HiriSTİyan olan bir müSLÜman



Yüklə 1,06 Mb.
səhifə13/16
tarix26.07.2018
ölçüsü1,06 Mb.
#59395
növüYazı
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16
128 çünkü Rab otuz yıl boyunca beni daha zor durumlardan korumuştu, eğer iradesiyse yine koruyabilirdi.
“Yolculuk sırasında biraz önce belirttiğim şehirlerde Tanrı Sözünü duyurma fırsatım oldu. Pek değerli müjdecimiz Pastör Kevorkyan’ın büyük bereketler altında çalıştığı Rusçuk’ta çok sevinçliydim. Pazar günü orada dört kez vaaz verdim; iki kez kilisede, bir kez gençlik toplantısında ve bir kez de akşam Kevorkyan’ın evinde. Küçük bir incilî toplululuğun varlığını sürdürdüğü Rasgrad’a Kevorkyan eşliğinde bir günlük bir ziyaret için gittim.
“Üç gün Şumnu’da kaldık ve her gün bir çok ziyaretçim oldu. Bir kaç yaşlı evhanımı beni görmeye geldikleri için özellikle sevinçliydiler; Tanrı Sözünün tesellisine ihtiyaçları vardı. Ayrıca Şumnu’daki Kutsal Kitap deposunu idare edip müjdeleme işlerini sürdüren eski dostumuz Haçadur Ağa Kuryan’la çok zaman geçirdim. Aslında yetmişbeş yaşında olmasına rağmen son derece sağlıklıdır ve müjdeleme işine inanılmaz istek duymaktadır ve bu işten haz almaktadır. Mücadelesinde, özellikle de okulda gençler arasında hızla yayılan ateizme karşı direnişinde cesurdur. Bir kaç lise öğrencisi akşamları onun evinde toplanırdı, onu dinlemekten zevk alırdı, o da genç yürekleri Kurtarıcı için kazanmayı bilirdi. Ayrıca bir kaç gün de Sofya’da kalıp iki kez vaaz verme hatta Şahveled Kardeşin kilisesinde Rab’bin Sofrasını paylaşma fırsatı buldum.”
Ve Doğuş Bayramında:
“Bir yandan Tanrı çocuklarının bu zamanda tattıkları büyük sevinci düşündüğümde, bir yandan da Müslüman dünyasına baktığımda, kendi halkım için Yeremya’nın Ağıtlarına129 katılmadan edemiyorum. Neden dert, endişe ve felaket bu topraklara hakim oluyor, oysa Mesih insan olup dünyaya inmiştir?130 Anadolu halkı şu anda öldürülme korkusuyla yaşıyor. Osmanlı basını Anadolu’nun her bölgesinden gelen kötü haberlerle dolu. Ermeni, Kürt bölgelerinde ve diğer bölgelerde cinayetler ve hırsızlık sürmekte. Arnavutluk’taki İstib’de 148 Hıristiyan, Müslümanlar tarafından Kurban Bayramında katledilmiştir ve beş yüzden fazla yaralı vardır. Sadece üç Müslüman yaralanmıştır. İddiaya göre Bulgar komitesinin üyeleri, bir caminin girişine bomba bırakmıştı. Ama aslında bombaların bırakıldığı bina bir cami değildi ve olay sırasında binada hiç kimse yoktu. Ayrıca bombayı bırakanlar Hıristiyanlar değildi; bunu yapan gerici Müslümanlardı. Ayrıca Lübnan’dan, Beyrut çevresinden, Şam’dan ve diğer şehirlerden hoş olmayan haberler alıyoruz. Sonuçta Anadolu’daki Hıristiyanlar kaygı ve korku ile dolu. Bununla birlikte edindikleri üzücü deneyimlerden Hıristiyan devletlerin Osmanlı içişleriyle ilgilenmeyeceklerini biliyorlardı.
Hıristiyan oldukları için İtalyanlara ‘Kutsal Savaş’ çağrısında bulunulmuştu. Gazeteler tamamen Trablus’tan bahsediyordu ve dini gazetelerin sütunları Hıristiyan İtalyanlara lanetler okuyordu. İnsanların okudukları bu şeyler Müslümanların tutuculuğunu harekete geçirmek için ve onları kendileriyle aynı ülkede yaşayan Hıristiyan vatandaşlara karşı öfkelendirmek için yeterliydi. Bu açıdan İslam, siyaset ile din arasında bir fark görmez. Hıristiyan halk arasındaki farklı mezheplere aldırmadan nefretini tüm Hıristiyanlara boşaltır.
“Türk gazeteleri Trablus Savaşında İtalyanların yaptıkları vahşeti haber veriyordu, İtalyanlar da Araplar ve Türkler için aynı suçlamalarda bulunuyorlardı böylece kimin daha büyük bir vahşette bulunduğu bilinemiyordu. Ama kesin olan bir şey vardı ki o da Türklerin Makedonya, Ermenilerin yaşadığı bölgeler ve Arabistan’daki kendi vatandaşlarına, Müslümanlara olduğu kadar Hıristiyanlara da yönelik olarak son yıllarda gerçekleştirdiği vahşet, Trablus’takilerden daha büyüktü. Bu durum daha ne kadar böyle sürecekti? Tutuculuk Anadolu’ya daha ne kadar egemen olacak ve düzenli ilişkileri imkansız kılacak? İslam halkları için tek bir kurtuluş vardır bu da müjdenin kabul edilmesidir. Muhammed Peygamberin fikirlerinin yönetimi altında kaldıkları sürece kendileri, devletleri, ülkeleri ve dünya için özellikle de onların altında yaşama talihsizliği ile karşı karşıya olan Hıristiyanlar için bir felaket olacaktırlar.
“Gazetem Güneş artık yeni ismi Hurşid 131 ile yayımlanıyordu ve Müslüman dünyasında gerçeği arayan bir çok kişi tarafından okunduğunu, iyi sonuçlar olduğunu görüyorduk. Türk devletinin Güneş’i insafsızca yasakladığını, Bulgaristan’da ve Rusya’da yasaklamak için de elinden gelen her şeyi yaptığını ama başarılı olamadığını okuyucularımız hatırlayacaktır. Bundan sonra yerel Müslüman din adamları Güneş’i boykot etti; artık hiç bir Müslüman gazeteyi almamalı ve okumamalıydı. Bu boykotta da pek şansları yoktu çünkü tam o sırada Müslümanlardan sürekli mektuplar alıyordum, bu bakımdan Güneş’i okumak istiyorlardı çünkü Güneş’te buldukları gerçekleri Müslüman gazetelerinde bulamıyorlardı.”
Bu sırada itiraflarını ve deneyimlerini yayımlayan iki eğitimli din alimi, onlarla [Avetaranyanlar ile] birlikte Bulgaristan’a dönmemişlerdi. Potsdam’da Müslümanlar için müjdeleme enstitüsünde öğretmen oldukları için Müslümanlarla çalışan tüm müjdecilere çok değerli hizmetlerde bulunmuşlardı. Johannes Lepsius, bu iki öğretmenin pratik ve teorik İslam bilgilerinin bir kaynak olarak tutulmasını istemişti. Müderris Nesimi gibi Müslüman ilahiyatının önde gelen bir öğretmenini ve Ahmed Keşaf gibi bir derviş şeyhini, hiç bir desteği olmayan bilgisiz bir çağın hiç düşünülmeden yapılmış belirsiz çalışmalarına terk etmek istemiyordu. Böylece bir kaç arkadaşıyla birlikte bu iki öğretmen için destek bulma işini üstlendi. Potsdam’da 1912’de çok acı veren bir hastalıktan sonra Ahmed Keşaf vereme yenik düştü. Bu hastalığa Yunan-Türk Savaşı döneminde açık havada verdiği bir vaaz sırasında yakalanmıştı. Lepsius, Keşaf’ın ölümüne kadar fiziksel tüm ihtiyaçlarını üstlendi ve Nesimi’nin ihtiyaçlarını 1917’ye kadar karşıladı.
Avetaranyan sözlerini şöyle sürdürüyor: “Hurşid’in ilk yayımlandığı günün ertesi günü, Bulgaristan’daki Türkçe yerel gazete Balkan’da, Hurşid’in yayımcısı Muhammed Şükrü’nün Hıristiyan inancını gizlice İslam’a sokmaya çalışan Pastör Avetaranyan olduğu ve daha önceden çıkardığı Güneş gazetesinin İslam’a karşıt olduğu için Şeyhülislam fetvasıyla132 yasaklandığı haberi bulunmaktaydı. En sonunda bana şu uyarı geldi: ‘Ey Efendi, Tanrı’nın kulu, önceden Müslümandın; Hıristiyan oldun ve Müslümanlarla olan ilişkilerini kestin! Türk meclisi ve Türk ulusu seni ne yapsın? Neden bu tür uyarılarda bulunuyorsun? Hala ortaçağda yaşıyor olsaydık belki bazı Müslümanları kandırabilir ve onları İsa’nın çadırına ganimet olarak getirebilirdin! Müslüman dünyasına karşı ayağa kalkıp onları elde etmeye çalışman için seni kim kışkırtıyor?’
“Tüm bunları Hurşid’te yanıtladım. Ortadoğudan gelen biri olduğumu, Türk olduğumu, fikrimi savumakta özgür olduğumu, kimsenin bu doğruları reddedemeyeceği ve imanın bir ikna olma ve yürek meselesi olduğunu anlattım.
“İki gün sonra Balkan’da bir haber okuduk: yerel din uzmanları delilleri Avetaranyan’a karşısında çürütemediğinden dolayı Kafkasya’dan büyük ve kutsal bir din uzmanı İslam’ı Avetaranyan karşısında savunmak üzere Filibe’ye gelmişti.
“Kaldığı yere gidip bu adamı ziyaret ettiğimde onun aklı başında ve eğitimli biri olduğunu fark ettim. Balkan’a bana karşı bir makale yazma önerisinde bulunmuştu; bundaki amacı gerçeği tutuculuktan sıyrılarak kanıtlamak ve açıklamaktı. Ancak Balkan, onun makalesini yayımlamamayı tercih etti, büyük olasılıkla bunun sebebi engel olmaktan çok Hurşid’in tirajını artıkmak istemedikleri içindi.
“Ancak Balkan, Bulgar bir öğretmen olan Ilieff’in Şumnu’da verdiği bir konuşmasını tercüme edip basmıştı. Ilieff, İshtib’lidir ve kendi memleketindeki Hırisitanlara yapılan saldırıları anlatır. Türklerin her zaman kana susamış olduğunu ve Türk halkının medeni dünyada normal ilişkiler yaşamasını engelleyenin Kur’an olduğunu söyler. Müslümanların Hıristiyanlara karşı nefretinin temelinde yatan bazı Kur’an ayetlerini inceler ve Kur’an’ın, Üçlü Birlik öğretisi ile İsa’nın ilahi oğul olmasını çoktanrıcılık olarak yorumladığını, Müslümanların Hıristiyanlarla dostluk kurmasını yasakladığını açıklar. Balkan, Ilieff’in makalesine pek de zekice yazılmamış uzun bir makale ile kendi yorumunu ekledi.
“Önceden Balkan’da bana karşı yazmak isteyen Kafkasyalı beyefendi, Ilieff’e karşı bir yazı yazdı ve bu yazıyı Hurşid’de yayımlamamı istedi. Yazısı kendi içerisinde iyi ve gerçekçiydi, Kur’an’ın bulunan bazı ayetlere İslam bakış açısından açıklamalarda bulunuyordu. Ayetlerin Üçlü Birlik inancıyla yakından uzaktan alakası olmadığını ama Muhammed zamanında Arabistan’da bulunan ve Persler gibi iki tanrıya – İyi bir Tanrı’ya ve kötü bir Tanrı’ya – ve bunlara üçüncü kişi olarak da İsa’nın gönderilmesi gerektiğine inanan belli Hıristiyan tarikatlarına karşı olarak yazıldığını anlatıyordu. Hıristiyan kilisesi bile bu tarikatlarla mücadele etmiş ve galip gelmişti. Bundan sonra da Hıristiyan öğretisindeki Üçlü Birlik inancının, İslam ilahiyatı ve Kur’an öğretisi ile çelişmediğini detaylı bir şekilde açıklamaya çalışmıştı.
“Gerekli notlarla birlikte ikinci ve üçüncü sayfalardaki bu makalenin basımını yaptığım sırada tuhaf bir adam ortaya çıktı. Üzerinde hançer, palaska ve revolver olan uzun boylu bir Çekezdi. Elinde bir kırbaç ve sırtında ise İslam’ın simgesi olan yıldız ve hilal işareti vardı. Balkan’ın yardımcı editörü Nuri Bey ile birlikte beni görmeye geldiler. Konuşma sırasında kırbacını masamın üzerine koydu. Anadolu ve Avrupa ziyaretlerini anlattı, bir çok dil bildiğini çok bilgi sahibi biri olduğunu ama kendine bir ateist görünümü verdiğini söyledi. Paris gezisini anlatırken, şimdilerde Paris’te Jön Türklerin politikalarını ciddi bir şekilde eleştiren Mécheroutiette adındaki gazetenin yayımcısı, eski Stockholm büyükelçisi Şerif Paşa’yı görüp görmediğini sordum.

“ ‘Evet’ dedi, ‘onu bir parkta gördüm ve bir köpek gibi yere sermek istedim.’



“Bunu söyler söylemez revolverini çıkartıp onu nasıl tehdit ettiğini el hareketleriyle anlattı. Tüm bu öyküyü sadece bana gözdağı vermek için anlattığını anlamıştım bu yüzden ona dostça bir tavırla şunu sordum: ‘Şerif Paşa senden korkmuş muydu?’ bunun üzerine utanarak, ‘Evet’ dedi ve silahını indirdi.
“Ziyaretinin ertesi günü Balkan, bu adamla ilgili bir makale yayımlayıp kendisinin Kafkasyalı bir Çerkez olduğunu ama Hurşid’de makalesi yayımlanan diğer adamın gerçekte Çerkez olmadığını, Protestan bir Hıristiyan olduğunu ve Protestanların İslam’ı bölmek için çaba gösterdiklerini yazmıştı.
“Sonra makalesinin devamında, ‘Kur’an ve öğretisi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Size yalnızca din alimlerinin söylediklerine inanmanızı buyuruyorum’ demişti.
“Bu adam Cuma günü camide vaaz verdi ve bir kez daha Balkan’da ağır sözlerle dolu bir makale yayımladı. Makalede otuz milyon (Rus) Müslüman adına konuşma ve uyarma görevi için Filibe’ye geldiğini; tüm Türklerin, Halife’nin ülkesinde olduğu kadar Balkan devletlerinde de pan-İslamik düşünüşü gerçekleştirmek için hem kişisel hem de finansal olarak çalışması gerektiğini belirtmekteydi. ‘Eğer olur da bunu yapmak istemezseniz veya tüm Müslümanların birliğini korumayıp ayrılığa fırsat verirseniz, o zaman dünyanın dört bir yanındaki üçyüz milyon Müslüman ile birlikte sizden hesap soracağız ve hesaplaşma günü sizin için acı olacak!’ demişti. Sonra pan-İslamizmin elçisi bu tuhaf adam, geldiği yer olan İstanbul’a geri döndü.
“Tüm düşmanca tutumlara rağmen gazetem Hurşid’in tirajı artıyordu. Üç bin adet Anadolu’ya gönderiliyordu ve üç bin adet Bulgaristan’da ve diğer İslam ülkelerinde okunuyordu. Ayrıca Doktor Lepsius’un Türkçe’ye çevrilmiş makalelerini yayımlamakdan da son derece memnundum.
“Bir ay kadar önce Balkan’ın yazı işleri müdürü Ethem Ruhi, Anadolu’ya geçti ve itibarını kullanarak Hurşid’in Anadolu’ya girişinin engellenmesini istediğini öğrendim. Bu konuda İstanbul’da pek açık kapı bulamamıştı ancak Edirne’de başarılı konuşmalar yapmıştı. Hurşid’in tüm Müslümanları Protestan yapacağını iddia etmiş, bu gazeteyi almamaları için Müslümanları uyarmıştı. Manastır’ı ve Jön Türklerin güçlü olduğu Makedonya’daki diğer kentleri bile ziyaret etmeyi düşünüyordu ve konuşmalarda bulunarak, camilerde vaazlar vererek halkı bize karşı kışkırtmak istiyordu. Bu adamın da diğer Müslüman muhalifler gibi inanan bir Müslüman olmadığı, bir ateist olduğu ama İslam’ın gerçek bir savunucusu kılığına büründüğü çarpıcıdır. İşin garibi, kendisi yokken yerine bıraktığı vekili, ben henüz Filibe’de otururken beni bir kaç defa ziyaret etmiş olan Müslüman okulu müfettişidir ve eski bir dostumdur. İki gün önce müftünün özel katibi ile birlikte bana geldiler. Her ikiside aklı başında ve eğitimli insanlardır ve Balkan’ın düşmanca söylemlerine katılmazlar.
Hurşid’in Ocak ayındaki ilk sayısından beri hemen hemen her postaya baktığımda Müslümanlardan, Hıristiyanlardan, Anadolu’dan, Bosna-Hersek’ten, Kafkasya’dan, Buhara’dan, Türkistan’dan, Romanya’dan ve Bulgaristan’dan teşekkür mektupları alıyordum. Bosnalı önde gelen bir Müslüman uzun bir mektup yazmıştı, mektubunda şu sözler vardı: ‘Gazetenizi dikkatlice inceledikten sonra, içeriğinin tüm detaylarıyla üstün bir ahlak düzeyinde olduğuna ve gerçekle uyum içerisinde olduğuna ikna oldum; Ayrıca eğitici bir karakteri olduğunu düşünüyorum.’ Bu beyefendi abonemiz olmuştu.
St Petersburg’dan yazan bir beyefendi, Hurşid’den ne kadar memnun olduğunu dile getirmekteydi ve İslam’da Luther’in yaptığı çizgide bir reform gerekliliğini aktaran kendi yazdığı kitabı göndererek Hurşid’de bu kitabı olumlu ya da olumsuz anlamda eleştirmemi istemişti. Sözlerine şunları da eklemişti: ‘gazeteniz gerçek özgürlüğü desteklediğinden, ciddi ve doğru bir şekilde yol aldığından dolayı, her şeyin iyi olacağından emin olabilirsiniz. Hurşid’in daha fazla kişi tarafından okunabilmesi için çok çalışıyorum.’ Yazdığı kitap esaslı bir akademik çalışma olup Müslümanları dışsal olarak yapılması gereken uygulamaların baskısından özgür kılmayı amaçlamaktadır. Üsküp’ten yazan bir Hurşid dostu, karşı çıkanların tüm yaygaralarına rağmen kendi oturduğu mahallede gazeteme büyük bir talep olduğunu anlatıyordu.
“Romanya’nın Köstence kentinden eğitimli bir Müslümanın yazdığı detaylı mektupta şu sözler yer alır: ‘gazeteniz Hurşid’i beğeniyle okuyoruz ve destekliyoruz. Bize ilham veren bu gazetenin başarılarına devam etmesini ve ilerlediğiniz yolda devam edebilmeniz için Tanrı’nın size kudret ve dayanıklılık vermesini istiyoruz.’
“Bir Bulgar kentinden yazan Müslüman şunları ifade eder: ‘Hurşid adlı gazetenizi okumakla ben ve arkadaşlarım çok aydınlandık. Sonradan başka arkadaşlar da benimle beraber okumak için geldiler ama maalesef çekmeceye baktığımda Hurşid’i birisine ödünç vermiş olduğumu farkettim, böylece üzgün bir halde dönmek zorunda kaldılar. Saygıdeğer efendim, bölgemizdeki köylerde Hurşid’i okumak isteyen bir çok insan olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Çiftçiler Hurşid’i okuyabilmek için veya sesli olarak okuyan biri olur diye gazete bayiine gidiyorlar ama çoktan tükenmiş oluyor böylece eve üzgün dönüyorlar’ ve buna benzer bir çok öykü yer alır. Ortaokul öğretmeni olan bir başka Müslüman şunlar yazar: ‘gazetenizin günümüzde yayımlanan bir çok gazetede bulunmayan şeyleri yazdığını belirtmem sanırım gereksiz olacaktır. Hemen ifade edeyim ki, sadık kardeşiniz olarak size tüm kalbimle şans diliyorum’. Bir diğer Müslüman şöyle yazar: ‘gazetenizi kahvenin birinde tesadüfen okudum ve Yüce Olan Tanrı’dan gazetenizin yayılmasını, aynı şekilde desteklenmesini istiyorum. Gazetenize abone olmayı bir görevim olarak görüyorum.’
“Doğal olarak o anda gazetenin maliyetini karşıyamıyordum ama gazete okunduğu ve tutucuların tüm düşmanca tavırlarına rağmen beğenildiği için teşekkürü hakediyordu. Bu şekilde Hıristiyan fikirleri ve İncilin gerçeği Müslüman dünyasında beklenenin üzerinde bir şekilde duyuluyordu.” (Mart 1912)
“Son zamanlarda ‘Cuma’ adında büyük bir yerel caminin imamı, Hatip Cahid Efendi, Sofya’daki baş Müftünün birinci yardımcısı Muhammed Zeki Efendi ile birlikte beni ziyarete geldi ve iki saat kadar konuştuk. Candan ve açık bir yaklaşımı vardı; umarım sohbetimiz ruhu için yararlı olmuştur. Hatib Cahid önceden Müslüman din adamları arasında en büyük muhaliflerimden biriydi. Filibe’de İsa’ya iman etmekle sağlanabilecek kurtuluş müjdesini duyurmaya başladığımda aşağılayıcı ve alaycı sözleriyle vaazlarıma müdahale ediyor ve Bulgaristan’daki diğer Müslüman din adamlarının İncil’in gerçeği tarafından susturulana dek bana karşı tavır aldıkları yerel Türkçe gazete olan Balkan’da bana karşı öfke dolu yazılar yazıyordu. Daha sonra tüm bu olayları, saldırılarını ve savunmamı Müslümanlar arasında dağıtılmak üzere gazetem Şahid-ül-Hakaik’te yayımladım. Bu adamın benimle daha iyi bir ilişki kurma arzusunu sağlayanın ne olduğunu bilmiyorum ama maddi hiç bir çıkar bekleyemeyeceği açıktı.
“Bir başka olay daha Müslümanların dikkatini müjdeleme çalışmalarımıza çekmişti. Senenin başında gazetem Güneş’i Anadolu’da okuyan eğitimli bir Müslüman, Filibe’ye beni görmeye gelmişti. Bizimle birlikte kalıp gazetemiz Hurşid için makaleler kaleme aldı. Kente varmasından kısa bir süre sonra Balkan’da, Avetaranyan’ın saldırılarına karşı İslam’ı savunmak için geldiği yazıldı çünkü Bulgaristan’daki din adamları Avetaranyan ile başa çıkamıyordu. Bu adam vaftiz olmuştu ve artık topluluğumuzun sadık bir üyesiydi ve imanını açıkça itiraf ediyordu.
“Jön Türklerin hakimiyeti dört yıl sürdü sonra Anadolu yine yeni bir radikal değişimle karşı karşıya kaldı.
“Tüm Müslümanların güvenini kazanmak ve tüm ülkelerdeki İslam’ı tek bir siyasi güç aracılığıyla yönetme fikrine sahip Jön Türkler, Hıristiyan ulusların Anadolu’daki çabaları ve müjdeleme çalışmaları ile ciddi çatışmaya girdiler. Bunu yönetimleriyle ve basın aracılığıyla gösterdiler. Dünyada Müslümanların yaşadığı her yere, Rusya’ya, Buhara’ya, Afganistan’a, Çin’e, Hindistan’a, Mısır’a ve Afrika’ya casuslar göndererek onlara şartlara göre değişen görevler verdiler: (a)Müslümanlara yeni planı bildirme, (b)sonraki kuşakların standart bir eğitim alabilmeleri için okullar açma, (c)güçlü bir donanma edinebilmek ve halifeliğin savaş hazırlıkları için her yerde para toplama.
“Temel adalet reformu ve saldırılar sırasında Kürtler tarafından alınan mülklerin Hıristiyan vatandaşlara geri verilmesine bir çok defa söz verilmişti ama bu söz hiç bir zaman tutulmadı. Tersine hayat sistemli bir şekilde onlar için zorlaştırıldı oysa göç etmeleri kolaylaştırıldı. Müslüman basını daha önceden Jön Türklerin gazeteleri kadar Avrupa’ya ve Hıristiyanlığa bu kadar kibirli ve kışkırtıcı bir üslup kullanmamıştı. Sadece Kapütülasyonları133 kaldırmayı değil aynı zamanda Hıristiyan devletlerin Müslümanları tamamen kendi etkileri altına almak istediğini, kendilerini köle yapmak istediğini ve artık tüm Müslümanların birleşme ve Hıristiyan Avrupa’nın her bir etkisinden kurtulma vaktinin geldiğini tüm İslam dünyasına duyuruyorlardı. Parti134 tarafından desteklenip Halife’nin şehrinde basılan dini gazeteler, Müslümanları Hıristiyanlara karşı kışkırtmayı özellikle de müjdecilere ve çalışmalarına karşı kışkırtmayı en önde gelen görevleri olarak görüyorlardı. Hıristiyanların yaşayışları, yazıları ve okulları ile ilgili aslı astarı olmayan bin bir çeşit uydurma söylenti yayıyorlardı.
“Gazeteleri okuyorum ve her yeni sayıda Hıristiyan inancına, misyonuna en adi şekillerde saldıran ve ‘misyoner’ sözcüğünü sövüp saymak için kullanan bir ya da daha fazla makale buluyorum. Türk gazetelerindeki yüzlerce makaleden şu bir kaç örneği verebilirim: Edirne’deki ordu imamı, Jön Türklerin pan-İslam düşünüşünün hırslı savunucusu, dört yıl boyunca haftalık dini gazete Siratul-Mustakim’de ve günlük yerel gazete Balkan’da yazılar yazan Ali135 Müftisi Fahreddin, (kendisi de Güneş’e karşı yazılar yazmıştır) saldırılarını bir ara Jön Türk gazetelerinin tersine pan-İslam çizgisinde olmayan, Anadolu’daki Hıristiyanların pratikte eşit haklara sahip olabilmesi için mücadele eden İstanbul’daki haftalık Müslüman dini gazete Beyan-ul-Hakk’a çevirdi. Siratul-Mustakim’in 11 Haziran 1910 tarihli ondokuzuncu sayısında Fahreddin, Beyan-ul-Hakk yazarı Cevad Sami Bey’e yanıt olarak açık bir mektup yazar: ‘Diyorsunuz ki, “bu satırları yazan kişi ömrü boyunca misyoner diye bir şey görmemiştir ve ne yurtdışında ne de yabancılar tarafından idare edilen bir okulda eğitim almamıştır. Neden bana ‘misyonerlerin talebesi’ diyorsunuz, sizinle aynı fikirleri paylaşmadığım için mi?” Ama size şu yanıtı veriyorum, eğer siz Müslüman olsaydınız nasıl olur da “Avrupa medeniyetini benimsemezsek halkımız için kurtuluş olmaz” dersiniz? Haçın Hilali sevmediğini ve galip geldiği her yerde ayak altına alıp vahşice çiğnediğini bilmez misiniz? Misyoner talebesi İslam’ın kültür ve ilerleme için bir engel olduğunu iddia ediyor. Misyonerlerin talebesi olmasan böyle bir fikri savunuyor olmazdın. Türklük ve İslam birdir; İslam’ı ortadan kaldırırsanız artık ulustan bahsedemezsiniz. Misyonerler ulusumuzun varlığını zehirleyen kolera virüsleridir. – –

Kadınlara düşkün olan, şarabı tanrıçaları için içen ve şehvetin etkisinde kalıp yazan Avrupalı budala filozofların yazılarını nasıl olur da onaylamamız beklenebilir? Evet, fikir ve konuşma özgürlüğüne işaret ederek yirmi milyon Osmanlıyı bu sözlere inandırma girişimi başlamıştır bile. Ama eğer İslam’ı ve Osmanlılığı savunanlar öne çıkıp Avrupalıların bilgisizliğini ve iğrençliklerini ortaya dökerse, o zaman asıl onların tutuculukları için suçlu oldukları görülecektir. Bu delilik değil mi?’


“Fahreddin 9 Haziran’da Balkan’daki yazısında Beyan-ül-Hakk editörüne şu sözleri yönetmekteydi: ‘Sen ey kötü ruh, lanetli şey! Patrik Joachim’in dostu olduğumu söylüyorsun. Siz kimsiniz peki? Nesiniz? Siz, fesat karıştıranların en kötüsü, tüm belaların babası misyonerlersiniz...’
“Jön Türklerin gazeteleri bana ve çalışmalarıma karşı daha da düşmanca bir tavır aldı çünkü Hıristiyan gerçeklerinin Müslümanlar arasında yayılmasından nefret etmekle kalmıyorlar ama ayrıca bunu kendi pan-İslam planlarının gerçekleşmesine bir engel olarak görüyorlardı. Fahreddin’i ve diğerlerini üç yıl önce [1909] Güneş’e karşı tavır almak ve Türk basınında kavga çıkartmak için kışkırtmaları bu yüzdendi. Ancak Güneş’in ortaya çıkarttığı gerçek bir çok yörede onaylandığında ve gerçeklerin aksini kanıtlayamadıklarında, daha katı ölçüler uygulamayı gerekli gördüler. Hiç bir gazete benimki kadar zulüm görmemiştir. Üzerinde gazetemin herhangi bir kopyasını taşıyan insanlar hapse atılır veya bir bedel ödemeye mahkum edilirlerdi. Önceden bizimle bir süre çalışmış olan bir dizgici yeni bir iş bulmak üzere İstanbul’a gitmiş ve çantasında Güneş’in bir sayısı bulunmuştu. Tutuklanmış ve Türk vatandaşı olmamasına rağmen yirmi frank ödemeden serbest bırakılmamıştı.
Güneş’i satın alan Rum bir sarraf, İstanbul’da polis tarafından tutuklanıp askeri mahkemeye çıkartılmış. Altı hafta hapis cezasına ve dört yüz frank cezaya çarptırılmış. Gazetenin yasaklandığını bilmemesi bile hiç bir işe yaramamış.
“Gazetemiz Hurşid yayım hayatına başladığında, basın ile ilgili mevcut yasalara göre yasaklanmasını gerektirecek bir neden yoktu ama Hurşid’in yarattığı etki kısa bir sürede Güneş’in etkisinden daha tehlikeli olmaya başlamış gibi görünüyordu. Müslümanları uyarmak amacıyla öncelikle Balkan, Hurşid’e saldırmaya başladı. (Balkan’ın yazı işleri müdürü Ethem Ruhi, Jön Türkler partisinden İslam’ı savunduğu ve Jön Türklerin siyasetini koruduğu için her ay dört yüz frank alıyordu ama Ethem Ruhi de onlar gibi bir ateistti ve İslam’ın kurallarına göre yaşamıyordu.) Buna rağmen Hurşid Anadolu’ya ulaştı ve Güneş’ten daha büyük bir Müslüman okuyucu kitlesine sahip oldu. Müslüman gazeteler Hurşid’den alıntılar yapıyordu, Hıristiyan fikirler yayılıyor ve tutuculuk zayıflıyordu. Ancak bu, tutuculuğun artmasını ve şiddetlenmesini isteyen yönetimin istekleri ile çatışıyordu çünkü pan-İslam düşünüşünü gerçekleştirmek için fanatizmi mümkün olan en yüksek düzeylerde ve en önemli araç olarak kullanmak niyetindeydiler. Hurşid’i açık bir şekilde yasaklamak için hiç bir sebep bulunamadığından dolayı Bulgar sınırındaki Türk posta görevlilerine Hurşid’i Bulgaristan’a geri göndermeleri, sınırdan geçirmemeleri talimatı verilmişti. Bu konuyla ilgili olarak Bulgar posta hizmetlerini protesto ettim. Olay önce Sofya’daki bakanlığa oradan da İstanbul’a ulaştı ama Hurşid tam da bu sırada yasaklanmıştı ve bu gerekçeyle sınırdan geri çevrilmişti; bu haber ancak bir iki ay sonra İstanbul’dan Bulgar postasına iletildi. Yine de bunlar gerçekle çelişmekteydi çünkü İstanbul’da kimsenin yasaklamadan haberi yoktu.
“Bu Hıristiyan fikirlerin genellikle kimden, nereden geldiği ismen belirtilmemesine rağmen yine de dini basın bile Hurşid’deki fikirleri ve yazıları incelemenin gerekli olduğunu düşünüyordu. Bana göre Tanrı Sözü bu şekilde de etkisini belli etmiştir, müjdenin sevindirici haberi bir hamur gibi kabarmaktadır. İslam’ın buna direnebilecek gücü yoktur. Söverek ve lanet ederek Tanrı’nın tohumunun büyümesini engelleyemez.
“Özgürlük İlanından sonra Türk basınının heyecanlanmasına sebep olan iki olay daha aktarmak istiyorum. Birinci olay Profesör Dozy136 tarafından yazılan İslam Tarihi adlı eserin dağıtılmasıyla başlayan çalkantılardı. Dozy bu kitapta İslam ile ilgili bir dizi eleştirel ifade kullanmıştı. Özgürlük İlanından sonra Doktor Abdullah Cevdet, kitabı gerekli açıklamalarla birlikte Mısır’da Türkçeye çevirmiş (1908’de Kahire’de basılmıştır) ve halkına hizmet etmek amacıyla Anadolu’ya dağıtımını sağlamıştı. Müslümanların bu zamana kadar akademik temellere göre açıklanan bir tarih kitabı hiç olmamıştı; varolan tarih kitapları yanlıydı, inandırıcı değildi ve masallarla doluydu. Bu çeviri Müslüman dünyasına bir yıldırım gibi düştü. İstanbul’daki din adamları o kadar kızmışlardı ki kitabı yasaklattılar. Ancak yasaklanmadan önce on binden fazla adet dağıtılmıştı. Meseleyi doğru bir şekilde anlayan bazı Müslüman din adamları, Abdullah Cevdet’i savunmaya çalıştılar. Ama bu deneme kendileri için de kötü sonuçlar doğurdu çünkü onlar da kafir olarak adlandırıldılar ve güç tutucularda olduğundan dolayı sessiz kalmayı tercih ettiler. Eğer tutucular kitabın zararsız olmasını istiyorlarsa yazanları delillerle çürütmeyi gerekli görüyorlardı ama kitap İslam’ı olduğu gibi gözler önüne serdiği ve inandırıcı olduğu için bu işi zor bir görev olarak görüyorlardı. Kitaba karşı gerçeklere dayalı hiç bir şey söylenememişti çünkü Dozy en iyi Müslüman kaynaklara başvurmuştu. Böylece tutucular için geriye kalan tek şey yazarın ve çevirmenin kişiliğine saldırmaktı ve iki dini gazete şimdilerde Sabil-ur-Reşad olan Siratul-Mustakim ve Beyan-ül-Hakk bu görevi üstlendiler. En tanınmış vaizlerden biri olan Aya Sofya’nın vaizi ve aynı zamanda İstanbul’daki yüksek kurulun bir üyesi olan Manastırlı İsmail Hakkı, Siratul-Mustakim’de Dozy’ye ve kitabın çevirmenine karşı yazılar yazdı, aynı yıl Beyan-ül-Hakk da bir dizi makale yayımladı.
“İsmail Hakkı’nın yazım tarzı birinci makalesinin ilk sözleri ile kendini belli eder; en adi sövgülerle başladığı yazısında kitabı ‘iftiralar yığını, hakaretler kitabı, kaba saldırılar, belalı boş sözler, sahte bir iş, kirli sayfalar, kendini beğenmiş bir çalışma’ olarak adlandırır. Bu ifadelerle başladıktan sonra sözlerini şöyle sürdürür, ‘Bu çirkin saldırı karşısındaki şaşkınlığımızı ifade etmeyi şimdilik bırakıp gerçeklere inceleyelim.’ Aslında bela okumaktan başka bir şey yapmaz ve gerçeklere bir türlü geçemez. Hemen hemen her makalede bu tür sözler çok yer tutar: ‘Ey akıl hastaları, ey akıl hastaları, dünyevi şehvetle lekelenmiş ey sizler, hiç bir kanıtınız yokken ve hiç bir konuda fikir sahibi değilken dolandırılmış iblisler; ikiyüzlülük karışmış bir iş, yıkım getiren bir çalışma, baştan sona “hayal ürünü” bir kitap, yanlış yönlendiren yazılar, iftira dolu sayfalar, bela kıvılcımları...’ Daha sonra çevirmeni kafir ve lanetli biri olarak adlandırıp onu Filibe’deki Güneş gazetesinin editörü ile birlikte hareket etmekle suçlar. Söylediğine göre eğer Abdullah Cevdet Güneş’in editörünün bir destekçisi ve çalışma arkadaşı olmasaydı, İslam’ın temellerini sarsmaya çalışan böyle bir kitabı çevirmeye kalkmazdı, v.b.
“Abdullah Cevdet’i tanımıyorum ve ne onunla ne de Profesör Dozy ile aynı çizgiyi paylaşan yazılar yazmıyorum çünkü onlar kendilerine temel olarak Hıristiyanlığı almazlar ve yıktıkları şeyin yerine hiç bir şey koymadan İslam’ı eleştirirler.
“Üzerinde durmak istediğim ikinci konu ise tanınmış Alman Profesör Häckel’in Muhammed ile ilgili yazdığı kısa bir yazının çevirilip Türkçe bir gazetede yayımlananmasıydı. Häckel, Muhammed’in Tanrı’yı güçlü, kudretli bir kişi gibi tasvir ettiğini ve Tanrı hakkındaki bilgisini bir Nestorian manastırından edindiğini bunun sonucu olarak da Hıristiyanlıkla ilgili yanlış bilgilendirildiğini yazmıştır. Häckel tarafından yazılan bu sözler Müslüman din adamlarını çileden çıkarmıştı ve bahsettiğim gazeteler bir kaç ay Häckel’in teorilerini İslam’a karşı bir saldırı olarak ortaya koyup yalanlamaya çalıştı.
“Aslında Müslüman biyografi yazarlarının kendileri, Muhammed’in genç bir delikanlıyken Nestorian manastır papazı Buhaira ile bir süre beraber kaldığını ve Buhaira’nın ona bağlılığını göstererek bir peygamber olacağını söylediğini anlatırlar. Ve güya Buhaira, İncil’deki bir ayetin Muhammed’in peygamber oluşuna işaret ettiğini söylemiştir. O zamandan beri Müslümanlar bu öyküden çok gurur duyarak bunu peygamberlerini övmek için bir sebep olarak görmüşlerdir ve Muhammed’in peygamber olacağına dair İncil’de bir kanıt bulamayınca da Hıristiyanların İncil’i tahrif ettiklerini ve ‘Buhaira peygambere kendisi gösterdi’ dedikleri ayetlerin ortadan kaldırıldığını iddia ederler.
“Ama şimdi Häckel’in, Muhammed’in Buhaira’dan çok şey öğrendiğine ve Kur’an’da Buhaira’dan bahsettiğine dair sözleri kendilerine çok acı gelmektedir çünkü İslam’da hiç bir şeyin insandan kaynaklanmadığını, ilahi esin olduğunu düşünürler. Häckel’in iddialarını çürütmek için şöyle söylerler, eğer Muhammed’in öğrettiği her şeyi Buhaira’nın zaten bildiği gerçekse, neden Buhaira kendisi bir peygamber gibi davranmadı?
“Eğer Müslümanlar, Dozy’nin ve Häckel’in İslam’ı eleştiren sözleri karşısında güçsüz kalıyorsa ve daha iyi bir şey sunamıyorlarsa, sadece İslam’da yer alan hataları değil ama aynı zamanda Kur’an’da bulunan bir kaç gerçeğin de Kutsal Kitap’tan alındığını gözler önüne seren ciddi Hıristiyan yazılarıyla karşılaştıklarında ne yapacaklar?
“İslam’ın Hıristiyanların müjdelemesinden bu kadar korkmasının ve kendisini her tür Hıristiyan etkisine kapatmak için hala çaresizce çabalamasının nedeni bundandır.”

Bayan Helene Avetaranyan Kasım 1912’de şunları yazmıştır:


“Eylülde henüz Bulgaristan’da hiç kimsenin savaşı aklına bile getirmediği bir zamanda sevgili eşim, Kaşgar dilindeki Kutsal Kitap çevirisini görüşmek üzere Stockholm’e iki ay sürecek bir seyahatte bulundu. Bu gezi çoktan ayarlanmıştı ve bir yıl önceden planlanmıştı. Ancak eşim Stockholm’de Kaşgar’dan gelen İsveçli müjdecilerle çalışmalarına henüz başlamıştı ki Balkanlardaki durum ciddi bir hal aldı. Balkan İttifakı artık herkesin kendisinden haberdar olduğu bir oluşum haline geldi, seferberlik ilan edildi, posta ve yolcu hizmetlerinde kısıtlamaya gidildi ve Filibe tam bir askeri üs oldu. Ama Bulgar askerlerinin çok sakin, çok düzenli bir tutumları vardı. Binlerce insanın şehrimizin merkezinde haftalarca konakladığı bir sırada, şans eseri onlarla beraber ikamet ettirilen Ermeniler, askerlerin ılımlı sakin tavırlarını övüyorlardı. ‘Aynı evde elli Bulgar cengaver askerle kalıyorduk ama evdeki varlıkları hiç belli olmuyordu bile’ diyorlardı. Sokaklarda bile tam bir düzen vardı. Ne sarhoşça bir eğlence, ne bir ses, ne de gürültülü bir şenlik vardı, sadece bilinçli bir fedakarlığın meydana getirdiği sakin, ılımlı bir insancıl tutum hakimdi çünkü şu anki durumda bundan başka bir çare yoktu. Bazı Avrupa gazetelerinin söylediğinin tersine bu savaş bir ‘baskın’ değildi; kelimenin tam anlamıyla halkların savaşıydı. ‘Ruslar bağımsızlığımızı sağladı, şimdi biz de Makedonların özgürlüğü için çalışmalıyız’ düşüncesi buradaki en son askere kadar binlercesine egemen olan tek fikirdi. Genç bir Bulgar süvari yüzbaşısı Filibe’deki ailesine şunları yazmıştı: ‘İnsanların bağımsızlığı için savaşıyor olmak çok güzel’ ve ‘Tanrı’nın bizimle olduğunu hissediyoruz’. Bulgar halkını otuz seneden fazladır tanıyan ve dillerini bilen yaşlı bir Amerikalı müjdeci bana, şimdilerde Bulgar kilisesinin toplantılarında derin duygusal bir ruhun, gerçek dua ruhunun hakim olduğunu söyledi, önceden çok gürültülü ve yüzeysel olurdu.”
(Birinci Balkan) Savaşının patlak vermesiyle (Ekim 1912) Avetaranyan’ın karşılaştığı görevler onu içerdeki işlerle ilgilenmekten alıkoydu. Yaralılar ve tutsaklar arasında Müslümanlar pek yoktu. Avetaranyan Sofya’daydı ve yaralıları ziyaret etti. Yaralılar ölümden kurtulduktan sonra burada Hıristiyanların yanında kendi evlerinden daha rahatta olduklarını itiraf etmişlerdi. Onlara İncil verildi; daha yetişkin olanlarına dini süreli yayınlardan verildi. İncil’i okuyanlardan biri, eğer bu kitabı daha önce görmüş olsaydı şu anda bu durumda olmayacağını açıklamıştı. Müslüman tutsaklar, esir kampındayken Hıristiyanlardan gördükleri bu iyi ilgiden şüphelendiklerini itiraf ediyorlardı. Önceleri yemek yememişlerdi çünkü Hıristiyanların onları zehirleyeceklerini düşünüyorlardı. Avetaranyan ayrıca kanlı savaş öyküleri dinlemek isteyen ve Hıristiyanları (Ermenileri) öldürmekle övünen Müslümanlarla tanıştı. Bulgaristan’ın Almanya’ya karşı güvensizliğinden dolayı Avetaranyan, yaralı olmayan ondört bin tutsağı ziyaret edememişti.
Bulgar Hıristiyanlar komitesi bile Avetaranyan’ı ve onun yardımcılarını gözetiyordu. Eğer savaştan talihsiz bir sonuç çıkarsa çok kötü bir şekilde zarar göreceklerinden Hıristiyanların korkusu son derece yerindeydi; Bulgaristan’daki 600.000 Müslümanın tutuculuğu onları çok tehlikeli bir nüfus yapıyordu.
Avetaranyan burada da hem Müslümanlara hem de Hıristiyanlara yardımcı oluyordu. Sofya’daki Bulgar incilî kilisesinde vaaz verdi ve vaazının tamamı Sofya’daki günlük gazete Utro’da yayımlandı. Ayrıca Hindistan Kızılhaçından gönderilen İngiliz doktorlara tercümanlık yaptı ve orada da sözleriyle hizmet etme fırsatı buldu. Mart 1913’te Avetaranyan, Almanya’da kalan iki din aliminin memleketi olan Paşmaklı’da tüm Müslümanların Kilise tarafına geçtiklerini duydu.
“Bu savaş döneminde” diyor Avetaranyan, “müjdeleme merkezimiz ve yaşamlarımız sık sık tehlikeler atlattı ve bir kaç aydan fazla bir süre dış dünyayla bağlantılarımız tamamen koptu. Ne bir yere gidebiliyorduk ne de birileri bize gelebiliyordu; yazışmalarımız kesintiye uğruyordu ve iletişim durumumuz belirsizdi. Ya mektuplarımızı hiç alamıyoruduk ya da en iyi ihtimalle iki ayda bir Odessa yoluyla alıyorduk. Çünkü İkinci Balkan Savaşı sırasında Sırbistan ve Romanya mektuplarımızın onların bölgesinden geçmesine izin vermemişlerdi. Bu zamanda her gün yaşadıklarımız ve deneyim ettiklerimiz oldukça sıradışıydı.
“Filibe, Balkan İttifakının Osmanlı’ya karşı yaptığı ilk savaşta ulusal sınırlarımızı geçmeye çalışan Türklerin saldırısından dolayı sürekli risk altındaydı. Sınır ise Filibe’den sadece beş saat uzakta Rodop Dağlarının yakınlarındaydı. Ancak durumumuz İkinci Balkan Savaşı sırasında, Bulgar birlikleri Çatalca’dan geri çağrılıp Sırp sınırına gönderildikten sonra daha da tehlike altına girdi. Bulgar-Türk sınırının bu tarafındaki en büyük kent olan Filibe, Türkler yüzünden özellikle de Edirne’yi tek kurşun bile sıkmadan almalarından sonra güvenlikte değildi. Bulgaristan’a girip askerlerini cepheye göndermiş savunmasız bir ülkeye haksızca saldıran Romanya ordusu süvari birlikleri, Tatarpazarcık’ta bizim kuzeyimizdeki bir tren istasyonuna kadar Balkan Dağlarına ilerlemişti. Halk onlardan gece gündüz korkuyordu, kendilerini güneyden tehdit eden başıbozuklardan hiç bir farkları yoktu. Trakya, Makedonya ve kuzey Bulgaristan’dan gelip burada sığınacak bir yer arayan ve yardım bekleyen binlerce mültecinin sayısı her gün giderek artmaktaydı; ekmek getiren erkekleri savaşa gittikleri için bölgedeki fakir ailelerin ihtiyacı çoğalmış ve dullar ile yetimler inanılmaz sayılara ulaşmıştı. Bu dönemde yiyecek fiyatları ikiye katlandı ve günlerce ekmek bulamadık. Savaşın getirdiği tüm bu sefalete ek olarak, Romenlerin istilasından çok kısa bir süre önce Bulgaristan çok fena bir depremle sarsılmıştı. Binlerce yoksul ve korkmuş insan nereye gideceğini bilemiyordu, başıboş dolanmaktaydılar ve buraya da geldiler. Savaşın başlangıcından beri ruhsal ihtiyaçlara çare bulmaya çalışırken eşim de yoksullarla, hastalarla ve kapımızı çalan ihtiyaç içerisindeki kalabalıklarla ilgilendi. Hizmeti sırasında bir çok yüreklendirici sözle teşvik edip dini yazılar verebilme şansı olmuştu.
“Temmuz sonlarına doğru Filibe’deki korku ve heyecan çok artmıştı. Kenti ve savaş tutsaklarını korumak için en fazla bin kişilik bir garnizonumuz vardı çünkü ordunun büyük bir kısmı Makedonya’da Sırplara ve Yunanlara karşı mücadele veriyordu. Trakyalı mülteciler başıbozukların yaptığı çirkin zulümleri anlatıyordu. Kentimizde yaşayanları sakinleştirmek için yetenekli ve nazik bir komutan olan General Stoïleff, Sofya’dan telegrafla gelen haberleri bildirmek için duvarlara posterler hazırlattı. Bu duvar posterlerinin içeriğinde Filibe için bir tehlike olmadığı ve Türklerin eski sınırı geçmeyeceği yazılıydı. General, çeşitli mezheplerin önde gelenlerine ve bir kaç gazete yazı işleri müdürüne haber gönderip insanları sakinleştirmek için ellerinden ne geliyorsa yapmalarını istedi. Ancak Mustafa Paşa yönetimindeki Türk askeri gücünün eski sınırı geçtiği, Harmanlı ile çevre köyleri ateşe verdiği haberi duyuldu. Yaralı olan ve kötü muamele gören bölgedeki mültecilerin, Bulgarların, Ermenilerin ve diğerlerinin korkunç haberleri doğrulaması kentimizdeki teleşı tekrar artırdı. Sabah olunca, bugün Türklerin geleceğini, yaklaşmakta olduklarını ve sonra da bu gece Romenler geleceğini işittiler. Bir çok kilise ve kilise avlusu başını sokacak bir yer arayan mültecilerle doldu taştı. Bulgar ulusal bankası, nakit para kutularını kentten uzaklaştırdı. Herkes canını ve malını kurtarmaya çalışıyordu ama hangi tarafa yöneleceğini bilemiyordu. Devletin kendisi de tehlike altında olduğundan yardım edemiyordu ama kendini savunmak isteyenlere cephanelikten silah sağlanmasına izin verdi. Ermeniler başlarından geçen saldırıları düşündükçe çok korktular. Korunmamız için bazıları müjdeleme merkezimizin tepesine Alman bayrağı asmayı ve hatta ölüm döşeğinde yatan Amerikalı müjdeci Bay Marsh’ın evinin üzerine ve Bulgar incilî kilisesinin tepesine de Amerikan bayrağı asmayı önerdiler. Konuyu kardeşlerle görüşeceğimi ve gerekli olan neyse yapılacağını söyledim ama bu tür durumlarda basımevimiz için ve özellikle de o ülkede Müslümanlara müjdeleyen birisi olarak kendim için en büyük tehlike Türk tarafından gelecekti.
“Birinci savaş başladığında ben hala Stockholm’deyken o sırada eşim Helene müjdeleme merkezindeydi ve yalnızdı. Alman konsolosluğunu temsil eden Avusturya konsolosuna, müjdeleme merkezini ve basımevini acil bir durum karşısında Alman bayrağı ile korumasını rica etmişti. Ben de konsolostan aynı istekte bulundum. Durumumu ona bildirdikten sonra bana şu yanıtı verdi: ‘Eğer buraya asıl Türk birlikleri gelirse korkacak bir şey yok ama eğer başıbozuklar gelirse o zaman benim hayatım bile tehlike altında.’ Basımevimiz üzerine Alman bayrağı asma konusunu sorduğumda ise ‘ben sana bildirmeden yapma’ yanıtını verdi. Bu yanıt beni çok şaşırttı çünkü konsolosluk bizden uzaktaydı ve eğer üç kere evini ziyaret ettikten sonra onu görebilme şansım oluyorsa, acil bir durumda ona nasıl güvenebilirdim?
“O hafta savaş tutsakları arasındaki Türk subaylarını ikamet ettikleri yerde görebilme izni aldım. Onlar da yaşamları ve güvelikleri için endişe duyuyorlardı çünkü etrafta bin türlü söylenti dolaştığından dolayı Bulgarların onları öldürmesinden korkuyorlardı. Güvenlikleri için bir girişimde bulunmamı rica ettiler. Böyle kritik bir dönemde komutanı görmeye üç kez gittim. Birincisinde komutan beni çağırttı ve üçüncü seferde subayların ricası üzerine ben gittim. Komutan bana dostça davrandı ve kendisi yaşadığı sürece Filibe’de savaş tutsaklarının kılına bile zarar gelmeyeceği konusunda namus sözü verdi. Komutanın sözlerini onlara ilettikten sonra memnun olup sakinleştiler.
“İyi bir Hıristiyan olan İngiliz konsolosu, bir gün Makedonya’ya seyahat ederken kendisinin yerine tutsaklara bakmamı istedi. Sözün kısası tutsakları camide ziyaret edip onlara ihtiyaçları olan giyecek, ayakkabı, sabun v.b. malzemeleri vermem gerekiyordu. Bu görev ve bu hediyeler Londra Balkan Komitesi tarafından verilmişti. İngiliz konsolosluğunun kavassı ve Bulgar jandarması yönetiminde cami cami dolaşıp hediyeleri dağıtırken oradaki insanlarla konuşma ve Tanrı Sözünü onlara bildirme fırsatım oldu. Türk ordusu Trakya’yı tekrar ele geçirdikten ve Bulgar sınırını geçtikten sonra savaş tutsakları arasındaki subaylar tekrar kapatıldılar ama onları odalarında ziyaret edebilmem için izin alabildim.
“Bu sırada Rab, iki önemli çalışma ve bir kitapçık yayımlayabilmem için bana güç verdi; bu eserler savaş tutsakları arasında dağıtıldı. Bu yazılardan özellikle biri o anki tarihi olaylarla kanıtlanan gerçekleri açıklıyor, bu da müjde olmadan Türk ulusunda ne kurtuluş ne de gerçek bir ilerleme olmayacağıdır. Diğer yazı ise çevirisini kendim yaptığım Gossner tarafından yazılan Herzbüchlein adlı eserin resimli olarak yayımladığım Türkçe tercümesiydi.137
“Edindiğimiz deneyimlere göre, yazılarımızın tümünde sadece İncil’in kurtuluş gerçeğini sunmakla kalmayan ama aynı zamanda İncil’e ve Hıristiyan öğretisine önyargıyla bakan – ki tüm Müslümanlar çocukluklarından beri bu tür bir düşünüşe sahiptir – bir tavır benimserdik. Yazılarımız bu önyargıları Müslümanlar için anlaşılabilir ve ikna edici bir şekilde çürütüp Kutsal Yazıları kendileri için araştırmaya teşvik ederdi. Bulgar incilî vaizler ve benzer şekilde yazılı eserler dağıtan diğer kardeşler, sunulan Kutsal Yazıları başlangıçta almak istemeyen ama biraz okuduktan sonra ısrarla Kutsal Kitap isteyen Müslümanlarla karşılaşmıştı. Yayımlarımızı bir savaş tutsağına uzatan Bulgar incilî pastör, bir kaç gün geçtikten sonra ona okuyup okumadığını ve nasıl bulduğunu sorduğunda şu yanıtı aldı: ‘sadece okumakla kalmadım yakında buradaki herkese vaaz vermeye başlayacağım.’
Müjde kitapları ve yazılarımız kendim, eşim ve savaş döneminde işe aldığımız Kutsal Kitap dağıtımcıları tarafından, sadece Türk savaş tutsaklarının çoğunun yerleştirildiği Filibe’de ve çevre bölgelerde dağıtılmakla kalmıyor aynı zamanda Sofya’da, çalışma arkadaşımız Pastör Şahveled tarafından Edirne’de ve sevgili dostumuz Pastör Kevorkyan tarafından Rusçuk’ta da dağıtılıyordu. Şumnu’da bile incilî kardeşlerimiz çok sayıda eser dağıtmıştı öyle ki her yerdeki savaş tutsaklarının okuyacak iyi bir şeyleri olsun ve beraberlerinde götürebilsinler. Olanlar için Rab’be şükretmeliyiz çünkü eğer Bulgaristan’da müjdeyi yaymayı kendilerine dert edinmemiş müjdeci Hıristiyanlar olmasaydı ve müjdeleme hizmeti hiç yapılamasaydı ne savaş tutsakları ne de Bulgar askerleri Tanrı’nın Sözünü duymamış olacaktı.
Sofya’daki incilî Bulgar pastör Furnadcieff’ten öğrendiğime göre, Kutsal Bulgar Rahipler Meclisi, Kitabı Mukaddes Şirketinin tutsaklar için göndermiş olduğu Türkçe Kutsal Kitap’ların yüksek miktarlarda taşınmasını reddetmiş ve hatta Kutsal Yazıların tutsaklar arasında dağıtılmasını engellemek için Sofya’daki komutanı bile ikna etmişti. Öyle ki komutan, bu görevi benim yerine getirme ricamı da reddetmişti; oysa geleceğin vaizinin kardeşi ve Kral Ferdinand’ın sekreteri Bay Genadieff, bu meseleyi halletmekte çok nazikti. Ama Rab bize başka yollar gösterdi ve Sofya’daki tutsaklara en azından ruhsal yazılar sağlayabildik.
“Yazılarımızdan bir parça veya gazetemizin bir sayısı ellerine geçmiş olan Stara Zagora, Sofya ve Tatar Pazarcık’taki subaylardan mektuplar aldım, evlerine dönerken yazılarımızı beraberlerinde götürüp götüremeyeceklerini soruyorlardı. Doğal olarak savaş tutsakları arasında da bir sürü fanatik vardı. Bir gün bir Türk subay tarafından kaldığı otele davet edildim. Oraya gittiğimde Şahid-ül-Hakaik’in tüm sayılarının eline geçmiş olduğunu öğrendim ve yazdıklarımı çürütmeye çalıştı. Kendi tarzında yazdığı bir kaç satır okudu bana. Ona, ‘kendini bu işe adadığın için çok sevindim’ dedim, ‘fakat amacım gerçeği açıklamaktan başka bir şey olmadığı için karşı çıktığın noktaları yayımlamaya ve gerekli yanıtları vermeye hazırım ve bu konuda istekliyim. Eleştirilerini yazmayı tamamladığın zaman gönder bana.’
“Beraber bir kaç saat konuştuktan sonra fikrini değiştirip bana, ‘artık sana karşı bir şey yazmayacağım, seni onurlandıracağım’ dedi. Vedalaşırken elimi öptü – doğuda bu derin bir saygı ifadesidir.
“Kamil Paşa yanlısı, İstanbul’dan Bulgaristan’a kaçan Sofyalı bir Arap beyefendi, tüm yayınlarımızdan bir adet göndermemi rica etti. Arap Müslüman gazetelerinde benim hayatımı ve etkinliğimi okumuştu, benimle tanışmak için beni görmeye geldi. Sonraki bir zamanda Sofya’ya gidip onu görüdüğümde bana, ‘ey Muhammed Şükrü Efendi, yayınları kendim için sipariş vermedim. Yayınlar eğitimli bir dostum içindi, kendisi yayınları beraberinde İstanbul’a götürüp öğretmeni olan ünlü bir ulema’ya vermek istiyordu; gerekli yanıtları öğretmenden alacaksın. Yerel ulemalardan aldığın gibi yanıtlar olmayacak bunlar, tersine mantıksal akıl yürütmelerle sana her şeyi kanıtlayacak’ dedi.
‘Memnuniyetle’ dedim, ‘mantıklı olsa da olmasa da yanıt versin çünkü inanıyorum ki, her kim bu şeyleri ciddiyetle araştırırsa benim vardığım sonuçlara varacaktır. Ama Hacı Ali, bana bu doğrultuda yanıt vermezse onun benden kurtulamayacağından emin olabilirsin.’
“Bir gün Tatar Pazarcıktan Türkçe bir mektup aldım, yine bir subaydandı. Yazdığı bir çok farklı şey arasından şunlar da vardı: ‘kırkbeş yaşındayım ve Sufilerin (panteistik öğreti) en büyük yazarlarının tüm eserlerini çalıştım. Şimdi de sizin yazılarınızı okudum ve tüm insanlarla barış içindeyim ve tüm insanların benimle barış içinde yaşaması için de uğraşacağım. Seyahat etme izni alır almaz Filibe’ye yanınıza gelip sizi ziyaret etmek niyetindeyim çünkü sizinle tanışmak istiyorum. Şu anda bana kendi eserlerinizden bir kaç tane daha gönderin.’ Böylece bir sabah çıkageldi, benimle dört saat geçirip geri döndü. Kendisi eğitimli bir adamdı ve Bektaşi dergâhının önderiydi. Konuştuğumuz bir çok şeyin yanında Sufi öğretisinin şu anda Müslüman dünyasında ne kadar büyük bir etkisi olduğunu, taraftarlarının müjdeyi kabul etmek için hazır olduklarını ve tüm dervişler arasında Hıristiyanlığa en yakın olanının Bektaşiler olduğunu anlattı.
“Edirne’nin Türkler tarafından geri alınmasından sonra Trakya’dan buraya kaçan bir çok Ermeni, Türkçe toplantımıza katıldı ve onlara Ermenice vaaz vermemi istedi. Zaman bulmak zor olmasına rağmen böyle bir isteği geri çeviremezdim ve Türkçe toplantıya ek olarak Ermenice bir toplantı da başlattım.
“Savaş tutsaklarının Bulgaristan’dan ayrılmasından bir hafta önce Şumnu’daki Kutsal Kitap depomuzu idare eden sadık ihtiyar müjdecimiz Haçadur Kurian’ın hastalandığını işittim. Tutsaklar ayrılmadan önce ben de hasta düştüm ve yatmak zorunda kaldım böylece ayrılmakta olan subayları tren istasyonunda uğurlayamadım. Bir çokları gözlerinde yaşlarla bizimle vedalaşmaya geldi. Burada savaş tutsağı olan bazıları, evlerine gittikten sonra döndüklerini haber verdiler. Ama inanıyoruz ve Tanrı’ya hamdediyoruz ki tutsakların ilgisi özde bize değildi, yalnızca bizde gördükleri Mesih’in sevgisine, gerçeğin müjdesinde duyduklarına ve yazılarımızda okuduklarınaydı.
“Kaşgar dilindeki Yeni Ahit çevirimin yayımlanması için onbeş yıl önce Almanya’ya gitmiştim ve o zamanda Kaşgar’a dönmek niyetindeydim. Ama Rab öyle ayarladı ki bu isteğimi yerine getirmem mümkün olmadı. Rab beni Bulgaristan’a yönlendirip yazmaya ve çalışmaya çağırdı. Ve yazdım, çevirdim, çalıştım ama bu işin hakettiği önemi almaması beni derinden üzüyordu. Ve toprak sertti. ‘Bir çok bireysel sohbetimden’ söz edemeyeceğim çünkü toprağa ekilmiş tohum görünmez. Her yıl yazılarımız giderek çoğaldı ama dağıtımımız aynı hızda gerçekleşmedi ve bu beni endişelendiriyordu. Bu sırada biri çıkıp bana: ‘sen her şeyi 1913 yılı için hazırlıyorsun. Anadolu’dan o yıl 100.000 Müslüman çıkıp gelecek ve okuyup beraberlerinde götürecekler’ deseydi, inanmazdım. Çünkü nasıl olur da küçüçük bir ülke olan Bulgaristan’ın 100.000 savaş tutsağı ele geçirmesi beklenebilir ki? Ama bunlar gerçek; Sırplar ile Yunanların toplam ele geçirdiği savaş tutsakları küçük ülkemizinki kadar bile değil. Sırbistan ve Yunanistan’da incilî müjdeciler yok ve depoda hazır hiç bir Türkçe kaynak yok! Evet, Tanrı’nın yolları harikuladedir ve müjdeleme hizmetimizi harika bir şekilde yönlendirir.
“Doğuya müjdeleme hizmetimizde yaşadığımız tüm zorluklara rağmen, hizmetimizin etkin bir müjdeleme derneği olarak varlığını sürdürmeyi başarabilmesi gerçekten de Tanrı’nın bir mucizesidir. Müjdeyi on kat daha büyük bir güçle ileri götürme zamanımız geldi çünkü Rab yolu hazırladı ve biz itaatle bu yolda yürümeliyiz.
“1914 yılının Göğe Alınma Gününde bir kişiyi daha vaftiz aracılığıyla Hıristiyan topluluğuna katmamız sağlandı.
“Müslüman bir anne babadan Filibe’de dünyaya gelen Hüseyin Nasifov, sağlıklı ve mutlu bir çocuktu. Fakat üç yaşındayken anne babası Anadolu’ya göç etti ve çocuğu yanlarında götürmek çok zor olacağından onu kaderine terk ettiler. Müslüman olan Nasif Hüseyinov adındaki bir berber, yüreği sızlayıp ona baktı, kendi oğlu gibi yetiştirdi onu, okula gönderip çırağı olarak yanında çalıştırdı öyle ki babalığının ölümünden sonra bile küçük Hüseyinin velisinin sahip olduğu bilgiyle eli bir iş tutabilsin. Bu sırada Hüseyin, cami müezzini ‘Molla Hasan’ın yanında görevliydi. Yani günde beş kez minareye çıkıp ezan okumalıydı. Günün birinde adamın biri ona Yeni Ahit satmak istedi, o da satın alıp biraz okuduktan sonra sık sık imamlara göstermeye başladı. Onlar da Hüseyin’i uyardıkları zaman, tutucu bir Müslüman yapması gerektiği gibi kitabı bir kenara kaldırıp bir daha okumama kararı aldı.
“Bir yıl sonra Potsdam’da vaftizlerini yapacağım iki kardeş Şeyh Keşaf ve Müderris Nesimi, 1908’de Makedonya’dan Filibe’ye geldiler ve ilk zamanlarda Hüseyin’in evi yakınlarında oturdular, çalıştığı dükkanı ziyaret ettiler. Bu adamlar iyi eğitim görmüş ve bilgili insanlar olduklarından dolayı Hüseyin, İncil’ini bir de onlara gösterip fikirlerini almak istedi.
“ ‘İşte bu o kitap’ dediler, ‘insanı insan yapan kitap; oku ve sana bu kitapla ilgili ne söylenirse kulak asma.’
“Bu sözler üzerine tekrar cesaretini toplayıp İncil’i okumaya kaldığı yerden devam etti ve gelip benim vaazlarımı dinledi. Bir gün kiliseden eve giderken Hüseyin’in peşimden geldiğini gördüm. Eve kadar sohbet ettik ve ona İncil’den bahsettim.
“Sonra Nesimi ve Keşaf beni görmeye geldiğinde, benimle yaşamaya ve çalışmaya başladıklarında, Hüseyin de evime gelip onları ziyaret ederdi ve iki din alimi bir gün Hüseyin’i basımevine dizgici olarak almamı önerdiler. Ben de öyle yaptım; işi çok çabuk kaptı ve dizgicimiz oldu. Sadece bu değil; giderek İncil’i ve Hıristiyanlığı daha fazla anlamaya başladı, toplantılarımıza katıldı ve gençlik günahlarının ve saçmalıklarının hepsini bıraktı. Kentteki arkadaşları bunu görünce Protestan olduğu söylentisini çıkardılar. İncil’e açık olduğunu itiraf ederek onu sorguya çekenlere ciddi ve dostça yanıtlar vermekteydi.
“Beş yıl önce, iki din aliminin vaftiz olduğu dönemde o da vaftiz olmak istedi ama biraz daha beklemesinin daha iyi olacağını düşündüm. Bu dönemde bazı ciddi denenmelerle karşılaştı, çok şey deneyim edip çok şey öğrendi. Bunlar, insan bakışaçısıyla baktığımızda, eğer iman etmemiş olsaydı onu tekrar kötü yola saptıracak türden denenmelerdi. Ayrıca bizi dışsal nedenlerden veya diğer nedenlerden dolayı arayıp işleri görüldükten sonra yüzüstü bırakıp giden bir çok Müslüman görmüştü.
“Sonra Balkan Savaşları çıktı. Bulgarlar Pomaklar’ı Hıristiyan yapmaya zorladı ve biz de ne olacak diye beklemek zorunda kaldık ama bu da geçti. Bulgar devleti Pomaklar’a tekrar İslam’a dönme özgürlüğü verdi ve böylece normal ilişkilere bu anlamda bırakıldığı yerden devam edildi.
“Bir çok şey bir kenara, genç dostumuz için ciddi bir denenme vardı: Hıristiyanların yanında olması bilinmesine rağmen bir çokları onu kurnazlıkla tekrar kazanabileceğini düşünüyordu bununla birlikte o henüz vaftiz olmamıştı. Böylece Müslüman bir kızla nişanlandırıldı. Bunlar olduğunda ben Filibe’de olmadığımdan onu zamanında uyaramadım. Olanları öğrendiğimde ise Hüseyin’in Hıristiyan olduğunu kızın ailesinin bilip bilmediğini sordum, evet dedi. Fakar düğün zamanı yaklaştıkça gelinin akrabaları düğünün bir Müslüman düğünü olması ve Hüseyin’in imanı konusunda sessiz kalması talebinde bulundular; düğünden sonra istediğini yapabilirdi. Doğal olarak eğer onlara bu noktaya kadar boyun eğmekteyse evlendikten sonra ne olursa olsun hakkını hiçbir şekilde savunamayacaktı. Ama sonuna kadar dayandı. Ve kendisine sorulduğunda imanı konusunda asla sessiz kalamazdı, nerede olursa olsun Hıristiyan olduğunu açıkça ikrar etmeliydi. Sonra aile, kızlarını bir Hıristiyana vermek istemediklerini söylediler; Hüseyin bu bayandan vazgeçmeliydi. Öyle oldu; her ne kadar yüreğine yakın bir kız olsa da ondan vazgeçti.
“1914 baharında Bulgar incilî kilisesinde, Mesih’teki imanını açık ve sevinç dolu bir tanıklıkla ilan etti. Öyküsünü çok iyi anlattı, Bulgarca olarak konuştu ve anlattıkları incilî Bulgarların yerel sesi Zornitsa’da yayımlandı. İncilî Bulgar ve Ermeni kardeşlerde iyi ve sürekli olacak bir izlenim bırakmıştı böylece onu vaftiz etmemi istediler. Vaftiz günü olarak 21 Mayıs Alman Göğe Alınma Günü belirlenmişti. Yeni isminin ne olmasını istediğini Hüseyinle önceden konuşmuştuk, eşim ona Natanel ismini önermişti. Önce bu ismin çok uzun olacağını düşünüyordu ama eşim, bu ismi neden onun için uygun gördüğünü aktarıp İsa’nın ‘İşte, içinde hile olmayan gerçek bir İsrailli!’138 dediğini ve eşime göre bu sözlerin büyük bir önem taşıdığını öyle ki bu sözün onun yaşamında da gerçekleşeceğini anlatması Hüseyin’i bu ismi bir kez daha düşünmeye itmişti. Sonra daha fazla üstelemedik ama Natanel ismini istediğine çok sevindik.
“Vaftize katılmaları için sevgili çalışma arkadaşımız Pastör Şahveled’i Sofya’dan, incilî Bulgar Pastör Tzakoff, emekli yaşlı bir pastör Kazancieff ve yerel kiliseden yaşlı incilî kardeşleri çağırdım böylece Meriç Nehri kıyısına gittik. Evlerine gitmekte olan bir çok Bulgar işçi ve asker, neler olduğunu görmek için gelip dinlediler, önce büyük bir şaşkınlıkla sonra derin bir ciddiyetle ve gözle görülür bir duygusallıkla.
“Hıristiyan vaftizinin önemini ve anlamını vaftiz olacak kardeşimize bir kez daha vurguladıktan sonra ömrünün sonuna dek Kurtarıcısı İsa Mesih’e sona dek sadık kalıp kalmayacağını sordum, o da yüksek sesle ve sevinçle ‘Evet, ömrümün sonuna dek! O’nun da yardımlarıyla’ dedi. Böyle söyledikten sonra ikimiz de nehre girdik, su dizlerimizi geçmişti. Onu suya batırıp Baba, Oğul, Kutsal Ruh adında vaftiz ettim ve böylece Natanel ismini aldı. Sudan çıktıktan sonra giysilerimizi değiştirdik. Dört vaiz ellerimizi onun üzerine koyduk ve Pastör Şahveled Türkçe, Pastör Tzakoff ise Bulgarca bereket duası etti.
“Bundan kısa bir süre sonra İzmir’deki incilî Hırisityanlardan genç bir adamla ilgili olarak bir mektup aldım. Bu genç İstanbul’da harp okulu öğrencisiydi ve Hıristiyanlığa eğilimi vardı, bu yüzden de Müslümanlardan zulüm görmekteydi. Gerekli hazırlıkları yaptım ve bizim yanımızda barınabileceği bir yeri olduğunu bildirdim. Ayrıca İstanbul’daki Amerikalı müjdeciler, Trabzon’dan da bir Müslüman bir genci bize gönderme isteklerini bildirdiler. Anadolu’daki Müslümanlar telaş içerisindeydi; gerçeğin oraya buraya saçılmış tohumu etkisini gösteriyordu. Bir vaiz ve önemli bir Hıristiyan gazetesinin editörü olan İstanbul’daki dostum Pastör Krikoryan, Müslümanlar arasında müjdeyi duymak için büyük bir istek olduğunu yazıyordu. Gelip İncil’i duymayı çok seviyorlardı ama maalesef şu anki Türk yönetimi eski rejimden daha az özgürlükçüdür.

Yüklə 1,06 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin