1988). Salih Karacabey de Hattâbî'nin bu iki şerhini dikkate alarak bir doktora tezi hazırlamıştır (bk. bibi.). Müellifin bazı kaynaklarda 'tlrnü'I-hadîş adıyla kaydedilen eseri AcJdmü'J-/ıadîş'ten ibarettir. 6. Kitâbü Şe'ni'd-du'd'. Tefsîru esâ-mi'i'r-rab bzze ve celle, Tefsîrü'1-es-mâ3 ve'd-dahvât, Şerhu'1-esmâ'i'l-hüs-nâ, Şerhu'd-Da'nvât İi-Ebî Huzeyme, Şerhu ed'iyeti'l-me'şûre, Şe'nü'd-du*d', Şe'nü edHyeti'l-meIş(xie ve Ki-tâbü'd-Du'~âi adlarıyla da anılan eser. duanın mahiyeti ve itikadı yönü hakkında âyet ve hadislere dayalı açıklamalarla başlamakta, İbn Huzeyme'nin el-Es-mâ'ü'l-hüsnâ'smm şerhi ile devam etmekte, ardından müellifin esmâ-i hüsnâ ile ilgili olarak İbn Huzeyme'nin dışında bir senedle tesbit ettiği hadislere ve şerhlerine yer verilmektedir. Ahmed Yûsuf ed-Dekkâk dört nüshasını esas alarak eseri Şe'nıi'd-du'â* adıyla yayımlamıştır (Dımaşk 1404/1984). 7. Kitâbü'l-'Uzle (Kİtâbü'l-İ'tişâm bi'l-Sızle). Müellif bu eserinde uzlet konusunu hadislere dayanarak ele almıştır, önce Kahire'de neşredilen eser (1352), daha sonra Burhâneddin ed-Dağıstânfnin tashih ve notlarıyla
HATTÂBÎ
birlikte İzzet Attâr (Kahire 1356/1937), Kusay Muhibbüddin el-Hatîb (Kahire 1385), Abdülgafûr Süleyman el-Bündârî (Beyrut 1405/1985), Âdil Abdülmevcûd (Kahire 1987) ve Yâsîn Muhammed es-Sevvâs (Dımaşk-Beyrut 1407/1987) tarafından yayımlanmıştır.
Kaynaklarda Hattâbî'nin şu eserleri de zikredilmektedir: Mcfrifetü's-sünen ve'1-âşâr, et-Tıbbü'n-nebevî {Mes'ete fi't-tib), Delâ'ilü'n-nübüvve, Mes'ele fî İbni'ş-Şayyâd. Ayrıca onun fıkha dair Tefsîrü'1-îüğa elletî fî Muhtaşari'1-Mü-zenîadh bir çalışmasından, kelâm ve ke-lâmcıların aleyhinde kaleme aldığı Kitâ-bü'1-Ğunye 'ani'l-kelâm ve ehlih ile Kitâbü Şi'ârü'd-dîn fî uşûh'd-dm (Şi'â-rü'd-dîn ue berâhînü'l-müslimtn). Kitâ-bü's-Sirâc, Kitâbü'ş-Şicâc (Kitâbü'ş-Şt-hâh, Kitabü'n-hiecâh) adlı kitaplarından söz edilmektedir. Kitâbü'l-'Arûs ve Ki-tâbü'l-Cihâd adlı eserler de Hattâbfye nisbet edilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA :
Seâlibî. Yettmetü'd-defır, IV, 383-385; Sem-■ânî. el-Ensâb, I, 348-349; II, 380; İbn Hayr, Fehrese, s. 190, 201;İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, VI, 397; Yâküt. Mu'cemü'l-büldân, I, 414-415; a.mlf., Mıfcemü'l-ûdebâ', IV, 247-260; X, 268-272; İbnü'1-KıfH. İnbâhü'r-ruvât. I, 125; İbn Hal-llkân. Vefeyât. II, 214-216; İbn Teymiyye, Mec-mü'u fetâvâ, V, 58-59; Zehebî. A'lâmü 'n-nü-beiâ\ XVII, 23-28; a.mlf.. Tezkİretü'l-huffâz, III, 1018-1020;Sübkî, raöafcât(Tanâhî), III, 282-290; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 236; Süyûtî, Ta-bakâtü'l-huf'fâz (Lecne), s. 404; a.mlf., Buğye-tü't-uu'ât, 1, 546-547; Taşköprizâde. Miftâhu's-sa'âde, II, 146;Keşfü'z-zunûn.l 108,120,545; II, 1032, 1410, 1739; İbnü'l-İmâd, Şezerât, III, 127-128; Abdülkâdir el-Bağdâdî. Hizânetü't-edeb (Bulak). I, 282-283;Kettânî, er-R/sâ/e(ü7-müstetrafe, s. 44; ZirikH, el-Aclâm, II, 304; Keh-rıâle. Mıfcemü'l'mü'ellifın, II, 61; IV, 74; Sezgin, GAS, I, 118, 150, 211; Brockelmann, GAL {At.}, III, 213; M. Ebû Zehv, el-Hadtş oe'l-mu-haddişûn, Beyrut 1984, s. 252; Ahmed Cemâl el-Ömerî, Mefhûmü'l-i'câzi'l-Kur'ânthatta'l-karni's-sâdisi'l-hicrî, Kahire 1984, s. 55-68; Salih Karacabey. Hattâbî'nin Hadis Itmindeki Yeri ue Şerh Metodu (doktora tezi, 1990. UÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), s. 46-52, 67, 69, 72-81, 143-148, 245; Ahmed Abdullah el-Bâtılî. el-İmâ-mü'l-Hattabi: el-muhaddişü'l-fakth ve'l-edi-bü'ş-şâ'ir, Dımaşk 1417/1996; F. Krenkow, "Commentaries On Hadith", IC, XI (1937), s. 156; A. S. Tritton. "al-Bayan fi I'câzıl-Our'ân by Hamd b. Muhammad ai-Khattâbi", JRAS, sy. 1 (1956). s. 119; Yûsuf el-Kettânî. "et-la'rîf bi-Kitâbi Alâmi's-sünen li't-İmâm el-yattâbî", MMMA (Kuveyt). XXVl/2 (1982). s. 725-734; Fazl Hasan Abbas, "Beyânü i'câzi'l-Kur'ân Ii'l-yattâbî, tahlil ve mukarene ve nakd", Dirâ-sât, XIV/10, Amman 1987, s. 237-281; Ed., i",02(Fr.),IV, 1163.
İM Salih Karacabey 491
HATTÂBİYYE
P HATTÂBİYYE
Ebü'l-Hattâb el-Esedî
(ö. 138/755 [?])
tarafından kurutan
asın bir Şiî fırka.
L J
Kurucusunun tam adı Muhammed b, Ebû Zeyneb Miklâs el-Esedî el-Kûfî el-Ecda' olup Ebü'z-Zabyân ve Ebû İsmail diye de anılır. Benî Esed kabilesinin azatlısı olup mevâlîdendir. Kûfe'de yetişmiş ve faaliyetlerini burada sürdürmüştür. Ebü'l-Hattâb'ın önceleri Ca'fer es-Sâdık'-la iyi münasebetler kurduğu, hatta Nu-sayrî olan Hasîbî'den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber'in Selmân-ı Fârisî için kullandığı sitayişkâr ifadelere benzer sözleri Ca'fer'in Ebü'l-Hattâb hakkında kullandığı ve Anbese en-Nâvûsî'den nakline göre onun için, "İlmimizin ve sırrımızın mahfazası, hayatımızın ve ölümümüzün emini" dediği söylenmiştir. Ayrıca Ebü'l-Hattâb, Ca'fer'in elini kendisinin göğsüne koyarak sahip olduğu gizli bilgileri unutmaması için ona dua ettiğini ileri sürmüş (Massignon. s. 47-48), fakat bu iddia Ca'fer'e bildirildiğinde Ebü'1-Hat-tâb'ın elinden başka hiçbir yerine dokunmadığını belirterek onu yalanlamıştı (Ebû Ca'fer et-TÛsî, s. 291-292). Her ikisi de gâlî olan Hasîbî ve Anbese'nin rivayetleri muteber sayılmamakla birlikte Keş-şî'nin ifadesinden anlaşıldığı üzere Ebü'l-Hattâb başlangıçta Ca'fer'le karşılaşmış, onunla münasebet kurmuş, fakat daha sonra Ca'fer onun bir yalancı olduğunu anlamıştır.
Ebü'l-Hattâb'ın önceleri Ca'fer es-Sâ-dık'ın yakın adamlarından olduğu, fakat Mugire b. Saîd el-İclfyi kendisine örnek alması üzerine aşırılığa saptığı Şiî kaynak-larınca da kabul edilmektedir (Nu'mân b. Muhammed, I, 49). Ca'fer es-Sâdık'in vasîsi sıfatıyla ondan ism-i a'zami öğrendiğini iddia eden, daha sonra Horasan'da Ebû Müslim-i Horasânî tarafından öldürülen Abdullah b. Muâviye'nin Kûfe'-ye dönen mensuplarını (Cenâhiyye) kendi başkanlığında toplayarak diğer mensupları ile birlikte yeni bir gâlî fırka olarak örgütleyen Ebü'l-Hattâb kendisinin melek olduğunu, yeryüzündekilere Allah'ın resulü olarak gönderildiğini, imamlarda ve özellikle Ca'fer es-Sâdık'ta İlâhlık vasfı bulunduğunu ileri sürdü. Kûfe'deki mensuplarını Ca'fer'e ibadete çağırdı, onlara "lebbeyk yâ Ca'fer lebbeyk" diye nida ettirdi. Daha sonra Ebü'l-Hattâb'ın ilâhlığı-
492
nı ilân ederek dinî emir ve yasakları kaldırdığını söyleyen Hattâbiyye mensuplarının hareketleri Kûfe'de düzeni sarsacak hale geldi. Vali îsâ b. Mûsâ, Abbasî Halifesi Mansûr'a durumu bildirince Ebü'l-Hattâb'ın mensupları üzerine bir kuvvet gönderildi. Buna karşı kendi taraftarlarını muharebe düzenine koyan Ebü'l-Hattâb taş ve sopalarla, ok yerine kullandıkları kamışlarla düşmanlarını mağlûp edeceklerini, muhaliflerinin silâhlarının kendilerine zarar vermeyeceğini iddia ederek mensuplarına cesaret vermeye çalıştı. Fakat taraftarları mağlûp olmaya başlayınca daha önce Allah'ın kendisine öyle bildirdiğini, bu durumun ona yeni malum olduğunu söyleyip Muhtar es-Seka-ffden sonra bedâ* görüşünü ileri süren ikinci kişi oidu. Ebü'l-Hattâb, önde gelen mensuplarıyla birlikte 138 (755} veya 143 (760) yılında Fırat nehri üzerindeki Dârürrızk denilen yerde öldürüldü ve başları Bağdat'a gönderildi; cesetleri bir süre asılıp teşhir edildikten sonra topluca yakıldı (Ebû Halef el-Kummî, s. 81-82; Ab-durrahman Bedevî, II, 51; Abdullah Feyyaz, s- 118).
Hattâbiyye fırkasına ait yazılı bir metin mevcut olmadığından fırkanın görüşlerini tam olarak tesbit etmek mümkün değildir. Ancak 11. (VIII.) yüzyılın belirgin özellikleri de dikkate alınıp kaynakların ittifakla naklettiği görüşleri şöylece sıralanabilir: Ebü'l-Hattâb. Ca'fer es-Sâdık'ın koruyucu temsilcisi ve kendisinden sonra imameti devralacak vasisidir. Ca'fer. diğerlerinden farklı olmak üzere ona Allah'ın en büyük İsmini (ism-i a'zam) öğretmiştir. Bütün imamlar peygamberdir. Her devirde iki nebî bulunmaktadır. Bunlardan biri konuşan (nâtık) imam, diğeri ise onun susan (sâmit) vasîsidir. Bu görüş, kısmen değiştirilerek bâtınî gruplar ve İsmâiliyye fırkasının temel prensipleri arasında yer aldığı için İsmâiliyye'nin aslının Hattâbiyye olduğu kanaati yaygındır. İmamlar aynı zamanda ilâhtır; Ca'fer es-Sâdık, babası ve dedeleri de ilâhtır. Onlar Allah'ın oğullan ve sevdikleridir. Allah önce Ali'ye, daha sonra sırasıyla Hasan, Hüseyin, Zeynelâbidîn, Muhammed Bakır ve Ca'fer es-Sâdık'a hulul etmiştir. Kendisine intikali açısından Ca'fer'in ilâhlıgını pekiştirme çabalarını sürdüren Ebü'l-Hattâb, bu iddiası ile açık olarak fertlerin ilâhlıgını ortaya koyan ilk kişidir. Bu iddia Ca'fer es-Sâdık'a ulaştırıldığında onu fâcir ve yalancı diye vasıflandırmış, kendisinin, babasının ve dedelerinin Allah'ın yarattığı kullar olmanın ötesinde
bir nitelik taşımadıklarını belirterek ona lanet etmiştir (Nu'mân b. Muhammed, I, 50).
Ebü'l-Hattâb'ın ilâhlığına inanan mensupları, Ca'fer es-Sâdık'ın da ilâhlıgını kabul etmekle birlikte Ebü'l-Hattâb'ın ondan ve büyük dedesi Ali b. Ebû Tâlib'den üstün olduğunu, Allah'ın Ca'fer'den ayrıldığını ve Ebü'i-Hattâb'a hulul ettiğini savunmuşlardır. İbn Hazm'ın belirttiğine göre o dönemde Kûfe'de Ebü'İ-Hattâb'ın Hanlığına inanan binlerce kişi bulunmaktaydı [el-Faşt, V, 48).
Bütün haramların helâl sayılması ve İbâhîliğin yayılması Hattâbiyye'nin nihaî hedefidir. Rivayete göre Hattâbiyye mensuplarına dinî bir mükellefiyet ağır gelince Ebü'l-Hattâb'dan hafifletilmesini isterler, o da cemaatini bu tür görevlerden muaf tutardı. Bu şekilde namaz, zekât, oruç, hac gibi farzlar terkedilip zina, hırsızlık. İçki. eşcinsellik, fırka dışındakiler aleyhine yalancı şahitlik gibi haramlar helâl sayılıyordu. Öte yandan bu fırka mensuplarının bâtını te'viller yaptıkları. Hz. Ebû Bekir ve Ömer'i sevmedikleri de kaynaklarda yer alan bilgiler arasındadır.
Ebü'l-Hattâb'dan sonra çeşitli fırkalara ayrılan Hattâbiyye'nin en önemli kolları şunlardır: Bezîgiyye. Dokumacılık yapan ve Ca'fer es-Sâdık hayatta iken öldürülen Bezîğ b. Musa'ya tâbi olan bu grup. Bezîğ'in Ebü'l-Hattâb gibi Ca'fer es-Sâdık tarafından gönderilmiş bir nebî ve resul olduğunu kabul ediyorlardı. Bezîğ, daha önce Ebü'l-Hattâb'ın peygamberliğini benimsemiş olmasına rağmen Ebü'l-Hattâb ve taraftarları ondan kesinlikle te-berrî etmişlerdir. Muammeriyye. Allah'ın vasilerin bedenine hulul eden bir nur olduğunu, bu nurun Ca'fer es-Sâdık ve Ebü'l-Hattâb'a hulul etmesinden dolayı onların ilâhlığa yükseldiklerini, daha sonra bunun Muammer b. Ahmer'e intikaliyle Ca'fer ve Ebü'l-Hattâb'ın melekler arasına katıldığını iddia eden bu fırkaya göre, Allah kâinattaki her şeyi kullan için yaratmış olduğundan haram-helâl diye bir sınırlama getirilemez. Bundan dolayı zina ve hırsızlık gibi haramlar, içki içmek, domuz eti, kan. ölmüş hayvanların etini yemek; anne. kız evlât ve kız kardeşle evlenmek, hatta erkeklerin birbiriyle evlenmesi meşru kabul edilmiştir. Umeyrîyye. Umeyr b. Beyân el-İclî'nin mensupları olup peygamberlerin ve imamların ölümsüz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mufad-daliyye. Ca'fer es-Sâdık'ın peygamberliğini değil ilâhlıgını kabul eden bu fırka Mufaddal b. Ömer es-Sayraffye mensup-
tur. Hattâbiyye'nin diğer bir kolu. Ca'fer es-Sâdık'm kuvvetli ve emin olarak vasıflandırdığı, kendisinde Hz. Musa'nın ruhu bulunduğuna inanılan Serî el-Aksam'ın mensuplarıdır. Bu fırkaya göre Serî de Ebö'l-Hattâb gibi Ca'fer tarafından gönderilmiş bir resuldür. Bu grup namaz, oruç, hac gibi ibadetleri ilâh olduğuna inandıkları Ca'fer es-Sâdık için eda etmişlerdir.
Bazı kaynaklar. Hattâbiyye ve Muham-mise'yi aynı fırka olarak gösterirlerse de (Ebû Halef el-Kummî, s. 56) bu görüş yukarıda zikredilen ilk Hattâbiyye fırkaları için geçerli görülmemektedir. Bununla birlikte daha sonraki dönemlerde Hattâbiyye mensuplarının Muhammise ile irtibatı bulunduğu düşünülebilir.
BİBLİYOGRAFYA :
Nâşîel-Ekber. Mesâ^ ilü'l-imâme {n$r. |. van Ess), Beyrut 1971, s. 41; Nevbahtî. Ftraku'ş-Şî% s. 37-41, 58-60; Eş'ari. Makâlât (Ritter), s. 10-13; Nu'mân b. Muhammed, De'â'imü't-lslâm{nşt Âsaf Feyzî), Kahire 1985,1,49-50; İbn Bâbeveyh, Kemâtü'd-din ve temâmü'n-ni'me (nşr. Mi Ekbei el-Gaffârî), Kum 1405, II, 485;Ebû Halef el-Kummî, Kitâbü'l-Makâtât ve'l-fırak (nşr. M.Cevâd Meşkûr), Tahran 1963, s. 50-60, 81-82; Bağdadî. el-Fark (Abdülhamîd), s. 247-250; İbn Hazm. e/-Faş/(Umeyre), V, 48-49; Ebû Ca'fer et-Tûsî, Ihtiyâru Ma'rifeti'r-ricâl(nşr. Hasan el-Mustafavî). Meşhed 1348, s. 290-308; Şehristânî. et-MÜel (Kîlânî). I, 179-181; Neşvân el-Himyerî. el-Hürû'l-'în (nşr. Kemâl Mustafa). Kahire 1367/1948, s. 166-168; Adudüddin el-İcî, Şerhu'l-Meuâktf, İstanbul 1292, II. 484; B. Lewis. The Origins of Ismailism, Cambridge 1940, s. 32-33; a.mlf.. ■ıAbuıl-Khattab", Et2 (İng.), I, 134; W. lvanow. The Alleged Founder of Ismailism, Bombay 1946, s. 113-114; L. Mas-signon, "el-Münhana'ş-şahsî li-hayâtî'1-Hal-lâc" (trc. Abdurrahman Bedevî. Şahşiyyât kati-kafı'l-İslâm, Kahire 1947 içinde), s. 47-48; Abdurrahman Bedevî, Mezâhibü'l-İstâmiyytn, Beyrut 1973, II, 51-58;Abdullah Feyyaz, Tântju'l-Imâmiyye, Beyrut 1395/1975, s.118-122; Ali Sami en-Neşşâr, Neş'etü'l-fıkri'l-felserı fı'l-İs-lam. Kahire 1977, II, 231-245; Kâmil Mustafa eş-Şeybî. eş-ŞıIa, Beyrut 1982,1, 146-151; Fethî M. ez-Zağbî, Ğulâ(ü'ş-Ş?a, Tanta 1409/1988, s. 311-321; W. Madelung. "Khattâbtyya", El2 (İng), IV, 1132-1133; A. Sachedina, "Abu'1-Kât-tab", Elr., I, 329-330.
HATTAT
Hasan Onat
Arap harflerinden doğan İslâm yazısını sanat gayesiyle yazan ve öğreten kişi.
Sözlükte "yazı yazmak, işaret koymak" gibi mânalara gelen hat masdanndan türetilmiş mübalağalı ism-i fail olan hattat kelimesi sülüs, nesih ve nesta'lik gibi
İslâm yazılarını güzel yazan ve öğreten sanatkâr demektir. Kelimenin ilk defa hangi tarihte kullanıldığı hususunda kesin bilgi yoktur. Mahmut Bedrettin Yazır kaynak göstermeden güzel yazmayı meslek edinenlere eskiden kettâb denildiğini, hattat tabirinin Yâküt el-Müsta'sımî1-den itibaren başladığını söyler {Kalem Güzeli, ı, 26). Nihad Çetin ise kelimenin muhtemelen VI. (XII.) yüzyılda kullanılmaya başlandığı, önceleri "okuma yazma öğreten" anlamında kullanılan hattatın zaman içinde "hüsn-i hattı icra eden sanatkâr" mânasını kazandığı görüşündedir {İslâm Kültür Mirasında Hat San 'a-ti, s. 29). Nitekim Yâküt el-Hamevî, Muc-cemü'l-üdebâ* adlı eserinde Ömer b. Hüseyin'in (ö. 552/1157) "Hattat" lakabı ile tanındığını kaydetmektedir (XVI, 60, 90). Ancak M ustaki mzâde, IV. (X.) yüzyılda yaşamış olan Nizâmî-i Tebrîzfnin "hat-tât-ı azîzân" unvanıyla anıldığını, kaynaklarda en eski tarihli olarak bunu tesbit ettiğini belirtmektedir (Tuhfe, s. 309).
Arap hattını yazanlara verilen en eski isim kâtiptir. Asr-ı saâdet'te Hz. Peygamber tarafından dinî, siyasî, idarî, askerî ihtiyaç ve zaruretlere bağlı olarak vahiy kâtipliği, sır kâtipliği, mektup ve iktâ kâtipliği, ahidnâme ve sulh kâtipliği görevleri ihdas edilmişti. Bu dönemde sanat endişesi gözetmeden günlük yazışmaları yapan kişilere verilen bu unvanın daha sonra hat sanatını icra edenler için de kullanıldığı görülmektedir. Emevîler'in son, Abbâsîler'in ilk yıllarında sanatkâr hüviyetleriyle kâtip unvanı alanlar arasında Dahhâk b. Aclân el-Kâtib. İshak b. Hammâd el-Kâtib, câriye Sena' el-Kâtibe gibi isimler zikredilebilir.
Kâtip kelimesi, "kâtib-i sultanî" ifadesinde görüldüğü gibi Osmanlı saray hattatlarının resmî unvanı olmuştur. Abdullah Kırîmî "Kâtİb-i Tatar" (Âlî Mustafa, s. 8), Şeyh Hamdullah'ın hocası Hayreddin Mar'aşî "Kâtib Hayreddin" diye şöhret bulmuştu {a.g.e., s. 26), II. Bayezid devrine (1481-1512) ait bir in'âmât defterinde Şeyh Hamdullah da kâtip diye anılmıştır (Serin. s. 33). Bu sebeple Şeyh Hamdullah eserlerine "Kâtibü's-sultânî" diye imza koymuştur (bk. TSMK. Emanet Hazinesi, nr. 71). Hattat Ömer (ö. 1130/1718). İsmail Zühdü (ö. 1221/1806) ve Abdülkadir Şükrü (ö. 1221/1806) efendiler de "kâtib-i sarây-ı sultanî" unvanını alan hattatlar arasında zikredilebilir.
Nefeszâde İbrahim Efendi'nin Gülzâr-ı Savâb'm birinci kısmına "Tabakât-ı Küt-tâb". Suyolcuzâde Mehmed Necib Efen-
HATTAT
di'nin eserine Devhatü'l-Küttâb adını vermeleri Osmanlılar'da hattata kâtip de denildiğinin delili olarak kabul edilebilir.
Kâtip kelimesi böyle bir mâna kazanmakla beraber hattı sanat gayesiyle meslek edinenlere verilen ilk unvan muharrirdir; güzel yazı yazmaya da tahrir denilmiştir. Bu unvanı ilk defa kullananın Kutbe el-Muharrir (ö. 154/771) olduğu bilinmektedir. Osmanlılar devrinde bir hüsn-i hat risalesi kaleme alan Taczâde Mehmed (ö. 996/1588), eski hat üstatlarından bahsederken "yazar" kelimesini kullanmakla muharririn Türkçe'deki karşılığını vermiş olmalıdır.
II. (VIII.) yüzyılda, bilinen ilk müntesibi Mâlik b. Dînâr(ö. 131/748) olan.verrâk adıyla anılan bir meslek zümresi ortaya çıkmıştır. Verrâkların asıl işi, o sıralarda şekillenmesini henüz tamamlamaya çalışan kıraat ve imlâ kaidelerine uygun, hatasız okunabilen mushafları, daha sonraları ise çeşitli konularda telif edilmiş eserleri ücreti karşılığında istinsah etmekti. Bununla beraber aralarında güzel yazma gayretinde bulunanlar da vardı. Abbasîler devrinde Bağdat'ta gelişen kültür faaliyetlerine bağlı olarak sayıları çoğalan verrâklar, kitap istinsah etmelerinin yanı sıra dükkânlarında hat malzemesi de satmaktaydılar. Bilhassa "men-sûb hat" devri idrak edildikten sonra verrâklar arasından hattın sanat olarak meydana çıkışına zemin hazırlayan şahsiyetler de yetişmiştir. İbnü'l-Bevvâb'ın hocası olan Muhammed b. Esed (ö. 410/1019) bunların en önde gelenidir.
VI. (XII.) yüzyıldan itibaren kâtip, muharrir ve verrâk kelimelerinin yerine geçen hattat kelimesi Osmanlılar'da da revaç bulmuş, Taczâde Mehmed'in hattat anlamında kullandığı yazar kelimesi tutulmamıştır. İran sahasında isehoşnüvis (güzel yazan) kelimesi benimsenmiştir. Hat ve hattatlardan bahseden Osmanlı kaynaklarında fazla yaygın olmamakla beraber hattat mânasında hoşnüvis, yazı hususiyetlerine göre de nesta'lik yazana "ta'liknüvis", celî sanatkârına "celînü-vis" (İran'da "gündenüvis"), divanî hattatına "çepnüvis" denildiği de görülmektedir (Müstakimzâde. s. 753; Âlî Mustafa, s. 5; Mehmed Necib Suyolcuzâde, s. 128).
Hat sanatının öğretim ve eğitimi bu sanata lâyık olduğu ilgiyi gösteren İslâm ülkelerinde köklü bir disiplin içinde yürütülmüş, oluşan hat mektepleri (ekol) geleneğe bağlı kalarak tekâmülünü sürdürmüştür. Hat öğretim ve eğitimi konusun-
493
da XV. yüzyıldan öncesine ait bilgiler oldukça kısıtltysa da bu yüzyılın sonlarından itibaren hat sanatının merkezi haline gelmiş olan İstanbul'daki uygulamalar bu konuda yeterli fikir verecek seviyededir.
Osmanlı sıbyan mekteplerinde çocuklara Kur'ân-ı Kerîm kıraatinin yanı sıra hüsn-i hat da öğretilirdi. Kıraati ve hattı öğreten hoca aynı şahıs olabileceği gibi bazı mekteplerde hat öğretimi İçin ayrı bir hoca belirli günlerde mektebe gelerek çocuklara çalışmaları için örnek bir satır verirdi. Talebeye verilen bu Örnek satıra "meşk" denildiği için yazı öğrenimi yerine "meşk almak", öğretimi yerine de "meşk etmek" veya "meşk vermek" tabirleri kullanılmıştır. Hemen hepsi vakfedilmiş olan bu mekteplerin kadrosunda bir hat muallimi bulunmuyorsa bazı hayır severlerin bu vasfı taşıyan hocaları ücretini ödeyerek vazifelendirdikleri de görülmüştür. Zamanımıza intikal eden meşklerine bakarak sıbyan mektebinde çalışan hat muallimlerinin birçoğunun orta derecede hattat olduğu bile söylenemez. Ancak bu mekteplerde verilen hat eğitiminin gayesi hattat yetiştirmek değil eli yazıya, dolayısıyla bir dereceye kadar ölçülü olmaya alıştırmaktır. Bununla beraber sıbyan mektebinde almaya başladığı hat dersini kabiliyetiyle ileriye götüren üstatlar da görülmüştür. Meselâ XX. yüzyılın en büyük isimlerinden Sami Efendi (ö. 1912} husn-i hatta, sıbyan mektebindeki hocası Boşnak Osman Efendi'nin yazdığı sülüs -nesih meşk-leriyle intisap etmiştir. Hattâ, sanatında yüceldiği yıllarda sülüs - nesih hattını kimden öğrendiğini kendisine soranlara, asla küçümsememeleri ve bir Fatiha ile anmaları şartıyla hocasının adını söylediği, yazdığı meşkleri de çıkarıp gösterdiği bilinmektedir.
494
Sanat gayesiyle yazılan hattın öğrenimine gençlik çağlarında başlamak âdeti yaygınsa da Şeyh Hamdullah'ın talebelerinden Receb Revânî Çelebi (ö. 958/1551) örneğinde olduğu gibi elli yaşından sonra bile hat öğrenmeye başlayıp üstün başarı gösterenlere de rastlanmaktadır. Hattatın meşru bir mazereti olmadıkça öğretmekten kaçınması alışılmış bir davranış değildir. Ancak bazı üstatların birtakım kayıtlar getirdikleri de vâkidir. Meselâ sülüs-nesih üslûbu hâlâ aşılamayan Mehmed Şevki Efendi'nin (ö. 1304/1887) meşk yazmaktaki titizliğinden dolayı sadece on talebeye ders gösterdiği ve ancak icazet vererek mezun ettiklerinin yerine yeni talebe aldığı, buna mukabil ta'-lik hattının unutulmaz ismi Yesârî Mehmed Esad Efendi'den (ö. 1213/1798) ders alanların aşırı derecede fazla olduğu, hatta meşhur kâğıtçı Kadri Usta'nın onun evinin önünde oturup gelenlere aharlı meşk kâğıdı satarak geçimini sağladığı bilinmektedir. Meşke devam edenlerin çoğu medrese talebesi olduğundan Ye-sârî'nin bu tarzdaki meşkleri hakkında "softa meşki" tabiri yaygındır.
Hat üstatları Enderûn-ı Hümâyun, Dî-vân-ı Hümâyun, Galata Sarayı. Muzıka-i Hümâyun gibi resmî veya medrese, mektep gibi vakfedilmiş bir öğretim kurumunda hat eğitim ve öğretimi yaptıkları gibi, evlerinde de haftanın bir veya iki gününde yazı meşkeder, bunun karşılığında hiçbir maddî çıkar beklemez, hatta hediye bile kabul etmezlerdi. Sanatın zekâtı kabul edilerek yüzyıllardır yürütülen bu gelenek son zamanlara kadar korunabil-miştir. Ancak bir mektepte hat öğretenlere günlük veya aylık bir ücret ödenirdi. Meselâ Şeyh Hamdullah'ın (ö. 926/1520} 30. Ahmed Karahisârfnin (ö. 963/1556) 15-16 akçe yevmiye aldıkları Menâkıb-ı Hünerverön'da belirtilmektedir. Aynı şekilde bazı külliyelerde "meşkhâne" ya-
hut "yazı odası" olarak anılan ve hat meşkine tahsis edilmiş bulunan hücreye haftanın muayyen gün veya günleri gelen hat üstatlarına da vakfiye gereği bir ücret tahsis edilmiştir. Misal olarak Nuru-osmaniye Medresesi1 ndeki yazı odasında Abdullah Zühdü ve daha sonra Filibeli Hacı Arif efendilerin, Çarşıkapı'daki 195T-de yıktırılmış olan Kemankeş Mustafa Paşa Medresesi'nde Sami Efendi'nin yıllarca hat muallimliğini sürdürdükleri ve birçok hattat yetiştirdikleri zikredilebilir. 1914 yılında hüsn-i hattın ihyası için açılan Medresetü'l-hattâtîn'in muallim maaşlarının da vakfiyelerde esasen mevcut olduğu halde fiilen harcanamayan hat muallimi ücretlerinin birleştirilmesiyle toparlandığı bilinmektedir.
Hat öğretiminde üçüncü bir yol da varlıklı kimselerin çocukları ve aile efradı için bir hat muallimini haftanın belirli günlerinde konaklarına davet etmeleriydi. Böyle meşklerde de hocanın kararlaştırılan ücreti alması tabii sayılırdı.
Hat sanatı talebeye "müfredat meşki" ve "mürekkebat meşki" adı verilen iki merhalede öğretilir. Müfredat meşkinde harflerden önceki satıra sülüs-nesih meşklerine mahsus olmak üzere, "Rabbi yessir velâ tüassir rabbi temmim bi'l-
hayr" duası her iki hat neviyle de yazılır. Meşkedilecek yazı cinsine göre elifbadaki harfler önce teker teker satır halinde sıralanarak öğretilir: Elif, be, cîm, dâl, râ, sîn...; "hurûf-ı mukattaa" denilen bu temel harflerde nokta farkıyla değişik ses veren harf şekillerinden sadece biri gösterilir. Meselâ cîm öğrenildikten sonra çe, hâ veya hı gibi ses farkını konulan noktalarla kazanan harfler eğer şekil itibariyle farklılık gösteriyorsa bu da meşkte yerini alır. Yine bunun gibi sîn harfi dişli olarak tarif edilmişken bunun keşîdeli şeklinin üstüne üç nokta konularak şîn harfi de öğretilmiş olur. Ancak sîn harfinin mutlaka dişli yazılması gerekmez, keşîdeli olarak da yazılabilir. Daha sonraki safhada iki harfin bitişmesi öğretilir. Bunda da bir başka harfin önüne geldiklerinde birbirinin benzeri şekle giren harflerden (meselâ be-pe, te-se, nun-ye; cimce, ha-hi; sin-şın; sad-dad; tı-zi; ayn-gayn; fe-kaf gibi) elifbada ilk geleninin meşkedilmesi yeterli bulunmuştur. Yani harflerin öğretiminde ses değil şekil farklılıkları ön plandadır. Müfredat meşkini bitirdiğinde talebenin hat sanatına kabiliyetinin bulunup bulunmadığı hoca tarafından anlaşılacak hale gelmiş olur. Talebenin hattatlığa ilgisini ölçmek için bazı hocaların öğretimin bu ilk safhasında onlara dersi gününde yapmamak, kasten bekletmek gibi birtakım zorluklar çıkardıkları da vâkidir. Hat sanatına gönülden bağlı olanların şevkini daha da arttırmak, sönük heveslilerin kendiliğinden tasfiyesini sağlamak bu gibi tedbirlerle
Dostları ilə paylaş: |