Hldlniava V l h o n I n, I,1 V a hjhvi 3a I o I l n V 31 V h fi 11 fi



Yüklə 8,43 Mb.
səhifə3/147
tarix27.12.2018
ölçüsü8,43 Mb.
#86791
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   147

Toplumsal Değişme ve Mutfak

İstanbul mutfağı "Zaman sana uymazsa, sen zamana uy" atasözünü yalancı çıkartmıyor. Toplum değişiyor. Modern yaşamda kadınlar yavaş da olsa üretkenliklerini evlerinin dışına taşımaya, meslek sahibi olarak toplumda ağırlıklarını koymaya başlıyorlar. Cumhuriyet döneminde, konak yaşamından apartman dairesine geçilirken mutfaklar küçülüyor, mutfak donanımı değişiyor, çarşıda bulunan malzeme eski lezzetini yitiriyor, yemek yapmaya ayrılan zaman daralıyordu. Eskiden birçok evde bulunan aşçılar, halayıklar, bacılar birer birer ortadan kaybolurken, aile bütçesinde yemeye ayrılan pay da giderek düşüyordu.

"Yedi düvele hükmeden" imparatorluğun varidatından geçinen, tüketen İstanbul'dan Cumhuriyet İstanbul'una geçilirken, geleneksel mutfak da bunun faturasını ödeyecekti. Kumkapı meyhanesi "fîsh restauranf'a dönüştüğünde elbette burada ne eski hava ne de eski lezzet bulunabilirdi. Gel gelelim, tüm bu gelişmeler, İstanbullunun damak zevkini, iyi yemeklere düşkünlüğünü azaltamazdı. Unutulduğu ileri sürülen geleneksel İstanbul mutfağını günümüzde 2000'li yılların arifesinde yeniden canlandırma çabalan da bunu gösteriyor.

İstanbul mutfağının gerilemesindeki en önemli etken, bu mutfağın en özgün örneklerinin daha çok evlerde, "tencere yemeği" usulüyle yapılmasındadır. Gözde restoranlarda artık yemekten çok müzik ya da eğlence ön plana çıkarken, örneğin bir dönemler İstanbul mutfağının kaleleri olan Abdullah Efendi veya Liman lokantaları, günün koşulları içinde ya yok olmak ya da "uluslararası" mutfağa yönelmek zorunda kalmışlardır.

Öte yandan, evde yemek yapanların zamanı, bilgisi ya da evin bütçesi gerilediğinden, işin kolayına kaçılmaktadır.

İstanbul mutfağının inceliği, yapılma-

ya yapılmaya unutulmaktan, öğretecek kişilerin azalmasından, zaman darlığından, gün geçtikçe yok olmaktadır. Günümüzde "yahni", "bastı", "oturtma", "silkme" ya da "musakka" arasındaki farkı bir çırpıda anlayabilecek ve anlatabilecek istanbullu sayısı da çok azalmıştır. Dergilerde, gazetelerde verilen yemek tariflerinin çoğu, tıpkı içki kokteyllerinde olduğu gibi, Batı dergilerinden, yemek kitaplarından alınma tariflerdir.

İstanbul'da genellikle "öğlenci" esnaf lokantalarının bazılarında geleneksel tencere yemekleri hâlâ usulüne uygun yapılmakta; istisnalar dışında, Trabzon yağı yerine margarinle, zeytinyağı yerine bitkisel yağla da olsa ortaya düzgün bir sofra çıkmaktadır.

Beyoğlu'nda Anadolu Pasajı'nda Hacı Salih, Karaköy'de Veli Alemdar Han Pasajı'nda Öztürk, Fatih'te Akdeniz Cadde-si'ne yakın Hünkâr, Kadıköy çarşısında Fehmi Lokantası, Üsküdar'da Kanaat, Kuzguncuk'ta Asude, Cağaloğlu'nda Ümit Usta, Perşembepazarı'nda Bankalar Lokantası, Kapalıçarşı Nuruosm'aniye girişinde Subaşı Lokantası, geleneğe uyan lokantalardan ilk akla gelenlerdir. Sadece balık ve öteki deniz ürünlerini sunan gerçek bir esnaf lokantası da Perşembepazarı'nda Kara-köy Balık Lokantası'dır. Köfte, piyaz ve irmik helvası üzerine Tarihi Sultanahmet Köftecisi ve Meşhur Sultanahmet Halk Köftecisi de İstanbul'un geleneksel yemeklerini sunan önemli halk lokantası adresleri arasındadır.

Osmanbey Borsa Lokantası da, uluslararası mutfağa göz kırpsa da, tencere yemeği ağırlıklı İstanbul mutfağına sadık kalan yerlerden biridir. Bu arada, Konyalı gibi, Edirnekapı Kariye Camii yanında Asita-ne Restaurant ve Süleymaniye Külliyesi'-nde Darüzziyafe, özellikle Osmanlı yemeklerini canlandırmaya çalışmaktadır. Öte yandan, Taksim Divan Oteli ve Kuruçeşme Divan Restaurant gibi, Çırağan Kem-

pinski Oteli de geleneksel İstanbul mutfağına önem veren yerler arasında sayılabilir.

Karaköy'de Güllüoğlu, İstanbul baklavacılarının arasında önde gelen yerini korumaktadır. İstinye'deki Zeyneloğlu da zerdeden ekmekkadayıfına, tavukgöğsünden kazandibine, eski İstanbul lezzetine sadık kalan ender mekânlardandır.

Tarabya'da Kıyı ve Garaj, Baltalima-nı'nda Oba, Çengelköy'de İskele Restaurant, özenle hazırlanan İstanbul mezelerinin bulunduğu, balığı erbabınca pişiren balık lokantaları arasındadır. Büyükçek-mece Mimar Sinan'daki Balık Osman da unutulmamalıdır.

Geleneksel İstanbul meyhanesi denilirse, Beyoğlu Nevizade Sokak'ta Boncuk ve İmroz, Tarlabaşı'nda Hasır, Cankurta-ran'da Karışma Sen Restaurant örnek gösterilebilir.

Günümüzde Mc Donald's, Pizza Hut gibi yerler ve fast-food bir yandan, Güney-doğu'nun içliköftesi, çiğköftesi, lahmacunu, humusu öte yandan geleneksel İstanbul mutfağı ve İstanbul'un yine geleneksel sayılabilecek ayaküstü yiyecekleri olan döner-ekmek, köfte-ekmek, balık-ek-mekle çekişirken ve yer yer de galip gelirken "İstanbul mutfağı ölüyor" yakınmaları da duyuluyor.

Geleneksel yemeklerin bir bölümünün giderek sofralardan uzaklaştığı doğruysa da İstanbul mutfağının temeli, özü sayılabilecek yemeklerin önemli bölümü, özellikle de evlerde, yemeğe önem veren ailelerin mutfaklarında sürüyor. Öte yandan, yeni yemekler, mutfağa yeni çeşniler de geliyor. Zira İstanbul tarihten akan kozmopolitliğini koruyor.

İmparatorluk döneminde ülkenin dört bir köşesinden gelen insanlar bu kente gelip kök salarken, günümüz İstanbul'u da 10.000.000'u aşkın nüfusuyla Türkiye'nin gerçek bir mikrokozmosuna dönüşmüş durumda. Buraya her göç eden, yerel yemeklerinden bazılarını da İstanbul'a taşıyor. Örneğin, Güneydoğu'nun bulgurdan yapılan "kısır" salatası gibi, patlıcan doğraması ya da yuvarlaması, tıpkı Karadeniz'in hamsili pilavı gibi, İstanbul sofralarına giderek yerleşiyor, mutfağının zenginliğini artırıyor.

Hacıbeyzade Ahmet Muhtar Bey, 1916' da yayımlanan Aşevi adlı eserinde "Tam aşçılık şiir, resim, temsil ve musiki gibi se-nayi-i nefisenin fevkinde hem zarif hem de tababet kadar nâfi bir fenn-i âliyedir" tanımını getirirken, "Bu sanata lazım olan istidat ve arzu ne kadar olursa olsun, yine bir üstattan tahsil-i marifet etmeden aşçı olmak kabil değildir. Fakat vaktiyle bizim için pek mükemmel bir aşçı mektebi demek olan saray ve vüzera matbahları çoktan kalkmış bulunuyor. Halbuki buralardaki aşçılık erkeklere münhasırdı. O zamanlar bile yekûnu pek az olan yemek pişirmeğe heveskâr ev hanımı kadınlarımızla zenci halayıklarımızın yüzde sekseni bile bu sanatı teferruatı ile bilmekten mahrum bulunuyordu" diye yakınıyordu.

Topkapı Sarayı'nın mutfağında yüzler-

MUVAHHİT, BEDİA

10

11

MUZIKA-İ HÜMAYUN

ce aşçı ve yardımcısı, zengin konaklarında onlarca mutfak görevlisi çalışırken, aralarında kesin bir işbölümü de bulunuyordu.

Sarayda matbah emini, konaklarda ise aşçıbaşımn emiri altında, ocakbaşı, perhiz-ci (ince aşçı), pilavcı gibi börekçi ve tatlıcı da (daha küçük mutfaklarda her iki işi görene hamurcu denilirdi), ayrı ayrı kişilerdi. Bu kişilerin emri altında kalfalar, çıraklar ve yamaklar yer alıyordu. Bu sıkı hi-yerarşik konum içinde, yamaklıktan çıraklığa, kalfalığa, ustalığa geçiş için yıllar ve acımasız sınavlar gerekiyordu. Daha düşük ücretle görece daha alt gelir gruplarının konak ve evlerinde çalışanlar ise, her telden çalıp, her türlü yemek ve tatlıyı yaparken günümüzün moda deyimiyle kalite kontrol, giderek maziye karışacaktı.

istanbul mutfağı bir sihir ve bir sanattı. Hacıbeyzade Ahmet Muhtar, her sanat dalı gibi yemek yapma sanatının da eskiden "sır ve sırf ameli olması" nedeniyle aşçılık üzerine kitap yazılması bir yana, bu yemeklerin "müfredat ve mürekkebatının muhtevalarını irae edecek bir defter bile tutmak, tutturmak bu mesleğin erbabı arasında yasaktı" diyor. Usta veya çırağın bildikleri, öğrendikleri, pişirmedlikteki beceri ve deneyimleri, onunla birlikte mezara giderdi.

Mehmet Halit Bayrı İstanbul Folkloru adlı eserinde geçmiş günleri buruk bir biçimde anıyor:

"Bu âdetler zamanla değişti, yeni sofra usulleri memlekete getirildi. Mutfak eski şekli kadar ruhundan da ayrıldı (...) Medeni vasıtalar yemek pişirmekte, tatlı yapmakta kolaylıklar sağladı. Artık eskisi gibi ömrünü mutfakta geçiren kadın kalmadı. Erkek, zevkini sofrada ve yemeklerinde aramaktan vazgeçerek yeni bir âlemde yol almaya koyuldu. Bütün bu değişikliklerin Türk sofrasına yeni bir renk ve zevk getirdiği kadar, eski Türk yemeklerinin lezzetinden de bir şey alıp götürdüğü meydandadır".

Bu satırlar bundan yarım yüzyıl önce yazılmıştır. Nostalji her dönemde var olmuştur, olacaktır da...

ARTUN UNSAL



MUVAHHİT, BEDİA

(1897, İstanbul - 20 Ocak 1994, İstanbul) Tiyatro ve sinema oyuncusu.

Çocuk yaşta Fransızca ve Rumca öğrendi, tlköğrenimine Büyükada'da Saint Antoine adlı okulda başladı. Ancak babasının ölümünden sonra ailesi Moda'ya taşınınca, Terakki Mektebi'ne bir süre devam ettikten sonra Nötre Dame de Sion'a girdi. Bu okuldaki öğrenimi sürerken İstanbul'da yeni kurulan Telefon Şirketi'nde çalışan ilk Türk kadınları arasında yer aldı. Nötre Dame de Sion'u bitirdikten sonra, 1920'de Erenköy Kız Lisesi'nde Fransızca öğretmenliğine başladı. 1921'de Darülbe-dayi (Şehir Tiyatroları) sanatçılarından Ahmet Refet Muvahhit'le (1893-1927) evlendi.

Bedia Muvahhit, 1923'te Muhsin Ertuğ-rul'dan gelen tekline, Halide Edip Adı-var'ın(->) romanından sinemaya uyarlanan

Bedia Muvahhit

Burçak Evren koleksiyonu

Ateşten Gömlek filminde rol alarak sanat yaşamına başladı. Aynı yıl, Darülbeda-yi'nin İzmir turnesi sırasında, Atatürk'ten gelen Türk kadınım sahnede görme direktifi doğrultusunda, 11 Ağustos 1923 günü Ceza Kanunu adlı oyunla sahneye çıktı. Emekli oluncaya kadar Şehir Tiyatrola-rı'nda oyuncu ve yönetmen olarak görev aldı. 1931'de Otello oyunuyla gittiği Atina turnesinde Yunanca oynadığı Desdemona rolüyle eleştirmenlerin .büyük beğenisini kazanan Bedia Muvahhit'in rol aldığı 200'ü aşkın oyundan en tanınmışları, Hisse-i Şayia, Bir Gece Faciası, Ortak, Yorgaki Dandini, Hamlet, Onikinci Gece, Kafes Arkasında, Bir Kavuk Devrildi, Mürai, Venedik Taciri, Fermanlı Deli Hazretleri, Bir Ölü Evi, Bir Çiçek İki Böcek, Lüküs Hayat, Yarasa, Vişne Bahçesi, Müfettiş, Doktor İhsan, Ayaktakımı Arasında, Satıhk-Ki-rahk, Kibarlık Budalası, Mum Söndü, Küçük Şehir, Paydos, İpekçi Merhum, İhtiras Tramvayı, Sana Rey Veriyorum, Kadınlar, Chaillot'daki Deli, Bey Baba, Nu-hun Gemisi, Daha Bitmeyecek mi? olarak sıralanabilir. Bedia Muvahhit, bu arada sinema çalışmalarını da sürdürmüştür. İstanbul Sokaklarında (1929), Beklenen Şarkı (1953), Paydos (1954), Son Beste ve Yaşlı Gözler (1955), Çapkınlar (1961), Barut Fıçısı (1963), Manyaklar Köşkü ve İstanbul Kaldırımları (1964), Bozuk Düzen,. Hep O Şarkı ve Şoförün Kızı (1965), Zehirli Hayat (1967), Son Mektup, Lekeli Melek ve Ateşli Çingene (1969), Muvah-" hit'in rol aldığı filmlerden bazılarıdır.

Sanatçının ayrıca tek başına ya da başkalarıyla birlikte yaptığı oyun ve operet çevirileri, uyarlamaları vardır. Büyük bir bö-

lümü Şehir Tiyatrolarında sahnelenen bu yapıtlardan bazıları, Sevda Hanım, Fırıldak, Kavak Yelleri, Mahallenin Horozu, Kırçiçeği, Müjde, Ayşe, Onlar Ermiş Muradına, Geçti Bor'un Pazarı, Oğlumuz, Anlar, Bebelere Takke, Koç Katımı, Zilliler, İffetimi Korudum, Sakallı Gelin, Enteresan Poz olarak sayılabilir.

1975'te Şehir Tiyatrolarından emekli olan Bedia Muvahhit, 1981'de Atatürk Sanat Armağanı'na layık görüldü. 1987'de devlet sanatçısı seçildi. 1988'de sanatçıya Uluslararası istanbul Sinema Günleri jürisince Altın Lale Onur Ödülü verilirken, 1993'te İstanbul Büyükşehir Belediye -si'nce 70. sanat yılı kutlandı. Ölümünden sonra Beyoğlu'ndaki Küçük Sahne binası içindeki sahneye, Bedia Muvahhit Sahnesi adı verildi.

HİLMİ ZAFER ŞAHİN

MUVAKKİTHANELER

Cami, türbe gibi dinsel amaçlı yapı topluluklarında güneşin konumunun izlendiği, saatlerin ayarlandığı, namaz vakitlerinin belirlendiği kendilerine özgü mimarisi olan mekânlar.

Türk mimarisinde özel bir yeri olan muvakkithanelere diğer İslam ülkelerinde rastlanmamıştır. Muvakkithaneler bazen avlu içine bazen küçük bir oda olarak camileri çevreleyen avlu duvarının bir kenarına yerleştirilmişlerdir. Bunlar geniş pencerelerle dışa açılmış, buralara konulan irili ufaklı saatlerden gelip geçen insanlar zamanı, namaz vakitlerini öğrenmişlerdir.

İslam dininde namaz vakitleri güneşin konumuna göre belirlenmişti. Ölçümler güneşin deniz seviyesinden 625 m yükseklikte görülmesiyle batmasına göre hesaplanırdı. Muvakkithanelerde öncelikle güneş saati dikkate alınmıştı. Basit bir mermer taşın ortasındaki demir çubuğun, düşen gölgesi ölçülür ve böylece zaman belirlenirdi. Bunların üzerindeki demir çubukların gölgeleri belirlenir ve elde edilen sonuçlar da saatlere uygulanırdı. Camilerde ezan okuyacak müezzinler buradan öğrendikleri zamana göre ezanı okurlardı. Muvakkithanelerde basıta ve irtifa tahtalarının yamsıra, usturlap denilen madeni bir



Ayasofya Muvakkithanesi

Ertan Uca, 1994 / TETTV Arşivi

Nusretiye ve Yeni Cami muvakkithaneleri. Fotoğraflar Ertan Uca, 1994 / TETTV Arşivi

başka zaman ölçümü yapan aletten de yararlanılırdı. Ayrıca burada pusula, kıblenüma, periyodik zaman listeleri ile takvimler de vardı. Muvakkitler zaman ölçümlerinin yamsıra ramazanlarda "imsakiye" denilen cetveller bastırır, takvimler yaparlardı. Cihet denilen bir ücreti alan muvakkitler arasından Muvakkit Mustafa, Fatin Hoca (Gölumen), Ziya Muin Efendi gibi âlim kişiler yetişmiştir.

İstanbul'daki muvakkithanelerin en güzel örnekleri Ayasofya'da Bayezid ve Şeh-zadebaşı camilerinde bulunmaktadır. Ayasofya Muvakkithanesi'ni Ayasofya'yı onaran G. T. Fossati(->) yapmıştır. Ayasofya'mn güneybatı avlu girişindeki muvakkithane kubbeli, küçük bir yapı olup ilginç bir mimarisi vardır. Kare planlı yapı giriş dışında geniş ve uzun üçer pencere ile dışa açılmış, içeriden sekiz sütunun taşıdığı oldukça yüksek kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür. Yuvarlak mermer bir masanın bulunduğu muvakkithane irili ufaklı saatlerle bezenmiş, değerli yazı levhaları da onları tamamlamıştır.

İstanbul'da pek çok muvakkithane yapılmışsa da hiçbirisi Ayasofya'da, olduğu gibi kendine özgü biçimde olmamıştır. Ancak Yeni Cami, Emirgân, Nusretiye, Üsküdar Selimiye ve Dolmabahçe camilerin-deki muvakkithaneler mimarileri ve be-zemeleriyle dikkati çeken örneklerdir. Ha-lıcıoğlu, Üsküdar Yeni Valide, Eyüb Sultan, Laleli, Beylerbeyi, Sultan Ahmed, Ar-navutköy, Koca Mustafa Paşa, Üsküdar A-tik Valide, Nişancı Karamani, Kanlıca, Teşvikiye, Beykoz, Kadıköy III. Mustafa, Gezeri Kasım Paşa, Bâlâ Külliyesi, Atik Ali Paşa, Galata Yeraltı, Kadıköy Osman Ağa camilerinde de aynı amaçla yapılmış, birbirlerinden farklı özellikleri olan muvakkithaneler vardır. Birçok muvakkithane de ortadan kalkmıştır. Kalanların bir bölümü boş durmakta, bir bölümü de farklı işler için kullanılmaktadır.

Bibi. E. B. Şapolyo, "Muvakkithanelep", Önas-ya, S. 43 (1969); W. Meyer, İstanbul'daki Güneş Saatleri, ist., 1985; S. Eyice, "Ayasofya Horo-logion'u ve Muvakkithane", Ayasofya Müzesi Yıllığı, S. 9 (1983), s. 15-24; Unver, Muvakkithaneler, 217-257.

ERDEM YÜCEL



MUZIKA-I HÜMAYUN

Mehterhane'nin(->) yerine kurulan Osmanlı saray bandosu ile başka bandolara icracı yetiştiren, bunun yamsıra geleneksel musikiyi de öğreten okul.

III. Selim döneminde (1789-1807) oluşturulan Nizam-ı Cedid ordusu için bir boru-trampet takımı kurulmuştu. II. Mahmud 1826'da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehter-hane'yi de kaldırdıktan hemen sonra çıkardığı fermanla örgütlenen Âsâkir-i Mansu-re-i Muhammediye(->) için de böyle bir boru-trampet takımı oluşturuldu. Kurulan bandonun başına, süvari borazını Vaybe-lim Ahmed Ağa ile Trampetçi Ahmed Usta getirildi. Kurulması amaçlanan bandonun yeterli bir eğitim görmesi için daha deneyimli eğiticilere gereksinim duyulunca, o sırada İstanbul'da bulunan Fransız uyruklu Mösyö Manguel bando şefi olarak atandı. 1827-1828 arasında bu görevi üstlenen Manguel'in yönetiminde beklenen sonuç alınamayınca, II. Mahmud o dönemde Avrupa'da müzik alanında en ön sırada yer aldığı düşünülen İtalya'dan öğretmen getirmek için, Sardunya'nın İstanbul elçisi

Muzıka-i Hümayun şeflerinden Ahmed

Necib Paşa.

P. Tuğlacı, Mehterhane1 den Bando'ya, îst., 1986

Marki Grappallo'ya başvurdu. Bu iş için uygun görülen Giuseppe Donizetti(->) İstanbul'a çağrılarak 1828'de "Muzıka-i Hümayun Ustâkârı" unvanı ile göreve başlatıldı.

1831'de II. Mahmud, Mustafa Reşid Bey (Paşa) ve Serasker Hüsrev Paşa'mn önerisiyle yeni oluşturulan askerlik örgütüne subay yetiştirmek için kurulan Mekteb-i Ulûm-ı Harbiye'nin (Harp Okulu) yamsıra, yeniden örgütlenen ordudaki bandoların çekirdeğini oluşturacak Muzıka-i Hümayun topluluğu ile bandolar için "muzıka-cı" yetiştirmek üzere bir de Muzıka-i Hümayun Mektebi kurulmasına karar verdi. 1834'te Maçka'da bir Muzıka-i Hümayun Mektebi açıldı. Böylece bir tür konservatu-var oluşturulmuş oldu. Burada bir yandan da musiki dersleri veriliyor, Enderun ağalarının yamsıra, padişahın hizmetinde bulunacak hademeler yetiştiriliyor, Osmanlıca, din ve toplum bilgileri ile Arapça ve Farsça dersleri de veriliyordu.

Muzıka-i Hümayun'da temel bölümler olarak bando ile orkestra oluşturuldu. Bir süre sonra fasıl heyeti ve müezzinan bölümünün kurulmasıyla Türk musikisine de yer verildi. Müezzinan bölümündeki müezzinler, fasıl heyetine katılmak üzere yetiştirilmiş, usul ve makam bilen hanendelerdi. Fasıl bölümü de daha sonra, "fasl-ı atik" ve "fasl-ı cedid" diye ikiye ayrıldı. Fasl-ı atik fasıl heyeti türündeydi; geleneksel Türk musikisi örneklerini seslendiriyor, geleneksel çalgılar kullanıyordu. İsmail Dede, Dellâlzade İsmail Efendi, Haşim Bey, Rifat Bey, Hacı Arif Bey, Lâtif Ağa, İsmail Hakkı Bey, Şekerci Cemil Bey gibi önemli Türk musikisi bestecileri fasl-ı atik bölümünde çalıştılar, bazıları bu bölümde yetiştiler.

İsmail Dede, zaman zaman Donizetti ile bir araya geliyor ve Batı müziğinden renk-, ler taşıyan eserler de besteliyordu (kâr-ı nev ve vals ritmindeki "yine Gülnihal" şarkısı gibi). Fasl-ı atikin öbür Türk musikisi bestecileri zamanın yeniliklerinden esinlenen eserler vermiş olmakla birlikte, klasik görenekten ayrılmadılar.

Fasl-ı cedidi, Santuri Miralay Hilmi Bey (Zeki Üngör'ün büyükbabası) Binbaşı Pazı Osman Bey ve basçı Binbaşı Faik Bey ("Hamidiye", "Mecidiye" ve "Mesudiye" marşlarının bestecisi) kurdular. Fasl-ı ce-didde Türk çalgılarıyla birlikte bazı Batı çalgıları da kullanılıyor, gerektiğinde Batı müziği de çalınıyor ve bu topluluk bir şef tarafından yönetiliyordu. Burada Batı'nın majör-minör dizelerine yakın makamlarda bestelenmiş Türk musikisi parçalan armonize edilerek seslendiriliyordu. Fasl-ı cedid, padişahın isteğiyle sarayda, şehzade konaklarında ve İstanbul'a geldiği sıralarda hıdivin konağında dinletiler sunuyordu. Müezzinlerin özel görevleri, saraydaki dinsel törenlerde, özellikle de cuma ve bayram selamlıklarında, ayrıca beş vakit namazlarda nöbet almaktı.

II. Abdülhamid döneminde (1876-1909), Muzıka-i Hümayun'un bando, orkestra, fasıl heyeti ve müezzinandan oluşan temel kollarına yeni şubeler eklendi. Bunlar ope-



MUZURUS PAŞA KÖŞKÜ

12

13

MÜHENDİSHANE-İ BAHRİ-İ

Muzıka-i Hümayun şeflerinden Zati Bey

(Arca).

P. Tuğlacı, Mehterhanemden Bando'ya, ist., 1986



ra, operet, tiyatro ile musiki ve sanatla ilgisi olmayan ortaoyunu, canbaz ve karagöz-hokkabaz-kukla idi. Bunların arasına bir ara mandolin takımı da katılmıştı.

1831'de Muzıka-i Hümayun adını alan bandoyu, Mehterhane ve Enderun'dan alınıp yetiştirilen icracılarla bir saray orkestrası olarak yeniden düzenleyen Donizet-ti, 1856'daki ölümüne değin sürdürdüğü görevinde boru takımlarının bando durumuna gelmesini sağladı, italya'dan yeni çalgılar ve bu çalgıları çalıp öğretecek öğretmenler getirtti. Bunun yamsıra bazı opera notaları sağlayarak, öğrencilerini bu alanda da eğitmeye çalıştı. Muzıka-i Hüma-yun'un gerçek kurucusu oldu. Öğrencileri ile saray çevresine Batı müziği sevgisi aşılamaya çalıştı. Türkiye'deki Batı müziği çalışmaları ilk kez onun programıyla yönlendi. Donizetti'den sonra bu göreve getirilen Callisto Guatelli, daha sonra ö-nemli müzikçiler olarak ortaya çıkacak olan öğrencilerim Türk musikisinin aralık ve özelliklerini göz önünde bulundurarak Batı tekniğiyle marşlar bestelemeye teşvik etti. Sarayda da dersler verdi; öğrencileri arasında V. Murad, II. Abdülhamid ve Fatma Sultan da vardı. Aralarında "Mecidiye Marşı"mn da bulunduğu birtakım marşlar besteleyen Guatelli, mirlivalığa (tuğgenerallik) yükseltildi. 1858'de yerine italyan Pizzani atandıysa da, 1863'te görevine iade edildi.

Abdülmecid döneminin (1839-1861) sonlarında Muzıka-i Hümayun'un başına Ahmed Necib Paşa getirildi. Polka, mazurka gibi zamanın salon modasına uygun Batı türü parçalarının yamsıra bazı Türk musikisi eserleri de besteleyen Ahmed Necib Paşa, bu iki musikiyi atbaşı götürmek isteyen bir "Tanzimat musikişinası" tipiydi. Ahmed Necib Paşa, Batı müzik terimlerine Türkçe karşılıklar bulmak ya da yazılımlarını saptamak için de çalışmıştır. Yaşlanmış olan Guatelli Paşa'nın yerine bandonun başına, armoni dersleri alan ve klarnetçi olarak yetiştirilen, "izmir Marşı" ile "Plevne Marşı"nın bestecisi Mehmed Ali Bey (1840-1895) getirildi; orkestrayı da

dArenda Paşa yönetiyordu. "Hamidiye Marşı"nın bestecisi olan Necib Paşa, Ali Rıza Bey'i görevlendirerek ayrıca haremde 80 kişilik bir "kız fanfarı" kurulmasını sağladı. 1861'de tahta çıkan Abdülaziz'in saraydaki orkestra-bandoların müziğini "kuru gürültü" olarak nitelendirdiği söylenir; onun döneminde sarayda Batı müziği gözden düşmüştü. Bu sırada Ahmed Necib Paşa görevinden alınarak rüsumat meclisi üyeliğine atandı. 1876'da II. Abdülhamid tahta çıkınca, bestelediği "Hamidiye Marşı" ile yeniden itibarını kazanarak eski rütbesiyle Muzıka-i Hümayun komutanlığına atandı. Ahmed Necib Paşa 1883'te ölünce yerine birlikte çalıştığı ve Paris Konser-vatuvarı'nda yetişmiş ciddi bir piyanist olan İspanyol dArenda Paşa getirildi. DArenda, Avrupa'dan yetkili kişilerce hazırlanan partisyonlar getirterek yeni baştan bir nota kitaplığı düzenlemeye koyuldu. Bandoya ilk kez saksofonlar getirtti, Safvet Bey (Atabinen), Zeki Bey ve arkadaşlarında Batı müziğine karşı ilgi uyandırarak, onlara oda müziğini tanıttı. Bandoyu Fransız düzenine göre yeniden örgütleyerek, italyan tarzı bando anlayışına son verdi. İtalyan ağırlıklı müziğe bağlı olan bando Fransız bestecilerinin yapıtlarını da çalmaya başladı; gençlere yeni müzik akımları tanıtıldı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra yabancı uyruklu kişilerin görevlerine son verilince, d'Areııda da 1909'da ülkesine döndü.

DArenda Paşa'nın ülkesine dönmesiyle, yerine Safvet Bey (Atabinen) getirildi. Muzıka-i Hümayun'da yıllarca bandoyu yönettikten sonra, yaklaşık 1885'te sarayda özel bir orkestra toplayarak ilk olarak klasik yapıtları ve Beethoven'in senfonilerini çaldırmıştı. Muzıka-i Hümayun'un başına geçince bandoyu Batı'daki örneklerine göre yeniden düzenledi ve Fransızların Gar-de republicaine'ine benzeyen 70 kişilik bir topluluk haline getirdi. Safvet Bey yabancı keman öğretmenlerince yetiştirilen, aralarında Seyfi ve Sezai Asal kardeşlerin de bulunduğu yaylı çalgı ve bandonun üflemeli çalgı elemanlarını bir araya getirerek ilk senfoni orkestrasını kurdu ve klasik re-pertuvarım oluşturdu.

19l6'da Muzıka-i Hümayun'un başına Zati Bey (Arca) (1863-1951) getirildi. Dokuz yaşındayken Muzıka-i Hümayun'a gi-

Muzurus Paşa Köşkü rölevesi alt kat planı. Eldem, Köşkler ve Kasırlar

ren ve orada Pasqualli'den keman dersi alan M. Zati Bey, daha sonra Mehmed Ali Bey'in tavsiyesiyle klarnetçi olarak, bu çalgıda ustalaştı. Yüzbaşılığı sırasında sarayda altmış kişilik bir koro kurarak altı ay çalıştırdı bu koroyla çok beğenilen bir dinleti verdi. Bu başarısı üzerine Mehmed Ali Bey'den boşalan öğretmen yardımcılığına atandı. II. Abdülhamid'in tahta geçişinin 20. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen şenliklerde çalınıp söylenen bir marşının çok beğenilmesi üzerine umum muzıkalar müfettişliğine atandı. 1924'e kadar görevini sürdürdü.

3 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılması üzerine cumhurbaşkanlığı makamına dev-rolunan Muzıka-i Hümayun 27 Nisan 1924'te Ankara'ya nakledilerek Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti adıyla etkinliklerim sürdürdü.


Yüklə 8,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   147




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin