Sünnet: Terim olarak genellikle sünnet denildiğinde Müslümanların zihninde çağrıştırdığı anlam, “Hz. Peygamber’in yol ve gidişatı, Kur’an’dan sonra dinin ikinci esas kaynağı”dır.
Sünnet: Terim olarak genellikle sünnet denildiğinde Müslümanların zihninde çağrıştırdığı anlam, “Hz. Peygamber’in yol ve gidişatı, Kur’an’dan sonra dinin ikinci esas kaynağı”dır.
Kelam ilminde “bidat”’ın karşıtı olarak sünnet, “Hz. Peygamber’in düşünce ve davranışlarına uygun bir yolu, Onun emir ve yasaklarını, ilk Müslümanların Rasûlüllah’tan tevarüs ederek takip ettikleri anlayış ve çizgiyi” ifade eder.
Cemaat: Lügatta topluluk, insan güruhu gibi anlamlara gelen cemaat, ıstılahta, İslâm ümmetinin çokluğu, (sevâd-ı ‘âzâm) alimler, bilhassa müctehid alimler topluluğu demektir.
Bu tanım, ayet ve hadislerdeki birlik, beraberlik ve cemaati tavsiye eden, fitne ve ayrılıkları kınayan metinlerle refere edilir.
İlk asırlardan itibaren cemaat kavramı siyasî bir muhtevaya sahip olmuştur. Ümmetin birliğini ifade eden ana kitleyi teşkil eden ve mevcut sistemle uyum sağlayıp, farklılaşma ihtiyacı hissetmeyen geniş topluluk cemaat olarak kabul edilmiştir.
Ancak mevcut sisteme karşı gelen ve muhalefet siyasetini benimseyenler, zaman zaman siyasî otoriteyle işbirliği yapsalar bile genellikle ana kitleden ayrılan ve farklılaşan dinî gruplar olarak kabul edilmiştir.
“Ehl-i Sünnet vel’-Cemaat” teriminin oluşması dört asırlık bir zaman diliminde gerçekleşmiştir.
“Ehl-i Sünnet vel’-Cemaat” teriminin oluşması dört asırlık bir zaman diliminde gerçekleşmiştir.
Bununla birlikte terimin alt yapısını oluşturan
“Ehl-hadis”,
“Ehl-i Eser”,
“Ashab-ı hadis”,
“Ashab-ı eser”
“Sünnî”
gibi terimler çok önceleri kullanılmaya başlamıştır.
Burada ilginç bir nokta, daha sonra Ehl-i Sünnet içinde kabul edilen
“Ashab-ı re’y”
“Ehl-i re’y”
terimlerinin “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” teriminin gelişmesine doğrudan katkısının olmayışıdır.
Diğer bir ifadeyle özellikle Ebû Hanîfe ekolü ilk asırlarda Ashab-ı hadisten ayrı mütalaa edilmekte ve onların kelâmî görüşleri -en azından bir kısmı- Mürciî görüş içinde değerlendirilmekteydi.
Ancak aşağıda da görüleceği gibi terimin tekamül etmiş şekli ilk defa Maturîdî ekolüne mensup birisi tarafından kullanılarak, onlar adeta kendilerini meşrulaştırmışlardır.
Emevî-Haşimî çekişmelerinin ciddi tezahürlerinin göründüğü Sıffin savaşından itibaren devam eden iç mücadeleler, bunlara tepki olarak ortaya çıkan Haricilerin anarşist faaliyetleri toplumun genelinde bir huzur ortamının yaratılması gayretlerini beraberinde getirmiştir.
Emevî-Haşimî çekişmelerinin ciddi tezahürlerinin göründüğü Sıffin savaşından itibaren devam eden iç mücadeleler, bunlara tepki olarak ortaya çıkan Haricilerin anarşist faaliyetleri toplumun genelinde bir huzur ortamının yaratılması gayretlerini beraberinde getirmiştir.
Haricilerin sert tavırlarına tepki olarak doğan Mürcie, onların tipik bir aksülamelidir.
Özellikle kendilerinin mü’min ve müslüman görülmemesine tepki gösteren mevali benzer muhalif hareketler gibi büyük ölçüde bu hareketin de alt yapısını oluşturmuştur.
Bununla birlikte Mürciî tepkinin müfrit boyutu, cemaati teşkil eden ana kitlenin bazı alimleri tarafından daha sistematik olarak orta çizgiye çekilmiştir.
Her iki zümre de İslâm tarihinde ana kitleden ayrılan ilk gruplar olarak yer almışlardır.
Emevîlerin eski düşmanları Haşimoğulları ve onların temsilcileri konumundaki Ehl-i Beyt ailesine halkın ve ilk zamanlardan itibaren İran kökenli mevâlînin teveccühleri,
Emevîlerin eski düşmanları Haşimoğulları ve onların temsilcileri konumundaki Ehl-i Beyt ailesine halkın ve ilk zamanlardan itibaren İran kökenli mevâlînin teveccühleri,
iktidar sahibi olan Emevîlere ve İslâm aleminde asırlarca bütün Müslümanlara karşı adeta muhalefette kalan ve muhalif söylemler geliştiren, kendilerini diğer Müslümanlardan daima farklı sayan Şîî zümrelerin oluşmasına yol açmıştır.
Emevîler, Haşimoğullarıyla giriştikleri rekabette kendi meşrûiyetelerini pekiştirebilmek için, cahiliye dönemi Arap fatalizmini yeniden gündeme getirdiler ve eylemlerini ilahî kadere bağladılar.
Ancak onların kimi zaman zulme varan otoriteleri toplumda yeni tepkilerin oluşmasını geciktirmedi.
Mabed el-Cühenî, Gaylan ed-Dımeşkî gibilerin başı çektikleri Kaderîler, ilk ciddi tepkiyi vererek insanın fillerinde hür olduğunu savundular.
Diğer bir ifadeyle kaderi inkar ettiler. Onların bu konudaki görüşleri, ilerleyen yıllarda Mutezile tarafından sistemleştirdi.
Haricilerin doğmasına yol açan sosyo-kültürel şartlar Hicri ikinci asrın başlarında daha karmaşıklaşmıştı.
Haricilerin doğmasına yol açan sosyo-kültürel şartlar Hicri ikinci asrın başlarında daha karmaşıklaşmıştı.
Bu dönemde gayr-i İslâmî, yabancı kültürlerin Müslümanlara yönelik hücumları giderek dozunu artırmış; mevcut itikâdî anlayışla bunlara cevapta yetersiz kalınmıştır.
İşte bu ortamda onlara cevaplar vermeyi üstlenen yeni bir grup yeşerdi: Mutezile.
Mutezile eski Yunan felsefesinin tercümesiyle Müslümanlara kazandırılan eserlere cevap yetiştirebilmek için Kur’an’a dayalı inanç esaslarını aklî metotla sistematik olarak ilk defa ifade eden ve dogma haline getiren, kelam ilminin kurucuları olarak tarih sahnesinde yerlerini aldılar.
Ancak onlar bunu yaparken alışılmıştan farklı yeni bir metodoloji benimsedikleri ve geliştirdikleri için ana kitlenin dışında kaldılar.
İlerleyen yıllarda siyasî desteği arkalarına almalarına rağmen onlar müfrit bir tavır geliştirerek toplumda giderek marjinalleştiler ve tarihe “mihne dönemi” diye geçecek, kendi hür düşünce anlayışlarına hiç uymayan bir fikir zorbalığına giriştiler.
Bütün bu siyasî ve sosyal şartlarda gündelik siyasete karışmadan varlıklarını sürdüren, toplumun birlik ve beraberliğine vurgu yaparak Müslümanların hayrına olan çalışma ve çabalara destek veren bir alimler topluluğu ve onlara tabi olan geniş bir halk kitlesi var ola gelmiştir.
Bütün bu siyasî ve sosyal şartlarda gündelik siyasete karışmadan varlıklarını sürdüren, toplumun birlik ve beraberliğine vurgu yaparak Müslümanların hayrına olan çalışma ve çabalara destek veren bir alimler topluluğu ve onlara tabi olan geniş bir halk kitlesi var ola gelmiştir.
Onlar mesailerini büyük ölçüde Kur’an’ı anlamaya, Rasulüllah’ın sünnetini derlemeye ve diğer dini ilimlere vakfetmişlerdir.
Harîcîlerin gerçek mü’min cemaatini teşkil edebilmek için Kur’an’ın zahirine vurgu yaparak kendi mantalitelerinde Müslümanları yargılamaları,
adeta ilerleyen dönemlerde Ehl-i Sünnet’in “cemaat” kavramına vurgu yapmalarına örnek teşkil etmiştir.
Ancak Ehl-i Sünnet öncüleri;
Hariciler gibi insanların küfrünü gerektirecek unsurları aramak yerine,
Mürcie gibi, insanları mü’min yapacak unsurları arayarak
Müslümanların büyük çoğunluğunu içine alacak geniş açılımlı bir cemaat fikrini benimsemişler ve hedeflemişlerdir.
Şîanın büyük bir kısmının kendilerine bağlandıkları Ali evladının 260/873 tarihinden itibaren İsnâ Aşeriyye mensupları tarafından inkıtaya uğratılması,
Şîanın büyük bir kısmının kendilerine bağlandıkları Ali evladının 260/873 tarihinden itibaren İsnâ Aşeriyye mensupları tarafından inkıtaya uğratılması,
mevcut siyasî yapıda Büveyhî hanedanının desteğini de alan Şîîler kendi literatürlerini oluşturmaya başlamışlardı.
Onların bu çabaları, hicrî III. asrın sonlarından itibaren İslâm aleminde hiç bitmeyecek bir kutuplaşmanın oluşmasına yol açmış;
kendilerini ümmetten ayrı hisseden ve bunu açıkça ifade eden Şîa’ya karşı,
ana kitle de kendi kimliklerini tanımlama ihtiyacı hissetmiştir.
İlk ana mezheplerini IV. hicrî asrın başlarında oluşturan bu kitle
İlk ana mezheplerini IV. hicrî asrın başlarında oluşturan bu kitle
tespitlere göre ilk defa bugün kastedilen anlamda
Maveraunnnehr ulemasından Ebu’l-Leys es-Semerdkandî’nin Şerhu Fıkhu’l-Ekber adlı eserinde “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” diye adlandırılmıştır.
Sonraki yıllarda bu adlandırma diğer ulema tarafından da benimsenmiş; grup günümüze kadar İslâm ümmetinin ana kitlesini olmayı sürdürmüştür.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkası da diğer fırkalar gibi zaman içinde oluşmuştur.
Diğer fırkalar gibi dinin temel kaynaklara isnat ederek kendilerinin fırka-i Naciye olduklarını iddia etmişlerdir.
Ehl-i Sünnet’in bu iddialarının dayanağı;
onların sahabeler hakkındaki kanaatleri;
kendi içlerindeki, ayrılık ve bölünmelerde birbirlerini küfür ile itham etmemeleri;
görüşlerinde ifrat ve tefritten uzaklaşarak itidali, orta yolu elden bırakmamaları
ayette ifade edilen “vasat ümmet” tanımlamasına en uygun grup olmalarıdır.
Ehl-i Sünnetin birbirlerini tekfir etmeyen tavrı, esasen ehl-i kıble olan bütün Müslümanları içine almış ve Ehl-i Sünnet Müslüman fırkaları arasında en hoşgörülü ve müsamahalı grup olarak tezahür etmiştir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkasının oluşumu ve tezahürü ancak h. IV. yy başlarında, rastlasa da her fırka gibi,
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkasının oluşumu ve tezahürü ancak h. IV. yy başlarında, rastlasa da her fırka gibi,
Ehl-i Sünnet de sahabe vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşan bir tarihçeye sahiptir.
Ümmetin siyasî birliği Hz. Hasan’ın devlet başkanlığını anlaşmayla Muaviye’ye devrettiği yıl gerçekleşmiş, kaynaklar bu yılı “cemaat yılı”(41/661) olarak tavsif etmişlerdir.
Bununla birlikte cemaat kavramının ifade ettiği siyasî birliği ilk temsil edenlerin, Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Ebî Vakkas gibi fitne hareketlerine karışmayıp kendi işleriyle meşgul olan sahabeler olduğu kabul edilir.
Onlar hadiselerin sonunda iktidarı ele geçirenlere, mücadelelerini sorgulamaksızın biat etmişlerdir.
Bu, sonraki yıllarda Sünnîliğin tipik siyasî tavrına emsal teşkil etmiştir.
Gündelik siyasetin dışında kalan, kendilerini ilmî faaliyetlere veren alimler topluluğu ve onlara tabî geniş halk kitleleri varlığını sürdürmüştür.
Gündelik siyasetin dışında kalan, kendilerini ilmî faaliyetlere veren alimler topluluğu ve onlara tabî geniş halk kitleleri varlığını sürdürmüştür.
Onlar, önce Kur’an’ı anlamak için Kur’an ilimleriyle iştigal etmişler; tefsir usulünün ilk prensiplerini vaz’ etmişlerdir.
Yine onlar, Kur’an’ın anlaşılması ve uygulanmasında Hz. Peygamber’in sünnetini derlemeye başlamışlardır.
Böylece hadis usulüyle ilgili esaslar ve hadis derlemeleri başlamıştır.
Bu arada halk dinî hayatını tanzimde onlara müracaat ederek gündelik hayatlarıyla ilgili problemleri dile getirmişlerdir.
Bu furu’ meseleler çözümlenirken, bir taraftan da çözümlerle ilgili temel kural ve kaideler belirlenmeye başlamıştır.
Böylece fıkıh ve fıkıh usulü kaideleri tedvin edilmeye başlamıştır.
Bütün bu bilimsel faaliyetlerin yanında ilk dönem uleması, içinde yaşadıkları siyasî şartların ve akidevî problemlerin tamamen dışında kaldıkları düşünülemez.
Esasen tarafsız sahabeleri takip edenlerin tavrı günümüzde, “günümüzde siyasî pasifizm” olarak nitelense de her hal u kârda bir siyasî tavrı ifade etmekteydi.
Bu tavrın ilk dönem temsilcileri arasında, İbrahim en-Nehâî(96/714), eş-Şâbî(104/722) ve el-Hasan el-Basrî(110/726) sayılabilir.
El-Hasan el-Basri, Ehl-i Sünnet’in fikir ve itikâdî esaslarının oluşumunda önemli bir yere sahiptir.
El-Hasan el-Basri, Ehl-i Sünnet’in fikir ve itikâdî esaslarının oluşumunda önemli bir yere sahiptir.
Onun siyasî tavrında sözlü eleştiri ön plana çıkarken, asla fiilî eylem tasvip edilmemiştir.
Bu nedenle o, dönemin muhalifleriyle iyi ilişkiler kurmayı başarmıştır.
el-Hasan el-Basrî itaatin sınırını ise,
“Allah’a karşı ma’siyet söz konusu olunca mahlûka itaat gerekmez” kaidesiyle belirlemiştir.
O, sözlü eleştirileriyle zaman zaman Emevî vali ve halifelerini ikazdan geri kalmamıştır. Emevî iktidarının fatalist telkinlerini şiddetle eleştiren el-Hasan’ın tavrı, şu rivayette açıkça müşahede edilmektedir:
“Ata b. Yesar ile Mabed el-Cühenî el-Hasan el-Basrî’ye gelirler ve, Müslümanların kanını akıtan, mallarını gasp eden ve daha bir çok nahoş şeyler yapan emîrlerden söz ederek bunların “Fiillerimiz yalnızca Allah’ın kaderine göre vuku’ bulmaktadır” dediklerini naklederler. Bunun üzerine el-Hasan, “Allah’ın düşmanları yalan söylüyorlar” der.”
Mu’tezile reisi Vasıl’ın onun meclisinden ayrılmasıyla ilgili rivayette de el-Hasan’ın büyük günah işleyeni “münafık” olarak gördüğü nakledilir.
Ehl-i Sünnetin önemli köşe taşlarından birisi de İmam Azam Ebû Hanîfe Numan b. Sabit(150/767)’dir.
Ehl-i Sünnetin önemli köşe taşlarından birisi de İmam Azam Ebû Hanîfe Numan b. Sabit(150/767)’dir.
O, Kûfe gibi karmaşık sosyal yapıya sahip, çeşitli kültürlerin iç içe olduğu bir şehirde
Hz. Ömer, Abdullah b. Mesud, Hz. Ali, İbrahim en-Nehâî, Hammad b. Ebî Süleyman geleneğinde rasyonel zihniyetle yetişmiştir.
Onun rasyonel bir anlayışa sahip olmasında Irak’ta hadis geleneğinin yeterince yaygın olmayışı kadar, Kûfe’nin karmaşık soyo-kültürel yapısının da etkin olduğu unutulmamalıdır.
Bununla birlikte Ebû Hanîfe sünneti asla ihmal etmiş değildir.
Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşleri kendisine nispet edilen beş Risalede nakledilmiştir:
Fıkhu’l-Ekber,
Fıkhu’l-Ebsat,
el-Alim ve’l-Müteallim,
Risaletü Ebî Hanife,
el-Vasıyye
Bunlara göre o,
Bunlara göre o,
ilahî sıfatları,
kaderi ve şefaati kabul eder;
Kur’an’ın mana itibarıyla mahluk olmadığını söyler;
kulların fiillerinin gerçekte kendi kazançları olduğunu, ancak onların Allah tarafından yaratıldığını savunur;
büyük günah işleyenin mü’min olduğuna hükmederek ahirette göreceği muameleyi Allah’a havale eder;
imanın obje bakımından artıp eksilmeyeceğini ancak bilgi bakımından artıp eksilebileceğini ifade ederek,
mü’minlerin iman açısından eşitliğini ve fakat amel bakımından birbirlerine üstün olduklarını kabul eder.
Ebû Hanîfe’nin görüşlerinin geniş bir hoşgörü anlayışıyla, kolay uygulanır ve bütün inananları kuşatan bir evrensellikle şekillenmesinde onun mevâlîden oluşunun etkisini unutmamak gerekir.
İnanma bakımından bütün mü’minlerin eşitliğini vurgulayarak, Müslüman Arap topluluğu içindeki ikincil konumdaki mevâlîyi, dönemin resmî doktrini istemese de, İslâm dairesi içine almıştır.
Bu nedenle o, h. IV. asra kadar Mürciî kabul edilmiş; hatta Hanefî ekolünün inanç esaslarını sistemleştiren Mâturîdî ve mezhebine karşı muahhar kaynaklarda agnostik bir tavır takınılmıştır.
Ebû Hanîfe’nin mevâlîden oluşu siyasi tavrını da etkiler.
Ebû Hanîfe’nin mevâlîden oluşu siyasi tavrını da etkiler.
Her ne kadar o, kendilerinden önceki alimlere benzer bir şekilde mevcut otoriteye itaat ve sözlü muhalefeti benimsemiş gibi görünüyorsa da, dönemin politik şartları içinde başarıya ulaşma ihtimali olan fiili hareketleri desteklemekten geri durmamıştır.
N. Mustafa buna “temekkün ekolü” adını verir.
Bu siyasî tavır, Sünnîliğin ikinci alternatif siyasi çizgisini teşkil etmiş ve merkezden uzak çevrede hakim olmuştur.
Mevâlî içinden el-Hasan Basrî ve Ebû Hanîfe ile başlayıp devam eden Sünnî çizgideki zihniyet, cumhur denilen ulema arasında biraz daha farklı tonda temsil edilmiştir.
Cumhur ulemanın ilk temsilcilerinden birisi İmam Malik b. Enes (179/795), kendi ekolünü kısmen gündelik politik çekişmelerden bağımsız Hicaz bölgesinde oluşturdu.
O, Medine halkının yaşayışıyla bütünleşen nebevî sünneti esas aldı.
Bu, onun, hem nebevî sünneti daha rasyonel algılamasını hem de görüşlerinde ideal ölçülerden öte pratik hayata tatbiki mümkün “maslahat-ı mürsele” gibi toplum yapısını ve sosyal ihtiyaçları dikkate alan rasyonel formları kullanmasını sağlamıştır.
İmam Malik’in talebesi İmam Muhammed b. İdris eş-Şâfiî (204/819) İmam Muhammed b. eş-Şeybânî’den de dersler almıştır.
İmam Malik’in talebesi İmam Muhammed b. İdris eş-Şâfiî (204/819) İmam Muhammed b. eş-Şeybânî’den de dersler almıştır.
O, dönemin siyasî ve kültürel şartları içinde sünnete ayrı bir anlam yüklemiştir.
eş-Şâfiî söylemlerini, muhtemelen h.II. asrın son çeyreğinde giderek parlayan Mu’tezile’ye tepkisel bir ortamda oluşturdu.
N. H. Ebû Zeyd onun söylemlerinin arka planında Kureyş milliyetçiliğinin izlerine de rastlandığını ifade eder.
Burada Sünnî tarihini ilgilendiren boyut, onun sünnete yüklediği anlam ile, Müslümanların sosyal ve dinî yapısına istikrar veren bir mekanizma sağlama çabasıdır.
O vahyin sözlük anlamından hareketle, sünneti, ilham değerinde ilahi bir vahiy olarak tanımlayarak ve Kur’an’daki “Kitab” ile birlikte zikredilen “hikmet” terimini “sünnet” diye te’vil ederek Allah’a itaat ile birlikte Rasulüllah’a itaatin, sünnete ittibâ diye anlaşılmasını sağlamıştır.
Bundan sonra, çağdaş olaylar, cemaati belli bir manevî, siyasî ve sosyal modele göre şekillendirmede başarılı olmak amacıyla geçmişe doğru yansıtılmak suretiyle hadis şekline dönüştürülmüş ve hadis derleme çabalarına hız verilmiştir.
Böylece -kısa “mihne” dönemini (218-233) bir kenara bırakırsak- toplumun birlik ve beraberliği, istikrarı önemli ölçüde temin edilmiştir.
Bu çabanın öncülüğünü de hür düşünceyi yıkmak pahasına İmam eş-Şafiî yapmıştır.
H. III. asrın ilk yarısında yaşayan ve “mihne” de işkence ve baskılara maruz kalan Ahmed b. Hanbel (242/856) eş-Şâfiî’nin başlattığı bu geleneği, daha sıkı bir bağlılıkla devam ettirmiştir.
H. III. asrın ilk yarısında yaşayan ve “mihne” de işkence ve baskılara maruz kalan Ahmed b. Hanbel (242/856) eş-Şâfiî’nin başlattığı bu geleneği, daha sıkı bir bağlılıkla devam ettirmiştir.
O, ekolünü tamamen hadis metinleri üzerinde oluşturarak rasyonaliteyi neredeyse unutmuştur.
Onun yolundan gelenlerin müfritleri ise kaynaklarda Haşviyye olarak adlandırılmışlardır.
İlginç olanı h.III. asırdaki hadis literatürünün bariz ehl-i re’y aleyhtarlığıdır.
Mesela hadis mecmualarını en sahihi olarak kabul edilen Muhammed b. İsmail el-Buhari (256/)’nin el-Camiu’s-Sahîh’i neredeyse bütünüyle Ebû Hanîfe’nin görüşlerini red için derlenmiş gibidir.
Bir başka dikkate değer nokta da, İmam Şafii’nin sünnete atfettiği değer noktasında oluşan hadis geleneğine bağlılıkta Zahirîlik, Haşviyye ve Müşebbihîliğe varan ifratın yaşanması olmuştur.
Öylesine ki, hadis rivayetleri dinin anlaşılması ve sünnetin ihyasından öte, kuru bir nakilcilik ve çoğu kere şan şöhret için yapılan bir eyleme dönüşmüştür.
Bu kuru ve şekilci zihniyet zamanla kendi imamlarını bile beğenmez hale gelmiştir.
Yine İmam Buhari’nin hayatının son demleri bunun acı bir örneğidir.
Sünnî ehl-i eser çizgisindeki bu müfrit gelişmeler yanında inanç esaslarının daha sistematik olarak ele alınmasının gereğine inanan alimler de olmuştur.
Sünnî ehl-i eser çizgisindeki bu müfrit gelişmeler yanında inanç esaslarının daha sistematik olarak ele alınmasının gereğine inanan alimler de olmuştur.
Abdullah b. Sa’îd b. Küllâb (239/853-4), Haris el-Muhâsıbî (243/857) ve Ebu’l-Abbas el-Kalânîsî el-Basrî(?) bunların önde gelenlerindendir.
Bu görüşler, Selef akaidi ile h.IV. asrın başlarında kurulan Eş’arî ekolü arasında köprü vazifesi görmüştür.
H. IV. asrın ilk çeyreği Ehl-i Sünnet tarihinde en önemli dönem olmuştur.
Şîa’nın III. asrın ikinci yarısında tamamlanan fırkalaşma süreci, ana kitlenin de kendi inançlarını sistemleştirmeye yöneltmiştir.
Bunu,
merkezde Mu’tezile’den ayrıldığını ilan eden Ebu’l-Hasan el-Eş’arî,
çevrede Hanefî ekolünün inanç esaslarını sitemleştiren Ebû Mansur el-Maturîdî yapmıştır.
Hicri I-IV. asırlar arasında yaşayan cemaatin önde gelen alimler topluluğunu teşkil edenler denilir.
Hicri I-IV. asırlar arasında yaşayan cemaatin önde gelen alimler topluluğunu teşkil edenler denilir.
Temel özellikleri, inanç esasları konusunda nasta ifade edilen esasları olduğu gibi kabul etmeleri ve konuyla ilgili aklî delil aramamalarıdır.
Bu onların akla önem vermedikleri anlamına gelmez.
Bilakis Selef alimleri aklı özellikle İslâm Hukuk Usûlünde aktif olarak kullanmışlar ve problemlerin çözümüne gayret etmişlerdir.
Ebû Hanîfe ve ekolü aklî deliller konusundaki temyizleriyle haklı olarak Ashab-ı re’y diye adlandırılmışlardır.
Ashab-ı Hadis ise, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, eş-Şafiî’den itibaren Sünnetin yazılı haline aşırı değer vererek görüş ve inançlarını bu metinlerle şekillendirenler için kullanılmış bir terimdir.
Selef’in klasik kelam kaynaklarında rastlanan inanç esaslarını ortaya koymada takip ettikleri metodik prensipleri şunlardır:
Selef’in klasik kelam kaynaklarında rastlanan inanç esaslarını ortaya koymada takip ettikleri metodik prensipleri şunlardır:
1-Takdis: Allah’ı layık olmadığı isim ve sıfatlardan tenzih etmek.
2-Tasdik: Kur’an ve Sünnet’te yer alan Allah’ın isim ve sıfatlarını olduğu gibi kabul etmek.
3-Aczi İtiraf: Müteşabihin bilinmesinde aczin ifade edilmesi.
4-Sükut: Cahilin müteşabihi sormaması, aliminde bu nev’î sorulara cevap vermemesi.Şu hususlar hoş karşılanmamıştır:
a-Bilgisizce Allah’ın zatı hakkında söz söylemek.
b-Yüce zat hakkında hakkı söylememek.
c-Bilgisizce cedelde bulunmak.
d-Hakkın zuhurundan sonra cedelde bulunmak.
e-Gereksiz yere ayet ile cedelde bulunmak.
f-Hakkı bozmak için batıl söz ile cedelde bulunmak.
g-Dinde tefrika ve ihtilaf çıkarmak.
5-İmsak: Mütaşabih ayetleri te’vilden çekinmek.
6-Keff: Şüpheli meseleleri kalben düşünmekten dahi çekinmektir.
7-Marifet Ehline Teslim: Yani Nebî ve ashabının yolunu tutmaktır.
Görüşleri
Görüşleri
Selefin görüşlerini de İzmirli İsmail Hakkı şöyle sıralar:
1-Kur’an’a ve Sünnet’e muvafık akla taraftarlardır. Nassı açıklayan nazar sünnete uygundur. Te’vile yol açan nazar ise sünnete uygun değildir.
2- Ancak irade-i Şer’iyye matlubdur. Gaye bu olmalıdır.
3- Allah’ın sıfatları Esmâ-i Hüsnâ’da geldiği gibi ona layıktır. Teşbih, temsil ve te’vil olunmaz, keyfiyeti bilinmez. Allah’ın sıfatlarını ispat, tekyîf ve temsilsiz, tenzih, tahrif ve ta’tilsiz olur.
4- Nassın zahiri Allah’a layık bir manaya sahiptir. Mücerred nasslar akılla te’vil olunmaz.
5- Allah hakkında Kur’anî deliller esastır. Dolayısıyla Kur’anda geçen hudûs, hikmet, inayet, ihtira ve ibda’ ile ilgili ayetler Allah’ın varlığını ispat için kullanılır.
Ebu’l-Hasan el-Eşari bu çabaların bir devamı niteliğinde Bağdat’ta yetişmiştir. Kendisi önceleri Mutezilenin ileri gelen imamlarından olmuştur. H. IV. Asrın başlarında hocası Ebû Ali el-Cübbâî ile “el-aslah ‘alallah” prensibi üzerinde münakaşa etmiş ve Ehl-i Sünnet yolunu tercih etmiş, kendi mezhebini sistemleştirmiştir.
Ebu’l-Hasan el-Eşari bu çabaların bir devamı niteliğinde Bağdat’ta yetişmiştir. Kendisi önceleri Mutezilenin ileri gelen imamlarından olmuştur. H. IV. Asrın başlarında hocası Ebû Ali el-Cübbâî ile “el-aslah ‘alallah” prensibi üzerinde münakaşa etmiş ve Ehl-i Sünnet yolunu tercih etmiş, kendi mezhebini sistemleştirmiştir.
Eş’arî’ye nispet edilen pek çok eser olmakla birlikte meşhurları şunlardır: Makâlâtul’-İslâmiyyîn, el-İbâne an Usûlü’d-Diyâne, el-Lum’a, Risâle ilâ Ehli’s-Seğr, Risâletü’l-İstihsânu’l-Havz fî ‘İlmu’l-Kelâm.
Eş’arî’nin Bağdat’ta yaşaması görüşlerinin günün siyasetine göre şekillenmesine yol açmış, aynı zamanda mezhebinin resmî görüş haline getirilerek yayılmasını sağlamıştır. Eş’arîlik bilhassa Selçuklu veziri Nizamü’l-mülk( 485/1092) devrinde açılan medreselerde tedris ettirilerek kuvvetlenmiş ve geniş bir coğrafyada yayılma imkanı bulmuştur. Bu medrese geleneği asırlarca bütün İslâm aleminde sürdürülmüştür.
Eş’arî, Mutezile’nin aşırı akılcılığına karşı çıkarak önce Ahmed b. Hanbel’in takipçisi olmuş ve teslimiyetçi bir tavır benimsemiştir.
Eş’arî, Mutezile’nin aşırı akılcılığına karşı çıkarak önce Ahmed b. Hanbel’in takipçisi olmuş ve teslimiyetçi bir tavır benimsemiştir.
Ancak o, bir taraftan donmuş nassın kötülüğünü diğer taraftan dini nassları basitleştiren kuru akılcılığın mahzurlarını görmüş, kısa süre sonra itikadî esasları aklın ilkeleriyle destekleyerek nasları ön plana çıkaran üçüncü bir merhaleye ulaşmıştır. Onun, itikadî esasları ortaya koymada takip ettiği metot kısaca şöyledir:
Eş’arî itikadî konuları naklî ve aklî deliller ile ispatlar. Allah’ın ve peygamberlerinin sıfatları, melekler, hesap, ceza ve sevap gibi konuları Kur’an ve Hadislerde geldiği şekilde ele alır. Yine bu konuları Kur’an ve Hadislere ters düşmeyecek tarzda açıklar. Bununla beraber o, nasları te’vil etmek veya onların zahirine hükmetmek için, aklı kendine hakem edinmez. Tersine aklı nasların zahirlerini te’yid eden bir alet gibi kabul eder.
Görüşleri
Görüşleri
Eş’arî, Allah’ın varlığını ispatta ihtira delili üzerinde durur. Özellikle insanın yaratılış merhalesini ele alarak onun geçirdiği tekamülün ancak bir yaratıcı vasıtasıyla mümkün olabileceğini ifade ile bu yaratıcının Allah olduğunu vurgular. Bu konuda 56/58-59 vb. ayetleri esas alır.
21/22.ayetlere istinaden Allah’ın birliğini naklî ve aklî delillerle ispatlar. Yine, 42/11, 112/4 ayetlerine binaen onun hiç bir şey’e benzemediğini, ancak kendini tavsif ettiği vasıflarla onun nitelendirilebileceğini bu vasıflarında ayetlerde geçen, hayat, ilim, irade, kudret, semi’, basar, kelam olduğunu kabul eder. Eş’arî, hikmet sıfatının ilim sıfatı kapsamında olduğunu kabul eder.
Kur’an’ın mahluk olmadığını akıl ve nakille ispatlar.
Allah’ın ahirette görülebileceğini akıl ve nakille ispat eder.
5- Her şeyi yaratanın Allah olduğu gibi insanın fiillerini yaratanın da Allah’tır. İnsan fiillerinin kâsibi olduğu için yaptıklarından sorumludur. İstitaat, fiille beraberdir.
5- Her şeyi yaratanın Allah olduğu gibi insanın fiillerini yaratanın da Allah’tır. İnsan fiillerinin kâsibi olduğu için yaptıklarından sorumludur. İstitaat, fiille beraberdir.
Kul için bir hâdis kudret ve ihtiyâr vardır. Fakat bu kudretin makduru ortaya çıkarmada hiçbir tesiri yoktur, yalnız makdura iktiranı vardır ki ona “kesb” derler; Kul kâsib, Allah Hâlık’tır. Kesb kudret mahalli ile kaim olan bir fiil; halk ise kudret mahallinden hariçte olan bir fiildir.
6- İman, marifet ve kalp ile tasdiktir. Büyük günah işleyen fıskı ile fasıktır. Bu bakımdan ona fasık mü’min veya mü’min-i âsi denilir. Onun durumu Allah’a kalmıştır. Ehl-i Kıble tekfir olunmaz.
7- İnsanı bir örnek olmaksızın yaratan Allah onu ahirette tekrar diriltmeye de kâdirdir (Yasin 36/78-81). Allah’ın izniyle Hz. Peygamber’in mü’minlere şefaati haktır.
8- Bir melek vasıtasıyla Allah tarafından vahiy gelen ve adetleri bozacak şekilde mucize gösteren kimseye nebî denir. Bu sıfatlara haiz ve yeni bir şeriat getiren veya kendisinden önceki şeriatın bazı hükümlerini değiştiren kimseye de rasûl denir.
9- Ümmetin kendileri için bir “imam” seçmesi vaciptir. İmam seçimle belirlenir. Kureşten olmalıdır. İmamda ilim, adalet ve siyaset bulunması gereken vasıflardır. Hulefâ-i Râşidîn’in hilafet sıralaması aynı zamanda fazilet sıralamasıdır.
Mâturîdî, Ebû Hanîfe’nin fikir sistemini,
Mâturîdî, Ebû Hanîfe’nin fikir sistemini,
Ebû Nasr el-Iyazî’den ve Ebû Bekr el-Cüzcânî’den
Ahmed b. İshak el Cüzcânî’den
Ebû Süleyman Cüzcânî’den
talebesi İmam Muhammed (189/805)’den
İmam Azam Ebû Hanîfeden tahsil etmiştir.
Mâturîdî’ye gelinceye kadar “Hanefîlik” adı kullanılıyordu. O, Ebû Hanîfe’nin usulünü sistemleştirdiği için bundan sonra Hanefîler akâidde “Mâturîdî” diye adlandırılmışlarıdır. Böylece “Mâturîdîlik”, “Hanefîliğe” eş anlam kazanmıştır.
Mâturîdî’nin itikadî esasları ortaya koymada takip ettiği metod ise şöyledir: Mâturîdî aklı da nakli de ayrı ayrı birer bilgi kaynağı olarak kabul eder. Yalnız aklın yanılabileceğinden ve hataya düşeceğinden de çekinir. Ama Eş’arî gibi aklı, sadece Allah’ın emir ve yasaklarını anlamak için bir alet seviyesinde görmez. Bilakis akıl din tarafından bildirilmeden önce bile bazı şeylerin iyiliğini anlayabilirdi. Fakat bazısını bilemezdi. Dine aykırı olmayan hususlarda aklın hükmünü esas alır. Fakat dine aykırı düşerse, şüphesiz dinin hükmüne boyun eğmeyi gerekli bulur.
Kur’an’ı yine Kur’an ile açıklar. Çünkü Kur’an ayetleri birbiriyle çelişmez. O, Kur’an’ı tefsirinde akıl ve nakilden istifade ederek, itikadî esasları aklî ve naklî deliller ile ispata çalışır. Mu’tezile, Mücessime, Müşebbihe ve Haşviye gibi muhaliflerin fikirlerini reddeder.
Maturidî’nin metodolojisi şüphesiz kendisinden sonra gelen mezhep alimleri tarafından geliştirilmiştir. Bunlar arasında Pezdevî, en-Nesefî, Hızır Bey, İbn Hümam, Kemaluddin Beyazî, Aliyyul-Kârî gibi alimleri saymak gerekir.
Ehl-i Rey/Ebu Hanife
Ehl-i Rey/Ebu Hanife
İman ve amel ayrı; tevil caiz
Hanefi Semerkand Ekolü
İman ve amel ayrı; tevil caiz
Cüzcaniyye Ekolü
İman ve amel ayrı; tevil caiz
Hanefi Rey taraftarları/
Maturidiler
İmam Mâturîdî’nin görüşlerini Kitâbu’t-Tevhid’ini esas alarak şöyle sıralamak mümkündür:
İmanda asl olan taklit değil tahkiktir.
Bilgi edinme yolları; duyu organları, haber ve akıldır. Bunlarla eşyanın hakikati hakkında bilgi sahibi oluruz.
Cisimler hâdistir. Mâturîdî bu konuyu ispat için aklî ve naklî deliller kullanmaktadır.
Cisimlerin hudûsu Allah’ın varlığı için bir delildir. Mâturîdî, Allah’ın birliğini ispatta İsrâ’, 17/42; Enbiyâ’, 21/22; Mü’minûn 23/91; Ra’d, 13/16, Mülk, 67/3; Şûrâ, 42/11 vb. ayetleri de delil olarak kullanmaktadır.
Allah Teâlâ’nın isimleri tevfîkîdir. Bizzat kendi zatına nispet etmediği isimleri vermek caiz değildir. Allah’a “Şey” denilebilir, zira bazı ayetlerde bu nispet bulunmaktadır.
Allah Teâlâ’nın her çeşit keyfiyetten münezzeh olarak görüleceği naklî delillerle sabittir ve buna inanmak vaciptir.
Müteşabihi tevilden kaçınmakla birlikte, haberi sıfatları tenzihi dikkate alarak ve teşbihe imkan vermemek için yorumlamıştır.
8.İnsan gerçek manada ihtiyar sahibi bir faildir. Her birimiz yaptığımız işlerde serbest olduğumuzun şuuru içindeyiz. Çünkü Allah muhtelif ayetlerde bunun böyle olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte fiilleri yaratan Allah’tır. Ayette “Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır” buyurulmaktadır. Ancak fiilin Allah’a nispeti onun kuldan nefyini gerektirmez. Fiil Allah’a izafe edildiğinde yaratma, insana izafe edildiği takdirde ise “kesb” adını almaktadır.
8.İnsan gerçek manada ihtiyar sahibi bir faildir. Her birimiz yaptığımız işlerde serbest olduğumuzun şuuru içindeyiz. Çünkü Allah muhtelif ayetlerde bunun böyle olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte fiilleri yaratan Allah’tır. Ayette “Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır” buyurulmaktadır. Ancak fiilin Allah’a nispeti onun kuldan nefyini gerektirmez. Fiil Allah’a izafe edildiğinde yaratma, insana izafe edildiği takdirde ise “kesb” adını almaktadır.
9.İnsan ihtiyârî fiillerini iktisab etmeye azmedince, Allah onda bu fiili işleme kudretini yaratır ve istitâat fiil ile beraberdir. İnsanın fiilini işlediği zaman sevaba ve cezaya layık olması, azme veya kasda bağlıdır. Dolayısıyla fiil bizatihi sevab ve cezanın sebebi değildir. Esas sebep, kasd ve azmdir. Onun için kasda makrûn olmayan fiile ceza veya mükâfat söz konusu değildir.
10. Mü’min büyük günah işlemekle imandan çıkmaz. İman sadece kalp ile tasdikten ibarettir. Dil ile ikrar o kişiye Müslüman muamelesi yapmak için gereklidir. İmanda istisna caiz değildir.
11. Nübüvvet: Mâturîdî’ye göre, emrettiği şeyleri yapmak, nehyettiği şeylerden kaçınmak için, Allah’ın peygamber göndermesi haktır. Peygamber göndermenin zarureti konusunda aklî ve naklî deliller vardır. Peygamberlere itaat zorunludur (Nisa, 4/64); Allah peygamber göndermeden insanları cezalandırmaz (İsra, 17/15).
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ilk dört asırlık teşekkül dönemi ana hatlarıyla böyledir. el-Eş’arî ve Mâturîdî’nin sistemleştirdiği akidevî esaslar, kendilerinden sonra tekamül ederek İslâm aleminin hemen tamamında varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Eş’arîlik merkezde oluşunun avantajını iyi kullanarak ve irade hürriyeti konusunda asıl fonksiyonu Allah’a havale ederek mevcut siyasî otoritelerin desteğine mazhar olmuş; İslâm aleminde açılan medreselerde hemen tamamen Eş’arî akîdesi tedris edilmiştir. Bunda Eş’arîliğin Arap kökenli oluşu kadar, Müslümanlar arasında oluşan hadis literatürünün zamanla yorumlanmaksızın dinin aslî metinleri olarak kabulünün rolünü unutmamak gerekir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ilk dört asırlık teşekkül dönemi ana hatlarıyla böyledir. el-Eş’arî ve Mâturîdî’nin sistemleştirdiği akidevî esaslar, kendilerinden sonra tekamül ederek İslâm aleminin hemen tamamında varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Eş’arîlik merkezde oluşunun avantajını iyi kullanarak ve irade hürriyeti konusunda asıl fonksiyonu Allah’a havale ederek mevcut siyasî otoritelerin desteğine mazhar olmuş; İslâm aleminde açılan medreselerde hemen tamamen Eş’arî akîdesi tedris edilmiştir. Bunda Eş’arîliğin Arap kökenli oluşu kadar, Müslümanlar arasında oluşan hadis literatürünün zamanla yorumlanmaksızın dinin aslî metinleri olarak kabulünün rolünü unutmamak gerekir.
Maturîdilik ise, çevrede ve gayr-i Arap Müslümanlar, özellikle de Türkler arasında varlığını sürdürme imkanı bulmuştur. Osmanlı devletinin kuruluş döneminden itiberen Orta Asyanın yanında Anadolu’da da tedris edilmeye başlayan Mâturîdîlik, ilim aleminde daha fazla tanınma fırsatı yakalamıştır. Bununla birlikte Osmanlı medreselerinde sadece Mâturîdîliğe ait eserler ve inançlar değil, Ehl-i Sünnet bir bütün halinde değerlendirilerek, Selefiyye ve Eş’arîlere ait eserler de tedrise edilmeye devam etmiştir.
Her iki fırkanın tarihi gelişimi ve görüşlerindeki tekamül öncelikle Kelam ilminin konusunu teşkil eder. Biz burada fırkaların önde gelen alimlerini verip Sünni tarihi için önemli bir kaç hususu belirtmekle iktifa edeceğiz.
Eş’arîliğin önde gelen alimleri arasında Ebû Bekr el-Bakıllânî (403/1013), İbn Furek (406/1015), Abdulkahir Bağdâdî (429/1037), İmamü’l-Haremeyn Molla Cüveynî (478/1085), Gazzalî (505/1111), Abdülkerim eş-Şehristânî (548/1153), Fahruddin Râzî (606/1210), Seyfüddin Amidî (631/1233), Kadı Beydavî (685/1286) S. Teftazânî (793/1390), S. Ş. Cürcânî (816/1413), Celalüddin Devvânî (908/1502) gibi alimler sayılır.
Eş’arîliğin önde gelen alimleri arasında Ebû Bekr el-Bakıllânî (403/1013), İbn Furek (406/1015), Abdulkahir Bağdâdî (429/1037), İmamü’l-Haremeyn Molla Cüveynî (478/1085), Gazzalî (505/1111), Abdülkerim eş-Şehristânî (548/1153), Fahruddin Râzî (606/1210), Seyfüddin Amidî (631/1233), Kadı Beydavî (685/1286) S. Teftazânî (793/1390), S. Ş. Cürcânî (816/1413), Celalüddin Devvânî (908/1502) gibi alimler sayılır.
Mâturîdîliğin ileri gelenleri arasında ise, el-Hakîm es-Semerdkandî (342/953), Sadru’l-İslâm el-Pezdevî (493/1100), Nureddin es-Sâbûnî (580/1184), Nesefîler İbnu’l-Hümâm (861/1457), Hızır Bey (863/1458), Kemalüddin Beyâzî (1098/1687) gibi alimler gelir.
Selefî akide ise İbnül’-Cevzî (/1207), Ahmed b. Teymiye(728/1328), İbn Kesîr, İbnü’l- Kayyım el- Cevzî ve daha sonra farklı bir tonda Vahhabiler tarafından temsil edilmiştir.
Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, Sünnî tarihinde dönüm noktalarından birisidir.
Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, Sünnî tarihinde dönüm noktalarından birisidir.
Zira o,
zamanında bir hayli kuvvetli olan felsefî ekolleri inceleyip, onların kullandığı metodolojiyi (mantık ilmi) kelam ilmine dahil ederek metafizik konuların, oldukça geniş bahisler halinde kelam eserlerinde ele alınmasına öncülük etmiştir.
Yine o, dönemindeki mevcut tasavvuf anlayışını İslâm’ın hukuk kurallarına uygun olarak yorumlayıp tasavvufla zahir ilimler arasındaki uyumu sağlarken; çeşitli gayr-i İslâmî fikir akımlarından beslenen Batınî düşünce ve fırkaları da eleştirip reddederek, hem Müslümanlar arasında fitne ve anarşiye sebep olan ve İslâm dininden sapma olarak ortaya çıkan bu nev’i hareketlerin akamete uğramasını sağlamış, hem de Kitap ve Sünnet’e uygun düşünce ve inanç ekollerinin sürekliliğini sağlamıştır.
Sünnîlik tarihinde iz bırakan diğer bir öemli şahsiyette Ahmed b. Teymiye (728/1328)’dir.
Sünnîlik tarihinde iz bırakan diğer bir öemli şahsiyette Ahmed b. Teymiye (728/1328)’dir.
Moğolların hakimiyet kurdukları VIII/XIII. asrın ikinci yarısından itibaren İslâm aleminde siyasî otorite boşluğunun yarattığı bunalımlı dönemde, halk pesimist bir tavırla, kurtuluş için insan üstü karizmatik şahıslara bel bağlamaya, kurtarıcı bir mehdi beklemeye başlamıştır.
İşte bu ortamda tasavvufî düşüncenin kurumlaşma süreci hızlanmış, çeşitli meşrepteki tarikatlar kuruluşunu tamamlamışlardır. Ancak bu süreçle birlikte dinin aslî yapısında uzaklaşılmış; halk arasına tasavvufî kisvede, menkabe ve kerametlerle örülü, bidat ve hurafe yoğun bir dinî zihniyet oluşmuştur.
Bu karmaşık ortamda Kur’an ve Sünnet’e dönüşü savunan bir din anlayışının ikamesine gayret eden, Seleffiyye mezhebini savunan İbn Teymiye adeta ehl-i hadis zihniyetinin yeniden kuvvet bulmasını temin etmiştir. Ancak o, yaşadığı dönemdeki tesirden fazlasını kendisinden sonra gelen yeni Selefiyyeci, fundamantalist ve tecdidçi düşünce sahiplerini derinden etkileyerek yapmıştır.
XX. asır başlarından itibaren yaşanan siyasî ve sosyal şartlar, dinî düşüncenin yeniden teşekkülüyle ilgili çabaları da yönlendirmiştir.
XX. asır başlarından itibaren yaşanan siyasî ve sosyal şartlar, dinî düşüncenin yeniden teşekkülüyle ilgili çabaları da yönlendirmiştir.
İslâm alemi gelenekle modernlik arasındaki süreçte hemen her alanda önemli bir dönüşüm sürecine girmiştir.
Bu süreçte Sünnî düşünce aktuel şartlar içinde kendini yenileme ve milenyum çağına giren Müslümanlara, hale ve geleceğe güvenle bakabilecek perspektifler kazandırma gayretindedir.
Özellikle resmî eğitim kurumları çevrelerinde giderek belirgin bir ivme kazanan bu çaba, çoğu kere geleneksel dinî zihniyete sahip grupların sert eleştirilerine maruz kalarak modernlik, sapıklık, reformculuk ve din dışılıkla itham edilmektedir.
Bugün İslâm aleminin yaşadığı sosyo-kültürel değişim tıpkı ilk dönem Müslüman Arap toplumun hazerîliğe geçiş sürecindeki süratli değişime benzer şekilde ziraat toplumundan sanayi toplumuna, bilgi toplumuna geçiş sürecinin getirdiği sıkıntılardır.
Bugün İslâm aleminin yaşadığı sosyo-kültürel değişim tıpkı ilk dönem Müslüman Arap toplumun hazerîliğe geçiş sürecindeki süratli değişime benzer şekilde ziraat toplumundan sanayi toplumuna, bilgi toplumuna geçiş sürecinin getirdiği sıkıntılardır.
Bu sıkıntıların en sağlıklı şekilde aşılması da tıpkı tarihte olduğu gibi sağlam zeminlerde yapılan sağlıklı din eğitimleriyle ve doğru bilgiye ulaşılmasıyla mümkündür.
Bilgi çağını yaşadığımız ve iletişimin fevkalade geliştiği günümüzde, Müslüman bireyler ve yeni nesil, neye, niçin, nasıl inandığı bilmek ve bu inancını aklî ve naklî sahih zeminler üzerine bina etmek gayretindedir.
Dolayısıyla, kafasını kuma gömen deve kuşları gibi, kendisinin dışındaki çevreyi yok sayarak, dinin klasik kaynaklarını yorumlamadan, mutlak din olarak algılayan zihniyet globalleşen dünyada marjinalleşmeye mahkum olacaktır.
Kaldı ki bu çevreler, bilinçsizce modernleşmenin nimetlerini kullanmakta, ancak zihniyet inkılâbı yapamadıkları için, hem dinî hayatlarında belirgin kırılmalar yaşamakta hem de, gelişmiş Batılı güçlerin güdümünde kalmaya devam etmektedirler.