Bu romanda yaşanmamış, gerçek dışı tek bir ayrıntı yoktur. Sadece güvenlikleri açısından iki kişi ve bir yer adı değiştirilmiştir. Tamamen, tarihsel hakikate yaklaşma ve onu gün ışığına çıkarma olanağını denemeyi hedeflemiş felsefi bir roman.
HİPNOTİK SATRANÇ
-
Bulutlarda Rapsodi
-
Londra İşçi Sınıfının İdeolojisi Sarhoş Rus Çiftçisine Eğlence
-
Dağıstan
-
Komünist Emperyalizme Karşı Halk Ayaklanması
-
Hikâyeci Dede
-
Atlıkarınca
-
Gece Faytonla Kaçış
-
Tren Kaçakları
-
Tıp, Dişçilik ve Spor
-
Dersler ve Hocalar
-
Gümüş Baston
-
Eva
-
Bakü Macerası
-
Sivastopol Cephesi
-
Sivastopol Esir Kampı
-
Bahçesaray Esir Kampında Yahudi Katliamı
-
Ordu ve Alman
-
Beelayatselkov (Beyaz Kilise) Esir Kampı
-
Smella Esir Kampı
-
Hollanda Kömür Madenleri
-
Dansig Koridoru
-
Alp Dağları
-
İtalya
-
Remini İngiliz Esir Kampı
-
Sibirya’ya Doğru
-
İtalya'da aşk, mafya ve ressamlık
-
İstanbul
-
İzmir
-
Düğün
-
Yeniden Almanya
-
Yeniden Türkiye
-
Oyun Bahçesi
-
Boşluk ve Özgürlük
-
Çemberin Kapanışı
I. Bulutlarda Rapsodi
Tik tak, tik tak, tik tak... Ağır ağır devinen duman ile dumanı karıştırıp içinden geçen saat tik takları dalga dalga uzaya yayılmakta. “Koku?” Tik tak, tik tak, tik tak... “Bu koku?” “Ocak!” Fırlar yerinden, fırlayabildiğince, geride, bacaklarının gücüyle beraber düşürdüğü şık bastonuna aldırmadan. Ocağa ulaşır, altını kapatır, hemen mutfak penceresini açar, tertemiz tuttuğu tezgaha, pencereye dizdiği vişne dolu likör kavanozuna ve saksılardaki gözü gibi baktığı arakarya tülü, feniks bambusu, menekşe, Japon gülüne, kaktüslere özen göstererek. Bir “rahiçe” çorbası daha, beraberinde bir tencere daha yanmış, bu sefer de ev yanmaktan kurtulmuştur. Ev yaşadığı evren, odalar uzayıdır; büyük bir yaşama çabası harcadığı savaş meydanı.
“Yazık” der ve aynı hızla geriye, bıraktığı işine döner. Eskiden benim olan odaya, şimdiki ardiyesine girer girmez, ninni gibi yüzlerce tik taklar kalabalıklar halinde patlar kulağında. Masaya, koltuğa, pencere pervazına hazırolda hizaya dizilmiş, duvarlara kulaklarından asılmış bir sürü yaramaz saat, çırpınıp durmaktadırlar, durmadan. Oturur, aynı küçük masa saatini alır kucağına. Elle tutmakta güçlük çektiği saat parçalarını cımbızıyla tutar, eliyle yerleştirir. Bir an, saatinin çarklarından biri yerinden fırlar, o da arkasından. Gözünde, her ne işe yarıyorsa, kalın camlı gözlükler, el yordamıyla yerde kaybolan parçayı arar. Her yer duman. Bir parıltılı gölge! İşte, eline çarpar sert cisim. Eski düşenlerden değil, az önce eliyle dokunduğu parçadır bu. Sevinçle alır, geriye oturur. Saat tekrar kucağında. Her parçayı, mantıksal olarak olması gereken yerine dikkatle yerleştirmektedir. Zihnindeki dünya gibi.
“Ya bu parça şimdi ne olacak? Bu parça, bu parça, bu, bu, ... bu...” Tik tak, tik tak, tik tak... Ninni gibi; baş yanda, bir elde saat, bir el koltuğa düşmüş; derin karanlık. Birden bir ışık içinde onu görür, ürkek, şefkatli gözlerle bakan elli altı yıllık can yoldaşı. “Kemo!” Diye seslenir, onu tutmak ister ama... Tik tak, tik tak, tik tak... gözüne çarpan yavan gün ışığı yüzeye çıktığını haber verir. Ters yüz dünya. Apaçık, ışıltılı ve sevgili hakikatler dünyasından dumanlı, karanlık ve acımasız gerçekler dünyasına uyanmak bir kabus olmalı. Ne sıkıcı bir dünya! Neden burada oturuyordu, neden doğrulur şimdi? Ama doğrulur. Elbet doğruluşu anlamını bulacaktır birazdan. Doğrulma zamanıdır. Yaşam, yolunu sürer. Yeter ki yol boyunu sürecek bakışın olsun. Hayatın kusursuz bir dakiklikte yaşanmasının sırrı, yaşam yollarının tıkandığı yerlerde “hayatın kusursuz bir dakiklikte yaşanmasının sırrı nedir” diye durup düşünmeden, kendini tüm gücünle diğer yaşam kanallarına atmaktır. Durup düşünmek ölümcüldür, giderken düşüne yazmak yaşamsal.
“Yaylım ateşi altında korkarak kaçmaya çalışanlar kurşunu yerdi. Korkmadan ok gibi fırladığında kurşun sana isabet etmez. Çok denedim.”
Zorlanan adımlarla büyük salona geçerken elini meyve kasesine atar. Hoop! Bir erik. Sallanır bambu koltuğuna, televizyonun karşısına geçer. Bir süre bir İtalyan kanalı dinler, ardından Rusça “Tanrı” kanalındaki vaaza takılır. Rafta unuttuğu soğumuş çayını fark eder, yudumlar. Evde çoğunlukla yalnız yaşamaktadır babam, İbrahim bey. Seksen beş yaşındadır. Katarakt ameliyatından beri gözlerine ikinci defa katarakt inmiştir. Yüksek tansiyonu, şekeri, bel, boyun fıtığı vardır ve kalbi pille çalışmaktadır. Fakat hâlâ bir genci bile devirebilecek kadar güçlü bir savaşçıdır, çelik gibi bir iradesi vardır. Tam bir Kafkas erkeğidir o, Dağıstanlı. Benim içeri girdiğimi duyar. Kapıdan kendi anahtarınızla girdiğinizde seslenmesine cevap vermez veya kendinizi tanıtmazsanız, “hırsız” diye anında üzerinize atlayıp ekmek bıçağını gırtlağınıza dayayabilir.
“Benim, Meriç!”
“Ah, sen misin Meriç, gel.”
Babamın ağzından hiç “sevgi” gibi zayıflık belirtisi (!), kadınca bir söz duymamışızdır. O, kendini farklı ifade eder. Örneğin beni göremediğinden beri ilgisini “sen zayıflamışsın, yüzün solgun” diyerek gösterir. Bizim iyi beslenmemize hep özen göstermişti. Esaret!
“Poğaça yaptım, yoğurtta mayaladım, ye biraz.”
“Sağol baba aç değilim. (Açım ama yemeyeceğim işte!!) Nasılsın görüşmeyeli?”
“Belim ve boynum çok ağrıyor. Doktorlar yaşıma bakıp fıtık ameliyatı yapmak istemiyorlar. Kalp de öyle. Ee, haklılar da, ben etmem o kadar, geçmiş bizden.”
Ben bu şekilde sahne aldıktan sonra beraber akşam yemeği yedik ve yalnızlık arkadaşı olan televizyonun önünde karşılıklı koltuklarımıza oturduk. Bana kendi yaptığı vişne liköründen ikram etti. Çarpıcı bir lezzet! Bu kadar saf ve doğal bir lezzet, insana estetik bir boyut atlattırıyor doğrusu. Saatlerin tik takları arasında dumanlanan keyfim, bulutların üstündeki bir pencere pervazından beraber sarkacak şekilde beni babamla yan yana getirdi. Babam,
“Biliyor musun? Maksim Gorki’nin bir şiiri vardır ki, kimse bilmez. Bir edebiyatçı dostum, gençliğimde bu şiiri bana bir kez okumuştu. Gorki, sürekli gittiği bir meyhanede şiirler yazar, yazar ve buruşturup atar, meyhaneci de onları toplarmış. Arkadaşım da bunu meyhanenin sahibinden almış. Rus edebiyatçılarına sordum, bence de, şiirin tarzına bakınca, bu şiir ancak Maksim Gorki’ye ait olabilir. Gorki’nin tarzı diğer hiçbir Rus edebiyatçıya benzemez.”
Dedi ve “Yasna utro. Tixa veyet pöpliy veterop. Luk kak barxat zelenyeit vezareve vutok” diye başlayan dizelerle, bu şiiri eski bir belgeselden çıkmış gibi, esaslı bir Rusça ağzıyla ve gür fakat yumuşak bir sesle okumaya başladı. O, kaya gibi sert erkek mizaçlı babamın, tanıdığım dillere hiç benzemeyen seslerle, duygulanarak şiir okumasını ve o dilde, o şiirde kendi köküne ulaşmasının sevincini görmek çok şaşırtıcıydı. Çaresizdim. Her dil dünyası kendi kültürü ile kapalı bir bütündü ve benim babamı anlamama olanak yoktu. Beni kırmayıp çevirisini yapmaya başladığında sesi de güncelleşti. Sözlük çalışmalarımdan kaynaklanabilecek hatalarım bağışlanırsa, çeviriden tam olarak şöyle bir şiir çıkıyor:
SABAH
Berrak bir sabah
Hafiften ılık bir rüzgar esiyor
Şafak sökerken Doğu’dan manzara yeşil kadife gibi parlamakta
Gevrek söğüt fidanları taze filizler vermiş
Göl rengarenk gümüşlerle parlıyor
Güneş sakinliği kutlamakta
Kuğular süzülüyor suyun durgun kenarlarında
Bir kuğu kanat çırpıyor, sular saçıyor etrafına
Çocuklar neşe içinde, sevinçli bir günün gelişini karşılıyorlar
Ve kıyıda oturmuşlar, bir balığı sepete koyuyorlar
Şiirin çevirisini anlamıştım ama şiirin kendini, Gorki’nin duyumsayışını, şiiri aracılığıyla babamın Gorki’yle ne paylaştığını anlayamamıştım. İçkilerimiz bitmiş, kadehlerimiz boşalmıştı. Babam birer kadeh likör daha koydu. Tarihsel gerçekliğin sis basmış eteklerini toplamak ve doruğa yeniden yaklaşmak için bulutların içinden geçmek gerekir.
“Baba, sarhoş edeceksin beni” dedim. “Sonra yatağa taşıman gerekir, taşıyamazsın.” Güldü:
“Taşırım, taşırım. Ben senin gibi ne üniversite hocaları taşıdım sırtımda.”
Gülüştük. Bunun üzerine bir anısını anlattı. Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde tıp okumuştu. Hocalarından birisiyle ilgili bir anı. Söz konusu profesör aslında hepimizin köpek deneyleriyle tanıdığı, psikolojiye “şartlı refleks” kavramını sokan bilim adamının ta kendisi.
“Bir gece sinemadan çıkmış kentteki odama dönüyordum. Sinemada sessiz bir Amerikan filmi vardı: Kaptan Nemo, Denizin Altında Yirmi Bin Fersah! Parktan geçerken çalıların arkasından bir inilti duydum, baktım, zayıf sokak ışığının altında zar zor seçtim, bizim profesör Pavlov! İçmiş, zil zurna sarhoş, duvar dibinde sızmış, kalkmak da istemiyor. Sırtımda oteline kadar taşıdım onu.”
Ben birinci elden tarihe dokunabilmenin ayrıcalığı içinde dinliyor, o da ben dinledikçe anlatıyordu. Ara ara böylesi bir hazinenin ortasına gömülmüş olmanın rahatlığı içinde aklımı etrafımdaki sıradan konulara kaydırma ve dinlenme eğilimi göstersem ve bunu da haksızlık edercesine, biraz sıkılmışlık belirtileri içinde ifade etsem de, o benim dinleme ritmime uyum gösteriyor, benim, konuları ve anlatma isteğini hafife alan küçük saygısızlıklarımı hoş görüyordu. Bu onun için garip bir durum değildi. Türkiye’de kendisinin anlaşılmadığı ve kendinin de anlamadığı bir dünyaya teslim olmayı çoktan kabullenmişti.
O şimdi anılarıyla yalnız yaşamakta, dış dünyaya karşı hırçın, küskün ve alaycı bir gözle bakmaktadır. Anlayabilecek birisine anlatarak, anılarını yeniden yaşamak ona heyecan veriyor ve yaşam sevincini geri getiriyor. Ben bu tarih kesiti kaybolmasın diye, kaydetmek için makarayı baştan sarmak istediğimi söylediğimde, her iyi şeyin sonuçsuz, her ümidin yarım kalmasının getirdiği bıkkınlık ve kötümser şüpheciliğine karşın sallanır koltuğuna yaslanıp başladı anlatmaya hikayesini; taaa baştan!
Dostları ilə paylaş: |