Hz. Muhammed ve evrensel mesaji hz. Muhammed'İn peygamber olarak gönderiLDİĞİ ortam



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə27/31
tarix24.11.2017
ölçüsü1,37 Mb.
#32819
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31

6- Fakirler

Toplum içinde gözetilip kollanması gereken kesimlerden birisi de şüphesiz çeşitli sebeplerle fakir düşen insanlardır. Kur'an-ı Kerim'de fakirlere yardım edilmesi, onların yedirilip korunması üzerinde çok sayıda âyet-i kerime mevcuttur. Hz. Peygamber daha İslâm'ın ilk yıllarından itibaren fakirlerin korunup gözetilmesi, fakirlikle mücadele edilip toplumda muhtaç kimsenin bırakılmaması yönünde ciddî adımlar atmıştır. Bu adımlar, muâhât, kölelerin azad edilmesi, muhtaçlara gerek devlet eliyle toplanan ganimet ve zekattan, yani devlet bütçesinden pay ayrılması ve gerekse nafile yardımların teşvik edilmesişeklinde özetlenebilir. Hatta o dönemde gayri müslimlerin fakirlerinin bile korunup gözetildiği görülmektedir. Nitekim maddî gücü yerinde olmayan, çalışmaktan âciz ve yoksul gayri müslimler cizye vermekten muaf tutulmuştur.

Hz. Peygamber'in nafile yardımlara teşviki konusuna bir örnek olmak üzere şu olayı nakletmek istiyoruz: Bir gün Hz. Peygamber'e yalın ayak, yarı çıplak, kaplan postu rengindeki gömleklerini veya abalarını başlarına geçirmiş Mudarlı birtakım adamlar gelir. Onların yoksul halini görünce Hz. Peygamber'in yüzünün rengi değişir. İçeri girip çıktıktan sonra Bilâl-i Habeşî'ye ezan okumasını ve kamet getirmesini söyler.Namazı kıldırdıktan sonra cemaate bir konuşma yapar. Fakirlere yardım edilmesini öngören bir kısım ayetleri okuduktan sonra "Kişi, dinarından, dirheminden, elbisesinden buğdayından, hurmasından, yarım hurma bile olsa sadaka vermelidir" der. İnsanlar seferber olurlar ve para, yiyecek ve içecek gibi ihtiyaç maddelerini getirirler. Öyle ki, yiyecek ve giyeceklerden iki küme oluşur. Hz. Peygamber bu manzara karşısında son derece memnun olur ve şunları söyler: "Kim İslâm'da güzel bir çığır açarsa, onun ve onunla amel edenlerin mükafatı, o çığırla amel edenlerin mükafatından hiçbir şey eksilmeksizin kendisine ait olur. Kim ki İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o çığırın ve onunla amel edenlerin günahı, onunla amel edenlerin günahından bir şey eksilmeksizin kendisine ait olur".[869]

Hz. Peygamber, fakirlerin durumunu iyileştirmeye yönelik faaliyetlerde bulunurken onları hiçbir zaman horlama ve aşağılama cihetine gitmemiştir.

Hz. Peygamber'in fakirlik ve fakirlerle ilgili çok sayıda sözü mevcuttur. Bunları iki gruba ayırarak değerlendirmek mümkündür: Birinci grup rivayetlerde fakirliğin lehinde ifadelere yer verildiği görülmektedir. Hatta hadis âlimleri, fakirliğin fazileti ile ilgili bablar açarak bu konuyla ilgili hadisleri derlemişlerdir.[870] Bu rivayetlerde fakirliğin fazileti,[871] sabreden fakirlerin cennete ilk giren gruplar arasında yer alacağı,[872] cennete fakirlerin girebileceği,[873] cennet ehlinin çoğunluğunu fakirlerin teşkil edeceği,[874] Müslümanların fakirlerinin cennete zenginlerinden önce gireceği,[875] fakirliğin utanılacak bir şey değil, insanın manevî hayatı için bazı avantajlar sağlayan bir mertebe sayıldığı, fakirlerin toplumun hayırlı bir tabakasını oluşturduğu,[876] Allah'ın mü'min-namuslu ve fakir kulunu sevdiği[877] belirtilmektedir.

İkinci grup rivayetlerde ise sabredip olgunluk göstermeyen, yoksulluğunu bahane ederek taşkınlık yapan, kötülük işleyen, isyan eden fakirler şiddetle kınanmıştır. Fakirlikten Allah'a sığınılması gerektiği,[878] fakirliğin kişiyi birtakım kötülüklere sürükleyebileceği, hatta nankörlüğe bile sevkedip küfre düşürebileceği[879] belirtilmektedir. Bu grup rivayetlerde fakirliğin aleyhinde ifadeler yer almaktadır.

Fakirliğin lehinde ve aleyhinde görülen bu rivayetler arasında, ilk bakışta çelişki bulunduğu sanılabilir. Halbuki birinci grupta yer alan rivayetlerde yoksulluk karşısında sabır ve metanet gösterilmesi gerektiği ve fakirliğin insan için bir eksiklik olmadığı vurgulanmaktadır. İkinci grup rivayetlerde ise, fakirlikle mücadele ve fakirlerin korunması konusunda gayret gösterilmesinin teşvik edildiği görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında iki grup rivayet arasında çelişkiden ziyade uyum bulunduğu ve bu ifadelerin toplumun bu iki unsuru arasında denge sağlamaya yönelik olduğu rahatlıkla söylenebilir.[880]

Hz. Peygamber çeşitli vesilelerle "Veren elin alan elden hayırlı olduğunu"[881] belirtmiştir.

Sosyal dayanışmanın uygulanacağı kesimler içinde fakirler önemli yer tutar. O nedenle fakirlerle ilgili konuyu Hz. Peygamber'in sosyal dayanışmaya verdiği büyük önemi gözler önüne sererek bitirmek istiyoruz. Onun hayatı dikkatle incelendiğinde, Kur'an-ı Kerim'in içerdiği sosyal dayanışma ilkelerini çeşitli alanlarda ve toplumun tüm kesimlerini içine alacak şekilde uygulamaya geçirdiği görülür. Kur'an-ı Kerim'in bu konudaki ilkelerinden birisi şöyledir: "İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, kötülük ve zulüm üzerinde yardımlaşmayın".[882] Bu ayet-i kerimede, her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi anlamlara gelen birr kelimesi ile takvâ kelimesinin kapsadığı bütün alanlarda dayanışma istenmektedir.

Toplumun ve bireyin mutluluğu, barış ve huzuru için gereken sosyal dayanışma alanlarını şu şekilde sıralayabiliriz: Hz. Peygamber, bireylerin manevî dayanışma içinde olmalarını istemiştir. Bireyin, hayatın zorluk ve kolaylık anlarında diğer insanların yanında olmasını, başka bir ifade ile onlara psikolojik destek sağlamasını istemiştir. Hasta ziyâreti, ve ta'ziye, davete icabet, hediyeleşme buna birer örnektir. Hz. Peygamber bilgisizi öğrenmekle, bilgini de öğretmekle yükümlü tutarak Müslümanları ilmî dayanışmaya sevketmiştir. Müslümanların yaşadığı topraklara yapılacak saldırılara karşı bütün gücüyle maddî ve mânevî dayanışma içinde bulunması vatan savunmasında dayanışmayı sağlamıştır. Hz. Peygamber ekonomik alanda aldığı tedbirlerle toplumun her kesimini korumayı amaçlamıştır. Zekat, sadaka ve fitre başta olmak üzere boç verme gibi çeşitli konularda getirilen mâlî yükümlülükler Müslümanlar arasında ve hatta Müslüman olmayanlarla bile ekonomik dayanışmanın yollarını açmıştır. Kur'an'da sosyal dayanışmada yakınlara öncelik tanınmıştır. Bundan sonra yoksullar, düşkünler, köleler, borçlular vs.gelmektedir. Kur'an'ın sosyal dayanışma ile ilgili ilkeleri Hz. Peygamber tarafından bizzat uygulanmıştır.[883]



7- Özürlüler

Toplum içinde çeşitli sebeplerden dolayı var olabilecek kesimlerden birisi de özürlülerdir. Hz. Peygamber özürlülerle ilgilenmiş, onlara güçlerinin yetmediği alanlarda görev vermemiş, yeteneklerine göre kamu alanında istihdam etmiş, kendilerine değer vermiş, topluma kazandırmaya çalışmıştır O, özürlüleri bir dilenci kitlesi ve sürekli insanlara muhtaç durumda kalmaya mahkum bir kitle olarak görmemiştir. Şimdi onun bu hususlarla ilgili uygulamalarını örneklerle açıklamak istiyoruz.

Hz. Peygamber'in özürlülerle ilgili uygulamalarını ele alırken bu kesimi bedensel ve zihinsel özürlüler olmak üzere iki kısımda değerlendirmek gerekir. Bedensel özürlülerin başında görme özürlüler (a'mâlar) gelmektedir. Çünkü o dönemde, hastalık sebebiyle ve bunun yanında savaşların ok ve mızrak gibi delici aletlerle yapılmasından dolayı toplumda görme kabiliyetlerini kaybeden insanların hayli fazla olduğu görülmektedir. Kur'an-ı Kerim'de a'mâ kelimesi çoğu yerde manevî körlük, bir kısım âyetlerde de maddî körlük anlamında kullanılmıştır. Abese Sûresi'nde özel olarak körlerin ve genel olarak sakatların haklarına ve onlara gerekli ilginin gösterilmesi gerektiğine dikkat çekmek için Abdullah b. Ümmi Mektum'un adı verilmeden "a'mâ" diye bahsedilmektedir.[884]

Hz. Peygamber'in hadislerinde daha çok görme özürlülerle ilgili hükümler yer almaktadır. O, gözleri kör olup da sabredenlerin cennetle mükafatlandırılacağınıbildirmiştir.[885] Körlere karşı kötü davrananları, mesalâ, onların yoluna engel olanları kınamıştır.[886] Hz. Peygamber'in görme özürlülere karşı davranışlarında en güzel örneğini ünlü sahâbî İbn Ümmü Mektûm'a karşı tutumunda görmek mümkündür. Onu Mescid-i Nebevî'de müezzin olarak görevlendirmiştir. Bunun yanında, kendisini kamu görevlerinin en üst kademesinde, kendi yerine vekil, başka bir ifade ile devlet başkanı vekili olarak istihdam etmiştir; Veda Haccı'na ve Uhud Savaşı'na gidişi de dahil, çeşitli vesilelerle Medine dışına çıktığında on üç defa Medine'de yerine onu vekil bırakmıştır.[887] Namazlarda onun ve daha başka görme özürlülerin imamlık yapmalarına izin vermiştir. Bunu söylerken bazı kamu görevlerinde istihdam edilecek şahıslarda birtakım özelliklerin aranmasının gerektiğini de gözardı etmek istemiyoruz. Elbette birtakım görevlerin ayrıcalığı olmalıdır. Ancak Hz. Peygamber'in uygulamasında dikkati çeken husus, bir a'mayı devletin en yüksek makamında görevlendirmesidir.

Peygamberimiz özürlüleri bir dilenci kitlesi olarak görmemiştir; onlara dilenci imajı oluşturacak uygulamalarda da bulunmamıştır. Kendilerini yardıma muhtaç, âcizliğe, âtıl olmaya mahkum ve zavallı bir kitle olarak görmemiştir. Durumlarına göre özürlüleri çalışmaktan alıkoymamış, onların ticaret yapmasını kolaylaştırıcı hükümler getirmiştir. Hz. Peygamber'in çalışmaya verdiği önemi ele alırken de temas ettiğimiz bir hususu bu tutumuna örnek olarak kaydetmek istiyoruz. Ticaretle meşgul olan Münkız b. Amr adlı sahâbînin aklî dengesi bozulur ve dilinde bir tutukluk meydana gelir. Buna rağmen ticarî faaliyetlerini devam ettirir. Ancak sürekli aldanır. Hz. Peygamber'e gelerek durumunu anlatır. Hz. Peygamber onun ticaret yapmasını, çalışmasını yasaklama yerine kolaylaştırma yoluna gider; alışveriş yaparken, "aldatma yok" demesini ve satın aldığı malda üç gün muhayyerlik hakkına sahip olduğunu satıcıya söylemesini ister.

Kur'ân-ı Kerim'de "Âmâya, topala, hastaya güçlük olmadığı"[888] belirtilmiş, bunlara yapamayacakları görevlerin yüklenmeyeceği; ve bunun yanısıra güçlerinin yetmemesinden dolayı yapamadıklarından dolayı da günahkâr olmayacakları belirtilmiştir. Her konuda Kur'ân'ın prensiplerini hayata geçiren Hz. Peygamber de uygulamalarında özürlüleri güç yetiremeyecekleri işlerden muaf tutmuştur. Sözgelişi, Ensardan Selemeoğullarının başkanı Amr b. Cemûh topaldı. Bedir Savaşı'na katılmak istedi. Ancak Hz. Peygamber buna müsade etmedi ve onu savaştan muaf tuttu. Daha sonra Uhud Savaşı'na katılmak istedi. Oğulları Bedir Savaşı'nı örnek göstererek ona engel olmak istediler. Bunun üzerine Amr, Hz. Peygamber'e başvurdu. Peygamberimiz ona, mazereti olduğunu, bu sebepten savaşla mükellef bulunmadığını bildirdi. Ancak Amr'ın ısrarı üzerine izin verdi. Oğullarına da babalarını savaşa gidip gitmemekte serbest bırakmalarını söyledi. Savaşa katılan Amr, sonunda, hep arkasında savaşan ve onu korumaya çalışan oğlu ile birlikte şehit düştü.[889]

Toplumun her kesimi ile ilgilenen Hz. Peygamber'in zihinsel özürlülerle ilgilenmemesi ve onları ihmal etmesi düşünülemezdi. Nitekim akıl hastalarının dinî yükümlülüklerden muaf tutulduğunu şu sözü ile ifade etmiştir: "Üç kimseden kalem kaldırıldı: Büluğ çağına erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından".[890] Bu hadis, fıkıh ve fıkıh usûlü kitaplarında akıl hastasının edâ ehliyetini düzenlemede delil olarak kullanılmıştır. İlmihal kitaplarında ibâdetlerin farz olmasının şartları arasında "Âkil" olması gerektiği kaydedilmiştir. Bir çeşit akıl eksikliği ve zayıflığı hali demek olan "Ateh" ile ilgili olarak aile hukukunda düzenleme yapmıştır.[891]

Hz. Peygamber sağlam insanların özürlülere davranışları konusunda ahlâkî düzenlemelerde de bulunmuştur. Nitekim görme özürlüye yol göstermeyi, sağıra ve dilsize laf anlatmayı sadaka olarak değerlendirmişitir.[892]



8- Köleler

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, köleliği İslâm icad etmemiş; tam tersine Müslümanlar çok eski dönemlerden kalan ve bütün dünyaya yayılan bu müesseseyi devralmışlardı. İslâm açısından kölelik ne bir cezalandırma yolu ve ne ekonomik amaçlarla kendisinden faydalanılan bir savaş ganimetidir. Eskiden köleler insan yerine konulmazken İslâm'la birlikte kimliklerine kavuşmuşlardır.Kur'an'ın köleliği tamamen kaldırma cihetine gitmediği ve doğrudan kaldırmaya yönelik bir çağrıda bulunmadığı doğrudur. Fakat, Kur'an-ı Kerim'de insanların köleleştirilmesine dair bir tek ayet de mevcut değildir. Buna karşılık kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması teşvik edilmiştir.[893] Olayları değerlendirirken dönemin şartları dikkate alınmalıdır. Günümüzün hayat tarzına ve anlayışına ters düşen bir hususun o günde yasaklanmış olmasını istemenin gerçeklerle bağdaşmayacağı ortadadır.

İslâmiyet kölelere hukûkî bakımdan yeni haklar tanımış, aynı zamanda bu sınıfın kaynaklarını savaş esirleriyle sınırlamıştır. Hatta düşman ordusu saflarından ayrılarak İslâm karargâhına sığınıp

teslim olan savaş esirleri şayet İslâm'ı kabul ederlerse kendiliklerinden hürriyetlerini elde etmiş sayılırlar. Taif kuşatması esnasında Peygamberimiz kaleden çıkıp kendilerine katılan kölelerin azat edileceğini duyurmuş, Bunun üzerine yirmi civarında köle kaleden çıkarak Müslüman olmuş ve Hz. Peygamber onları azat etmiştir. Geçimleri için de herbirini Müslümanlardan hali vakti yerinde olanlara vermiş ve bunlara Kur'an ve sünneti öğretmelerini emretmiştir.[894]

Aslında köleliği doğuran esas sebep savaş ve bunun doğurduğu sonuçlardır. Savaşta ele geçen esire karşılıksız serbest bırakma, kurtuluş fidyesi alınarak veya esirlerin karşılıklı değiştirilmesi suretiyle serbest bırakma veya köle statüsüne koyma işlemlerinden biri uygulanırdı. Hz. Peygamber o dönemin örfüne göre esirlerin köleleştirilmesi statüsünü de yalnız kadın ve çocuklara, onu da son derece sınırlı tutarak, uygulamış, hiçbir yetişkin erkeği köleleştirmemiştir. Kur'an-ı Kerim köleleri özgürlüğe kavuşturmayı teşvik etmiştir. Devlet gelirlerinden bir kısmını köle azadına ayırmıştır. Köleleri serbest bırakmayı bazı günahların keffareti olarak tövbe kapısı ve sevap kazanma yolu haline getirmiştir. Nitekim İslâmiyette kölelerden çok azatlılardan bahsedilir. Hz. Peygamber bütün kölelerini çeşitli vesilelerle azat etmiştir. Sözgelimi amcası Abbas'ın kendisine hediye ettiği Ebû Râfi'i, Abbas'ın Müslüman olduğunu duyunca azat etmiş ve onu câriyesi Selmâ ile evlendirmiştir. Ebû Râfi' vefatına kadar Hz. Peygamber'in yakınları arasında yer almıştır. Azatlılarla hürler arasındaki sosyal statü farkını ortadan kaldırmak maksadıyla Zeyd b. Hârise'yi halasının kızı Zeyneb'le evlendirmiştir.

Bütün bu uygulamaların sonucunda İslâm dünyasında kısa süre sonra köle ve câriyenin kalmaması ve bu müessesenin tamamen ortadan kalkması gerekirdi. Devam ettiği süre içinde de köle ve câriyeler, sahibinin kardeşi, eşi, çocuğu gibi insanca muamele görmesi icab ederdi. Oysa durum böyle olmamış; insanların irade ve isteği Allah ve Resûlünün iradesine uymamıştır. Gelenek bu konuda dinin arzusuna gâlip gelmiştir. Yüzyıllar boyunca hayvan pazarları gibi köle pazarları kurulmuştur.

Hz. Peygamber kölelerini azat etmenin yanında devlet kademelerinde azatlılara görev dahi vermiştir. Örneğin, azatlı kölesi Zeyd b. Hârise ve onun oğlu Üsâme'yi, içinde önde gelen sahâbîlerin de bulunduğu ordulara komutan tayin etmiştir.

Hür erkekten çocuk doğuran bir câriyenin ve çocuğunun hür olması prensibini getirmiştir. Bu uygulama, o dönemin siyâsî ve sosyal şartları dikkate alındığında çok önemli bir gelişmedir. Ünlü Alman yazarı Auguste Bebel (1840- 1913), Arap kültürünün İslâmiyetle birlikte geçirdiği gelişmeleri, özellikle de Hristiyanlığın unutturduğu ortaçağ öncesi kültür mirasını Batı'ya tanıttığı kitabında bu konuda şu insaflı değerlendirmeyi yapmaktadır: "Aslında köleliğe tamamen karşı çıkmak ve köleciliğin yok edilmesini istemek, o yüzyılların anlayışına, kavrama gücüne, örf ve âdetlerine çok aykırı ve fazla ileri gitmiş bir talep olurdu. Bilindiği gibi kölelik Avrupa'da Yeniçağ'a kadar uzanmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ayrıca köle bir kadının hür bir kimseden olan çocuğunun da hür olması kuralını getirmiştir. Bu, o dönemlerdeki Avrupa'nın, ya da Almanya'nın bu konudaki anlayışına tamamen aykırı bir yenilikti. Sözkonusu yerlerde aynı konumdaki bir çocuk hürriyetten yoksundu. Öte yandan Hz. Muhammed (s.a.s.) bu konumdaki bir çocuğun annesinin (Ümmü veled) satılabilmesi veya hediye edilebilmesi imkânını da ortadan kaldırmıştır".[895] Günümüzde kölelik müessesesi ortadan kalkmış olduğu için bugün artık savaş esirlerinin köle haline getirilmesi sözkonusu değildir.[896]



TOPLUMSAL SORUNLAR KARŞISINDA Hz.MUHAMMED

1- İhtilaf ve Çekişmeler

İslâm'la birlikte kabileler ve fertler arasında öteden beri süregelen kavgalar büyük çapta önlenmişti. Ancak zaman zaman çeşitli sebepler yüzünden Müslümanlar arasında huzur bozucu ihtilaf ve çekişmeler çıktığı da oluyordu. Hz. Peygamber bu tür olayları câhiliye zihniyeti olarak değerlendiriyor ve anında önlemeye çalışıyordu. Bir gün Evs ve Hazrec'e mensup bir grup Müslüman birarada oturup sohbet ederlerken yanlarına uğrayan bir Yahudi, Müslümanların bu şekilde birlik ve beraberlik içinde bulunmalarını kıskanır. Sonra bir Yahudi gence, onların yanına giderek, Evs ve Hazrec arasında meydana gelen Buâs Savaşı'nı ve ondan önce meydana gelmiş olan savaşları hatırlatmasını ve bu savaşlar üzerine birbirleri hakkında söylemiş oldukları şiirleri okumasını ister. Genç adam kendisine verilen görevi yerine getirir. Bunun üzerine Evs ve Hazrec'e mensup Müslümanlar birbiriyle çekişmeye başlarlar. Hatta işi, silaha sarılarak dövüşmek üzere harekete geçmeye kadar götürürler. Durumu öğrenen Hz. Peygamber olaya müdahele ederek şunları söyler: "Ey Müslüman topluluğu! Allah'tan sakınınız. Ben aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslâm'la şereflendirmiş, onunla size ikramda bulunmuş, câhiliyeden kurtarmış, küfürden uzaklaştırmış ve kalplerinizi birleştirmiş iken, nasıl oluyor da câhiliye davası güderek birbirinize düşüyorsunuz"? Onun bu sözleri üzerine Müslümanlar derhal kavgaya son verip birbiriyle barışırlar.[897]

Böyle bir çekişme, Mustalikoğulları Savaşı'ndan sonra muhâcirler ile ensar arasında da meydana gelmiştir. Bu savaş Müslümanların galibiyetiyle sonuçlandıktan sonra,muhâcirlerden ve Hz. Ömer'in ücretli seyisi Cehcâh el-Gıfârî ile ensardan Benî Avf'ın halîfi Sinan b. Vebre arasında Müreysî' kuyusundan su çekerken kavga çıkar. Cehcâh, Sinan'a birkaç defa vurur.Bunun üzerine Sinan b. Vebre "Yetişin ey ensar"!, Cehcâh da "Yetişin eymuhâcirler" diyerek muhâcirleri ve ensarı imdada çağırırlar. Muhâcirlerle ensar birbirine girecekleri sırada ileri gelen kişiler araya girerek yatıştırıcı konuşmalar yaparlar. Bu arada Hz. Peygamber olay yerine gelerek duruma müdahele eder ve bunun câhiliye halkının da'vâsı olduğunu söyler. Olayın mahiyetini öğrenince de "Bırakın bunu! Bu kötü bir şeydir" buyurur.[898]

2- Şiddet

İslâm'dan önce ve İslâm'ın doğuşu sırasında dünya şiddete yabancı değildi. Roma İmparatorluğu'nda, Arap Yarımadası'nda, Gassânîler ve Hîreliler gibi Arabistan'ın çevresindeki devletlerde, hatta kabilelerin iç bünyesinde ve kabileler arasında bile şiddet, toplumsal ilişkilerde bilinen ve uygulanan bir yöntemdi. Mekke döneminde Müslümanlar ve hatta bizzat Hz. Peygamber bile, bundan nasiplerini almışlar ve şiddete maruz kalmışlardır. Mekke'de gücü elinde bulunduran müşrikler, İslâm'ın yayılışını önlemek için Müslümanlara sosyal ve ekonomik boykot, baskı, keyfî tutuklama, göçe mecbur bırakma, bağlama, zincire vurma, kızgın kumlar üzerine yatırıp üzerlerine taş yığma gibi çeşitli işkence türleri ve hatta öldürme gibi yöntemler uygulamışlardır. Habbâb b. Eret adlı sahâbî, kendilerine müşrikler tarafından şiddet uygulandığını açıkça ifade etmiştir.[899]

Müşriklerin Müslümanlara karşı şiddet uygulaması, İslâm'ın Mekke döneminin son gününe kadar sürmüştür. Nitekim hicretten önce Dârünnedve'de toplanan müşriklerin, Hz. Peygamber'e uygulamak üzere aralarında tartıştıkları üç husustan (bağlamak, sürgün etmek ve öldürmek)herbiri

birer şiddet yöntemidir. Mekkeliler fırsat düştükçe Medine döneminde de ele geçirdikleri Müslümanlara şiddet uygulamaktan geri durmamışlardır. Nitekim hicretin dördüncü yılında Zeyd b. Desinne ve Hubeyb b. Adiy'i çarmıha gerip işkence ile öldürmüşlerdir.

Müşrikler şiddet yöntemiyle İslâm'ın yayılışını önlemeye muvaffak olamadıkları gibi, bilakis bu konuda başarısızlığa uğradılar. Öte yandan başarıya ulaşan, şiddet uygulayan değil, uygulanan taraf, yani Müslümanlaroldu. Çünkü Hz. Peygamber müşriklere aynı yöntemle karşılık vermedi ve onlardan intikam alma yoluna gitmedi. Müslümanlar çektikleri işkencelerden dolayı kendisine sızlandıklarında sabretmelerini öğütledi. Çünkü kendisi şiddet taraftarı olmadığı gibi, onun asıl hedefi şiddeti önlemekti. Kur'an-ı Kerim'de "Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin"[900] buyrulur; "Her inatçı ve zorbanın hüsrâna uğradığı"[901] bildirilir.

Şiddeti aile içi ve toplumsal şiddet olarak iki kısımda ele almak mümkündür. Aile içi şiddetten bahsedildiğinde ilk akla gelen, aile reisinin, diğer aile bireyleri ve büyüklerin küçükler üzerinde uyguladığı şiddet ve baskıcı tavırlardır. Bu tür bir uygulamanın ailede huzuru, sevgi ve saygıyı ortadan kaldıracağı gibi, böyle bir ortamda yatıp kalkan çocuklar ve gençler için kötü sonuçlar doğuracağı ve onların karakteri üzerinde olumsuz etkide bulunacağı açıktır. Çünkü şiddeti kanıksayan aile fertlerinin de artık şiddetin bulunmadığı yerde yaşamak istememesi ve kendisinin de ileride aynı yollara başvurması doğaldır. Bunu önlemek de şiddet, baskı ve ezici tavırlar yerine karşılıklı sevgi ve saygının hakim olduğu bir aile yuvası oluşturmakla mümkündür. Çok sayıda bireysel ve toplumsal çatışmanın kaynağı olan şiddet, bir toplumda problemleri çözüm ve iletişim aracı haline geldiği zaman, basit sorunlar dahi üzücü olaylarla sonuçlanabilir.

Hz. Peygamber gerek aile içi şiddeti ve gerekse toplumsal şiddeti söz ve davranışlarıyla önlemeye çalışmış ve bu konuda gerekli tedbirleri almıştır. Onun evinde her şeyden önce sevgi ve saygıya dayalı bir hayat tarzı hakimdi. Bunun yanında, aile içi problemleri şiddete başvurmaksızın çözme yoluna giderdi. Nitekim hanımlarına, hizmetinde bulunanlara ve evinde büyüyen kimselere hiçbir zaman şiddet uygulamamış; onları dövmemiştir. Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmediğini; eliyle hiçbir canlıya vurmadığını söylemiştir.[902] Kendisi bunu yapmadığı gibi, hanımlarını dövenleri de "Kadınlarınızı nasıl dövüyor, sonra da akşam olunca beraberce yatıyorsunuz".[903] diyerek kınamıştır. Kadınların dövülmemesi, hele yüze hiç vurulmaması[904] konusunda uyarılarda bulunmuştur. Hz. Peygamber ile hanımları arasında çıkan bir sorun üzerine yanlarına gelen Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in, onunla evli olan kızlarını dövmeye kalkışmaları üzerine şiddet konusundaki tavrını şu sözleriyle dile getirmiştir: "Allah Teâlâ beni şiddet uygulayan (muannif) birisi olarak göndermedi; bilakis eğitici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi".[905]

Hz. Peygamber sadece ailede değil, toplumun tüm bireyleri arasında şiddete yer verilmemesi konusunda da uyarılarda bulunmuştur. Onun bu hususla ilgili bir sözüşöyledir: "...Müslümanlara vurmayınız"![906] Bu sözüyle Hz. Peygamber, kişisel ve toplumsal sorunları vurup kırarak değil; hiddet ve öfkeye kapılmadan, anlaşarak ve uzlaşarak çözmeyi tavsiye etmiş olmaktadır. Keza toplumsal huzuru bozmaya yol açabilecek davranışları daha fiiliyata geçmeden önleme yoluna gitmiştir. İnsanların yaralanmasına ve hatta ölümüne yol açabilecek silahlı saldırılara meydan vermemek, silahla öfke dindirmemek için ikazda bulunmuş, bu tür hareketlerde bulunanları toplumdan dışlarcasına "Bizim aleyhimize silah taşıyan bizden değildir".[907] buyurmuştur.

Peygamberimiz toplumu zor kullanarak ıslah etmeye çalışan bir ıslahatçı değildi. Nitekim, insanlar için bir sıfat olarak kullanıldığında "Başkasına hak tanımayan, zorba ve zor kullanarak halkı ıslah eden" gibi anlamlara gelen "Cebbâr" sıfatı ile muttasıf olmadığını hem kendisi ifade etmiş; hem de sahâbe bunu dile getirmiştir. Çeşitli vesilelerle "Allah beni cömert bir kul kıldı; zorba ve zâlim kılmadı"[908] demiştir. Yine çeşitli sözlerinde zorbalığı ve zorbaları kötülemiştir. Sahabenin kanaati de onun asla zorba olmadığı yönünde idi. Bir başka vesileyle daha önce de belirttiğimiz gibi, Ficar savaşlarında Kureyş'in komutanlarından biri olan ve daha sonra yetmiş yaşlarında Mekke'nin Fethi'nde İslâmiyeti kabul edip Medine'ye yerleşen Mahreme b. Nevfel bir gün Hz. Peygamber'e elbise geldiğini ve onları halka dağıttığını duyar. Yanına o sırada küçük yaşta bulunan oğlu Misver'i alarak Hz. Peygamber'in evinin önüne gelir. Çocuğa Hz. Peygamber'i çağırmasını söyler. Fakat çocuk çekinir. Bunun üzerine Mahreme b. Nevfel Hz. Peygamber hakkında oğluna şu değerlendirmeyi yapar: "Evlâdım, o bir zorba değildir"! Bunun üzerine Misver Hz. Peygamber'i çağırır. O, sesi duyunca dışarı çıkar ve Mahreme için hazırladığı elbiseyi getirerek takdim eder.[909]

Hz. Peygamber Müslümanlara yönelik terörü ve saldırıyı henüz hazırlık safhasında iken önceden tespit ederek küçük çaplı bir müdahele ile önlemiştir. Hz. Peygamber Halid b. Süfyan el-Hüzelî'nin Medine üzerine yürümek için adam toplamakla meşgul olduğunu öğrenir. Abdullah b. Üneys adlı sahâbîyi tek başına onu ortadan kaldırmakla görevlendirir. Abdullah b. Üneys, Halid b. Süfyan'ı Urene Vadisi'nde bulur. Kendisini Hz. Muhammed (s.a.s.)'e karşı savaşmak isteyen Huzâalı bir Arap olarak tanıtır ve Halid'in adamları dağıldıktan sonragece vakti onu öldürür. Sağ sâlim Medine'ye gelerek olup biteni Hz. Peygamber'e anlatır. Olay, hicretin dördüncü yılında, Uhud Savaşı'ndan sonra meydana gelmiştir ki bu, müşriklerle ilişkilerin en şiddetli olduğu bir dönemdir. Dolayısıyla iki kesim arasında bir savaş ortamı sözkonusudur. Halid b. Süfyan hazırlıklarını tamamlayıp Müslümanlar üzerine saldırmayı başarabilseydi, her iki taraftan da çok fazla kan dökülebilirdi.

Peygamberimiz, rastgele seçilen, ya da tesadüfen olay yerinde bulunan kimselerin zarar görmelerine fırsat vermemiş, bu tür olaylar karşısında üzülmüş ve gerekli uygulamaları yapmıştır. Bi'rimaûne katliamından sağ kurtulan Amr b. Ümeyye'nin, kendisininhimayesine aldığı iki kişiyi bilmeden öldürmesine son derece üzülmüş ve tazminatlarını ailelerine ödemiştir.

Peygamberimiz en azılı düşmanı bile olsa işkence yapmamış ve kendisine bu yolda yapılan teklifleri kesin bir dille ve prensip haline gelecek sözleri ile reddetmiştir. Bedir Savaşı'nda esir alınanlar arasında Kureyş'in hatiplerinden Süheyl b. Amr da bulunuyordu. Süheyl, bacağından bir okla vurulmuş; yaralı halde kaçmaya teşebbüs etmiş ve fakat yakalanmıştı. Hz. Ömer "Yâ Resûlallah! Onun ön dişlerini sökeyim de bir daha senin aleyhinde konuşmaya kalkmasın" dedi. Fakat Peygamberimiz buna razı olmadı; "Ben dişlerini söktürerek ona işkence yapamam. Allah da beni, peygamber olduğum halde aynı azaba uğratır" şeklinde cevap verdi ve devam etti: "Onun, senin beğeneceğin bir davranışta bulunması da umulur". Süheyl b. Amr Mekke'nin Fethi'nde Müslüman olur. Hz. Peygamber'in vefatından sonra, ridde hareketleri meydana geldiği sırada Mekke halkı irtidat etmemekle birlikte şehirde bir iç karışıklık ortaya çıkar. Hatta Mekke Valisi Attâb b. Esîd bile korkup saklanır. Bu sırada Süheyl b. Amr bir konuşma yaparak halkı yatıştırır. O, şunları söyler: "Ben biliyorum ki bu din, güneşin doğması ve batması devam ettiği sürece pâyidar olacaktır. Aranızdan çıkan bu kişi-Ebû Süfyan b. Harb-sizi aldatmasın. Benim bildiğim bu meseleyi o da bilir. Ancak Benî Hâşim'e olan kıskançlığı onun kalbini mühürlemiştir. Ben Kureyş'in karada ve denizde en çok ulaşım vasıtaları bulunanıyım. Emîrinize boyun eğiniz. Zekatlarınızı ona veriniz...".

Süheyl'in bu sözleri kulağına gittiğinde Hz. Ömer, onun hakkında Hz. Peygamber'in kendisine söylediği sözleri hatırlar ve "Ben şehadet ederim ki sen Allah'ın Resûlü'sün" demekten kendini alamaz. Hz. Peygamber'in Süheyl'e karşı bu davranışı; işkenceye müsade etmemesinin yanında, esirlere iyi muamelede bulunması, düşmanını bile İslâm'a kazanmayı ve yeri geldiğinde ondan istifade etmeyi hedeflemesi gibi ömrü boyunca sürdürdüğü politikanın çok güzel bir örneğini teşkil etmektedir.

Peygamberimiz kendisine duyulan güveni istismar eden ve bu istismarı cinayet işleyecek derecede kötüye kullanan, terör estiren, hâinlik yaparak Müslümanların malına ve canına kıyan şahıslara müstehak oldukları cezayı uygulamaktan geri durmamıştır. Ureyne kabilesine mensup kişilere verdiği cezayı buna örnek gösterebiliriz. Olay şöyle gelişir: Bakımsızlıktan zayıf ve hasta olan bu sekiz kişi Medine'ye Hz. Peygamber'e gelerek İslâmiyetikabul ettiklerini bildirirler. Bu şahıslara Medine'nin havası iyi gelmez ve hastalanırlar. Süt içmeye alışkın olduklarını belirtirek Hz. Peygamber'den kendilerine süt temin etmesini isterler. Peygamberimiz onları şehrin dışındaki bir otlakta yayılan ve azatlı kölesi Yesâr tarafından güdülen develerin bulunduğu yeregönderir. Burada bir müddet kalırlar, sütle beslenirler ve sağlıklarına kavuşurlar. Bu nankör adamlar bir sabah develeri alıp götürmeye kalkışırlar. Yesâr yanına birkaç kişi alarak kendilerine engel olmak ister. Fakat hırsızlar onu yakalarlar; ellerini, ayaklarını kestikten sonra diline ve gözlerine diken batırarak işkence ile öldürürler. Durumu öğrenen Hz. Peygamber'in görevlendirdiği Kürz b. Câbir'in komutasında yirmi kişilik bir süvari birliği bu hainleri yakalayarak Medine'ye getirir. Peygamberimiz onlara kısas uygular ve idam ile cezalandırır.[910]



Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin