âb âlem!
Âlem-i âb, âb meclisi, bezm-i tarab da denmiştir.
İstanbul'da, 19. yy'm ikinci yarısına doğru yaygınlaşan içkili toplantılar. Mesirelerde, meyhanelerde tertip edilen âb âlemleri sazlı sözlü ve daha serbest olurken rical konak ve yalılarındaki bir tür yarı resmi havada olurdu. Daha eskilerde âb âlemlerine "bezm-i işret" (içki toplantısı), "bezm-i âlem" (eğlenti toplantısı) deniyordu.
Farsça bir sözcük olan "âb" akarsu anlamında olmakla beraber, edebiyatımızda ve özellikle de İstanbul'da, güzellik, canlılık, parlaklık, içki anlamlarını karşılayıcı bir dizi tamlamada yer aldı: âb-ı revân (akarsu), âb-ı şirin (tatlı su), âb-ı sûr (tuzlu su), âb ü tâb (güzellik, canlılık), âb-yar (sulayıcı, saki), âb-gine (içki şişesi), âb-gir (gölcük), vb. Şarap ve içki anlamına gelen âb'lı deyimler, İstanbul yaşamında ve edebiyatında daha çok kullanıldı: âb-ı âteş-renk, âb-ı âteş-nâk, âb-ı âteşpâre, âb-ı âteg-nümâ, âb-ı âteş-furûş, âb-ı engûr, âb-ı erguvanı, âb-ı haram, âb-ı harabat, âb-ı zer, âb-ı tarab, âb-ı yakut vb. Kuşkusuz bu zenginlik, İstanbul'un doğası ve kültürü ile çok yönlü beslene-geldi.
Boğaziçi'nin ve Halic'in eğlenmeye elverişli koyları, kent çevresindeki su kaynakları ve mesireler, küçük toplulukların günübirlik ya da mehtaplı gecelerde mutluluk arayışlarına olanak veriyordu. Bununla birlikte 19. yy'a gelinceye kadar, su kıyılarında, çayırlarda ve havuz başlarında, meyhane görünümü veren içkili eğlenceler ancak gözlerden uzak olmak koşulu ile yapılabiliyordu. Şer'î kurallar bakımından âb âlemlerini açıkta yapmak olanaksızdı. Bu nedenle âb meclisleri meyhane ortamlarından ve konaklardan dışarıya pek fazla taşmıyordu. Bunda, 18. yy boyunca Osmanlı tahtına oturan padişahların içkiden uzak duruşlarının da etkisi vardır.
III. Selim (1789-1807) bir gün Boğaziçi'nden saltanat kayığıyla dönerken kıyıya yakın oturmuş bir grubun âb âlemi yaptıklarını görerek dümen kırdırır.
Eğlenenler hemen yer sofrasının üstüne bir seccade örtüp namaza dururlar, fakat secdeye gidemezler. Hoşgörülü padişah "âlemlerinde olsunlar!" diyerek oradan uzaklaşır. Bu padişahın döneminde İstanbul'a gelen Melling, Boğaziçi ve Haliç resimlerinin birçoğuna âb âlemi betimleri de işlemiştir. II. Mah-mud (1808-1839) ile oğlu Abdülmecid (1839-1861) içkiye düşkün oldukları gibi, dönemlerinin önde gelen yöneticileri ve aydınlan da bu konuda daha özgürdüler. Ama, gerek topluma duyulan saygıdan, gerekse şeriata karşı çekingenlikten, içki, şarap, içkili meclis demek yerine, âb âlemi ya da âlem-i âb deyimleri tercih edilmekteydi. Böylece, mecazlarla yüklü İstanbul Türkçesi zengin anlamlı bir deyim daha kazandı. Âb âlemi, su kenarında yapılan piknik anlamında yorumlanabileceği gibi, içkili toplantı ve eğlence anlamını da vermekteydi.
Âb âlemleri, bir yandan, mirasyedilerin, eğlence düşkünlerinin, sanat ve edebiyat meraklılarının tutkularıyla, bir yandan da yönetici sınıfın giderek yoğunlaşan siyasal ortamda içkili toplantıları yeğlemeleriyle hemen her çevreye yayıldı.
Bu tutku, Abdülmecid dönemindeki hızını, II. Abdülhamid dönemine (1876-1909) doğru bir oranda yitirmekle birlikte 20. yy'a kadar sürdü. Tanzimat dönemi (1839-1876) devlet adamlarından Âli, Fuad, Midhat paşaların konaklarında ve sahilhanelerinde düzenlenen âb âlemleri ya siyasal gündemli iç kabine toplantıları havasında ya da nükte ve mizahtan ülke sorunlarına ve müziğe değin uzayan, dönemin renkli kişilerinin de katıldığı gece eğlenceleri niteliğinde sürmekteydi. Âb âlemlerine dindar ve içkiden uzak kalmayı yeğleyen devlet adamları da ilgi duymaktaydılar. Örneğin, tarihçi, fıkıh bilgini ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa bile arada bu akıma ayak uydurur, yalısında en yakın dostlarıyla âb âlemi düzenlermiş. Onun şu dizeleri buna kanıt gösterilir: Bezm-i meyde kusura bakma sakın / Âlem-i âb başka âlemdir / Mey-i ikbâli hazmeden amma / Mezhebimce sahih âdemdir.
Âb âlemlerinin en çok dedikoduya neden olanları, I. Meşrutiyet'in ilan edildiği günlerde (1876-1877) Midhat Pa-şa'nın konağındaki içkili toplantılardı. Ahmed Midhat Efendi, Namık Kemal gibi aydınların da katıldığı bu oturumlarda siyasal konular tartışılır, hattâ bazen, uluorta konuşmalar bile olurdu. Bir âb âleminde "Niçin Âl-i Osman olur da Âl-i Midhat olmaz?" denmesi, ertesi gün saraya kadar ulaştırılmıştı.
Âb âlemlerinin hemen her gün düzenlendiği bir başka yer, Abdülaziz döneminde (1861-1876) Veliaht Murad Efendi'nin Kurbağalıdere'deki köşküydü. Burada Yeni Osmanlılar'ın liderleri şehzadeyle birlikte dönemin ünlü sazende ve hanendelerini de alarak âb âlemleri yaparlar ve siyaset konuşurlardı. II. Abdülhamid döneminde ise (1876-1909) âb âlemleri kentin uzağın-daki kırlara, Alemdağ, Akbaba, Sarıyer, Büyükdere gibi yörelere kaymış ve eski canlılığını bir ölçüde yitirmiş bulunuyordu. Bu dönemde, hafiyelerin izlemesinden korkanlar, âb âlemlerine "frenk-vari" giyinip başlarına şapka geçirerek katılırlardı.
İstanbul'a özgü âb âlemleri edebiyata ve müzik dünyasına da yansımıştır.
Isfahan makamından "Âlem-i âb içre Göksu'dan olub zevrak-süvar / Kıl Kalender Bağçeşin tâ subha-dek çây-ı karar" âb âlemleriyle ilgili, saptanabilen en eski şarkılardandır. İlk akla gelen dizeler ise, günümüzde de söylenen "Gidelim Göksu'ya bir âlem-i âb eyle-yelim"dir. Bunun gibi.^güftesi Osman Nevres'in, bestesi Hacı Arif Bey'in "Korkarım tevbe-i âbe düşürürsün zâhid / Hele hengâm-ı çemen, mevsim-i işret gelsin " şarkısı veya "Devr-i tâlinde baş eğmem bâde-i gül-fâme ben / Sâye-i pir-i muganda minnet etmem câme ben" dizelerinde eski âb âlemlerinin anıları vardır. Lale Devri'nden (1718-1730) beri söylenen "Mutrib duracak zaman değildir fevt etmeyelim şebâbı / Hengâme-i zevk u şevki kerem et ver meclise âb ü tabı /Âb ile şarabı mecz et birbirine çeng ile rebâbf dizeleri ise, 19. yy'da da Galata balozlarından Göksu Çayırı'na kadar her içki meclisinde yineleniyordu. Hacı Arif Bey (ö. 1885) âb âlemlerini konu alan iki uşşak şarkı bestelemiştir: "Meyhane mi bu, bezm-i tarabhâne-i cem mi?/ Peymâne mi bu, efser-i dârât ü haşem mi? / Saki mi bu, nev-bâve-i bostan-ı cemâli,/ Reşk-i çe-menistan-ı hıyâban-ı irem mi? /Mir'at-ı musaffa mı değil, câm-ı şarabın / îç gör ki sofası ne imiş âlem-i âbın". Diğeri: "Meyhane değil, meclis-i rindâne-i cemdir / Peymâne değil, dâfi-i endûb-i elemdir / Sakiler beğim suret-i insanda görünmüş / Amma bir iki dilber-i hû-bân-ı İrenidir / Çek sağarım durma Hafîd bâde-i nâbın / Te 'şirini anla neymiş bir yudum âbın". Şevki Bey'in bir hüzzam şarkısında da âb âlemi vurgulanmıştır: " Gam-dîdeleriz saki sun bir dolu kab olsun / Bir tas arakyâhud bir kâse şarab olsun / Sen ver de peyâpey dil mest ü harab olsun / Devr eyle ki keyfimce bir âlem-i âb olsun". Güftesi Ahmet Refik Altınay'ın, bestesi Nasibin Mehmet Yürü'nün olan hicaz makamındaki "kederden mi neden böyle sararmış reng-i ruhsânn" diye başlayan ünlü şarkıda da "firakın zehreder billah bana her âlem-i âbı" dizesi vardır.
Yazar ve bestekâr Ahmed Rasim (1865-1932) İstanbul âb âlemlerinin, Andelib, Nuri Şeyda gibi en renkli kişi-lerindendi; Şehir Mektupları'nda "Rezâ-il-i âlem-i âb'a dair" başlığı altında, rahatsızlığı nedeniyle içmemeye karar veren bir İstanbullunun ertesi akşam bir başka âb âlemine nasıl düştüğünü muhavere tekniğiyle anlatır. Başka bir yazısında da "sulu ayyaşîn takımı"nın, düzeysiz âlem-i âblarını eleştirir.
Âb âlemi geleneği, 20. yy başında, ilkin II. Abdülhamid'in İstanbul genelinde uyandırdığı korku yüzünden giderek sönükleşmiş, II. Meşrutiyet'te siyasal tansiyonun yükselmesi, savaşlar, yoksulluk ve eski hayat tarzının değişmesi gibi nedenlerle yaklaşık yüz yıl boyunca kazandığı incelikleri ve kuralları ile birlikte yavaş yavaş unutulmuştur.
NECDET SAKAOĞLU
A B
DAİR
REZÂİL-İ ÂLEM-İ
- Vay efendim!
- Va...y beyim!
- Maşallah! Böyle olmalı. Nerdesiniz ayol?
- Buralardayız... Fakat biraz hastayım.
- Vah vah! Geçmiş olsun. Neniz var?
- Mide.
- Evet, bendeniz de muztaribim... - Garson!
- A..ma..n, af buyurun... Midem!..
- Bir tane efendim!..
- Ama..n, müsaade buyurun... Ölüyorum!..
- Etme Alahı seversen!.. Bir taneden ne olur?
- Vallahi dokunuyor... Geçen akşam iyi eder diye iki konyak...
- Hah! Konyak midevîdir...
- Nasıl midevî efendim... Berbat etti, bıraktı...
- Ne konyağı idi?
- Yunan.
- İşte ondan. Bundan fena konyak olmaz. Ihlamur suyiyle ispirto...
- Garson!
- Aman, rica ederim.
- Dur efendim! Burada bir Fransız konyağı var... İksir... - Garson! Beyefendiye
sabahlan benim içtiğim o konyaktan bir tane getir.
- Hâtır-ı âliniz için... Yoksa... kaabil değil!..
- Efendim, şerefinize!..
- Size tuhaf bir şey arzedeyim... Bir zaman... daha sizinle teşerrüf etmemiştik...
merhum Arif bey... zavallı şimdi hastadır, Sadık bey... damadı rahmetli Abdi
bey... filân her akşam birleşir... saat yedilere kadar çakarız... Efendim, şerefinize!..
- Afiyet olsun!
- Fakat nasıl çakarız?.. -Garson! bir konyak daha.
- Çok olur efendim.
-Adam, bir iki konyaktan ne olur?.. Sürahilerle içerdim... Hem de fıçı konyağı!.. Bir sabah kalktım... Fakat ne haldeyim?.. Beynimin içi oğulduyor... kalbim vuruyor... göğsüm yanıyor... gözlerim ateş gibi... dil parça parça... el ayak titrer... midem bulamr... dizlerim tutmaz... boğazım kuru... yürümek kaabil değil... yatmak müteassir [güçleşmiş]... Baktım ki hal fena..; Gideceğim... O zaman da gençlik...
- Aman efendim! Şimdi ihtiyar mısınız? Otuz beş var mısınız?
-Var yok... Fakat biz aksineyiz... Gönüllerimiz kocadı... Ah.!.. Afiyete efendim... Mezeden buyurun... Sahi! Konyakla şeker gider... -Garson!.. Şeker getir. Konyak getir. Dimitri, bu akşam sana ne oldu?.. -Ne arzediyordum?.. Evet, gençlik... Karşıda, Galavani sokağında bir kız severdim... Sever değil, âdeta çıldırırdım... Hınzır kız!.. Yine hatırıma geldi.,. Adam!.. Bu akşam da benim için rahatsız ol... Ne olur?,. Allah aşkına çak!
- İçiyorum efendim.
-Afiyete!.. Doğrudur, "geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer" derler... -Garson! Şişemi doldur. Beye de ver.
- Aman, konyak bozacak.
- Düz için.
- Konyağın üstüne bilmem nasıl olur?
-Pekâlâ olur!.. -Garson! gel gel! Bir boş kadeh daha getir. -Derken... efendime söyleyim... bizim Arif bey geldi... Rahmetli mutlaka yanında taşırdı. Yassı bir şişeciği vardı... Doldurur, arka cebine yerleştirirdi... Allah rahmet eylesin... Çok zarif, nazik, kadirşinas bir zattı... Beni yatakta görür görmez gülümsedi. Derhal şişeyi çıkardı, ağzıma verdi. "Aman içemem, çıkarırım, fenayım!" dedimse de kim dinler?.. Hatırından da çıkılmaz... Ikına sıkına birkaç yudum içtim... Şişeyi çeker çekmez yine yanaştırdı... Bir yudum daha... Afiyete!.. Ha babam ha!.. Elhasıl yarıladım... Kafa döndü... mide ısındı... Şöyle bir doğruldum... baktım ki biraz kuvvet gelmiş... Anladım... Birkaç tane daha çekersem bütün bütün kalkacağım... Dedim ki: "Aman şu dolabı aç. Benim akşam aldığım şişe oradadır." Elhasıl bir tane... bir tane daha... Yataktan kalkamıyan Esat turp gibi oldu.
- Öyledir... İnsan düştüğü yerden kalkar... Fakat bu mide ağrısı bizi korkuttu...
- Keyfine bak. Çak. Afiyet olsun!
- Evet, doğrudur. Biz içmezsek edemeyiz.
- Garson! gel şu şişeyi tazele.
- Şaka değil, buranın rakısı da iyiymiş.
- İyidir. Bu gazinocu meraklıdır. Hem iyi heriftir.
- Olmayıp ne yapacak? Biz olmasak bunlar aç kalır.
- Hay hay!.. Fakat bazıları da...
- Afiyet-i... â...linize!..
- Teşekkür ederim...
Ahmed Rasim, Şehir Mektupları, c. II, s. 88 vd
ABACILIK
Yünden gevşek bir biçimde dokunduktan sonra uzun süre su ile dövülerek imal edilen bir tür kaba kumaş olan aba, bu kumaştan yapılan palto ve sako cinsinden bir kışlık giysiye de ad olmuştur. Dervişler, ilmiye sınıfı mensupları ve, medrese talebesi de bir tür aba giymekle birlikte bu üstlük, zengin ve kibar çevrelerde yoksulluk belirtisi sayılırdı. Abanın kumaş olarak bilinmesi ve giysi yapımında kullanılması eski olmakla birlikte İstanbul yaşamına yaygın bir biçimde girişi yeniçeri yağmurlukları ve denizcilere özgü su geçirmeyen üstlüklerle olmuştur.
I. Dünya Savaşı sırasında Feshane abasından
üniforma giydirilmiş iki çocuğu gösteren bir
kartpostal.
A. Selçuk Sakaoğlu
Abadan ayrıca sako, şalvar, çakşır, potur, cepken, salta, yelek, cüppe, yağmurluk, terlik, kukuleta yapıldığı gibi at donanımında ya da yük taşımada kullanılan yardımcı eşya yapımında da yararlanılmıştır. 18. yy'dan başlayarak Osmanlı ordusunda asker giyim kuşamı için aba türü kumaşlar da kullanılmıştır. Özellikle Alemdar Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı sırasında (1808) kurulan Sek-ban-ı Cedid Ocağı'nda askerler için abadan dizlik ve tozluk yaptırılmıştı.
İstanbul'da halk arasında da aba türü kumaşlar yaygın biçimde kullanılmaktaydı. Ancak İstanbul'a özgü bir aba türü ve tekniği saptanamamıştır. Abanın hammaddesi olan yünün taşrada ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliğinin yaygın olduğu yörelerde elde edilmesi dokuma işinin de buna bağlı olarak taşrada oluşmasına elverdiğinden İstanbul'da satılan abanın büyük bölümü başka yerlerden getirtiliyordu. İstanbul'a aba gönderen şehirler arasında Halep, Gaziantep, Kahramanmaraş, Antakya ve Balıkesir ön sırada yer alıyordu. Bununla birlikte İstanbul'da da aba imalathaneleri vardı.
Bu tür kumaşların yapımında dink ve aba dolabı çalıştırmak için çok miktarda su gerektiğinden İstanbul'daki imalathaneler Beyazıt, Eyüp, Yenikapı ve Samat-ya semtlerinde toplanmıştı. Sonraları Feshane'de(->) üretilen kaliteli aba "Feshane abası" adıyla anılmıştır.
İstanbul'da abadan giysi ve eşya imal eden, bunlar üzerine çeşitli motifler işleyen zanaatkarlarla bu tür eşyaları satan-' lar genellikle Kapalıçarşı'da toplanmışlardı. Eski narh defterlerinde ve esnaf nizamnamelerinde öteki zanaatlarda olduğu gibi abacı esnafı için de bazı kurallar konulmuş, sıkı ve iyi aba işleyip satmak zorunda oldukları buyurulmuştur.
Evliya Çelebi'nin yazdığına göre abacılar, Kapalıçarşı ve Eski Bedesten'in dış esnafından sayılmakta, şehrin çeşitli yerlerinde bulunanlarla birlikte 300 dükkânda 700 usta ve kalfa çalışmaktaydı. İstanbul'un değişik semtlerindeki sokaklarda toplanmış birkaç Abacılar Çarşısı vardı. Bunların toplandığı sokaklara "abacılık" ya da "abacılar"la ilgili adlar verilmişti. 19. yy'da Eminönü Zindanka-pısı ile Odunkapısı arasında toplanan abacı esnafından dolayı Zindankapısı Caddesi'ne halk arasında yakın zamanlara kadar "Abacılar Caddesi" de denilirdi. Fatih, Eminönü, Beyoğlu ve Beşiktaş ilçelerinde bazı usta abacıların ya da bu mesleğin anısını yaşatmak için konulmuş "Abacılar Sokağı", "Abacı Halim Sokağı", "Abacı Latif Sokağı", "Abacı Mahmut Sokağı" gibi sokak adları günümüzde de yaşamaktadır.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 6l6; (Ergin), Mecelle, I, 406; ay, Rehber, 1; Emrullah, "Aba", Yeni Muhîtü'l- Maarif, I, ist., 1328-1330, 95 - 97; M. F. Köprülü, "Aba", Türk Halkedebiyatt Ansiklopedisi, Fas. I, ist., 1935, s. 1; M. Ş. Ülkütaşır, "Aba", Türk Folklor ve Etnografya Sözlüğü Üzerine Bir Kalem Tecrübesi, Fas. I, ist., 1937; ay, "Aba ve Abacılık", HBH, S. 119 (Eylül 1941), s. 275-277; ay, "Aba", İslâm-Türk Ansiklopedisi, II, İst., 1944, 36-38; ISTA, I, 1-2; Koçu, Giyim, Kuşam, 7-8; İKSA, I, 3-4; DİA, I, 4-5; Şehir Rehberi-1989, 78; E. Dölen, Tekstil Tarihi, İst., 1992, 378, 381, 539.
M. SABRİ KOZ
ABANİ
Ağbani, Abaniye de denir. 19. yy'da fesin tek başlık olarak kabul, edilmesinden sonra, üstüne sarılan, ağa, efendi, hacı
Bir bostancı
baratasına sarılı abani. Jean Brindesi'm'n
bir resminden ayrıntı; 19. yy.
Ara Güler
Günümüzde, Gaziantep'te imal edilip istanbul'da satılan abani taklidi örtü.
Nazım Timuroğlu
vb kimlikleri simgeleyen ensiz dolama. Çözgüsü pamuk-keten karışımı iplik, atkıları ve çiçekleri sarı ipek olan abani, İstanbul ve Bursa'da dokunmaktaydı. En eski abaniler ise Halep, Bağdat ve Hindistan tezgâhlarında imal edilmiş açık sarı dokuma üstüne daha koyu, safrani (saman sarısı) dallarla desenli ağır bir kumaş türüydü. Bundan yapılan sarıklara da abani deniyordu. Üzeri sim sırma işlemeli abaniler de vardı.
Sözcüğün, "ak-mişe" gibi, "ak-banî" imlasının bozulmasıyla abani olduğu ve "ban akı" (prens beyazı) anlamına geldiği sanılıyor. Rivayete göre abaniyi İstanbul'a ilk getirenler Eflâk ve Boğdan beyleri oldu. Bunlar, başkentteki törenlere ipekten dokunmuş beyaz üstüne safran renginde dallarla bezeli kaftanlarla katılmaktaydılar. Padişaha, sadrazama sundukları hediyeler arasında da bu değerli kumaşlar bulunuyordu. İstanbul ve Bursa dokumacıları, ellerine geçen parçaları örnek edinerek yeni bir kumaş türü üretmeye başladılar. Buna, kaynağından dolayı ak-banı/ağ-banı dendi. Giderek halk arasında abani oldu. Abani, İstanbul yaşamında uzun zaman, kuşaklık, sarıkhk, perde, yorgan yüzü, başörtüsü, bohça olarak kullanıldı ve taşraya da satıldı. Buna karşılık, Bur-sa'dan, Halep, Bağdat ve hattâ Hindistan'dan İstanbul'a çeşitli kalite ve desende abaniler geliyordu. Bunlar, Hint abanisi, Halep işi abani vb adlarla satılıyordu. 17. yy'm ortalarında, İstanbul'da "ağabanu destar" (sarık) kullanıldığı narh defterlerinden anlaşılmaktadır.
1830'larda İstanbul'da başlayan fes modası, II. Mahmud'un bir fermanı ve yayımlanan bir nizamname ile yaygınla-şınca abani, eski sarığın bir simgesi gibi ve bir bant halinde fese dolandı.
Tarih-i Lûtfî'de fesin kabulünden sonra Babıâli'deki "hulefâ ve hâcegân" sınıfından kalem şeflerinin, bir süre feslerine şal sardıkları, fakat şalın pahalılığı yanında festen kayması nedeniyle beyaz tülbent ve abani sarmaya başladıkları yazılıdır. Daha sonra II. Mahmud'un bir iradesiyle buna da bir düzen getirildiği görülmektedir. Buna göre feslerin çevresine "Ahmediye" (beyaz sarık, bugün de imamların kullandığı form) ve abani sarılması yasalaşmış oldu. Ahme-diyeyi, ilmiye sınıfından müderrisler, müftüler, kadılar benimserken İstanbul'un yaşlı, dindar, hacca gitmiş Müslümanları ve çarşı esnafı da abaniyi tercih ettiler. Kısa zamanda fes abanisi, İstanbul'dan taşraya da yayıldı. Denetimin söz konusu olmadığı Anadolu kasaba ve köylerinde eşraf, gayrimüslim, rençper ve esnaf zümreleri kimliklerini feslerine doladıkları yemeni, puşi, sarık tülbendi vb ile dışa vururlarken yörelerin zengin ve saygın kişileri de abani sarmaktaydılar. İstanbul'da ise abaniyi, çarşı esnafının yaşlıcaları, hayriye tüccarları, mahallelerin ileri gelenleri, hacılar, muhtarlar, bu kimlikleri için uygun buldular. Birçok Yahudi esnafı da taşradan alışverişe gelenlere "hacıbaba" havasında güven verebilmek için, tıpkı Müslüman meslektaşları gibi feslerine abani dolamaktaydılar.
1924-1925 tarihli Türk Ticaret 5«/wa-mes/'ndeki bilgilere göre bu tarihe kadar İstanbul'da önemli bir yeri olan abanici-lik, Dağıstanlı bir esnaf kesiminin elindeydi. Çakmakçılar'daki başlıca altı Dağıstanlı abanicinin birer dokuma atölyeleri de vardı. Bu el tezgâhlarında ipekli ve pamuklu olmak üzere iki tip abani üretilirken Avrupa'dan da abani taklidi dokumalar ithal ediliyordu. İthal abaniler daha ucuzdu ve Anadolu'ya satılmaktaydı.
İstanbul'daki abani dokumacılığı ve kullanımı 1925'te, fesle birlikte tüm eski serpuşları yasaklayan Şapka İktisası Ka-nunu'nun yürürlüğe girmesine kadar sürdü. Bu tarihten sonra abani başka alanlar için ve az miktarda üretilmiştir.
NECDET SAKAOĞLU
ABANOZ SOKAĞI
(Bugün Halas Sokağı.) Bir dönem gene-levleriyle ünlü sokak. Beyoğlu ilçesi merkez bucağına bağlı Hüseyinağa Ma-hallesi'nde, Sakızağacı Caddesi ile Balo Sokağı arasındadır. Bu sokaktaki evler genellikle cumbalı olup, üç ya da dört kadıdır. Kimisinin altında ayrıca dükkân vardır.
1882'de Abanoz Sokağı'nda tespit edilen 32 evde iki hekim (M. Raphael-yan ve G. Saib), Pera Telgrafhanesi direktörü (J. Antoniadis), Romanya sefaretinden bir tercüman (G. Konstantini-di) ve bazı tüccarlar oturmaktaydı. 1890'a gelindiğinde, ev sayısı 36'ya yükselmişti. Bunlardan on kadarında bekârlara oda kiralanmaktaydı.
Tanzimat'tan (1839) ve özellikle 1855 Kırını Savaşı'ndan sonra, Türkiye Avrupalıların hücumuna uğradı. Yabancı uyrukluların zorlamalarıyla, açılmasına hükümetçe göz yumulan genelevler, gittikçe çoğalıp halk sağlığını bozmaya başladı.
Hükümet ve belediye, bu gibi evlerde çalışan kadınların bir sağlık kurumu tarafından denetim altında tutulmasını
istediyse de İstanbul'daki yabancı uyruklu kesim, bu konuda alınacak sağlık tedbirlerinden ötürü kişisel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanacağını ileri sürüp Kapitülasyon hükümlerine sığınarak, herhangi bir kanun ya da nizamname çıkartılmasını engelledi.
1860'ta Galata ve Beyoğlu'nda adli ve tıbbi denetimden uzak olarak, çalışan 2.000 kadının varlığı tahmin ediliyor.
1879'da, Misel (Michele) adlı bir hekim ile Dr. Agop Handanyan, Altıncı Da-ire-i Belediye Başkanı Edouard Blac-que'a, genelevlerin denetim altına alınması, bunları denetleyecek tıbbi heyet ve hastanenin kurulması için bir rapor ile nizamname taslağı hazırladılar. Bu raporda genel sağlığın temininin hükümetin esas görevlerinden biri olduğu belirtiliyordu. Edouard Blacque da bunları Babıâli'ye sundu. Şûra-yı Devlet'in kararı üzerine, 24 Ocak 1295/6 Şubat 1879'dan 1884 yılına kadar beş yıllık deneme süresinden sonra, 14 Şubat 1299/27 Şubat 1884'te "Altıncı Daire-i Belediye Dahilinde Bulunan Bazı Hususi Hanelerin Hide-mat-ı Sıhhiyesine Dair Talimatname" yayımlandı. Biri Galata'da biri Beyoğlu'nda
,131
Abanoz Sokağı, 1958
Turgut Kut
iki muayenehane ile Altıncı Daire-i Belediye Nisa Hastahanesi açıldı.
Kapitülasyonların kaldırılmasından (8 Eylül 1914) kısa bir süre sonra da, yurt çapında 17 Zilhicce 1333/18 Ekim 1915 tarihli "Emrâz-ı Zühreviyenin Men'-i Sirayeti Hakkında Nizamname" (Takvim-i Vekâyi, no. 2328) ile zührevi hastalıkların yayılmasını önlemek üzere özel bir teşkilat kuruldu. Bu teşkilat, İstanbul'da Polis Müdüriyet-i Umumiyesi'ne bağlandı. Teşkilatın çalışma tarzı ve görevleri ayrı bir talimatname ile belirlendi. Beyoğlu'nda dağınık halde bulunan genelevler sınıflandırılarak belirli sokaklarda toplandı. 1920'de birinci sınıf genelevler Abanoz Sokağı'na taşındı. Ayrıca civarındaki Küçükyazıcı, Kilit, Lale (bugün Topraklüle), Fıçıcı (bugün Fıçıcı Apti) ve Karnavula (bugün Karakurum) sokaklarında da genelevler vardı. Ancak bu sokaklardaki genelevler 1964 yılından çok önce kapatılmışlardı.
Abanoz Sokağı'nda 1951-1956 yılları arasında ev sayısı 45'e, bu evlerde çalışan kadın sayısı da 500'e ulaşmıştı. Bu yıllardaki genelevler Hanife Güllen (no. 2), Belgüzar İnci (no. 4), Hamide Kara-
göz (no. 6), Gülizar Belen (no. 10), Sira-nuş Şerbetçioğlu (no. 12), Rukiye Gök (no. 14), Maryam Camcıyan (no. 16), Eleni Branti (no. 20), Aleksi Garip (no. 26), Kılio Sakali (no. 28), Makbule Aksu (no. 30), Naciye Akerçin (no. 32), Eftelya Yerapulo (no. 34), Kleopatra Kaçi (no. 38), Nimet Perin (no. 1), Sabahat Külahsız (no. 3), Münevver Uygun (no. 5), Fikriye Ergemici (no. 7), Suzan Çekemem (no. 9), Leyla Toydemir (no. 15), Nimet Güler (no. 17), Takuhi Çamci (no. 19), Annik Sarmaşık (no. 21), Fotiko Balıkçı (no. 23), Fatma Demir (no. 25), israil Er-gül (no. 27), İhsan Tezcan (no. 29), Hatice Akbal (no. 31), Nermin Işıl (no. 33), Fatma Kapıcı (no. 35), Cemil Gürakan (no. 37), Kadir Büyükdoğan (no. 39), Atina Elpeze (no. 41), Matild Harikliyan (no. 43) tarafından işletilmekteydi.
1957-1958 yıllarında İstanbul'un uğradığı yoğun imar değişikliği sırasında Tak-sim-Aksaray arası araç trafiği bu sokaktan geçirildi. 19öO'tan sonra ise kimlik kontrolünü sağlamak için sokağın her iki ucuna duvar örülerek birer kapı kondu.
25 Şubat 1964 gecesi, İl Zührevi Hastalıklar ve Fuhuşla Mücadele Komisyo-nu'nun 17 Ocak 1963 tarihinde almış olduğu kararın Danıştay tarafından tasdik edilmesi üzerine Galata, dışında tüm genelevler kapatıldı.
Beyoğlu'nun 45 yıllık mazisi olan kiralık kızlar sokağı Abanoz'daki kadınlar, son günlerini matem günü olarak ilan edip, odalarına müşteri almayarak zil zurna sarhoş oluncaya kadar içtiler. Genelev kadınları, Vali Niyazi Akı ve Emniyet Müdürü Haydar Özkın ile Fuhuşla Mücadele Komisyonu'ndan evlerini Sanayi Sitesi arkası, Ihlamurderesi, Paşa-bakkal Sokak, Çöplük ya da Aynalıçeş-me arkasında açmak için izin istediler. Ancak istekleri uygun görülmedi. Abanoz Sokağı'ndaki evlerin kimisi gizli olarak 1974'e kadar çalıştı. Ayrıca Kadillak Nermin (Nazire Nevzat), Beyoğlu Ayva Sokağı'nda Kadın Satış İstasyonu adı altında gizli bir ev açtı, ama uzun ömürlü olmadı. Bugün yeni adıyla Halas Sokağı'ndaki evlerin kimisi konut olarak kullanılmakta kimisi de boş durmaktadır. Dükkânlar ise genellikle kundura levazı-matı satmakta, kimisi de değişik amaçlı depo olarak kullanılmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |