Emperyalist koalisyon, Kuveyt’i bir fırsat sayarak ve Irak üzerinden, gerçekte bölge halklarına karşı savaşmaktadır. Bu savaş, petrol kaynaklarını elde tutma ve daha sıkı bir güvenceye alma savaşıdır; bu amaç çerçevesinde emperyalizmin bölgedeki askeri varlığını kalıcı ve meşru hale getirme(93)savaşıdır. Bu savaş, emperyalizmin Ortadoğu’daki dayanaklarını, tüm işbirlikçi rejimleri (siyonizmi, krallık ve şeyhlikleri, gerici ve faşist rejimleri) ayakta tutma, güçlendirme savaşıdır; bu rejimleri gerici siyasal-askeri paktlar içinde birleştirme savaşıdır. Bu savaş, muazzam bir güç gösterisiyle bölge halklarına gözdağı verme, yıldırma, emperyalist çıkarları tehdit eden devrimci gelişmelerin önünü kesme, devrim süreçlerini durdurma ve felç etme savaşıdır; Filistin ve Kürt sorunlarını emperyalist çıkarlar çerçevesinde bloke etme savaşıdır.
Kısaca bu savaş, emperyalizmin Ortadoğu’daki iktisadi, siyasal ve askeri varlığını koruma, yeni düzenlemelerle pekiştirme savaşıdır. Tüm bunların bir ifadesi olarak Körfez savaşı emperyalist, gerici, karşı-devrimci bir savaştır. Klasik yöntemlerle sürdürülen bir tür sömürge savaşıdır.
Bu savaşın kendine özgü bir görünümü, ortak emperyalist çıkarlar temelinde bir emperyalist koalisyon tarafından yürütülüyor olmasıdır. Fakat bu görünüm emperyalist dünyanın kendi iç ilişkilerinde yaşamakta olduğu derin değişiklikleri görmemizi engellememelidir. Emperyalist dünya cephesi dönülmez bir biçimde bölünmüştür ve başlıca güç odaklarının kendine özgü çıkarları hızla farklılaşmaktadır. Olayların daha başından itibaren ABD’nin gösterdiği aşırı inisiyatif, öteki emperyalist odakları emrivakilerle yüzyüze bırakma ve kendi politikalarının eklentileri haline getirme gayreti, düne kadar tartışmasız olan kendi liderliğini tehdit eden bu iç bölünmeye ve çıkar farklılaşmasına bir karşı tepki olarak değerlendirilmelidir. Görüntünün tersine, Körfez krizi ve onu izleyen savaş, bu çıkar farklılaşması üzerinde yükselen emperyalist rekabeti de ortaya çıkarmıştır. Tam da Ortadoğu’da nüfuz savaşı, tüm emperyalistleri Irak’a karşı ortak harekete zorlamıştır. Müdahalenin ve savaşın dışında kalmak, Ortadoğu’da nüfuz kurma ve petrol kaynaklarını denetleme çabası dışında kalmak olurdu. Dolayısıyla ve ilginç bir durum olarak, mev(94)cut savaş, emperyalist rekabetin aynı safta çarpışma şeklinde yaşanan bir biçimine sahne oluyor. Ortadoğu halklarına ve bölgedeki devrimci süreçlere karşı ortak çıkarlara sahip olan emperyalist cephe, bölge üzerinde siyasal ve iktisadi nüfuz kurma konusunda şiddetlenen bir rekabet içindedir. Savaş sonrası dönem ve düzenlemelerde farklılaşacak politikalar bu gerçeği daha belirgin hale getirecektir.
Sorunun tüm karmaşıklığına rağmen Irak rejimi de kendi cephesinden gerici ve haksız bir konumdadır. Bugün karşı karşıya kaldığı yıkıcı savaş bölgede izlediği militarist ve yayılmacı politikanın kaçınamadığı bir bedeli olmuştur. Irak rejimi bugünkü savaşı bizzat istememiş, dahası bu savaştan kaçınmak da istemiştir. Fakat kendi gerici yayılmacı politikası emperyalizmin yerleşik çıkarlarını zedelediği ölçüde, emperyalist cepheyi karşısında bulmuş, bugünkü yıkıcı savaşla yüzyüze kalmıştır. Başta ABD, tüm Batılı emperyalistlerin kışkırtma ve desteği ile İran’a karşı tam 8 yıl haksız bir yıkım savaşı yürüten gerici-sömürgeci Saddam rejiminin bugün emperyalizme karşı Arap ve bölge halklarının çıkarları için bir savaş verdiğini iddia etmesi, inandırıcılıktan ve dayanaktan yoksundur. Marksist-leninistler için emperyalist haydutlar koalisyonunun Irak’a karşı yürüttüğü yıkım ve kitlesel kırım savaşına karşı her yolla mücadele etmek görevi ile Irak rejimini haklı bulmak ve desteklemek farklı şeylerdir.
Körfez savaşı vesilesiyle Sovyetler Birliği ve Çin’in, hala “sosyalist” olma iddiasındaki bu iki gerici devletin, durumuna değinmek özellikle gereklidir. Bilindiği gibi bu iki ülke, ABD emperyalizminin Körfez krizi boyunca izlediği tüm politikalara ve giriştiği tüm uygulamalara “uluslararası hukuk” kılıfı giydiren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden ikisidir. Sahip oldukları veto haklarını kullanmamışlar, tersine belli iktisadi ve siyasi tavizler karşılığında Ortadoğu halklarını ABD ve öteki Batılı em(95)peryalistlerin haydutça girişimleriyle yüzyüze bırakmışlardır. Sürmekte olan kanlı savaşa da onay vermişlerdir. Ek olarak Gorbaçov yönetimi, bu savaşı kendi iç sorunlarını kolayca çözmenin, Baltık ülkelerine kanlı askeri müdahalelerin uygun ortamı olarak değerlendirmiştir.
Körfez krizi ve onu izleyen savaş, dünya ölçüsündeki güç ilişkilerini, gerçek güçleri ve konumlarını kendi çapında somut bir sınamadan geçirmekle kalmamış, Ortadoğu devletlerinin birbirleriyle ve kendi halklarıyla ilişkilerinde de köklü bir sarsıntıya ve değişime yolaçmıştır. Dün Sovyetler Birliği’nin yanında ve ABD’nin karşısında görünen “ilerici” Suriye rejimi bugün emperyalist koalisyon ile aynı cephededir; Irak’ın yıkımına onay ve destek vermektedir. Karşı karşıya kaldığı saldırı sonucunda Irak’la kanlı bir boğazlaşmaya giren, bu savaşın acılarını ve yıkımını tam 8 yıl yaşayan İran ise, kuşkusuz kendi halkının da baskısıyla, daha dünkü düşmanı Irak’ın aç bırakılmasına ve barbarca yıkımına karşı belli sınırlar içinde anlamlı bir tepki gösteren tek bölge ülkesi olmuştur. Mısır, Suriye, Fas, Türkiye, Pakistan başta olmak üzere bir kısım Arap ve İslam ülkeleri emperyalistlerle aynı cephede saf tutmak yoluyla kendi halkları nezdinde destek ve itibarlarını yitirmiş, utanç verici bir konuma düşmüşlerdir. Savaş sonrası dönemde girişecekleri manevralar ne olursa olsun, bu ülke rejimleri kendi halkları ve öteki bölge halkları nezdinde eski konumlarını yeniden elde edemeyeceklerdir. Özellikle Türk burjuva rejimi izlediği saldırgan ve uşakça politikayla Arap ve İslam halklarının yoğun nefretini kazanmıştır. Tüm bu ülkelerin Körfez krizi ve savaşı karşısındaki politika ve uygulamaları, tersten etkisini zaman geçtikçe daha açık gösterecek, bu ülkelerdeki devrimci süreçleri hızlandırıcı bir rol oynayacaktır.