Tüm bu toplumsal felaketlere sahne ülkeler, öte yandan emperyalist silah tekelleri için muazzam bir pazar durumundadırlar. Yalnızca Ortadoğu ülkeleri, son on yılda, 220 milyar dolarlık silah satın almış bulunuyorlar. Halkların yoksulluğu ve acıları pahasına yürütülebilen bu aşırı silahlanma, içte toplumsal huzursuzlukları ve devrimci gelişmeleri dizginlemek, dışta ise bizzat emperyalistlerce kışkırtılan komşu devletler arası gerici anlaşmazlıklarda üstünlük sağlamak içindir.
Emperyalist ülke burjuvazileri ise yaşanmakta olan bunalımın asıl yükünü bağımlı ülkelere aktarmak, bunalımı aşmayı bu yolla kolaylaştırmak gayretindedirler. “İstikrar politikaları”, yeni uluslararası işbölümüne “yapısal uyum programları”, bu amaçla empoze ediliyor. Borç düzeninin işleyiş biçimi buna hizmet edecek şekilde düzenlenmiş bulunuyor. Bağımlı ülkelerin sürekli büyüyen dış ödemeler dengesindeki açıklar, ticaret hadleri, yüksek faiz politika(40)ları, korkunç oranda düşürülen ücretlerle yaratılan “ucuz emek cennetleri”nde gerçekleştirilen aşırı kâr oranları, tüm bunlar bunalım koşullarında bu aynı amaca hizmet ediyor. Emperyalist metropollerin bu yolla bunalımı atlatıp atlatmayacakları ayrı bir sorun. Ama tam da bu yolla geri ülkelerin sorunlarını katmerleştirdikleri ve böylece devrimci patlama öğelerini çoğalttıkları hemen hemen kesindir.
Emperyalist merkezler sistemin bu çevre bölgelerine şimdilerde artan bir ilgi göstermektedirler. Bu yalnızca bunalımın yıkıcı etkilerini bu ülkelere fatura etmek isteğinden gelmiyor. Bununla da bağlantılı bir ikinci temel neden, emperyalistler arasında kızışmakta olan rekabet ve hegemonya mücadelesidir. Doğallıkla bağımlı ülkeler, iktisadi ve politik etki alanları olarak bu rekabetin konusudurlar.
Bir üçüncü neden, Doğu Bloku’nun çöktüğü koşullarda ve son Körfez krizi örneğinde görüldüğü gibi, bölgesel sorunlara şimdilik bir karşı gücün engelleyici rekabeti ile karşılaşmaksızın serbestçe müdahale olanağına kavuşmuş olmalarıdır. Bu, önümüzdeki dönemde dünyanın değişik bölgelerine, bugün içinse özellikle petrol bölgesi ve bir devrimci kaynaşmalar kuşağı olan Ortadoğu’ya yönelik müdahale, işgal ve savaş eğiliminde hızlı bir artış demektir. Bu emperyalizmin klasik sömürgeci yöntemlere açık bir dönüşüdür ve devrimci süreçlere karşı bu yöntemlere özellikle başvurulacaktır. Kendi içinde şimdiden belirgin rekabet öğeleri taşıyor olsalar da, “yeni dünya düzeni”ne bu geçiş aşamasında Batılı emperyalistler bu tür müdahaleleri henüz birlikte ve koordinasyon halinde gerçekleştiriyorlar.
Söz konusu ilginin son bir nedeni ise, özellikle bazı ülke ya da bölgelerin sistemin zayıf halkaları oldukları konusunda emperyalist merkezlerin net bir fikre sahip olmalarıdır. Çağdaş kapitalist dünya öylesine içiçe geçmiş ve küçülmüştür ki, devrimleri engelleme, devrimci süreçleri durdurma(41) politika ve planları artık emperyalist merkezlerde hazırlanıyor ve ilgili ülkelerin burjuvazisiyle işbirliği içinde uygulanıyor.
Kapitalist dünya sisteminin çevre bölgelerindeki kapitalist gelişme, yarattığı tüm felaketli sonuçlarla, sürekli bir toplumsal istikrarsızlığın ve kaynaşmanın zeminini hazırlamış bulunuyor. Bu ülkelerde sınıf çelişkileri keskindir ve sınıf çatışmaları sert biçimler içinde cereyan etmektedir. Burada dünya devrim süreci bakımından önemli olan bir nokta var. Yüzyılın ilk yarısından farklı olarak, bugün bu ülkelerin büyük bir bölümünde, bu çelişki ve çatışmalar artık modern sınıfsal bir karakter kazanmışlardır. Bu olgu bu ülkelerdeki toplumsal gelişme düzeyi ile bağlantılıdır. Tüm çarpıklıklarıyla birlikte bu ülkelerde artık esas olarak modern kapitalist ilişkiler egemen hale gelmiştir. Asya ülkelerinin büyük bir bölümünde, Latin Amerika'nın ise hemen tamamında, bu özellik çok belirgindir. Özellikle “orta kuşak” olarak tanımlanan bağımlı ülkelerde kapitalist gelişmede büyük mesafeler alınmış, bu ise ortaya safları sürekli kalabalıklaşan güçlü bir işçi sınıfı çıkartmıştır. Kentlerde ve kırlarda biriken muazzam yoksul ve yarı-proleter katmanlarla birlikte düşünüldüğünde, bu toplumsal olgu, bu ülkelerde proleter devrim için son derece güçlü bir toplumsal zemin anlamına gelmektedir.
20. yüzyıla geçişle başlayan, özellikle de ‘50’li ve ‘60’lı yılları saran milli kurtuluş hareketleri dalgası, ‘70’lerdeki son devrimlerle genel olarak noktalandı sayılır. Kapitalist dünya sisteminin bu çevre bölgelerinde artık yeni bir dönem başlamıştır. ‘80’li ve ‘90’lı yıllar bir geçiş ve mayalanma evresi sayılabilir. Yeni yüzyılla birlikte bir devrimci kaynaşmalar ve devrimler dönemine girilmesi kaçınılmazdır. Toplumsal sınıf ilişkilerinde meydana gelen köklü değişim ise, birçok ülkede yeni kaynaşmaların artık proletarya eksenli(42)ve toplumsal karakterde yaşanmasını olanaklı ve kaçınılmaz kılmaktadır. Bunun güçlü belirtileri şimdiden var. Bu ülke devrimcilerinin yeni hareketlilikler döneminde kendi misyonlarını başarıyla oynayabilmeleri ise, bu temel tarihsel değişimi hesaba katma yetenekleriyle sıkı sıkıya bağlantılı olacaktır.
Ekonomileri sürekli ve yapısal bir kriz içinde bulunan, ‘70’li ve ‘80’li yıllarda muazzam boyutlar kazanmış dış borçların pençesinde kıvranan bir kısım “orta kuşak” ülkeler (bunlara Türkiye de dahil), bugün dünya kapitalist sisteminin hassas ve zayıf halkaları durumundadırlar. Çelişkilerin birikip çeşitlendiği, yoğunlaşıp keskinleştiği, patlama öğelerinin sürekli çoğaldığı alanlardır bu ülkeler. Hemen tümü de tam bir çıkmazın içerisindedirler. Sınırlı olan iç pazar olanaklarını tükettikten sonra ve iç pazara yönelik üretimin ekonomide yarattığı yapısal sorunları (döviz sorunu, ödemeler dengesi, büyüyen dış borçlar, teknolojik gerilik vb.) sözde aşmak üzere, dış pazarlara yönelmiş bulunuyorlar. Dış pazarlar ise kıran kırana bir rekabetin alanlarıdırlar ve bunalım koşullarında daha da daralmış bulunuyorlar. Bu güçlükler karşısında ellerindeki tek silah düşük ücretli işgücüdür. Düşük ücret ve ucuz maliyet yoluyla rekabette üstünlük ve yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için elverişli bir durum demektir. İşçi sınıfının yaşam koşullarını açlık sınırına düşüren ve toplumda servet-sefalet kutuplaşmasını muazzam boyutlara vardıran bu politikadır ki, bu ülkelerde sınıf çelişkilerini keskinleştirmekte, toplumsal hareketlilikleri körüklemekte, patlayıcı öğeleri çoğaltmakta, onları kapitalist dünya sisteminin zayıf halkalarına dönüştürmektedir. Bu ağır toplumsal sonuçlara karşın, bu ülkeler uluslararası pazardan ekonomilerini rahatlatacak bir pay da alamamakta, ödendikçe çoğalan kısır bir borç döngüsünün kıskacından kurtulamamaktadırlar.