İBN ARABİYE GÖRE KADER
İlim, irfan ve hikmet derinliğine sâhip bakış açısıyla meselelere yaklaşım sergilemek, âleme nazar etmek ve eşyânın künhüne vâkıf olmaya çalışmak âriflerin başlıca özelliklerindendir. Ârifler yüzeysel bilgi yerine derûnî bilginin peşine düşmekte, eşyânın zâhiri yanında bâtınına da nazar etmektedirler. Mârifet nazariyesini esas alan Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve onun tâkipçileri irfânî bir yol tâkip etmişler, Ekberiyye adıyla şekillenen irfânî geleneğin mîmârı olmuşlardır. Her meselede olduğu gibi kazâ ve kader inancında da şer’i şerifin sınırlarını zorlamadan, dînin zâhirî hükümlerine ters düşmeden dînî metinleri irfan ve hikmet boyutunda okumaya özen göstermişlerdir. Allah, âlem ve insan üçlüsünü tanımlarken insan ve âlemin varlığını Allâh’a âit kıldıkları için tek varlık olarak Hz. Allâh’ı bilmişlerdir. Tüm mevcûdâtı Allâh’ın esmâ tecellîsinin bir sonucu olarak görmüşler, Allâh’ın varlığını zorunlu olarak değerlendirirlerken eşyânın varlığını izâfî olarak görmekte ve tüm mevcûdâtı mümkün varlıklar kapsamında ele almaktadırlar.
İSTİDÂDIN GİZLİ BİR DUÂ OLMASI
Ekberiyye geleneğine göre Allâh’ın âleme bahşetmiş olduğu tüm ikramlar ve bağışlar, zât-ı ilâhiyye ve esmâ tecellîsinin birer yansımalarıdır. Muhyiddin İbnül-Arabî nâil olunan ilâhî ikram ve bağışları zâtî ve esmâî diye ikiye ayırmaktadır. Hak Teâlâ her varlığın ezeldeki ayn-ı sâbitesinin iktizâsına göre tecellî eder.
Kâmil sûfîler Hakk’ın her türlü tecellîsine râzı oldukları için isteme makamında bulunmazlar. Onlar her an rûhî istidâdın boyutlarına hâkim olmak için kâlblerini kontrol ederler. Çünkü sûfînin kâlbi, ilâhî tecellînin göründüğü bir aynadır. Sûfînin kâlbi her an ilâhî tecellînin değişmesi ile başkalaşır. Sûfînin kâlben Allah ile berâber olduğu ve kendisinde rûhî istidâdının bir yönünü idrâk ettiği ânı sûfîler “vakit” diye isimlendirirler. O nedenle sûfî vaktinin hükmüne bağlıdır, yâni sûfî vaktinin oğludur.
İbnü’l-vakt olmak kaderin cilvesine râzı olmaktır. Vakti kuşanan sûfîler o vaktin gereklerine her dâim kendilerini hazır hissederler. İçerisinde bulundukları vaktin gereklerini yerine getirirken Hakk’ın otağında ikâmet etmeyi tercih ederler, ilâhî meşietin dışına çıkmayı ölümden beter görürler. Kendilerini ilâhî irâdenin kevgeni gördüklerinden Hak’tan gelen tecellîleri birer cilve olarak görürler. Cemâlî de olsa celâlî de olsa kader sırrının kitâbını okurken Hak’tan yüksünmeleri ve şikâyetleri olmaz. Onlar lisan-ı halleriyle Hakk’a niyâz eder, sâhip oldukları istidatlarla yol almaya çalışırlar. Çünkü İbnü’l-Arabî’ye göre eşyânın istidâdı en gizli duâdır. İbnü’l-Arabî istemenin üç türünden bahsetmektedir. Bunlar da söz ile istemek, hâl ile istemek, istidat ile istemektir. Söz ile istemek sözlü duâdır. Hal ile istemek kişinin fiilî duâda bulunması, istediği şeyin gereklerini yerine getirmesidir. İstidat ile duâ fıtrata dönüş hareketidir.
Allah ile âlem arasındaki düalist bir yaklaşım yerine bir tek varlığın hakîkatini benimseyen İbnü’l-Arabî mekanik, donuk ve gayr-i âkil bir tabiat algısını öngörmez. Onun düşüncesinde tabiatta her an bir değişim ve dönüşüm vardır. Hak Teâlâ tabiatı bir saat gibi kurup kenara çekilmiş, tabiatı kendi hâline terk etmiş bir varlık değildir. Tabiatın tüm değişim ve gelişimi Hakk’ın müdahalesiyle gerçekleşmektedir. Kâinattaki herşey pre-established harmony/ezelî âhenk içerisinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla Ekberiyye geleneğinde sûfîden istenen, kazâ ve kaderine mutlak teslîmiyettir. Allah ile vuslatın gerçekleşmesi için de sûfînin benlik esâretinden kurtulmaya çalışması gerekmektedir.1
İLÂHÎ HÜKMÜN EŞYÂ ÜZERİNDEKİ İCRÂSI
İbnü’l-Arabî’ye göre kader, bir şeyin olduğu hâl üzere ve belirli bir vakitte vukuunun tâyin edilmesidir. Kazâ ise eşyânın kendi zâtındaki ve ilâhî ilimdeki hâl üzere temessül etmesidir. Buna göre her şey kendisine âit aslî tabiatına uygun olarak gerçekleşmekte, Allah da bunu ezelden beri bilmekte fakat eşyânın hakîkatinde hiçbir değişiklik yapmamaktadır. Çünkü Allâh’ın irâdesi müstahile ilişmez. Nitekim âyet-i kerîmede de ifâde edildiği gibi Allah kullarına zulmetmemiştir. Onlar kendi nefislerine zulmetmişlerdir.2
Bu tanımlamaya göre kazâ, genel hükümlerdir. Kader, genel hükmün belirli sürece bağlı olarak gerçekleşmesi ve ortaya çıkmasıdır. Hüküm, eşyânın ilâhî ilimde sâbit hakîkati tarafından belirlenir. İbnü’l-Arabî bunu; “Bir şey hakkındaki hüküm o şey tarafından verilir”, “Bir şey kendini görür” ve “Bir şey kendini bilir” şeklinde ifâde eder.3
İbnü’l-Arabî kadere râzı olmakla takdir edilmiş şeye râzı olmayı ayırır. Ona göre insanın kaderinden râzı olması dindarlığının gereğidir.4
KAZÂ VE KADERİN İSTİDAT VE AMELLERLE İRTİBATLI OLMASI
İbnü’l-Arabî kazâ ve kader inancının istidat ve amellerle irtibâtına dikkat çeker. Kazâ ve kader inancının Allâh’ın ilim sıfatı bağlamında ele alınmasını ister. Hayır ve şer, sevap ve günah herşeyin yaratıcısı Allah’tır derken kulun kötü amellerini Hakk’a izâfe etme cüretini küstahlık olarak nitelendirir ve konuyu, Allah ile günahkâr kullar arasında gerçekleşen diyaloğu lisân-ı hâl bağlamında şu şekilde îzâh eder:
Allah (cc) küfür, isyan ve cehâlete mâruz kalmış kullarına; ‘ameliniz sebebiyle sizin hakkınızda belirlediğim cezâyı çekiniz’, der. Onlar da; “Allâhım! Küfrü, isyânı ve cehâleti ezelde sen bizim üzerimize takdir ettin, senin takdîrin ile bizden ortaya çıkan amellerden dolayı şimdi bizi sorgulaman ve gücümüzün üstünde olan şeyi bizden istemen hakkımızda zulüm olmaz mı?” diye karşılık verirler.
Cenâb-ı Hakk ise “Benim kazâ ve takdîrim ilmime bağlıdır. İlmim de bilinen istidâdınıza bağlıdır. Zîrâ siz ezelde bana dediniz ki: ‘Bizim istidâd-ı mahsûsumuz budur, biz senden bu istidâdımıza göre hükmetmeni isteriz.’ Ben de öylece hükmettim ve zâtınızda gizli bulunan şey üzerine varlık bahşettim. Zîrâ sizden ortaya çıkan küfür, isyan ve cehil, ancak sizin zâtınızda bi’l-kuvve mevcut olan şeydir. Dolayısıyla ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize zulmettiniz. Sizin isteğinizin dışında size bir şey vermedim.” diye cevap verir.
Cezâya mâruz kalan kullar; “Allahım! Bizim zâtımıza istidâdı veren kimdir? İlâhî ilminde onu kim var eyledi, onu vaz’ eden kimdir?” diye karşılık verince Allah (cc);
“Ezelî ilimde var olan istidat mec’ûl değildir. Zîrâ benim ilmim zâtî sıfatımdır. İlâhî sıfatım ise Zâtımla berâber kadîmdir. Ezel-i âzâlde îcâd mesbuk değildir. Zîrâ îcattan önce bir şeyin îcâdı söz konusu değildir. Ben yalnız ezelî olan ilâhî ilmimde bulunan şeye varlık bahşettim, onları gayb hâlinden varlık sahasına getirdim. Onlar da ezeldeki hâlleri ve istidatları üzere zuhûr ettiler. Kendi durumları dışında zuhûr etmeleri için asla cebir ve hüküm etmedim. Yed-i feyyâzımda cimrilik yoktur. Siz istediniz, ben de verdim. Ben fiilimden sorumlu değilim, sorumlu olan sizsiniz.” der.5
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN KADER İNANCINI ELE ALIŞ BİÇİMİ
İbnü’l-Arabî kader inancını, yaratma ve varlık konusunun bir sonucu olarak ele alır. Kader inancını Füsûsü’l-Hikem’in Şit Fassında “ikramlar ve vergiler” bahsi çerçevesinde ele alan İbnü’l-Arabî, ikram ve vergilerin zât ve sıfatlardan kaynaklandığını, ulaştıkları kimselerle ilişkili olduklarını söylemektedir. Dolayısıyla bir şeye verilen bir ikram o şeyin kendisindendir. “Ârifler Âdem’e yabancı bir şey verilmediğini bilir.”, “Çocuk (her türlü ürün) babanın sırrıdır.” ifâdeleriyle İbnü’l-Arabî kulun istidâdına dikkat çeker, meseleyi âyân-ı sâbite anlayışı çerçevesinde îzâh eder. Çünkü İbnü’l-Arabi’ye göre kader inancı, âyân-ı sâbite ile ilâhî İlim arasındaki ilişkiden ibârettir. Buna göre; Hakk Teâlâ kula istidâdının istediği şeyi verir.Bu yönüyle yetenekler kendilerine neyin verileceğini ve hangi ihsânın ulaşacağını bilirler. “Bilgi bilinene tâbidir” diyen İbnü’l-Arabî, Hakk’ın bilgisinin ezelî mâhiyetlerle ilişkisinin genel çerçevesini ortaya koyar. Diğer yandan İbnü’l-Arabî, bir insana ancak kendisinden kaynaklanan ve meydana gelen bir şey verilecektir tesbitinde bulunur. Buna göre Hakk’ın kullarına verdiği ihsanlar o kulun tabiatınabenzemekte ve ilâhî ikramlar kulun tabiatına uygunluk arzetmektedir.6
MÜKELLEFİN FİİLLERİ
İşlenen amellerde fiil kulun eylemidir. Kulun işlediği amellerde Hakk’ın fonksiyonu bu fiile varlık bahşetmektir. Keşif sâhibi ârifler Allâh’ın her dâim kâinatta sınırsız tecellîler gerçekleştirdiğini müşâhede eder. Onlar âlemde zuhûr eden herşeyin eşyânın tabiatına uygun olarak zuhûr ettiğini zevk yoluyla idrâk ederler. Varlıklardan gâyelerine uygun olarak sâdır olan şeyler genellikle ‘hayır’, uygun olmayanlarsa ‘şer’ diye isimlendirilir.7
İbnü’l-Arabî’ye göre hidâyet ve dalâlet ezelde takdir edilmiştir. Bu gerçekten hareketle o âriflerin tasarrufta bulunmaktan kaçındıklarını beyân eder. Çünkü âlemde herşey, ezelî hikmet yasasına göre gerçekleşmektedir. Yaratıkların Hakk’a dâir inançlarının ezelde belirlenmiş olması, her insanın ilâhî ilmin iktizâsının netiîcesi olarak âsî ya da itaatkâr olarak doğması, peygamberleri tasdîk etmenin ve onları yalanlamanın ezelde belirlenmiş genel sistemin bir parçası olması; Allâh’ın peygamberler ve şeriatlar göndermesini anlamsız kılmaz. Çünkü âyet-i kerîmede bir yandan, “Allah dilediğini sırât-ı müstakîm’e ulaştırır” buyurulurken, diğer yandan da “Allah, hidâyete erenleri en iyi bilendir” ibâresi yer almaktadır. Allâh’ın kulları hakkındaki bu bilgisi ezelîdir. Allah, bu insanların hidâyet yolundan hiçbir şekilde ayrılmayacaklarını bildiği gibi, peygamberler gayret etseler ve mûcizeler izhâr etseler bile dalâlet ehlinin de kendi yollarından hiçbir zaman ayrılmayacaklarını bilir.8
Her ne kadar bir kısmı Allâh’ın teklifi emirlerine muhalefet olsa da insanların bütün fiilleri, tekvînî emir bağlamında ilâhî irâdeye uygun olarak gerçekleşmektedir. İnsanın fiilleri insanın kendisinden ortaya çıkmaktadır ama Allâh’ın inâyeti insanın fiillerinin a’yân-ı sâbitesinde takarrur ettiği şekle uygun olarak tahakkuk etmesini gerektirir. Yâni insan bir hayır işlediğinde bu onun hayır işlemeye dâir ezelî istidâdından kaynaklanmıştır. Şer işlediğinde de bu onun şer işlemeye dâir ezelî istidâdından sudûr etmiştir. Kul her iki hâlde de amelinin meyvesini yâni ezelde yaratıldığı hâlin meyvesini toplamıştır.
İbnü’l-Arabi bu yaklaşımıyla Mutezilenin, “insan kendi fiillerinin sâhibidir” görüşünü reddetmekte ve fiillerin yaratıcısının insan değil Allah olduğunu belirtir. İnsanın fiillerinde tercih hakkının bulunduğunu, irâdesini kullanarak iyi ya da kötü fiillerini belirlediğini, hidâyet ya da dalâlet yoluna koyulmada bir tercihte bulunduğunu ama gerçekleşen bu tercihin fiilini yaratanın insanın kendisi değil Hak Teâlâ olduğunu vurgular. Konuyla ilgili olarak “Atarken sen atmadın; Allah attı” âyetini delil olarak ortaya koyar.9
KADER İNANCI VE İNSANIN SORUMLULUĞU
Allah kullarına karşı dâimâ âdildir. Allah kullarından kendilerinde olmayan veya kendilerine rağmen bulunan birşeyi talep etmemiştir. Hakk’ın kullarına yönelik takdîri onların istidatlarına yöneliktir. O hâlde eşyâ, a’yân-ı sâbitelerinde yerleşmiş olan şeylerle kendileri hakkında hüküm vermektedirler. Allah, sâdece inâyetiyle bu “a’yân”da bulunan şeylerin orada bulunduğu şekliyle gerçekleşmesini iktizâ eder. Bu durumda insan hayır işlerse bu onun hayır işlemeye dâir ezelî istidâdındandır; eğer kötülük yaparsa, bu da onun kötülük yapmaya dâir ezelî istidâdındandır. Her iki hâlde de insan ektiğini biçmektedir, başka bir ifâdeyle yaratılışında ekilmiş olan şeyi devşirmektedir.10
Eğer kul Allâh’ın emrettiği şeyi yaparsa bu itaat olur; eğer Allâh’ın emrine karşı gelirse bu günah olur. Fiiller kendi başlarına hayır veya şer diye nitelendirilemez. Fiillerin günah olarak nitelenebilmesi için beş özelliğe sâhip olması gerekmektedir:
1. Toplumsal değer yargılarının çiğnenmesi
2. Fıtrata muhalif olmak
3. Amaca muhalif olmak,
4. Şerîat ölçütlerine uymamak,
5. İstenilen kemâl seviyesine ulaşamamak.
İşlenen günahlar da ilâhî meşietin gerektirdiği bir fiildir. İşlenen günâhın belirli bir kimsenin elinde gerçekleşmesinde ise meşietin bir dahli yoktur. Çünkü bu günâhın tahakkuku insanın kendisine râcidir.
İbnü’l-Arabî’ye göre herşeyin bir zâhiri bir de bâtını vardır. İlaç zâhirde acıdır ama hakîkatte hasta için hayırdır. İlacın hakîkatini bilmezsek onun kötü olduğuna hükmederiz. Gerçekte ilaç ne iyidir ne de kötüdür. İyi olması hasta için tedâvi edici olduğu durumda, kötü olması da amaca hizmet etmediği durumda gerçekleşmektedir. Aynı durum diğer şeylerde ve insan fiillerinde de geçerlidir. Nitekim fiiller zâtları itibâriyle iyi veya kötü diye isimlendirilemezler; fakat vukuu zorunludur. Birşeyin hayır ve şer diye nitelenmesi de kulun idrâki bağlamındadır.11
Sonuç olarak kulun sorumluluğu akıl ve hürriyetle gerçekleşecektir. Aklî idrâk seviyesi ve irâdî gücü oranında sorumluluk da gerçekleşmektedir. Kazâ ve kader inancı kulun irâdesine ipotek koymadığı gibi sorumluluğunu da ortadan kaldırmaz. Ekberiyye geleneğinde kulun ef’alinde Hakk’ın meşieti asla devre dışı bırakılmadığı gibi kulun tüm fiillerini Hakk’a yükleyen zorunlu bir cebriyecilik anlayışı da söz konusu değildir.
Dipnotlar:
1 Ebu’l-Alâ Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar et-Ta’likât alâ Fusûsi’l-Hikem, ter. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 92-94.
2 Tevfik et-Tavil, “İbn Arabi’de Ahlâk Felsefesi”, İbn Arabi Ansına (Makaleler), trc. Tahir Uluç, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s.130.
3 Ekrem Demirli, Fusûsü’l-Hikem Şerhi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006, s. 412.
4 Demirli, Fusûsü’l-Hikem Şerhi, s. 46-56.
5 Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, haz.Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., İstanbul 1994, c. III, s. 83-84.
6 Demirli, Fusûsü’l-Hikem Şerhi, s. 406.
7 Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s.241-242.
8 Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s. 267-268.
9 et-Tavil, “İbn Arabi’de Ahlâk Felsefesi”, İbn Arabi Ansına (Makaleler), s.131-132.
10 Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s. 274-275.
11 et-Tavil, “İbn Arabi’de Ahlâk Felsefesi”, İbn Arabi Ansına (Makaleler), s.132-133,135.
Dostları ilə paylaş: |