İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə13/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   40

Bütün bu konularda Başbakan sıfatıyle Nihat Erim'e de daima başvuruldu. Hiç bir sonuç alınamadı.

Gene dâva dosyalarını ibraz ettik. Bir Alman dergisi, Haziran 1971'de Nihat Erim'in, muhabirine, gerilla eylemlerine katılanların ölüm cezasına çarptırılacağını açıkladığını belirtiyor. O, Haziran 1971 tarihi ki, henüz sonradan sanık olacakların pek azı yakalanmıştır, olayların derinliği ve genişliğinin ölçüsü hâlâ bilinmemektedir. Bunu mahkemeleri tesir altında bırakma isteği olarak değerlendirdik..."

*

Şimdi seçimlere gidiliyor. Seçimler sonunda, Türkiye'de daha demokratik bir özgürlük ortamının yaratılması çok kişinin isteği. Gelip geçmiş olayların altına kalın bir çizgi çekilerek, bir genel affın çıkarılması da. Ancak, elinde güç varken insanlara kıyıp, eziyet edenin devlet gücü arkasına sığınıp, ettiğiyle kalmasına fırsat verilmeli mi? Kimbilir belki hâlâ, "nasıl olsa af çıkar ve işkenceciler de affedilir" diye düşünenler de çıkabilir. Belki bunlar hâlâ vardır.



CHP Genel Başkanı Ecevit'in, Bayan Nimet Arzık'ın dedikleri gibi, bazı lekeler temizlendikten, devlet adına bunları yapanların cezalandırılmalarından ve bir daha işkence yapılmayacağı güvencesi verildikten sonra, toplumda huzur sağlanabilir. Yoksa ben hayal mi görüyorum? Yoksa, bunların hiçbiri gerçekleşmeyecek de daha göreceklerimiz mi var? Aynı soruyu ben, Sayın Cumhurbaşkanı Korutürk'e sormak ve olayların üstüne titizlikle eğilmesini bir daha istiyorum.

(8 Ekim 1973)

YALINAYAK BAĞ DUVARINDA...
Karaoğlan erken uyanmıştı cumartesi sabahı. Gece de uyku tutmamıştı bir türlü. Süleyman Bey'in ya da yardımcılarının son gün, kendisine ağır bir suçlamada bulunacağını duymuştu. Bu konuda yaygın söylentiler vardı. Cuma akşamı, Balıkesir dönüşü meseleyi halletmiş, Demirel'in konuşmasına radyo mikrofonu başında -irticalen- karşılık vermişti. Ancak, cumartesi günü Zonguldak'a gitmesi gerektiğini Zonguldaklılara söz vermişti. Orada bulunmalıydı. Fakat radyo konuşmalarının da son günüydü. Ya Zonguldak'tan ya da Süleyman Bey'e -irticalen- karşılık vermekten vazgeçmek zorundaydı. Ne yapmalıydı?

Arkadaşlarına haber saldı. Geldiler.

- Banda iki konuşma vermek istiyorum. Biri Zonguldaklılar için, öbürü Düzceliler için. Demirel'in ne diyeceğini bilmiyorum. Ona karşılığını vermeliyim konuşmasının...

Bant hazırlandı. Biri, "sevgili Zonguldaklılar" diye başlayacaktı, öbürü "sevgili Düzceliler..." Bantlar hazırlandı Ecevit'in sesinden. Kendisinin yerine bantlar götürülecekti. Gazeteciler, Zonguldak gezisine katılmak üzere yer yer parti genel merkezine doluşmaya "Bülent Bey nerede kaldı?" diye sabırsızlanmaya bile başlamışlardı. Bantlar dolmuş,her hazırlık yapılmıştı ki, AP cenahından bir haber sızdırıldı.

- Süleyman Bey'in konuşmasında iş yok, kestane.

- Yani?


- Yok bir şey. "Anarşistleri koruyor" filân diyor, o kadar.

Bülent Bey, durdu. Kararını verdi:

- Cevap vermeğe değmez. Hadi, Zonguldak'a gidiyoruz...

Radyoda canlı yayın yerine, Zonguldak'ta canlı yayın yapıldı. Oyunu er ken ortaya çıkan AP dişe dokunur bir tertip yapamamış mıydı?

Anadolu'da, doğup büyüdüğüm Hadim köylerinde söylenir bu söz:

- Yalınayak bağ duvarında ne işin vardı? Derler.

Süleyman Bey ki, adama söylenmeyen kalmıyor... Bir ağızlar açıldı mı, ne masonluğu kalıyor, ne kardeşleri garibin.

- Ne yapmalı yani? Kardeşleri varsa, masonluğu olduysa konuşmasın mı ya? O da hücum edecekti elbette siyasî hasımlarına...

Öyle de, hani sonra "yalınayak bağ duvarında ne işin var? Elbette ayağına diken batar" deyiverirler öyle ya.

Bir seçim kampanyası da öyle geçti Süleyman Bey'in. Tombul çıplak ayaklarıyla dolaştığı bağ duvarında. Yanında Body Guard'ları Hacı Ali Demirel'lerle, Asmaaltı kebapçısıyla, Özel Yükseliş Koleji'nin karateci jimnastik öğretmeniyle. Karateci ki, bir vuruşta deviriverir adamı.

- Tuz yok tuz. Tuzdan ne haber?

Böyle diyen adam, Bursa'da Pınarbaşı alanında tuz ediliyordu nerdeyse. "Yaşasın Ecevit" dedi diye.

Süleyman Bey'in son gezileri Body Guard'larına mı yaradı ne? Hacı Ali, çok sever "insan, insan değil de kurt, kendi ininde avlanamaz" der. Kurt kendi ininde avlanamaz. Hımmmm....

Süleyman Bey'in çıktığı bu kez gerçekten insan avıydı. Oy avı... Bilinçlenmemiş oy avı, ne demezsiniz?

Menderes pek tutmazmış Süleyman Bey'i. O da pek yaklaşmazdı sağlığında rahmetlinin yanına ne bileyim. Genel Müdür neresi, Başbakan neresi... Kendi bakanı Tevfik İleri'ye daha yakınmış. O:

- Başla Süleyman...

Dedi mi, başlarmış:

- Bu barajda şu kadar milyon metreküp su toplanacak. Onun çevresine, şu kadar kavak dikilecek filân...

Menderes, oturduğu yerden seslenirmiş:

- Atma Süleyman...

*

Amma, çok kişiyi av'ladı sayılır yine de Süleyman Bey. Özellikle, "Karaoğlan Notları'nın sayın yazarına" diye mektuplar yollayıp, mektupta "Veysel Öngören'in de belirttiği gibi demokrasinin sınırlarının genişlemesi, sosyalizm adına yararlı olacaksa bunu sosyal demokratlar değil, bizzat sosyalistler gerçekleştirir" diyen kuzuları tavlayarak... Onlar Karaoğlan'a oy vermemek, oyları heder etmekle yalınayak bağ duvarında dolaşan Süleyman Bey'e yardımcı oldular...



(15 Ekim 1973)

UYKUSUZ GECE...


Seçim gecesini çok kimse gibi biz de uykusuz geçirdik. Ömrümde bu kadar rahat, uykusuz gece geçirmedim. Bütün kadro gece bürodaydık. Gece yarısından sonra, sabaha karşı büroya gelen Yeniortam okurları dostlar, illerden gelen sonuçları merak edenler insana uyku aratmadı ki... Büroya gelenler arasında konuşmalar:

- Figaro gazetesini gördünüz mü, Demirel biraderler için "Dalton kardeşler" diyor. Dalton'ları biliyorsunuz değil mi?

Evden bir telefon:

- Ben, Eylem'le Özlem'i alıp babamlara gidiyorum. Bizi oradan ara, haber ver...

- Olur.

Yenigün'den Cemalettin Ünlü, put gibi karşımda. Geçirdiği, gördüğü seçimler onu öyle tecrübeli yapmış ki...



- Yok kardeşim, ben son oy gelene kadar beklerim. Neme gerek...

Evet, bu seçim 1957 seçimlerine benzedi başlarda. Örneğin, 1957'de de CHP önde gidiyordu. Taaa, geceyarısına kadar. Geceyarısından sonra, ufak ufak rakamlar gelmeye başlamıştı. Ve o zamanki iktidar partisi DP öne geçmişti. Fakat, bu seferki ile tamamen aynı değil, o zaman iki parti vardı. Bu sefer parti sayısı çok. O zaman köylerden gelen sonuçlar DP'ye oy kazandırmıştı, bu sefer pek öyle değil. Daha çok CHP'ye kayma oldu. AP bölündükçe bölündü...

Ziyaretçiler, oturup kendi aralarında konuşuyorlar:

- Bu, bir demokratik ihtilâl azizim...

Nasıl da vefasızlarmış dedi biri, "Sermaye, hemen yeni iktidara yamanma yolları arıyor, farkında mısınız? Ecevit'e gelen tebriklerin."

Seçimlerin getirdiği sonuçlar tartışılıyor büroda bir yandan. Türkiye'de 1950'den bu yana ikinci kez, bir iktidar oylarla kayıyor. Ayrıca, bir siyasî parti kendi liderini demokratik koşullar içinde ilk kez değiştirdi. İnönü'yü alaşağı etti. Yerine gelen liderin partisini iktidara götürebileceği örneği çıktı ortaya. Şimdi anlaşılan yeni bir örneği göreceğiz. Süleyman Bey'in partisi içinde, kendi partililerin oylarıyla partisinin başından uzaklaştırılacağını. Önümüzdeki dönem bunu izleyeceğiz galiba. Süleyman Bey yıkılırken, kof bir efsaneyi de, kendisiyle gelen -lâf ebeliği efsanesini de- yutturmacılığı da birlikte götürüyor, götürecek anladığım kadarıyla...

CHP'deki oy patlaması efsane değildi. Hayal değildi, olayları yakından izleyenler için. Bunu ilk Zonguldak gezisinde sezdim. Bülent Bey inanamadı ama sevindi, birkaç gezisinden sonra "tamam" demişti. Bu patlamada, 12 Mart sonrası olaylarının işkencelerinin rolü vardı bana göre. Analar, babalar vardı, bunlar oy kullanacaklar, çevrelerini etkileyecekti kuşkusuz. Aklı başında sosyalistlerin tutarlı davranışları daha demokratik bir özgürlük ortamı yaratılması için CHP ile bütünleşmeyi düşünmeksizin onu oylarıyla desteklemeleri, demokrasi tarihine yeni bir sayfa açtı gerçekte. Görevlerini yapanları kutlamak gerek.

Büroda sabaha kadar, size seçim haberleri ulaştırmak için ışık altında seve seve çalıştık. İstanbul'daki arkadaşlarımız da öyle. Işık altında Türkiye'de sabahlayanlar var başka. Onlar tutukevlerinde, cezaevlerinde -oralarda ışıklar söndürülmez- ışık altında uyurlar. Uyunabilir mi ışıkların, floresans lâmbalarının işkenceye dönüşen aydınlığında? Öyle uyuyorlar işte.

Seçim arefesindeydi. Büroya iki genç adam geldi. 8 Ekim tarihli Yeniortamı'ı istediler. Sordum:

- Neresi için istiyorsunuz?

Sustular, birbirlerine baktılar.

- Allah Allah, parasıyla değil mi? İstiyoruz. Öyle emrettiler bize...

Dur bakayım, dedim içimden. Herhalde bize bir tekzip filân var. Gazeteyi çıkarıp baktım. Gün görmüş yazar Nimet Arzık, dayanamadı oturduğu yerden, gelen delikanlılara:

- Kuzum, siz MİT'ten olmayasınız... deyiverdi. Kıpkırmızı geçtiler. Tamam anlaşılmıştı.

Verdik gazeteleri, gitti delikanlılar. Yazıda şu vardı aşağı yukarı. İşkence yapanlar bağışlanacaklar mı yani? Bunlar teşhir edilip, bir daha işkence yapılmayacağı sözü verildikten sonra bağışlanabilirler ancak. MİT, kendine af çıkacak mı çıkmayacak mı diye merak etmiş demek. Yeniortam'ı onun için arattırmış...

Seçimler bitti işte. Görevlerini yapanlara kutlu olsun.

(16 Ekim 1973)

"BANA BİR KOCA LÂZIM,

O DA BUGECE LÂZIM..."
Çocukluğumdan beri yakınlarım tez canlılığımdan, ivecenliğimden yakınırlar. Anama göre, yedi aylık olduğum için böyle aceleciymişim. Sininin çevresine oturup, öğle yemeğini yiyoruz değil mi? Hemen sormadan edemezmişim:

- Ana, akşama ne yiyeceğiz?

- Şu yemeğini ya bakalım, akşam olsun bir, o zaman düşünürüz...

Kafama takılırdı. Akşama da böyle yiyecek bir şey olacak mı diye. Bir şeyi biriktirmesini, saklamasını da öğrenemedim. Babama çekmişim bu yönden. O da, akşamı beklemezmiş, bekliyemezmiş anlaşılan. Kurtuluş Savaşı'nda herkese olduğu gibi birer peksimet verilir, ancak onun bir kısmını yemeleri, yarısını da akşama saklayıp akşam yemeleri buyurulurmuş. Yarısını yiyip, yarısını akşama saklasa ya, hayır... Bütün peksimeti bir seferde yer, akşam da açlıktan kıvrana kıvrana subay olan ağabeyisinin -Muharrem amcamın- yanına gider, biraz peksimet daha vermesini istermiş. Amcam kızarmış:

- Yav, neden peksimetini yiyip bitiriyorsun, onun yarısı akşama kalacaktı... Sonra kendi peksimetinden biraz verirmiş anlaşılan. Ağabeysine çok saygı gösterirdi babam. Örneğin, aralarındaki yaş farkı nedir ki? Ama, yanına geldiği zaman hemen toparlanır, saygılı bir durum alır. Nerdeyse o konuşmadan dünyada konuşmazdı. Bizim kuşak pek öyle olmadı mı ne?

İvecen yani aceleciydim dedim ya, anam böyle şeyle karşılaştı mı, beni mazur gösterecek bir neden de bulurdu. Çoğu zaman:

- Ona bakmayın o, yedi aylık zaten. dokuz ay bile sabredemedi de yedi ayda dünyaya geldi, derdi.

Bundan belki. Bülent Ecevit'in "Tez-işler programı"nı pek severdim. Tez-işler programı yeni değildi aslında. İktidara geldiği gün uygulamak üzere, çok çok önceleri düşünmüş, tasarlanmış, hazırlıklarını ona göreyapmıştı. Gerçekten seçimlerin ertesi günü uykulu gözlerle, uzmanlar toplantısına başkanlık etti ve "tez-işler programı"nı gözden geçirdi.

Tez-işler programının başında geniş kapsamlı genel af var. Ancak, bu genel affın kapsamı ne kadar geniş olacak? "Eylem"de adları geçti diye mıncırık kızlar, tutukevlerinde zaten hayatlarının en büyük acısını çekmiş olanlar, kontr-gerillalarda olmadık işkencelere uğrayanlar aftan yararlanmayacaklar mı? Cumhuriyetin ellinci yılında yapılabilecek bir genel affa girmeyecekler, yıllar boyu azap çekmeğe devam mı edecekler? Sanki sıkıyönetim sürüyormuş gibi, gazeteler 50'nci yıldan sonra da sıkıyönetimden kalan mahkemelerin haberleriyle mi dolup taşacak? Askeri mahkemelerde, sanıklar -Türkiye'de belki rastlanmadık olayları hiç istenmeyecek biçimde- taşıyorlar,yaratıyorlar. Daha dâvaları sonuçlanmamış sanıkların, kim bilir belki de yıllardır çektikleri azapların da verdiği etkilerle neler yaptıklarını haber olarak gazetelerde okuyoruz. Nelerle karşılaşıp ne cezalar aldıklarını da. Belki asıl dâvadan iki yıldan fazla ceza almayacak bir sanık, dâvası sonuçlanmadan -mahkemeye hakaret suçundan- yirmi yılı aşkın cezalara çarpılıyor ve bu cezalar neredeyse kesinleşiyor, uygulanmaya bile başlanıyor. Askeri yargı yaralanıyor. Kim ister bunu? O zaman çaresine bakmalı bu konuların. Başta tutukevleri, cezaevleri boşaltılmalı. Tutukevlerinde uygulanan baskılar böylece son bulmalı. Kaç kez yazdım. Tutukevi görevlileri dikkatli olmalıdırlar. Kendilerine gözetim görevi verildiği sürece, ellerinde bulunan bu gençler, bu insanlar, emanettirler sadece. Yarın toplumun çeşitli kesimlerinde görev yapacaklardır. Onları hayatlarından bezdirmeye kimsenin hakkı yoktur. İşte geniş kapsamlı "genel af" tasarlanırken, bunlar da gözönünde tutulmalı.

Daha, koalisyonlar kurulmadı. Acelen ne? Neden bu kadar erken davranıyorsun diyenler çıkabilir. Sadece benim yapımdan gelen bir şey değil bu konularda ivecen davranışım. Ne demişti Ecevit?

- Hınçla barış bir arada yürüyemez. kinleri unutmalıyız...

Hınçla barış bir arada yürümeyecekse, hınçları, kinleri toprağa gömmeliyiz. Anam, çok zorunlu ve fakat erken görülmesi gerekli şeyler oldu mu, şu tekerlemeyi söylerdi:

- Bana bir koca lâzım, o da bu gece lâzım...

Tez işlerin en başında barış gelmeli, yani genel af.

*

Bizim mahallenin muhtarı geldi geçen gün... Muhtar İbrahim Babacan, gerçekten babacan bir adam. Konuştuk:



- Yazılarınızı okurum. Çoktandır gelmek istiyordum olmadı. Sizi birkaç yol, bazı sivil emniyet memurları -MİT olacak herhalde- gelip muhtarlıktan sordular.

- Ne diye soruyorlar?

- Ekmekçi, yine eski evinde mi oturuyor? adresi değişti mi filân diye sordular. Sonra sizin kimlerle görüştüğünüzü, evinize kimlerin gelip gittiğini bilip bilmediğimi araştırdılar. Gelip gittiler...

- Siz ne dediniz?

- Vallahi ne diyeceğim. "Onlar gazeteci, sabah giderler gece gelirler. Ben bile daha yüzünü görmedim" dedim.

- En son ne zaman geldiler?

- Seçimlerden on beş gün kadar önceydi...

Konuştuk, çay içtik muhtarımızla. Seçimler de bitti işte. Belki de arayıp sormazlar artık dedim. Ne bileyim?

(25 Ekim 1973)

BAYRAM GARİP GELMESE...


Ecevit, Meclis'in ikinci katındaki Genel Başkanlık odasında Meclis oturumunu veren hoparlörün düğmesini kapadı. Meclis Başkanı ile ilgili turların uzamasından çok Başkanlık yerinde oturan AP'li Kinyas Kartal'ın, turları sürdürmeyip birleşimi ertelemesine üzülmüştü. Meclis dağılınca CHP'liler pek bir yere kımıldamadılar. Üzgün Ecevit, alt kata grup salonuna indi. Grup toplanmıştı.

Meclis Başkanlığı oylaması yapılırken CHP'nin yakın geleckteki Dışişleri Bakanı adayı Hasan Işık, sürekli olarak Orta Doğu olaylarındaki gelişmelerle ilgili son bilgileri Genel Başkan Ecevit'e iletiyordu. Durum kritikleşmişti. Böyle bir durumda Meclis 1 Kasım'a kadar tatile girmemeli, aralıksız çalışmalıydı. Ecevit'e gelen bilgilere göre Türkiye, Türkiye'deki Amerikan üslerinden, Amerikalıların Orta Doğuya asker sevketmelerine izin vermemişti. Almanya da öyle yapmıştı. Orhan Birgit, Orta Doğu olayları hakkında Meclis'i aydınlatmak için konuşma yapmak istemişti. Fakat o sırada Kinyas Kartal, Meclis'i 1 Kasım'a kadar tatile soktuğunu açıklayıvermişti. CHP'lilere göre, Meclis böyle bir kritik durumda sürekli çalışma halinde olmalıydı. Grup toplantısında Ecevit, CHP'lilerin 30 Ekim'de Meclis'te grupta olmalarını istedi. Milletvekilleri bu arada, Ankara'dan ayrılmayacaklar, kulakları Genel Başkanın çağrısında olacaktı. CHP'lilerden bazıları da Ferda Güley'e oy vermemişlerdi. Acaba, Ferda Güley'i tutmayanlar birkaç tur sonra Güley'in yerine başka bir adayın gösterileceğini mi düşünmüşlerdi. Ecevit Meclis'te CHP'liler arasında bir dayanışma örneğinin verilememesine de üzülmüş olmalıydı. Anlaşılan oydu ki, Cumhuriyetin 50. yılına CHP kendi hakkı olduğu halde CHP'li bir Meclis Başkanı ile giremiyordu.

Bir zamanlar dağlara hükmeden aşiret reisi, dağlar hâkimi Kinyas Kartal neden öyle yapmıştı ki? "Ne de olsa AP'lidir. Ohoooo, daha ne ince politik oyunlara tanık olacağız bakalım" diyenler çıkar belki. Kinyas Kartal'a da.

- Boş ver, uzat. Burunları sürtülsün biraz... mı demişlerdi AP'nin ileri gelenleri?

Sabit Osman Avcı'nın frağı bir güzel uymuştu Kartal'a. Bu yüzden, oradan buradan frak arama derdi kalmamıştı. Ama, Sabit Osman Avcı'nın boyu daha uzun değil mi?

- Canım kim görecek, kürsünün arkasında oturan adamı? Herkesin işi yok da, pantolonun kıvrık olup olmadığına bakacaktı...

Dağlar hâkimi Kartal, Van'da Ferit Melen'le seçim kavgası verdi geldi. Yirmi dört bin kişisi vardı. Bunun yirmi bini oyunu verdi Kinyas Ağasına. O da geldi işte, hem Parlamentoyu yönetme görevi ile üstlenerek.

Melen'e, Ferit Bey'e yani, için için kızmıyor değildi. Gerçi, Ferit Bey geçmişte yardımcı olmuştu. Van Üniversitesi için Van'daki çiftliğini kamulaştırmış, bilmem kaç milyonu kazandırmıştı ya, sudan ucuza kamulaştırılmıştı yine de.

Ferit Bey, Van'a bir eski Başbakan olarak gitti. Köylüler, Ferit Bey'i yine Başbakan olacak sanıyorlardı kim bilir? Van'a iki helikopterle mi gelmişti, neden? Ferit Bey, Van'dan ayrılsa köylüler:

- Herhalde Ankara'dan çağırıyorlardır. Belki de Genelkurmay Başkanı çağırmıştır. Bir şey danışacaklardır. Seni beni çağıracak değiller ya...

Van'da seçim kızıştıkça kızışmıştı. Hattâ, bir düğün öyküsü de anlatırlar. Damat, Kinyas Ağa tarafı, gelin Ferit Bey. Düğün olup biter. Gelin mi, gelinin yakınları mı Ferit Bey'e oy verecek olur. Fena bozulur Kinyas Ağa tarafı. Haber salınır:

- Gelini geri göndeririz vallahi...

O kadar kişiyi yöneten Kinyas Ağa dinlemez vallahi, gönderiverir de...

Ferit Bey, yoklamaları kazanıp, Ankara'ya gelişlerinden birinde -galiba Meclis'te- asansör kapısında, CHP'li İlyas Seçkin'le karşılaştı. "Tebrik ederim" dedi İlyas Seçkin'e. Sonra sordu:

- CHP olarak Ankara'da kaç çıkarırsınız?

- Sizin Türkiye'de çıkaracağınız kadar... 12 tane çıkarırız.

- CGP'ye neden bu kadar veriyorsun?

- Eeeeeee, o kadar işte. Çünkü siz, on dört tane çıkarırsanız, hükümet kurarsınız...

Ben ummuyordum doğrusu, Kinyas Kartal bir bakıma iyi yönetti doğrusu. O kadar üyeliği sırasında ant'tan ant'a kürsüye çıktığını hatırlarım. Yine de iyi yönetti diyorum kendi kendime. İnce politikalarına kulak asmasaydı AP'li ileri gelenlerin daha iyi olurdu ne bileyim...

*

MSP'nin naz dönemi başlıyor gibi biraz. Kulislerde söylendiğine göre, ağır bakanlıkları istiyor koalisyon için. Örneğin, Milli Eğitim, Adalet, İçişleri belki Millî Savunma da vardır. Koalisyon koşulları içinde laiklik konusunda da bir Anayasa değişikliği istese ya? Bülent Bey'i derin derin düşündüren konulardan biri de buydu.



Çeşitli çevrelerde, çeşitli kulislerde konuşmalar:

- Fakat, nasıl olacak bu iş?

Süleyman Bey, ellerini oğuşturuyor, anlayacağınız.

Cumhurbaşkanı Korutürk'ün liderlerle görüşmesi tamamlandı. Korutürk'ün eğilimi öteden beri Parlamento'da sandalyesi en kalabalık parti liderini hükümeti kurmakla görevlendirmek. Ecevit'e düşüyor bu görev belli.

Ancak, Ecevit'in de karamsar olmaması gerek. Seçimleri nasıl Türkiye'de özgürlük isteyenlerin oylarıyla alıp geldiyse, bundan böyle de yurtta huzuru sağlayıcı girişimlerde gözünü kırpmamalı.

Karaoğlan'ın bir kafa adamı olduğu kadar duygu adamı olduğunu bilir çok kimse.

Babam, ramazanda oruç tutanlar az oldu mu, "bu ramazan çok garip geldi" derdi. Önümüz bayram. Bu bayramda gülenler az oldu mu, "Bu bayram çok garip geldi" diyeceğim.

Bayram garip gelmese...

(27 Ekim 1973)

BOŞ BOYUNDURUK...


Bayram sabahı evde içerdekileri konuşuyorduk. Özlem kalkmıştı, Eylem uyuyordu. Bir ara karıma kritik dönemin bir muhasebesini bile yaptım.

- O kadar vartayı dört dâva ile atlattım. Yine dikkatli çalışmışım.

- Fakir, dedi karım, girip girip çıktı. Hadi onu ara da bayramlarını kutlayalım.

Aradım telefonla Fakir Baykurt'u, Gece köyden gelmiş. Hapisten çıkalı yirmi gün oldu. Karımın dediklerini anlattım. Bizler girmeden Fakir'in kaç kez hapse girip çıktığını konuştuğumuzu...

- Bazıları boş boyunduruğa koşulur... dedi Fakir.

Boş boyunduruk, daha gelişmemiş, yetişmemiş, ancak yetişme zorunda, durumunda bulunanlar içindir. Çift sürülürken, boş boyunduruğa daha tosunlaşmamış danalar koşulur ki, o da yavaş yavaş öğrene. Buna, bizim tarafda "öğrek" de derler. Öğrenecek demek, eğitilecek... Boyunduruğa koşulanlar ise, tarlayı gerçekten sürüp, üstün katkıda bulunanlardır. Bir de boş boyundurukta, sapı toprağa saplanmaz, yüzeyden yüzeye çizer toprağı.

Elli yıl, dile kolay. Kimler omuzlamış, dolusuna boyunduruğu, kimler yatmış hapishanesinde, damlarında memleketin. Kimler yatıyor habire. Ellinci yıla nasıl gelindiğini düşünün bir...

Namuslu aydınlardan, emekçilerinden halkını, ülkesini sömürmemiş olanlardan söz ediyorum. Ellinci yılda yüzakı elbette onlarındır.

*

Mahir Kaynak Ankara'da mıymış? Sessiz sedasız daha önceki görevlerine devam mı ediyormuş?



Bülent Ecevit'in oldukça kalın olan dosyası, ne yapılıp edilip biraz hafifletilmiş mi?

Metin Toker, neden oyunu CHP'ye vereceğini açıklamış? O öyle yazarsa, solcular, "ooo, artık biz oy vermeyiz Karaoğlan"a desinler diye mi? Sol parçalansın. Param-parça olsun diye mi? Geçenlerde bir arkadaş söylüyordu: "Fire vermedik" diye. Metin Bey'in çabaları boşuna mı gitmişti? Neye karşılık bunlar? "Orakla çekiç arası belgeler" için mi, ya ne? peki, "ben oyumu CHP'ye vereceğim" dedikten sonra, DP'den Ankara milletvekili olan Necdet Evliyagil'e "ben oyumu sana verdim" söylentileri nesi? Kim kimin nereye oy verdiğini ne bilir?

Telefonlarımız ne diye dinleniyor? Ne diye "üç kişiden biri polistir" diye, kişi en yakınlarından endişe eder?

- Ohooooo, o üç kişiden birinin polis olduğu sözü eskidendi canım. Şimdi değişti durum...

Adı, fahri polisliğe karışmamış gazeteci var mı, kimler?

Geçen gün, Fikret Otyam, Meclis Başkanının "Allahaısmarladık" demek için yaptığı basın toplantısı başlarken, ortaya bağırdı:

- Arkadaşlar, benim MİT'ten olduğumu kim söylüyorsa çıksın ortaya... Sonra, Nimet Arzık'a döndü:

- Nimet hanım, söyleyen arkadaş burda var mı?

Kim kime söylenmiş, nerede ne diye?

*

Elli yılın hesabını verme kolay değil aslında. Herkes kendi kendine düşünmeli, "ben ne yaptım, kendimi düşünmenin dışında?" diye. O çıkar, benlik, bencillik çemberini kim kırabilmiş? Kim yurtta kardeşi kardeşe düşürmüş, kim kıymış bu kadar cana? Kim, kimlerin sırtından yapmış yaptıklarını? Bunca eziyeti, işkenceyi kimler yapmış anlatın bakalım bir canım. Elli yıldan hissenize düşen hesabı vermeyecek misiniz yoksa?



Vatandaşı birbirinin polisi yapan örgütlerle neden kimse uğraşmamış? İsmet Paşa, neden koskoca Başbakanlığı süresince iki kez kabul edip görüşmüş, o örgütün başıyla? Bir diyalogu başlangıçta en iyi kuran Süleyman Bey, neden avuçlara düşmüş, işine geldiği için mi?

Kim yapıyor, bunca insanı birbirine düşman?

*

Tunceli'den Muharrem Arabacı, cumhuriyetin ellinci yılı günü yayınlanması isteğiyle oldukça uzun bir şiir gönderdi. Şöyle:



"Ben 30 seneye mahkûm Memo.

Mardinliyem.

"Gan davası" dediler.

13'ünde duduşturdular mavzeri elime,

"Aha bunu vuracağın" dediler

Bir dellanniyı gösterip.

Vurdum.

.........................



30 sene verdiler bana.

Gün saymasını bilmezdim.

Yalvarmayı, yakarmayı

Gula gul olmayı

Öğrettiler

13 sene var, içerdeyim.

Halı öğrendim burada, üstünde oturmam nasip olmayan

İncik, boncuk, kadın çantası, züppe tespihi, saat kordunu

Gardiyanların angaryasına herkesten önce koştum,

Tek bir yumruk noksan yiyeyim, bir acı söz az işiteyim istedim.

Didiler:

"50'nci yıl, af istiyrik"

Ben de istiyrem

Ama kimse benden af istemeye

........................."

*

Elli yıl kardeşlik için, barış ve yığınların mutluluğu için onu omuzlayanlara, kahrını çekenlere kutlu olsun...


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin