atılan şeydir. Her yeni şey bid’attır, her bid’at sapıklıktır” buyurmuştur (Buharî, “İ’tisâm”, 2). Bazı bilginler bu ve benzeri hadislere dayanarak dini hükümler üzerinde yapılan her türlü değişme ve yenileşmeyi bid’at sayarlar. Buna karşılık İslam bilginlerinin baskın çoğunluğu Hz. Peygamber’in reddettiği yeniliklerin dinin özünü oluşturan temel esaslarda ve özellikle ibadetlerde yapılan yenilik olduğunu belirtirler.
2.3. İslam dininin evrenselliği ve esnekliği
Fıkıhta hükümlerin değişime kapalı olduğu izlenimini verin bazı özelliklerin yanında onların genel olarak değişime açık olduğunu gösteren özellikler de vardır. Bunların başında İslam dinin evrensel bir nitelik taşıması ve hükümlerinin belirli ölçüde esnemeye elverişli olması gelmektedir.
İslâmın evrenselliğinden maksat, onun herhangi bir coğrafî bölge, zaman veya ırk ayırımı olmaksızın bütün insanlığa hitap eden bir din olmasıdır. İslâm’ın bu özelliği getirdiği hükümlerin dünyanın her yerinde herhangi bir zorluk ve sıkıntı olmadan eşit bir şekilde uygulanmaya elverişli olması sonucunu doğurmaktadır. Bu da sahip olduğu sağlam ilke ve prensiplerin değişik ihtiyaç, ortam ve şartlara uygun hüküm ve çözümler üretmeye elverişli olması anlamına gelmektedir.
İslam dininin evrensellik özelliği onun teklifî hükümlerinin belirli ölçüde esnemeye elverişli bir yapıda olmasını sağlamıştır. Hükümlerin esnekliğinden anlaşılan ise bazı hükümlerin özünü kaybetmeden zamana, ortama ve şartlara göre farklı şekiller alabilme yeteneğidir.
İslam’da dini hükümlerin esnekliğini sağlayan birçok unsur ve araç vardır. Her şeyden önce hüküm kaynaklarının çeşitliliği ve zenginliği bu konuda önemli bir açılım kazandırmaktadır. Kur’an ve Sünnet nasları başta olmak üzere icmâ`, kıyas, istislâh, istishâb, istihsân, sahabi kavli, sedd-i zerâi, umûmü'l-belva, örf ve adet gibi kaynak ve metotlar İslam dinine hayatın akışına ve şartlarına göre yeni olay ve gelişmeleri karşılayabilecek yeterli yetenek ve esnekliği sağlamaktadır.
Diğer taraftan Kur’an ve Sünnet naslarına bakıldığında bunların çoğunluk itibariyle genel prensipler ve çerçeve hükümler koyduğu, bunun dışında gelişen hayat şartlarına göre yeni içtihatlar yapmaya, dolayısıyla farklı hükümler üretmeye geniş bir alan bıraktığı görülür. Ayrıca Kur’ân ve Sünnet nasları bazı alanlarda herhangi bir düzenleme yapmayarak adeta bilinçli boşluklar bırakmış, bu gibi yerlerde sürekli gelişen bireysel ve toplumsal hayatın gerekleri doğrultusunda dinin temel ilke ve amaçlarına ters düşmeden uygun çözümler üretmeyi insan aklına ve zekâsına havale etmiştir.
2.4. İslam’da kolaylaştırma ve zaruret ilkesi
Fıkıhta hükümlerin esnekliğini sağlayan önemli araçlardan biri de kolaylaştırma ve zaruret prensipleridir. Toplumsal bütün kurallar gibi din kurallarının da belirli ölçüde zorluk ve meşakket içirmesi doğaldır. Teklifin özelliği bunu gerektirir. Ancak teklifin temel unsuru mükellefin buna güç yetirebilmesidir. İslam dini takat üstü sorumluluğu kabul etmez. Bu yüzden İslam dini mükellefin gücünü aşan yerine getirilmesi için normalin üstünde sıkıntı ve zorluğa katlanmayı gerektiren hususlarda belirli ölçüde kolaylık sağlama ve hafifletme yoluna gitmiştir. Kolaylaştırma İslâm'ın temel ilke ve amaçlarından biridir. Bu ilkenin bir gereği olarak mükellefin güç ve takatini aşan hususlarda teklifte bulunulmamış, normalin üstünde bir güçlük ve meşakketin söz konusu olduğu durumlarda ise hükmün tamamen ortadan kaldırılması ya da daha hafifiyle değiştirilmesi yoluna gidilmiştir.
Kur’an-ı Kerîm’de dinde güçlük ve meşakkatin kaldırıldığı birçok ayette açıkça belirtilmiştir. Bunlardan birkaçı şöyledir: Allah “dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır.” (el-Hac, 22/78), “Allah size kolaylık ister, zorluk istemez” (el-Bakara, 2/185), “Allah yükünüzü hafifletmek istiyor, nitekim insan zayıf yaratılmıştır” (en-Nisâ 4/28). Birçok hadislerinde Hz. Peygamber de dinde kolaylaştırma ilkesine vurgu yapmış ve bunu davranışlarıyla da fiilen göstermiştir. “Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, onlara her namaz sırasında misvak kullanmalarını emrederdim” (Buharî, “Cum'a”, 8) şeklindeki sözleri bunların sadece bir örneğini oluşturur. Bu arada Mecelle’nin birçok genel kuralının da kolaylaştırma ilkesiyle ilgili olduğunu belirtmeliyiz. Fıkhi hükümler içinde kolaylık ilkesi gereği hafifletilen birçok hükme rastlamak da mümkündür.
Kolaylık ilkesinin tamamlayan ve onun bir gereği olan bir başka ilke de zaruret ilkesidir. Zaruret “dinen yasaklanmış bir şeyin işlenmesini mubah kılan özür durumu” olarak tarih edilir. Zaruret durumunda fiilin işlenmesi veya terk edilmesi halinde büyük meşakkat ve zorluk baş gösterir. Bu durum zaruriyâttan olan birtakım maslahatlardan mahrum kalma, zayıf ve güçsüz düşme, vücut fonksiyonlarından birinin zarar görmesi veya fonksiyonu tümden yitirmesi, hatta ölüme kadar uzanmaktadır. Dolayısıyla zaruretin ölçüsü örneğin haram olan bir şey alınmadığı takdirde insanın derhal ölecek dereceye gelmesi demek değildir. Zaruret, darda kalanın maruz kaldığı ve daha da ilerlerse onu ölüme kadar götürecek olan zayıflamayı da içine almaktadır. Bu yüzden zaruretin yasakları mubah kılması İslam dininin en temel prensiplerinden biridir. Bu ilke doğrudan ayet ve hadislerden çıkarılmıştır. Nitekim ayet-i kerimelerde yenilmesi yasaklanan nesneler sayıldıktan sonra zaruret hali bundan istisna edilerek şöyle buyrulmuştur: “Şu kadar var ki, kim, gönülden günaha yönelmiş olmaksızın dayanılmaz açlık halinde çaresiz kalırsa (bu haram kılınanlardan yiyebilir.). Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir” (Maide 5/3).
Zaruret ilkesi İslâm bilginleri tarafından “Zaruretler yasakları mubah kılar” şeklinde kaideleştirilmiştir (Mecelle md. 22). Ayrıca fıkıhta ihtiyaç düzeyindeki bazı durumlar da kimi zaman zaruret gibi değerlendirilmiş ve aynı hükümlere tabi kılınmıştır (Mecelle md. 32). Zaruretin mübah kılınmasına fıkıh usulünde ruhsat adı verilmektedir. Ruhsat en yalın ifadesiye, haramlık hükmü devam etmekle birlikte geçici olarak mubah olan şey demektir.
Ancak bir zarurete dayalı olarak verilen ruhsat hükmü, söz konusu zaruretin devamı süresince geçerli olup zaruret durumu kalkınca hüküm eski haline döner. Ayrıca zaruret sonucu mubah kılınan şey belirli bir miktarla sınırlıdır. Bu durum "Zaruretler miktarınca takdir olunur" kaidesi ile ifade edilmiştir (bk. Mecelle, md. 22).
2.5. Taabbudî ve Ta’lîlî Hükümler
İslam dininin bir kısım hükümleri asla değişmez ve değiştirilemez. Bu hükümler dinin özünü, değişmeyen sabitelerini ve olmazsa olmazlarını oluşturmaktadır. Mesela iman esasları, ahlak kuralları ve ibadet şekilleri bunlardandır. Şartlar ne olursa olsun değişmeden kalmıştır ve öyle kalacaktır. Bunların dışında kalan bazı hükümlerde ise zamana, ortama ve şartlara göre bazı değişiklikler olabilir. Ancak değişime açık ve kapalı hükümleri birbirinden ayırmak son derece zor bir iştir. Bununla birlikte İslam bilginleri bu konuda bazı ilke ve ölçütler geliştirmişlerdir. Bunların başında şer’i hükümlerin taabbudi ve ta’lili şeklinde iki ana gruba ayrılması gelmektedir. Genel olarak taabbudî hükümler değişime kapalı, ta’lili hükümler ise değişime açık hükümleri yansıtmaktadır.
Ta’lil ve taabbud ayrımında temel kriter hükümlerin dayandığı illet ve sebeplerin akılla kavranılıp kavranılamayacağıdır. Kaynaklarda her iki kavramın da biri geniş, diğer dar olmak üzere iki şekilde tanımlandığı görülür. Ancak İslam bilginleri bu kavramları daha çok dar anlamlarıyla ele almışlardır.
Dar anlamda taabbudi hüküm gerekçesi akılla kavranılamayan, dolayısıyla kıyas ve ictihada konu olmayan hükümler için kullanılan bir terimdir. Taabbudî hükmün bu kısmının en temel özellikleri kesin nassa dayanmış olması, dinin aslına dâhil olması, kıyasa konu olmaması ve özü itibariyle değişime kapalı olmasıdır.
En genel anlamıyla ta`lîl, taabbudî olanlar da dâhil olmak üzere bütün şer`î hükümlerin belirli bir gayeye yönelik olduğunun kabul edilmesidir. Bu gaye, insanların dünyevî ve uhrevî yararlarını sağlamaktır. Hükümlerde böyle genel bir amacın bulunduğu konusunda İslâm bilginleri arasında önemli bir görüş ayrılığı yoktur.
Dar anlamda ta`lîl ise nasla sabit olan belirli bir hükmün illetinin yani konuluş gerekçesinin tespit edilmesidir. Bir hükmün illetini tespit edebilmek o hükmü kıyas yoluyla genişletme imkanı vermektedir. İlleti tespit edilemeyen hükümler ise kıyas yoluyla genişletilemez.
Taabbud ve ta’lil açısından dini hükümlerin hepsi aynı özellikte değildir. Bir kısım hükümlerin taabbud, bir kısmının ise ta’lil özelliği baskındır. İnançla ve temel ahlaki değerlerle ilgili hükümlerin tamamı taabbudi olup bunlarda herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. İbadetlerle ilgili hükümler de dinin aslına ve özüne dahil olup bunların temel hükümlerinde de değişiklik yapılamaz. Sadece zamana, çevreye ve şartlara göre bunların uygulamasını kolaylaştıracak yeni bazı uygulama ve araçlara başavurulabilir.
İslam dininde bazı hükümler belirli miktarlar ifade etmekte ve bunların bizzat Şâri` (Allah ve Resulü) tarafından belirlendiği kabul edilmektedir. Fıkıh dilinde bunlara mukadderât, yani sayı ile belirtilen hükümler adı verilmektedir. Miras payları, kadınların iddet günleri, hadler (ceza miktarları), kefaretler, hayvanların boğazlanma şekli, zekât nisap ve oranları bu hükümlerin başlıca örneklerini oluşturur. Klasik fıkıh doktrininde bu tür hükümler de taabbudî kabul edilmiş ve kural olarak değişme sahası dışında tutulmuştur.
İslam’da helal ve haram kılma yetkisi yalnızca Allah ve Resulüne ait olduğu için temel haram ve helallerle ilgili hükümlerde esas olarak taabbudi sayılmış, dolayısıyla değişime kapatılmıştır. Bununla birlikte haramlar ancak kesinlik ifade eden naslarla (Kur’an ayetleri ve hadislerle) belirlenebilir. Haram sadece anlamı kesin naslarla sabit olduğu ve bu yüzden haram şeyler sayı ve çeşit olarak sınırlı olduğu için helal ve mubahlara çok geniş bir alan kalmıştır.
Sosyal ve hukuki ilişkiler anlamındaki muamelât alanında ise ta’lîl esas kabul edilmiştir. Bu yüzden kıyas ve içtihadın en fazla işletildiği alan muâmelât alanı olmuş, hükümlerin değişmesi olgusu daha çok bu alanda söz konusu edilmiştir. Bununla birlikte az da olsa bu alanlarda da taabbudî hükümlerin bulunduğu da bir gerçektir.
3. Günümüz Fıkıh Problemlerinin Oluşma Sebepleri
Çağımızda bilimsel ve teknolojik gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir. Bu gelişmelere paralel olarak sosyo-kültürel yapılarda, kurumsal mekanizmalarda, ekonomik ve ticarî ilişkilerde eşi benzeri görülmemiş köklü değişimler yaşanmaktadır. Günümüzde teknoloji ve tıp tahminlerin ötesinde yeni imkânlara doğru koşmaktadır. Günbegün yenilenen iletişim ve ulaşım araçları sayesinde mesafeler kısalmakta, ülkeler arasında siyasî, ekonomik ve kültürel sınırlar kalkmakta, dünya adeta küresel bir köy haline dönüşmektedir. Bu gelişmeler insanların değer ölçülerini, düşünce tarzlarını, yaşam biçimlerini, ihtiyaç ve önceliklerini de derinden etkilemekte ve sürekli olarak değişime zorlamaktadır.
Her alanda yaşanan bu hızlı gelişme ve değişim birçok dinî problemi de beraberinde getirmektedir. Günümüzde klasik fıkıh geleneği içinde halledilmiş birçok meselenin yeniden ele alınması zorunlu hale geldiği gibi dinî açıdan çözümlenmesi gereken pek çok yeni konular ve problemler de ortaya çıkmıştır. Bunları belirli bir sayı, tür ve alanla sınırlandırmak da çok zordur. Yeni şartlar ibadet konularında bile bazı meselelerin yeniden ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Örneğin ulaşım araçlarındaki gelişme ve yerleşim merkezlerinin büyümesi yolculuk mesafesi, namazların birleştirilmesi, uçakta ve otobüste namaz, mikat yerleri gibi meselelerin yeni şartlar ışığında yeniden ele alınmasını gerektirmiştir. Gök cisimlerinin hareketlerinin en ince detaylarına kadar hesaplanması, dinî günlerin ve vakitlerin hesapla tespiti tartışmalarını gündeme getirmiştir. Mal kavramında, ekonomik alt yapıda ve temel ihtiyaçlarda meydana gelen değişmeler zekâta tâbi yeni malların ortaya çıkmasına ve zekât nisap ve oranlarının yeniden tartışılmasına neden olmuştur.
Benzer şekilde tıp ve gen teknolojisindeki gelişmeler organ, doku ve yumurtalık nakli, beyin ölümü, ötenazi, tüp bebek, taşıyıcı annelik, kürtaj, cinsiyet tercihi, kök hücre ve klonlama, estetik operasyon gibi pek çok konunun fıkhî açıdan çözüme kavuşturulmasını gerektirmiştir.
Günümüzün kökten değişen maliye, finans ve ticaret alt yapısı klasik fıkıh geleneğinde ele alınmayan birçok yeni kurum, kavram ve meseleyi fıkıhçıların gündemine taşımıştır. Modern şirket tipleri, bankacılık, yeni para sistemi, kıymetli evrak, faiz, kredi kartı, enflasyon, sigorta, yeni akit türleri bunlara örnek olarak verilebilir.
Tarım toplumundan endüstri toplumuna geçiş, nüfusun çoğalması, köyden kente göç, geleneksel aile hayatı ve sosyal yapının değişmesi fıkhın da ilgi alanına giren bir dizi ailevî ve sosyal problemi beraberinde getirmiştir.
Yine gıda ve gen teknolojisindeki gelişmeler eskiden pek bilinmeyen birçok gıda ürününün yanında, gıdalarda koruyucu, tatlandırıcı, renklendirici ve kıvam artırıcı olarak kullanılan yüzlerce yeni katkı maddesini kullanıma sunmuştur. Birçoğu tamamen veya kısmen domuz ve alkol kökenli olan bu ürünlerden hangilerinin hangi şartlarda sağlıklı ve helal olduğu dünyanın her yerinde dinî duyarlılığı olan Müslümanlar için önemli bir problem haline gelmiştir. Ayrıca hayvan kesimi ve temizlenmesi ile ilgili yeni teknik ve uygulamalar, bu konudaki sabit ölçü ve hükümlerin yeni baştan değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur.
Günümüzde yeni bir mahiyet kazanan sanat, spor ve eğlence faaliyetlerinin dinî açıdan birçok sakıncalı yönleri bulunmaktadır. Bu problemlerin günümüz anlayış ve şartlarına göre tatmin edici çözümlere kavuşturulması çağdaş İslâm bilginlerini en çok meşgul eden konular arasındadır.
Küreselleşme olgusuna bağlı olarak toplumlar arası hareketlilik ve geçirgenlik artmış, siyasal, kültürel ve ekonomik yapılar birbirine daha bağımlı hale gelmiş, dünya milletlerinin ortak katkılarıyla insan hakları ve çevre ile ilgili küresel ölçekte yeni değerler, normlar ve standartlar ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar Müslüman birey ve toplumların öteki ile ilişkilerini düzenleyen klasik kavram ve hükümlerin yeni bir bakışla ele alınmasını gerekli kılmıştır. Bu bağlamda ülke kavramı, cihad, demokrasi, laiklik, siyasal katılım, sivil toplum, insan hakları, kadın hakları, siyasal ve kültürel çoğulculuk gibi kavram ve konular batıda olduğu gibi İslâm dünyasında da en sık tartışılan konular arasında yer almıştır.
Belirtilen gelişmelerin bir uzantısı olarak eski dönemlerde pek şahit olunmayan yeni bir olgu ortaya çıkmıştır. Bu da gayrimüslim toplumlarda azınlık olarak yaşayan çok sayıda Müslüman topluluğunun varlığıdır. Özellikle batıda kalıcı bir şekilde yerleşmiş bulunan bu topluluklar, gayrimüslim bir toplumda azınlık olarak yaşamanın getirdiği sosyal, siyasal ve kültürel bir dizi özel problemle karşı karşıya kalmaktadırlar.
Günümüzde özellikle gayrimüslim toplumlarda yaşayan Müslümanların karşılaştığı dinî meseleleri ele alan yeni bir fıkıh alanının gelişmekte olduğu görülmektedir. Fıkhın bu alanı azınlık fıkhı adıyla çağdaş literatürde yerini almıştır.
4. Günümüz Fıkıh Problemlerine Çözüm Arayışları
4.1. Günümüzde fıkıh düşüncesindeki değişim
Klasik fıkıh geleneğinin en belirgin özelliği belirli mezhepler temelinde üretilmiş olmasıdır. Fıkıh mezheplerinin ortaya çıkmasının ve belirli bir fıkıh mezhebine bağlanmanın burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz tarihî ve fikrî temelleri vardır. Mezheplerin en önemli işlevlerinden biri kendi içinde tutarlı ve sistematik görüşler ortaya koymak, bu şekilde dinî vecibelerini yerine getirmek isteyen Müslüman bireyler için oldukça güvenli bir yol sağlamaktır. Ayrıca fıkıh mezhepleri hukukî ve sosyal ilişkilerde düzen ve istikrarı temin etme gibi çok önemli fonksiyonlar üstlenmişlerdir.
Fıkıh mezhepleri yakın zamanlara kadar dönem dönem ortaya çıkan yeni meseleleri kendilerine özgü mezhep içi hüküm çıkarma yöntemlerini kullanarak rahatlıkla çözmeyi başarmışlardır. Fakat günümüzde problemler o kadar çok ve karmaşık hale gelmiştir ki, bunları artık belirli bir mezhebin görüş ve yöntemlerine göre çözüme kavuşturmak mümkün değildir. Bu yüzden içinde bulunduğumuz çağda fıkıh düşüncesi ve içtihad anlayışlarında da önemli değişme ve gelişmeler yaşanmaktadır. Bu olgu üzerinde İslâm dünyasının birkaç yüzyıldır içine girdiği farklı siyasî, askerî, sosyal ve ekonomik şartların da önemli etkisi vardır. Bu şartlar Müslüman aydınları her alanda olduğu gibi düşünce ve içtihad alanında da geleneksel kalıpların ötesinde yeni metot ve yöntem arayışlarına sevk etmiştir.
Modern fıkıh düşüncesinin en belirgin özelliklerinden birisi tek bir mezhebe dayalı hüküm üretme anlayışının giderek terk edilmesidir. Bu dönemde Hanefî, Şafiî, Malikî gibi fıkıh mezhepleri birbirlerinden kesin çizgileriyle ayrılmış sıkı sıkıya bağlanılması gereken fıkıh ekolleri değil, gerekli hallerde başvurulması mümkün olan zengin görüş havuzları olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla kendini belirli bir mezhep müntesibi gören çağdaş bir alim veya araştırmacının fıkhî bir meseleyi sadece kendi mezhep kaynaklarına göre değerlendirmesi söz konusu değildir. Tam tersi birçok meselede farklı mezheplere veya belirli bir mezhebi temsil etmeyen farklı alimlere ait görüşlerin karma bir şekilde harmanlandığı görülmektedir. Bir meselede söz gelimi Hanefî mezhebinin görüşünü almak başka bir meselede Şafiî mezhebine tabi olmayı engellememektedir. Hatta bu işleme tek bir meselenin çözümünde bile başvurulduğu çok sık rastlanan bir durumdur.
Bu işlem klasik fıkıh literatüründe teflik terimiyle ifade edilen mezheplerin görüşlerinin karma bir biçimde bir araya getirilmesi uygulamasının çağdaş bir uygulamasını oluşturmaktadır. Bu durum metodolojik açıdan birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Her şeyden önce bu tarz bir hüküm üretme mantığı parçacı ve analojik bir görüntü arz etmektedir. Sistem bir tür yama yapma mantığıyla işletilmektedir. Sistemin neresinde sorun çıkarsa oraya fıkıh geleneğinden rastgele parçalar alınarak bir tür yama yapılmaktadır. Bunlar yapılırken mezhepler üstü veya mezhepler arası bir anlayış takip edilmekte, farklı mezhep kavilleri alınırken bunların mezhep birikimi ile ilişkisi kurulmamakta ve mezhep içi hiyerarşiler dikkate alınmamaktadır. Birçok meselede mezhep görüşlerinin sistematik bütünlüğü ve mezhep içi tutarlılığı da haliyle göz ardı edilmektedir.
Klasik fıkıh düşüncesinin aksine çağdaş dönem fıkıh üretme faaliyetlerinde iki unsur çok fazla ön plana çıkmaktadır. Bunlar zaruret ve maslahat ilkeleridir. Bir bütünün parçaları gibi görülen iki ilke genellikle bir meselenin cevazı yönünde istihdam edilmektedir. Çağdaş bir meselenin fıkhî çözümünde en fazla makâsıd adı verilen zarurî maslahatlara atıflar yapıldığı görülmektedir. Ancak doğrudan zaruret çerçevesine alınamayan birçok problemde “İhtiyaç zaruret menzilesine tenzil” olunur kuralı işletilerek zaruret ve maslahat ilkelerine daha geniş bir kullanım alanı açılmaktadır.
4.2. Çözüme yönelik farklı yaklaşımlar
Bugün itibariyle güncel fıkıh problemlerinin çözümüne ilişkin üzerinde uzlaşmaya varılmış tek bir metot veya yöntemden söz etmek mümkün değildir. Bu konuda sadece birbirine nispeten yakın veya uzak çok sayıda yaklaşımın varlığından söz edilebilir. Birçok açılardan kesişen veya içiçelik taşıyan bu anlayışları birbirinden kesin hatlarla ayırmak da oldukça zordur. Ayrıca her bir yaklaşımın içinde değişik anlayış ve yönelişler vardır. Bununla birlikte ana eğilimlerini ve ortak özelliklerini dikkate alarak bunları belirli gruplara ayırmak mümkündür. Bu grupların her birinin tarihî arka planı ve fikrî temelleri vardır. Fakat bunların ayrıntısına girmek konumuzun dışındadır.
-
Modernist/tarihselci yaklaşımlar: Köken olarak batıya ait olan bu yaklaşım her şeyin tarihe göre değiştiği ve tarihsel olanın evrensel olamayacağı temel düşüncesine dayanmaktadır. Bu anlayışa göre Kur'ân ve Sünnet nasları da belirli tarihî şartların ürünüdürler ve bu bakımdan tarihseldirler. Evrensel ve bağlayıcı olan bunların amaçladığı ahlakî ve toplumsal ilkelerdir. Günümüzde öncelikle belli metotlarla bu ilkelerin neler olduğu tespit edilmeli, sonra da bunlar akıl ve bilimin ışığında güncel dinî meselelere uygulanmalıdır. Bu yaklaşım akıl ve bilimi naslara hâkim kıldığı için çok fazla kabul görmemektedir.
-
Yeni selefîci yaklaşımlar: Bu yaklaşım klasik fıkıh birikimi ve geleneğini büyük ölçüde yok sayan veya reddeden bir anlayışa sahiptir. Aslî kaynaklara dönüş çağrısını dillendiren ve ictihada aşırı vurgu yapan bu yaklaşım, fıkıh üretiminin ilk dönemlere gidilerek oradan yeniden başlatılması fikrini savunmaktadır. Ancak bu düşüncede olanlar her ne kadar içtihada özel bir önem verseler de nasların lafzî (literal) anlamlarına sıkı sıkıya bağlılığı öngörerek onların mana ve maksatlarını ihmal etmektedirler. Bunun sonucu olarak sonradan ortaya çıkan ve nasların literal anlamlarına dahil olmayan pek çok yeniliği bid'at olarak değerlendirmektedirler. Gelenekten kopuk ve gerçekle irtibatı zayıf olan bu yaklaşım da günümüz fıkıh problemlerini çözmede yeterli bir yaklaşım olarak görülmemektedir.
-
Gelenekselci/taklitçi yaklaşımlar: Bu yaklaşımların sahipleri, belirli mezheplerin fıkıh eserlerinde yer alan görüş ve açıklamaları çoğunluk itibariyle evrensel ve değişmez hükümler olarak görürler. Bunların günümüz fıkıh problemleri için de yeterli çözümler sunduğunu, dolayısıyla yeni içtihatlara çok fazla ihtiyaç olmadığını düşünürler. Bu kişiler yeni içtihat söylemlerine de büyük tepki gösterirler. Günümüzde bu anlayışın taraftarları giderek azalmaktadır.
-
Akademik yaklaşımlar: Bu yaklaşımlar da klasik fıkıh geleneğindeki yöntem ve görüşlere büyük değer verirler ve günümüz fıkıh problemlerinin çözümünde öncelikle bunlara başvururlar. Ancak kendilerini tek bir mezhebin metot ve görüşleriyle bağımlı saymayıp meseleleri gerektiğinde mezhepler üstü ve delil odaklı bir bakışla mukayeseli olarak ele alırlar. Bu yaklaşımları benimseyenler arasında nasların lafızlarını esas almakla birlikte istihsân, maslahat, makâsıd (dinin ana gayeleri) gibi kavram ve prensiplere çok fazla gönderme yapanlar bulunduğu gibi güncel problemler karşısında aşırı kolaylaştırıcı bir tavır sergileyenler de bulunmaktadır. Bu yaklaşım günümüzde daha çok akademik çevrelerce benimsenmiş olduğundan buna "akademik yaklaşım" demeyi uygun bulduk.
4.3. Temel esaslar ve genel prensipler
Günümüz fıkıh problemlerinin büyük çoğunluğu fıkıh geleneğimizde önceden bir benzeri olmayan konular olduğu için bunlarla ilgili çözümleri klasik fıkıh eserlerinde bulmak zordur. Bu problemlerin Kur’an ve Sünnetin genel ilkeleri ışığında yeni içtihatlarla çözülmesi gerekmektedir. Ancak bu konuların, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu ilgilendirdiği için özel bir hassasiyeti vardır. Çünkü bir konunun farz, vacip veya mendup olduğunu söylemek, helal veya haram olduğunu belirtmek insanların dini hayatında önemli etkilere yol açacaktır. Bu nedenle günümüz fıkıh problemlerinin çözümünde dini açıdan önem taşıyan bazı ilke ve esaslara dikkat etmek kaçınılmazdır.
-
Günümüz fıkıh problemlerine getirilen çözümlerin İslâm bilginlerinin üzerinde icmâ` ettiği ve İslâm ümmetinin başlangıçtan beri aynı şekilde uygulayageldiği temel esas ve hükümlere ters düşmemesi gerekir. Bunlar İslâm dinini sembolize eden ve zarûrât-ı dîniye adı verilen kesin emir ve yasaklardır.
-
Bu çözümlerin fıtratı, yani Allah'ın koyduğu dengeyi ve yaratılışı bozmaması, insanın onur ve haysiyetini zedelememesi ve temel etik ve ahlakî değerleri ihlal etmemesi gerekir.
-
Güncel dini problemlere ilişkin doğru kararlar verilebilmesi için öncelikle ilgili olay veya meselelerin bütün yönleriyle çok iyi araştırılıp incelenmesi, bu konuda ihtiyaç duyulması halinde konunun uzmanlarından da bilgi alınması gerekir. Günümüzde pek çok mesele tek kişinin yetkinliği ve uzmanlığı ile halledilemeyecek ölçüde çok yönlü ve karmaşıktır. Bu yüzden bu meselelerin konunun uzmanlarının da katıldığı çeşitli toplantı ve kurullarda ortak akılla ve çok yönlü olarak ele alınması büyük önem taşımaktadır.
-
Bu problemlerin çözümünde her bir meseleyle ilgili özel delillerle birlikte dinin ana gayelerinin de göz önünde tutulması gerekir. Bu durum hem ilgili hükmün belirlenmesi hem de bunların somut olay ve olgulara uygulanması aşamasında geçerlidir. Dinin ana gayeleri ile ilgili kısa bilgi aşağıda verilecektir.
-
Ayrıca bu çözümlerin genel fetva siyaseti açısından da tahlil edilmesi gerekmektedir. Fetva siyaseti derken bir meseleyle ilgili fıkhi bir çözümün toplumun dindarlığı üzerinde nasıl etkiler bırakacağına dair değerlendirme ve öngörülerin yapılmasını kastediyoruz.
4.4. Dinin ana gayeleri: Makâsıdü’ş-şerîa
İslâm'da şer’i hükümlerin en genel amacı insanlar için fayda sağlamak, onlardan zararı savmak ve dünyayı şerlerden temizlemektir. Buna fıkıhta celb- menafi ve def’i mefasit, yani iyilik ve faydanın temin edilip kötülük ve mefsedetlerin giderilmesi denilmektedir. Bu gayelerin bilinmesi gerek nassların anlaşılması ve olaylara uygulanması, gerekse hakkında nass bulunmayan yeni mesele ve durumlara ilişkin fıkhi hüküm çıkarılması açısından önemlidir.
Fıkıh literatüründe İslam teşriinin ana gayeleri anlamında makâsıdü’ş-şerî’a deyimi kullanılır. İslam bilginleri bu gayeleri üç noktada toplamışlardır.
-
Birincisi zarûrîyatın (zorunlu değerlerin) korunmasıdır. Zaruriyyat toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler demektir. Bunlar yitirildiği takdirde hayatın düzeni yok olur, anarşi kol gezer, bozgunculuk ve kötülükler her tarafa yayılır, bunun sonucu olarak ahretteki ebedi saadet de yitirilmiş olur. Bu zaruri değerler dinin, canın, aklın, malın ve neslin korunmasıdır.
-
İkincisi hâciyyatın (ihtiyaçların) sağlanmasıdır. Hâciyyat insanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları düzenlemeler demektir. Bunların bulunmaması halinde zaruriyyatta olduğu gibi hayatın düzeni bozulmaz, fakat insanlar genelde zorluk ve sıkıntı ile karşılaşırlar. Yüce Allah gerek ibadetlerde, gerek başka konularda kullarına kolaylık sağlamak ve onlardan zorluk ve sıkıntıyı gidermek için pek çok hüküm koymuştur. Su bulamayan için teyemmüm, ramazanda hasta ve yolcular için oruç tutmama ruhsatı, ayakta duramayacak olan kişinin oturarak namaz kılması, avlanma, temiz yiyecek, içecek ve giyeceklerden yararlanma, bazı sözleşmelerin meşru kılınması gibi hükümler haciyyat kapsamında ortaya konulan kolaylaştırmalardandır.
-
Üçüncü sırada yer alan tahsîniyyât (güzellik ve estetiğe yönelik değerler) ise mükemmel insan, üstün ahlak ve güzel davranış nitelendirmelerinin gerekli kıldığı durumlar demektir. Bunların bulunmaması halinde hayatın düzeni yok olmaz veya insanlar sıkıntı ve zorlukla karşılaşmazlar. Fakat sağduyu ve selim fıtrat sahiplerine göre bu özelliklerden mahrum insanların hayatı nahoş ve çirkin görülür. Temizlik, yeme, içme ve giyinme ile ilgili pek çok hüküm bu kategoriye girer.
Yukarıda açıklanan temel amaçlar arasında bir çatışma çıkması durumunda yukarıdaki sıra ve öncelikler dikkate alınmalıdır. Örneğin, tedavi hâciyyât, tesettür ise tahsiniyyât kapsamındadır. Tedavi maksadıyla örtülmesi gereken yerler açılabilir. Çünkü bu daha önceliklidir. Yine murdar et yememek tahsîniyyât, canın korunması ise zarûriyyâttandır. Darda kalan kişi canı korumak için bunlardan yiyebilir. Aynı şekilde hem dinin korunması hem de canın korunması zarûyyâttandır. İslâm can kaybına yol açma özelliğine rağmen cihadı farz kılmıştır. Çünkü dinin korunması canın korunmasından önceliklidir.
4.5. Genel fıkıh kaideleri
Günümüz fıkıh problemleri ele alınırken Hz. Peygamber’in tebliğine hakim olan birçok genel fıkıh kaidesinden yararlanılmaktadır. Fıkıh literatüründe bunlara küllî kaideleri adı veriler. En fazla kullanılan kurallar şunlardır:
-
Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir: İnsanların gerek sözlü gerekse fiilî iş ve işlemlerinin hukukî sonuçları ve hükümleri, kişinin bu iş ve işlemleri yaparken taşıdığı amaca bağlı olarak değişir. Mecelle’nin 2. külli kaidesini oluşturan bu kuralın fıkhın hemen bütün alanlarında uygulama örneklerine rastlanır.
-
Eşyada asıl olan mubahlıktır: Yani aksine bir delil bulunmadığı sürece bir şeyin helal olması asıldır. Bir şeyin helal olduğuna değil haram olduğuna delil aramak gerekir.
-
Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar: Zorunluluklar yasak olan şeyleri helal ve serbest hale getirir. Bu kural zaruret prensibinin en veciz ifadesi olarak fıkıh literatüründe yerini almıştır.
-
Sıkıntı kolaylaştırmayı getirir. Bu kural da İslam dininin kolaylaştırma ilkesini özetlemektedir. Mecelle'de “Meşakkat teysîri celbeder” (md. 17) şeklinde yer alan bu prensibin içeriği birçok Kur'ân âyetinde ve Hz. Peygamber'in birçok hadîsinde açıkça ifade edilmiştir. Yukarıda açıklandığı üzere kolaylık prensibi İslâm fıkhının hemen her bölümüne yansımış bir prensiptir.
-
Şek ile yakîn zâil olmaz: Bu kaide kesin olarak bilinen bir durum veya hüküm şüphe ile ortadan kalkmaz anlamındadır. Mecelle'nin 4. külli kaidesini oluşturan bu kuralın İslam hukukunda çok geniş bir uygulama alanı bulunmaktadır.
-
Zarar izale olunur. Zarar ve zarar veren her şey ortadan kaldırılır. Mecelle'nin 20. külli kaidesini oluşturan bu prensip daha birçok nassın yanı sıra özellikle “La darâra ve lâ dırâra” (Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur” hadîsine dayanır.
4.6. Bireysel ve kurumsal çalışmalar
Güncel fıkıh problemlerinin çözümüne yönelik çalışmaları ana özelliklerini dikkate alarak iki gruba ayırabiliriz. Bunlardan birincisi bireysel çalışmalar, ikincisi kurumsal çalışmalardır. Bireysel çalışmalardan maksat İslam dünyasında ferdi olarak bu konuları ele alıp inceleyen İslam bilginlerinin çalışma ve çabalarıdır. İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde bu konularda üne kavuşmuş ve gerektiğinde halkın müracaat mercii olarak hizmet sunan birçok İslam bilgini vardı. Bu bilginlerin çalışmaları kitap olarak yayımlandığı gibi internet vb. ortamlarda da ilgililere ulaştırılmaktadır. Bireysel çalışmalar içerik olarak farklılık ve çeşitlilik arz etmektedir. Bir kısmı birçok güncel problemi bir arada ele alırken, bir kısmı belirli bir konuya veya konunun belirli bir yönüne odaklanmış bulunmaktadır. Ele alınan konular ibadetlerden tıbba, aile hayatından gıdalara, ekonomik ve finansal meselelerden eğlence hayatına kadar çok geniş bir yelpaze oluşturmaktadır.
Kurumsal çalışmalarla da dünyanın çeşitli ülkelerinde ve bölgelerinde faaliyet gösteren ilim ve fetva kurullarını ve diğer ilmi toplantıları kastediyoruz. Dünyanın her yerinde sıklıkla güncel fıkıh problemleri üzerine panel, çalıştay, kongre gibi ilmî toplantılar düzenlenmekte, buralarda sunulan bildiri ve tartışmalar kitap haline getirilerek basılmaktadır. İslâm Konferansı Teşkilâtına bağlı Fıkıh Akademisi, Avrupa’da yaşayan Müslümanların dini problemlerini çözmeye çalışan Avrupa Fetva ve Araştırma Kurulu (ECFR) ve Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu bu nitelikteki ilim ve fetva kurullarına örnek olarak gösterilebilir.
Dostları ilə paylaş: |