SUNUM
Ozanlık geleneği deyince tarihin derinliklerinden atalarımızın yarattığı kültür değerleri usumuza gelir. Bu bağlamda Ozanlığın başlangıcını insanlığın gelişimine bağlı olarak algılamak gerekir. Tarihsel süreç içerisinde Ozanların yarattıkları ürünlerin günümüze ulaşması ise eserlerin yazıya geçirilmesiyle ilgilidir. Araştırmacı- yazar –akademisyen dostum Mehmet Yardımcı, bu konuda yazdığı bir şiirinde geleneğin başlangıcını şu şekilde dile getirmektedir.
Hazar ötesi Türkmenler arasında
İki telli tambur çaldım
Koşuklar okudum
Bahşi dediler adıma
At bindim Asya bozkırlarında
Hanların hakanların yanında bulundum
Kopuz yaylattım kucağımda
Ozan dediler adıma
……………………………..
Yardımcının şiiri böylece?? uzayıp gitmektedir. Bu da bize geleneğin geçmişten günümüze ozanlığın nasıl ulaştığını çok güzel özetler niteliktedir. Bu gelenek salt şiirle değil, destanlarla da günümüze ulaşma olanağı bulmuştur. Yazıya geçirilmiş bilinen destanlar olarak Oğuz Kağan Destanı, Atilla destanı, Manas destanı gelmektedir. Yine Dede Korkut hikâyelerindeki destansı anlatım da günümüz âşıkları için örnek teşkil etmektedir.
Bu eserde temele aldığımız temel problemin 7 Ulu Ozan olarak yapılan tasnifin eksikliğine olan itirazdır. Yunus gibi, Kaygusuz Abdal, Yemini, Virani baba, Edip harabi gibi Alevi- Bektaşi Ozan Geleneğinin en büyük ustalarının bu tasnifin dışında tutulmalarının yarattığı rahatsızlıktır. Bu 7 Ulu Ozan hangi kıstasa göre ayırıma tabi tutulmuştur? Eğer şiirlerinin içerisinde Ali sevgisi Kerbela acısı Ehlibeyt sevgisinin eserlerinde sıkça tema edilmesi ise de bu ayırım da gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Yunus Emre’nin, Kaygusus Abdal’ın Alevi-Bektaşi geleneğine yaptıklar katkı yadsınmamalıdır. Ayrıca Ozanlık Geleneği içinde yer alıp geleneğin temsilcisi sayılan diğer ozanlar neden bu ayırımın dışında tutulmuştur? Bu soru hepçe sorgulanmaktadır.
Bu eserde Alevi- Bektaşi geleneğine sadık kalarak ozan sayısını 12’ye çıkarttık. Bu ozanlardan Yunus Emre ile Kaygusuz Abdal’ın yerinin tartışmasız olacağını düşündük. Ayrıca diğer üç ozanında yukarıda belirtilen kriterler doğrultusunda eser verdiklerini kabul ettiğimizden Ulu ozan olarak kabul edilmesinin gerektiğini düşündük. Karacaoğlan ve Dadaloğlu Alevi olmalarına karşın bu gelenek içinde çok görülmemelerinden dolayı onları Ulu ozan olarak düşünmedik. Teslim Abdal şiirlerinin yoğunluğu ve günümüz sanatçılarının bu şiirleri sıkça seslendirmeleri Alevilikte yerine oturması bakımından bunu önemsedik. Diğer bir ozanımız ise Aşık Dertlidir. Dertlinin Alevi-Bektaşi alanında şiirleri kuvvetlidir Dertlinin Bektaşiliğe sonradan intisap etmesine rağmen yaşamını bu değerler uğruna yitirmesi bu payeyi alması için yeterli değimlidir? Edip Harabi’yi ise bu anlamda Enelhak felsefesinin özüne inmesi ve uzun şiirlerinde bunu derinlemesine işlemesini önemsedik. Bu konunun çok netameli olduğunun ayırdındayım. Nihayetinde bu seçki yazarın yukarıda belirttiği kriterlere göre tasnif edilen bir seçkidir. Nihayet başka yazar ve araştırmacılar hatta okur dostlarım farklı tasnifler yaparak farklı ozanları seçkiye dahil edebileceklerdir. Siz değerli okur dostlarımdan konuyla ilgili olarak dönütlerinizi beklediğimi de belirtmeliyim.
Gülağ Öz
Ankara 2017
YUNUS EMRE
Yunus Emre çok büyük bir ozandır. 7 Ulu Ozan arasında adının geçmemesi, o kategoriye alınmaması, görmezden gelinmesi büyük bir eksikliktir. Yunus Emre yok sayılıp görmezlikten gelinse de o yine edebiyatımızın en büyük sanatçısıdır.
Yunus Emre'nin doğum tarihinin 1240, ölümünün de 1323 olduğu yönünde kayıtlar mevcuttur. Doğum yeri olarak farklı yerler dile getirilmektedir. Yunus Emre dediğimiz Türk tekke ve tasavvuf edebiyatının öncüsü sayılır. Yunus'un dili 13.yy saray ve yöneticilerin, medreselerin dili değil, yaşadığı çevrenin, halkın dilidir. Yunus Selçuklu devletinin eğitim ve resmi dil anlayışının altında ezilmemiş, halkının dilini eserlerine yansıtmış, yaşatmıştır. Yunus, sırtında heybesi, elinde asası yöreleri adım adım dolaşmış halkın yoksulluğunu, çilesini görmüş ve bu çileyi şiirlerine yansıtmıştır.
Yazar İsmail Özmen’e göre bilinenlerin aksine Yunus'un iyi bir eğitim gördüğünü, döneminin tüm bilimlere aşina olduğunu şu sözlerle ifade ediyor.
"Yunus Emre, söylencelerdeki saf köylü Yunus’a pek benzemiyor; onun medrese eğitimi gördüğü, Arapça ve Farsça bildiği, İran ve Yunan mitolojisi ile tasavvuf ve tarihi iyice incelediği, Vahdet-i vücut (varlık birliği) öğretisine derinlemesine dalabilen olağanüstü yetenekte bir tasavvuf şairi, yorumcusu ve dilci olduğu bilinen kesin olgulardandır. Taptuk Emre ile Hacı Bektâş Veli’nin mürididir. Hacı Bektaş Veli, gerçeğe, Tanrı'ya, evrensele, her şeyin özüne varmak için "Şeriat-tarikat-marifet-hakikat" adlarını verdiği dört bilgi yöntemi, dört kapı belirlemiştir. Bu yöntemlerle tasavvuf felsefesi içinde yer alan, Bâtıni görüşlere mizaç olarak en çok yakın duran Alevi/Bektaşilerdir. Yunus’un Şeyhi ve mürşidi olan Taptuk Emre Horasan erenlerinden olup, Sinan Ata' nın ardılıdır, Hacı Bektaş Veli'ye bağlıdırlar. Bir divanı vardır.1
Tarihi kaynaklar Yunus Emre'yi saf bir köylü olarak, kıtlık zamanı Hünkâr Hacı Bektaş Veli'ye buğday istemeye giderken gösterir.
Sivrihisar'ın güneyinde Sarıgöl derler, bir köy vardı. O köyde doğmuş Yunus Emre adlı biri vardı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere yakındır. Yunus, tarımla uğraşan, Yoksul bir adamdı. Bir yıl kıtlık olmuştu, ürün hasat edilememişti. Hacı Bektaş’ın namını o da duymuştu. Gideyim, biraz rızık isteyeyim dedi. Bir öküze alıç yükledi, Karaöyük’e vardı., Hünkâr’a, yoksul bir adamım, ekinimden bir şey alamadım, yemişimi alın, karşılığını lütfedin ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim dedi. Hünkâr, emretti, alıcı yediler.
Bir iki gün sonra Yunus, memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr, bir derviş gönderdi, soran dedi, “buğday mı verelim, nefes mi? Yunus’a sordular, ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek dedi. Hünkâr’a bildirdiler. Buyurdu ki: “Her alıcın çekirdeği" başına on nefes verelim. Yunus’a, bunu söylediler, ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek dedi. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklediler, yola düştü. Fakat köyden çıkar çıkmaz; “ne olmayacak iş ettim ben. vilâyet erine vardım, bana nasip sundu. Her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul etmedim. Verilen buğday birkaç gün yenir, biter. Bu yüzden o nasiplerden mahram kaldım. Döneyim, tekrar varayım, belki gene himmet eder” dedi. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye geldi. Buğdayı indirdi, erenler dedi, bana himmet ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana, dedi.
Halifeler, gidip Hünkâr’a durumu bildirdiler. Hünkâr; “bu iş, bundan böyle olmaz, o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye sunduk. Ona gitsin, nasibini ondan alsın” dedi. Halifeler, Hünkârın sözlerini Yunus Emre’ye söylediler. O da Tapduk Emre’ye gitti, Hünkâr’ın selâmını söyledi, olanı biteni anlattı. Tapduk; selâmı aldı, safa geldin, kademler getirdin, halin bize malûm oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al dedi.
Yunus, Tapduk Emre’nin tekkesine hizmet etti, ormandan odun taşıdı. Yaş ağaç kesmez, eğri odun getirmezdi. Tekkeye bu şekilde Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Tapduk Emre’ye bir neşe geldi, hâllendi. Meclisinde Yûnus-ı Guyende adlı bir şair vardı, ona, söyle dedi. O, mırın kırın etti, söylemedi. Tapduk, Yûnus dedi, sohbet et, şevkimiz var, işitelim. Yûnus gene söylemedi. Bu sefer Tapduk, Yûnus Emre’ye döndü, Hünkâr’ın nefesi yerine geldi, vakti tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle dedi. Hemen Yûnus Emre’nin gözünden perde kalktı, söylemeye başladı. Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu.2
Taptuk Emre'nin dergâhı Aksaray ilinin Ortaköy ilçesinin bir köyünde bulunmaktadır. Bugün bile Taptuk Emre tekkesine ait dönemin bazı taştan yapılmış masa ve oturakları hala yerinde durmaktadır.
Yunus Emre her ne kadar mitolojik bir anlatımla Taptuk dergâhı ilişkisi anlatılsa da Yunus'un bu dergâhta önemli bir eğitimden geçtiği, döneminin bütün bilimlerinden haberdar olduğu bir geçektir.
Yunus bilim öğrenmeden önce ‘kendini bilmeye’ yönelmiş kul iken sultan olmuş, yaratan ve yaratılanın kendi olduğuna karar vermiş büyük bir ozandır.3
Yunus'un şiirleri incelendiğinde onun yolunu çok açık şekilde görmek mümkündür. O her zaman hakkın ve halkın hizmetindedir. Yunus kendi yaşadığı sorunların, sıkıntıların toplumun yaşadığı sorunlardan bağımsız olmadığının bilincindedir. O'nun bilinci, eğitimi uzak görüşlülüğü hiç bir zaman seçkin zümrenin yanında yer almasına izin vermemiştir. O bir derviştir. Dervişliğini tekke yaşamından alarak tekrar halkına sunmuştur. "Dervişlik, dinlerin, mezheplerin hatta tarikatların az çok dışında, belli kuralları, kitapları da olmayan bir ahlâk okulu, bir insanlık disiplinidir" diye yanıtlıyor bilim insanı Gölpınar’lı.. Dervişlik kişinin kendi adına kendini tatmin etme sanatı değil, kendin halkın hizmetine verendir.
Dervişlik dedikler
Hırka ile taç değil
Gönlünü derviş eden
Hırkaya muhtaç değil
Hırkanın ne suçu var
Sen yoluna varmazsan
Var git yolunca yürü
Yalın ayak baş açık
Yunus uzun yıllar Taptukla aynı yörede yaşadığı gibi, tanrıya kavuştuklarında da bir birlerine çok yakın mekânlarda da sırlanmışlardır. Yunus'un mezarının Aksaray ile Niğde arasında sorun olunca Kültür Bakanlığınca bu konuda bilirkişi olarak incelemelerde bulunmak üzere Aksaray'a gitmiştik. Aksaray Ortaköy'de Taptuk Emre'nin tekkesini inceledikten sonra Yunus'un türbesi olan yeri gösterdiklerinde. Dağın zirvesinde taşlarla türbe haline getirilmiş açık mezardan güney ve kuzey cephelere baktığınızda güney cephede Taptuk dergâhı, kuzey cephede Hacı Bektaş tekkesini görüyorsunuz. Bu da gösteriyor ki bazı bölgelerde olduğu gibi Yunus'un gömütü, Taptuk'un gömütüne çok yakın ya da yan yana olduğunu göstermektedir. Yani Yunus mürşidinden hiçbir zaman kopmadığını türbelerinde de görmekteyiz.
Taptuk Emre’nin de çeşitli yerlerde makam mezarları vardır. Söylenceye göre, o Sakarya nehrinin kuzeyinde şimdiki Sarıyer Barajına çok yakın, Nallıhan ilçesine bağlı Emre köyünde yatmaktadır. Cahit Öztelli türbenin bir zaviye niteliğinde olduğunu söyler. İki de belge gösterir. Bunlardan birinde “köy halkı Kızılbaş olduğu ve alenen ayin yaptıkları için tekkeye doldurularak 1781 yılında yakıldıklarına” dairdir. 1777 de tekkeye bir postnişin atanmıştır. Tekkenin Osmanlılar bu toprakları fethettiği vakit orada bulunduğu, “Feth-i Hakâniyenden beri” tanındığı resmî belgeyle sabittir 4
Yunus Emre şiirlerin de Tapduk’un Baraklı olduğunu söyler. Taptık Emre ile Yunus’un Orhan Bey döneminde yaşadıkları söylenirse de bu pek gerçekçi görülmüyor, ikisi de daha önce yaşamışlardır.5
Yunus'ta varlığın birliği öylesine de belirgindir ki, bütün dizelerinde bunu açıkça belirtir. Onda Hallac'ın enelhak söylemi şiirlerinin içine öylesine sinmiştir ki burada tasavvufun ne kadar derin olduğunu anlayabiliriz.
YUNUS ŞİİRLERİ
Araya araya bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasip eylese görsem yüzünü
Ya Muhammed canım arzular seni
Yunus övdü durdu seni dillerde
Dillerde dillerde hem gönüllerde
Ağlaya ağlaya gurbet ellerde
Ya Muhammed canum arzular seni
* * *
Hazreti Ali babaları
Muhammed'dir dedeleri
Arşın iki küpeleri
Hasan ile Hüseyin'dir
Kerbelâ’nın ta içinde
Nur balkır gökçek saçında
Yatarlar nurlar içinde
Hasan ile Hüseyin'dir.
Dervişlik dedikleri
Er var dirlik dirilmiş
Hırka ile taç değil
Gönlünü derviş eden
Hırkaya muhtaç değil
Hırkanın ne suçu var
Sen yoluna varmazsan
Var git yolunca yürü
Yalın ayak baş açık
Er varlık dirlik dirilmiş
Yalın ayak aç değil
Durmuş marifet söyler
Erene Yunus Emre'm
Yol eriyle yoldadır
Yolsuza yoldaş değil
İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ha bir kuru emektir
Dört kitabın manası
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır
Yunus Emre der: Hoca
Gerekse bin var hacca
Hepsinden de iyice
Bir gönüle girmektir.
Hakk’ı kaçan bulasın
Hak'ka kul olmayınca
Erenler eşiğine
Yaslanıp yatmayınca
Bir bağ ki viran ola
İçi dikenle dola
Ayıklamak neylesin
Od ile yakmayınca
Issızlık u yabanda
Od mu bulunur onda
Kavı taşı çakmağı
Bir yerde olmayınca
Issızlıkta kalma sen
Odunu söndürme sen
Odu kaçan bulasın
Sen yavu varmayınca
Ol hakikat güneşi
Doğar vahdet burcundan
Şûle vermez Yunus'a
Hicaplar kalkmayınca
*****
Hak müyesser etse varsam
Güzel kâbetullah sana
Bakuben hayranım olsam
Güzel Kâbetullah sana
Kara donuna bürünür
Arşla beraber görünür
Sana varmayan yerünür
Güzel Kâbetullah sana
Gümüşten kapı açmışlar
Mermerinen döşemişler
Altın kuşak kuşatmışlar
Güzel Kâbetullah sana
Kâbe'nin çevresi dağlar
Didar görmüş sular çağlar
Âşık Yunus durmaz ağlar
Güzel Kâbetullah sana
********
. ****
İki cihan zindan ise
Gerek bana bostan ola
Ne gam gussa günahıma
Çün inayet dosttan ola
Varam ben dosta kul olam
Her dem açılam gül olam
Ya söyliyem bülbül olam
Durağı gülistan ola
Şükür Hak’kı gördü gözüm
Erenlere toprak yüzüm
Söz bilene iş bu sözüm
Gerek şekeristan ola
Aşkına doymadı özüm
Açıldı ansızın gözüm
Yunus Emre senin sözün
Âlemlere destan ola
******************
Bir Şah’a kul olmak gerek
Hergiz ma'zûl olmaz ola
Bir eşik yaslanmak gerek
Hiç sarraflar bilmez ola
Çevik bahri olmak gerek
Bir denize dalmak gerek
Bir gevher çıkarmak gerek
Kimse elden almaz ola
Bir toyu toylamak gerek
Bir soyu soylamak gerek
Bir sözü söylemek gerek
Hergiz ol gül solmaz ola
Bir kuş olup uçmak gerek
Bir kenara geçmek gerek
Bir şaraptan içmek gerek
İçenler ayılmaz ola
Bir bahçeye girmek gerek
Hoş teferrüç kılmak gerek
Bir gülü yaylamak gerek
Melekler de bilmez ola
Kişi âşık olmak gerek
Ma'şukayı bulmak gerek
Aşk oduna yanmak gerek
Ayruk oda yanmaz ola
Yunus imdi var tek otur
Yüzünü hazrete götür
Özün gibi bir er getir
Hiç cihana gelmez ola
************
Ben dost ile dost olmuşum
Kimseler dost olmaz bana
Münkirler bakar gülüşür
Selâm dahi vermez bana
Ben dost ile dost olayım
Ölmezden evvel öleyim
Mevlâ'nın kemter kuluyem
Kimse baha saymaz bana
Kimseler bilmez halimi
Sanurlar ki ben deliyem
Ben dost bağı bülbülüyem
Canımı kurban vereyim
Dünya bâki kalmaz bana
Ben âşık-ı bî-çâreyim
Baştan ayağa yareyim
Ben bir deli divaneyim
Aklım da yâr olmaz bana
Bülbül oluben öterim
Gül alırım gül satarım
Namusü ar olmaz bana
Dost bahçesinde biterim
Bağübanu olmaz bana
Derviş Yunus nice diyem
Ben bu cihanı terk idem
Yana yana dosta gidem
Perde hicap olmaz bana
Ey âşıklar ey âşıklar
Aşk mezhebi dindir bana
Gördü gözüm dost yüzünü
Kamu yas düğündür bana
Ey padişah, ey padişah
Üş ben beni verdim sana
Genc-ü hazinem kamusu
Sensin benim önden sona
Evvel dahi bu akl-ü can
Senin ile asl-ı kân
Âhır yine sensin mekân
Us varurem senden yana
Ayruk bana ben dimeyem
Kimesneye sen dimeyem
Bu kul o sultan dimeyem
İşitenler kalsın tana
Dost aşkına ulaşaldan
Dünya ahiret birdir bana
Ezel ebed sorar isen
Dün ile bu gündür bana
Ayruk bize yas olmaya
Gönlümüze pas olmaya
Zira Hak'tan gelen avaz
Savulmaz düğündür bana
Senden sana varır yolum
Senden seni söyler dilim
İlle sana ermez elim
Senin ile varam sana
Ol dost beni veribidi
Var dünyayı bir gör dedi
Ol dostların sevindiği
Yarınım bugündür bana
Kullarına vâd eyledi
Yarınki gün görmem dedi
Ol dostların sevindiği
Yarınım bugündür bana
Ben aşkımdan ayrılmıyam
Dergâhından ıralmıyam
Benden dahi gider isem
Senin ile varam sana
Bu ah ile bu zâr ile
Bu hikmeti kim ne bile
Bilse dahi gelmez dile
Tuttum yüzüm senden yana
Sensin bana can-ü cihan
Sensin bana genc-i nihan
Senden dürür assı ziyan
Ne iş gele benden bana
Yunus sana tuttu yüzün
Unuttu hep kendi özün
Cümle sana söyler sözün
Söz söyleten sensin ana
Ma’ni evine daldık
Vücud seyrini kıldık
İki cihan seyrini
Yedi yeri yedi göğü
Dağlar ile denizleri
Uçmağ ile tamuları
Cümle vücûdda bulduk
Gece ile gündüzü
Gökte yedi yıldızı
Levhte yazılı sözü
Cümle vücûdda bulduk
Mûsa ağdığı Tûr’u
Yoksa Beytül Ma'mur'u
İsrafil çalan sûru
Cümle vücûdda bulduk
Cümle vücûdda bulduk
Tevrât ile İncil'i
Furkan ile Zebûr'u
Bunlardaki beyanı
Cümle vücûdda bulduk
Yunus'un sözleri hak
Cümlemiz dedik saddak
Nerd' istersen orda Hak
Cümle vücûdda bulduk
**********
Dervişlik dedikleri
Hırka ile taç değil
Gönlün derviş eyleyen
Hırkaya muhtaç değil
Hırkanın ne suçu var
Sen yoluna varmazsan
Vargıl yolunca yürü
Er yolu kalmaç değil
Dirsin şeyhin aşkına
Yalın ayak baş açık
Er var dirlik dirilmiş
Yalın ayak aç değil
Durmuş marifet söyler
Erene Yunus Emre'm
Yol eriyle yoldadır
Yolsuza yoldaş değil
********
Hak’tan inen şerbeti
İçtik elhamdülillah
Şol kudret denizini
Yüzdük elhamdülilâh
Beri gel barışalım
Yâd isen birleşelim
Atımız eğerlendi
Geçtik elhamdülillah
Şu karşıki dağları
Meşeleri bağları
Sağlık safalık ile
Geçtik elhamdülillâh
Kuruyuduk yaş olduk
Ayak idik baş olduk
Kanatlandık kuş olduk
Uçtuk elhamdülillah
Vardığımız illere
Şol safa gönüllere
Baba Taptuk ma'nisin
Saçtık elhamdülillah
İndik Urum’u kışladık
Çok hayr üşer işledik
Uş bahar geldi geri
Göçtük elhamdülillah
Derildik pınar olduk
Irıldık ırmak olduk
Artık denize daldık
Taşdık elhamdülillah
Taptuk'un tapusuna
Kul olduk kapısına
Yunus miskin çiğ idik
Piştik elhamdülilah
********
Biz kimseye kin tutmayız
Ağyar dahi dosttur bize
Kanda ıssızlık var ise
Mahalle-vü şardır bize
Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize
Vatan bize cennedürür
Yoldaşımız Hak'dürür
Haktan yana yönelicek
Başka yollar dardır bize
Dünya bir avrattır karı
Yoldan iltir niceleri
Sürün gitsin öyleleri
Onu sevmek ârdır bize
Yunus aydur Allah deriz
Allah ile kapılmışız
Dergâhına yüz tutuban
Hemen bir ikrardır bize
******
Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Su dibinde mahi ile
Sahralarda ahû ile
Abdal olup yahu ile
Çağırayım Mevlam seni
Gökyüzünde İsa ile
Tur dağında Musa ile
Elimdeki asâ ile
Çağırayım Mevlâm seni
Derdi öküş Eyyüb ile
Gözü yaşlı Yakub ile
Ol Muhammed mahbub ile
Çağırayım Mevlâm seni
Bilmişim dünya halini
Terk ettim kıyl ü kalini
Baş açık ayak yalını
Çağırayım Mevlâm seni
Yunus okur diller ile
Ol kumru bülbüller ile
Hakkı seven kullar ile
Çağırayım Mevlâm seni
KAYGUSUZ ABDAL
14.yy ın sonu ile 15.yy başlarında yaşamış halk edebiyatımızın en önemli temsilcilerinden olan Kaygusuz Abdal, Teke ilinde Alaiye beyinin oğlu olarak dünyaya geldi. Ozanın doğum tarihinin bilinmemesine karşın ölümünün 1444 olduğu kayıtlarda mevcuttur. Bazı araştırmacılara şöyle bir tarih saptıyor. Doğumunun 1341-42 (H.742) olduğunu, Dedesinin Alâeddin bin Yusuf olup Karamanoğulları'ndan gelmektedir” şeklindedir6 Prof.Dr. Abdurrahman Güzel ise şu saptamayı yapmaktadır. Kaygusuz, 833 H-1478 M’de Hakk’a yürüdü. Kahire'deki tekkesinin yanında bulunan bir mağaraya gömüldü. Tekkesi, Bektaşilerce, Hacı Bektaş, Necef ve Kerbelâ tekkelerinden sonra dördüncü büyük makam sayılmaktadır. Bektaşi meydanındaki on iki posttan biri de Kaygusuz'a aittir. (Hicri 800 tarihinin doğum tarihi değil, Mısır'a gidiş tarihi olduğu, dolayısıyla 1341-1342'de doğmuş olabileceği, 1444'lerde de öldüğü öne sürülmüştür7. Abdal Musa’nın müridi olduğu ise kesindir.
Gaybi Beğ’in mahlası alışı Menakıpnamede şöyle anlatılır: “Gaybi bundan sonra beğzâdeliği tamaman terk ve maddi hayatın alayişinden ferâgatla, dervişliği ihtiyar etmiş, zahir alemin kayıt ve alâikinden nefsini tecrit etmiştir.
Bundan sonra Abdal Musa Sultan, sünnet nazariyle Gaybi’nin yüzüne baktı ve:
-Gaybi, kaygudan rehâ buldun, şimdiden sonra Kaygusuz oldun, dedi. Gaybi yüzünü yere koyup meskenet gösterdi. Sultan bu sözleriyle Beğzâdenin ismini Kaygusuz diye söyledi. Bundan itibaren Gaybi Beğ’in adı Kaygusuz oldu8
15.yy’ın ilk yarısında Mısır’da öldüğü ve mezarının Mukaddam dağındaki bir mağarada bulunduğu Rıza Nur tarafından, iki Arap şeyhinin beyanlarına dayanılarak ifade edilmiştir. Ancak, bazı araştırmacılar onun mezarının Tekke köyünde olduğunu; bazıları Alanya da Gülefşen”de babası Alanya Beyi Hüsamettin Mahmut tarafından dedesi Alâeddin Bey için yaptırılan türbede bulunan üç mezardan biri olduğunu belirtirler, İsmail Yıldız bu mezarın makam olabileceğini tahmin ettiğini yazmaktadır 9 Yolağın yazmanlığını, hocalığını, öğretici rehberliğini yapmıştır.
Kaygusuz Abdal'ın yaşadığı çevrede pek çok tekke bulunmaktadır. Antalya'da Ahi Yusuf zaviyesi, Kaş'da Şeyh Orhan zaviyesi bunlardan ikisidir. Bu sırada çevrede bulunan en büyük tekke ise Elmalı'da bulunan Abdal Musa tekkesidir. Bölge tasavvuf akımının en hızlı yayıldığı bir bölge olmuştur.
Kaygusuz çocukluğunda ve gençliğinde zamanın bütün bilimlerini tahsil etmiş, silahşorlük, pehlivanlık, avcılık gibi hünerleri çok iyi öğrenmiş ve bir bey oğlu gibi yetiştirilmiştir.10
Kaygusuz’un asıl adı Alâeddin Gaybi'dir. Bir gün adamlarıyla bir ava çıkar, önünden bir geyik geçer, geyiği, yakalamak için kovalar ve bir ok atar. Geyiğin böğrüne saplanan ok, geyiği yaralar ama geyik kaçar, Alâeddin kovalar. Geyiğin Abdal Musa tekkesine girdiğini görür. Tekkedekilere geyiğin nereye kaçtığını sorar. Müritler geyiği görmediklerini söylerler. O esnada Abdal Musa görülür ve Gaybiye sol böğründe saplı bulunan oku çıkartıp gösterir. Attığın ok bu mu? diye sorunca Gaybi şaşakalır. Onu dergâhta ağırlarlar. Oğlunun saraya dönmediğini gören Alaeye beyi askerlerini tekkeyi basmaya gönderir. Başarılı olamaz. Bu kerameti gördükten sonra Gaybi de artık yerinin Abdal Musa tekkesi olduğunu söyleyerek geri dönmez.
Abdal Musa tekkesinde tasavvuf bilgilerini de öğrenen Gaybi, Kaygusuz adını alarak ilmini yaymaya başlar.
Gaybi kaygudan reha buldum
Şimdiden sonra Kaygusuz oldum
Diyen Gaybi, Abdal Musa dergahında kendisini döneminin bütün bilgileri ve tasavvuf alanında bilgilerle donatarak döneminin en ünlü ozanlarından biri olur.
Kaygusuz piştikten sonra uzun gezilere çıkar ve bilgilerini yayar. Gittiği yörelerin en bilge olanlarıyla tartışmalara girer. Bilgide kimse onu aşamaz ve her tartışmanın üstesinden gelir. Kaygusuz şiirlerinden anlaşıldığına göre Mısır, Suriye, Hicaz Irak dolaylarını ayrıca Filibe, Makedonya, Edirne, Manastır’ı da gezmiştir.
Kaygusuz Türk dilnin en yalın şekliyle kullanır. Gülistan adlı eserinde "Ya Cibril git Adem'e Türk dilince söyle durmasın cenneti en kısa zamanda terk etsin" derken şu şiiri söyler.
Ey derviş, mi-dani mi-dani dir durursun
Sen hiç Türkçe bilmez misin?
Alevi/Bektaşi edebiyatında bazılarınca "yedi ulu" ozandan biri sayılan Kaygusuz Abdal, aruz ve hece ölçüsüyle şiirler yazmış, kaynağını sözlü anlatımdan alan, yalın bir dille ve kendine özgü bir söyleyiş içeren düzyazı örnekleri de vermiştir. Ama asıl önemi, halk şiiri geleneği içinde, halkın diliyle yazdığı nefeslerde görülür. Divanı aruzla yazdığı şiirlerden oluşur, heceyle yazdığı şiirleri cönklerde ve mecmualardadır11 Hacca gittiği Mısır’da dört tekke kurduğu, Bağdat ve Şam’a uğradığı, Mısır’dan döndükten sonra 1324-1330 yılları arasında Rumeli, Edirne, Filibe, Varna, Manastır, Yanbolu, Sofya, Tunca gibi birçok Balkan kentlerini gezdiği, bu kentlerde oturduğu şiirleriyle sabittir. Bektaşi meydanındaki on iki posttan biri de Kaygusuz’un adını taşır. Kasr-üI Ayn tekkesi, Nil nehri kenarındadır, kitâbesinde 807 H /1405 M yazılı olup bu tekkeyi Sultan Melik Tahir yaptırmıştır. Bahçesinde Bektaşi dervişleri gömülüdür. Bir müze konumundadır. Bektaşi karşıtlarından Esat Efendi burayı Nakşibendi tekkesi sayarsa da Wilkinson Bektaşi tekkesi olduğunu, 1808’lerde Bektaşi tekkesi olma özelliğini koruduğunu belirtir12 İsmail Yıldız, Cebel-i Mukaddam da büyük bir tekkesinin olduğunu, Mısır da dört tekke kurduğunu, Rıza Nur yazısında Evliya Çelebi ve John Kingsley’in de bu tekkeleri ziyaret ettiklerini belirterek; Kaygusuz Abdal’ın Mısır’dan ayrıldıktan sonra müritleriyle birlikte Hacca gittiğini, Medine, Şam, Hama, Humus, Halep, Kilis, Birecik, Bağdat’ı; oradan da Hile, Kûfe, Necef, Kerbelâ, Bağdat, Musul, Nusaybin şehirlerini sırasıyla gezerek tekrar Abdal Musa dergâhına geldiğini belirterek; Kaygusuz’un eserlerinde Anadolu’dan, Akdeniz kıyılarından hiç söz etmediğini belirtir 13
Kaygusuz, kırk yıl Abdal Musa Tekkesine hizmet ettikten sonra artık seyahatlarına başlayacaktır. Şu sözlerle pirinden icazet ister.
Cânum (Pirüm)yolına kurbân iderem ben
Belürsüz olıcak cân u cihânı niderem ben
Şey’en lillâh gıybetüme kılıç salan
Hercâyi yüze gülici yârı niderem ben
Hayvân ü âdeme zencîr yular dahı dayanmaz
Ehl-i tariki bin nefesde yederem ben
Hüsnün cemâliün göreli geldüm imâna
Muhammedi’yem bu dine ikrâr iderem ben
Hâl diliyle icâzet ister Kaygusuz Abdâl
Şâhum assı kıl kuşum uçdı giderem ben14
Kaygusuz iyi bir medrese eğitimi görmüş, aruz ve hece veznini ustalıkla kullanmıştır. O aynı zamanda Alevi Bektaşi Edebiyatının temel kurucusu olarak kabul edilir. Tasavvufa derinliğine egemen olmuş Gölpınarlının deyimiyle bu ustalığını sembolist sanatın bir habercisi ve öncüsü olarak görülür. O tasavvuf ummanında açılan bir güldür.
İsmail Özmen, kaygusuz'un etkilendiği sanat anlayışını şöyle belirtir.
XV. yüzyıldan itibaren, Yunus Emre'den esinlenen, Bektaşi felsefe ve düşüncesiyle beslenen, İslâmî tasavvufun Anadoluda oluşup gelişen kolunun dünya görüşü, din anlayışı, terimleri ve biçemi ile halk edebiyatı içinde dini bir zümre edebiyatı halinde özgün olarak yapılaşan Alevi/Bektaşi edebiyatı onun hırkası altında doğmuştur. Kaygusuz Abdal, haklı olarak bu edebiyatın ilk kurucusu olma özelliğini taşır. Şiirlerinde Kaygusuz Abdal, Kul Kaygusuz, Miskin Kaygusuz, Serayi, Miskin Serayi mahlaslarını kullanmıştır.15 Kaygusuzda düz yazılar da görülür ve o yazılarda şiirin!!!!! en güzel lezetlerini de bulmaktayız. Onun eserlerinde Türkçeyi en arı, en güzel lezzetiyle bulmaktayız. Şiirlerinde toplumsallığa da oldukça yer verir. Kısa ve öz tümceler kullanır. Kaygusuz'un Alevi Bektaşi edebiyatının usta ve örnek bir kurucusu ulmasında ve o edebiyatı topluma sunarken doruklardan ses verir. İleriki ozanlara iyi bir örnek olmuştur.
Onun tasavvuf kentinde uğramadığı ev kalmamıştır Hatta Melami-Hamzaviler bile onun etkisi altında kalmışlardır. Vizeli Alaaeddin, şiirlerinde onun gibi «Kaygusuz» mahlasını kullanmış, XVII. yüzyılın ilk yılların da vefat eden meşhur Hamzavî mümessili İdris-i Muhtefi;
İş bu deme gelince
Üç kez doğdum aneden
Niçe yavru uçurdum
Niçe aşiyâneden
dörtlüğüyle başlayan şathiyesinde onun bir şiirini tenzir yollu yazmıştır. Nesirleriyse kendisinden sonraki tasavvufi nesre örnek olmuştur diyebiliriz.16 Aklın karşısına dikilen tüm karanlıklarla savaşmayı seven engin, rind mizaçlı Kaygusuz‘un derin kültüründe hep simge başıdır. Simgelerle yatıp kalkmayı, onlarla düşünmeyi çok sever. Anadolu’nun silinmeyen renklerinden biridir. İronik bir havanın ozanıdır. Evreni, ‘ol‘ emriyle bir anda var eden Tanrı’ya uzanan bir ozandır Edebiyat eleştirmeni araştırmacı Asım Bezirci'nin şu sözleri onu anlatmaya yeter.
Onun şiirlerinde ve düz yazılarında tasavvuf felsefesine yaslanmış ince bir alay gizlidir. Ham sofuluğu, bilgisizliği ve yobazlığı nükteli bir anlatımla taşlar. Tekerlemelerle beslenen temiz bir dili, kıvrak, tatlı, özgün bir söyleyişi vardır.17 Görüşlerimi şöyle sonlandırmak istiyorum. Kaygusuz Abdal'daki derinlik hiç bir ozanımızda yoktur. O etkilendiği Yunus'un da çok istünde bir ferlsefi derinlik taşır. Edebiyatçılarımız onu geç tanımış ve onun eserlerini tanıtmakta geç kalmışlardır. Eğer Kaygusuzun yapıtları iyi anlaşılabilseydi.Ulkamizin ve dünyamızın lezzeti bir başka olurdu.
SEYYİT NESİMİ
Asıl adı İmadettin olan Nesimi tekke ve divan edebiyatımızın en önemli ozanlarından biridir. Nesimi'nin doğum ve ölümü ile ilgili bilgiler çelişkilidir. Doğumu 1369 ölümü 1404-1407 olarak kaynaklarda geçer. Nesimi'nin doğduğu yer ve nereli olduğu hakkında da farklı bilgiler mevcuttur. Bazı kaynaklarda Diyarbakır'da yaşayan Türkmen olarak gösterirken bazı kaynaklar da Bağdat'ın Nesim kasabasında doğduğunu yazarken; kimi kaynaklar da Azerbaycan'ın Şamahı kentinde doğduğunu belirtmektedir. Hatta İran'ın Şiraz ve Tebriz kentlerinde doğduğunu yazan kaynaklarda mevcuttur. Bir şiirinde Nesimi kendini şöyle anlatır.
Gerçi bugün Nesimiyem, Haşimiyem, Kureyş'em
Bundan uludur ayetim,ayet'ü Şama'a sığmazam
Bunu söylerken Nesimi, kendisinin nereli ve kim olduğu değil, onun Nesimi olması, yani dünyalı nesimi olmasıdır. Kendisi hakkın bir parçası olmasından dolayı bu dünyaya sığayacağıdır. Gerisi boş bir laftır. Nesimi kendisini o kadar ehlibeyte adamıştır ki, kendisini seyit olarak anar ve onlarla bütünleşir.
Nesimi çok iyi bir eğitim görmüş, Medresede yetişmiş, Yunan felsefesini, Plâtonculuğu derinlemesine incelediği bunun yanında İslam felsefesini, tasavvuf ve kelam ilmini derinlemesine incelediği şiirlerinden açıkça anlaşılmaktadır. Şiirlerini yazdığı dil Azerbaycan ağzıyla ve Türkçedir. Asıl adı İmadettin olmasının yanında ona hakkı ifade etme anlayışında Nesimi adı üstadı Fazlullah tarafından verilmiştir.
Onun bilinen en önemli yönü Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Hurufi’nin (Esterabadi) damadı ve onun en seçkin öğrencisi ve savunucusu olmasıdır. Şiirlerindeki lezzet Yunus Emre'yi anımsatır. Hallacı Mansur fikirlerinin hem yayıcısı hem de ona uygun olarak hayatını korkusuzca ölüme yürümüştür. Nesimi Türkçe'nin dışında Arapça ve Farsçayı da iyi derecede bilmektedir. Mevlana mesnevisini okumuştur. Nesimi'yi ulu ozanlar arasına koyan önemli özelliği şiirlerindeki kullandığı dil ve sahip olduğu felsefedir. Onun şiirlerinde ehlibeyt sevgisi başattır. Bunu yaparken de enelhak düşüncesinden sıyrılmadan düzgün bir üslup kullanmıştır.
Nesimi, Fazlullah'ın öğrencisi olduktan sonra onun izinde uzun geziler yapmış Hurufilik fikirlerini korkusuzca yaymıştır. Getirmiş olduğu Hurufiliğin kural dışı, kur’an yorumları, şeriat fikirlerine açıkça karşı koyan Nesimi İslam şeriatı din adamlarını sürekli peşinden koşturmuştur. Fazlullah’ın Hurufi'nin Timur tarafından idam edildikten sonra Nesimi uzun süre ortalarda görünmez; bir süre sonra Suriye'de ortaya çıkar, ayrıca Anadolu’ya geçerek halkın yaşamına ve düşüncesine tercüman olmuştur. Coşkulu konuşmaları, okuduğu duyarlı şiirleriyle geniş kitleleri etkilemiş ve çevresi sürekli genişlemiştir. Fazlullah'ın etkileyemediği kitleleri Nesimi şair gücüne, coşkusuna dayanarak kitlelerin kısa sürede sevgilisi olmuştur. Onun gücünü çekemeyenler sürekli yöneticilere şikâyette bulunmuşlardır.
Nesimi mürşidi Fazlullah'ın yolunda giderek Hz. Ali’yi en yüksek mertebeye yükselterek görerek Tanrıyla özdeşleştirir. Dolayısıyla varlık birliği (Vahdet-i vücut) felsefesini Hallaç’tan alıp onu en son noktasına taşıyarak ileri aşamalarda tüm tasavvufu değerleri etkilemiştir. Nesimi'de tanrı insan bütünlüğü kendini şöyle gösterir: "Ben dengi bulunmayan tanrı ile birim. Hem onun ezeli zatı, hem de sıfatıyım. Kendini tanırsan tanrıyı tanırsın." der.
Nesimi'nin geliştirdiği öğreti ve felsefi düşüncesi dönemin egemen yönetici elitlerini rahatsız etmiş ve bu nedenle sürekli takibe alınmıştır. En son Halep civarında görülen Nesimi bir pazar yerinde şiir okurken yönetim tarafından kıstırılır, ancak Nesimi'nin kim olduğu konusunda bir fikre varamayan kolluk kuvvetleri halka sorar " Nesimi kim?" halk hep bir ağızdan "Ben Nesimi'yim" der. Bunu gören kolluk kuvvetleri halka işkence yapmaya başlarken Nesimi ortaya atılır ve " Nesimi benim" der.
Nesimi yargılanarak, sapkınlıkla suçlanmış, fikirlerinden dönmesi istenmiş, yargılanmış, yargılama sürecinde hiçbir din adamı onun fikirlerini çürütecek görüşler ileri sürememiştir. Ölüme yürürken “Enelhak" diye haykırarak görüşlerinden taviz vermemiştir. Düşüncelerinden dolayı derisi yüzülerek öldürülmesine karar verilmiştir. Nesimi'nin derisi yüzülürken fetva müftüsü şöyle bir cümle kullanır. "Bunun kanı pistir. Bir uzva damlasa o uzvun kesilmesi gerekir”. Ancak Nesimi’nin bir parça kanı Müftünün parmağının üstüne sıçrar. Halk bu kez Müftüye dönerek " fetvanıza göre parmağınızın kesilmesi gerekir" deyince Müftü " kesnek gerekmez diyerek parmağındaki kanı suyla yıkayarak bundan kurtulur. Ancak Nesim şöyle der
" Zahida bir parmağın kessen dönüp halktan kaçar/ Gör bu miskin aşığı serpa sayarlar ağlamaz" diyerek yüzülmüş derisini üzerine kapatıp yürüyerek korkmadığını gösterir. İşte Nesimi böyle bir inancın sahibidir. Nesimi Vahdet-i vücut inancını rakamlara dayandırarak sistem haline getirmiştir.
Nesimi bu direnç ve inançlarıyla birlikte ona uygun şiirlerinin de sahibidir. Tekke edebiyatının büyük ustası olduğu kadar, divan edebiyatının da ustasıdır. Şiirlerinde Mansur etkisi o kadar yoğundur ki, bunu her ortamda okumaktan zevk alır. Hallacı Mansur'un Enel Hak (Tanrı benim) sözünü şiirlerine öylesine sindiriyordu ki, dinleyenler coşku içerisinde kendinden geçer.
Bugün Alevi felsefesindeki insan sevgisi ve insanın kutsiyetti buradan gelmektedir.
Ademde tecelli kıldı Allah / Kıl ademe secde olma gümrah
Ateş menim,ağaç menim,en üst gök katına giden menim
Bu odun alevini gör,men bu aleve sığmazam
Bir başka şiirinde şöyle seslenir
Tanrının yüzünü buldum, o yüz menim yüzümdür
Ölümsüz ve sonsuz olan menim
Menim sözüm tanrı sözüdür
Ol deyince olan, olduran konuşan kuran menem
Diyerek tanrı insan birlikteliğini açıkça ifade etmektedir. İnsanlar bütünün parçalarıdır. Çünkü bu parçalar tanrının bütünüdür, kendisidir.
Şu şiirinde kendisini ölüme götürenlere zavallı, acınacak güruh gözüyle bakarak kendi ölümsüzlüğünü de cesurca ortaya koymaktadır.
Cânâ senden her ne kim gelse çekerler ağrımaz
Hak bilir bir nûş için yüz nîş ururlar ağrımaz
Yârı sevmekten midir ya âşinâlıktan mıdır
Cismimi ser-tâ-kadem bin kez yararlar ağrımaz
Cehl-i nâ-merdin kaçan meydan içinde yeri var
Er bilir meydânı kadrin kim kadîrler ağrımaz
Şişemi ben taşa çaldım Hakkı izhâr eyledim
Dostları ilə paylaş: |