İskânlarla Anadolu'nun Türk Vatanı Hâline Gelmesi / Prof. Dr. Osman Çetin [s.260-268]
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Eski Türk kültüründe yer alan hükümdarlık anlayışına göre bir devlet başkanının yerine getirmek zorunda olduğu bazı görevleri vardı ve bu görevler şunlardı:
1. Devleti kurmak ve düzene sokmak.
2. Türk töresini düzenlemek ve korumak.
3. Halkı doyurup giydirmek, hiç kimseyi aç ve çıplak bırakmamak.
4. Yeni alınan yerlere “kondurmak” yani iskân politikasını yürütmek.
Görüldüğü gibi “kondurma” yani “iskân” anlayış ve uygulamaları en eski devirlerden başlayarak Türk devlet ve hükümdarlarının önemli görevleri arasında yer almıştır. Yeni fetihlerle ülke topraklarını büyütmek Türkler için ne kadar büyük bir şeref sayılıyor idiyse, alınan bu topraklara Türk halkının iskân edilmesi de o ölçüde önemli bir hükümdarlık görevi olarak telakki ediliyordu. Bu nedenle Türk hükümdarı fetihten sonra o ülkeye “kondurma” işine başlıyorlardı. Bunun için de yeni göçebe Türk kitleleri fethedilen topraklara getiriliyor ve oraya yerleşmeleri sağlanıyordu. Bunun belli usul ve kaideleri vardı.1
Âşıkpaşaoğlu Tarihi’nde Osmanlıların Rumeli fetihlerinden ve Gazi Süleyman Paşa’nın Gelibolu ve civarındaki faaliyetlerinden söz edilirken şöyle bir pasaj yer almaktadır: “(Süleyman Paşa) babası Orhan Gazi’ye haber gönderdi ki: ‘Devletlû! Himmetinle Rumeli fetholunmaya başladı. Kâfirleri gayet âciz oldu. Şimdi şöylece biline ki burada fetholunan hisarlara, memleketlere, mamur olmaları için Müslümanlardan çok adam gerek. Bundan dolayı bu fetholunan hisarlara koymak için yarar gazi yoldaşlardan gönderiniz’ Orhan Gazi de bu sözü kabul edip gayet ferah oldu. Karası iline göçer Arap evleri gelmişti. Onları sürdüler. Rumeli’ye geçirdiler. Bir nice zaman Gelibolu bölgesinde oturdular.”2
Âşıkpaşaoğlu’nun bu ifadeleri “kondurma” yani İskân usûlünün bütün Türk tarihi boyunca devam ettiğini göstermektedir. Malazgirt’ten sonra, Anadolu’ya giren Türk ordularının peşinden gelen Türk boylarının fethedilen yerlere yerleştirilmeleri ve böylece Anadolu’nun Türkleştirilmesi, İslâmlaştırılması ve Türk vatanı hâline getirilmesi, Osmanlı fetihlerinden sonra yine aynı anlayışla yeni Türk kitlelerinin fethedilen topraklara iskân edilmeleri işte bu eski telakkinin devamından başka bir şey değildi.
Fethedilen yerlerde hâkimiyetin sağlanması, ya o topraklarda askerî garnizonların kurulması ve tesirli bir denetimin sürdürülmesi veya fâtihlerin kendileri ile aynı etnik kökene mensup unsurları o topraklara yerleştirmeleriyle mümkün olabilmektedir. Askerî denetim ne kadar güçlü olursa olsun birinci yol, genellikle geçici olup, kalıcı etkiler meydana getirememekte ve bu usûlle ülkeler gerçek anlamda fethedilememektedir. Zira gerçek fetihler fizikî coğrafya kadar beşerî coğrafyaya da hâkim olmakla gerçekleştirilebilmektedir. Bu durum, fâtihlerin, ister istemez, gerek fetihler sırasında gerek fetihlerden sonra belli bir iskân siyaseti takip etmeleri gereğini ortaya çıkarmaktadır.
Şüphesiz Anadolu tarih boyunca birçok tehcir ve iskân faaliyetine sahne olmuştur. XI. ve XIII. yüzyıllar Anadolusu’na baktığımızda, iki büyük devletin, Bizanslılarla Selçukluların, özellikle Selçukluların, sistematik bir tarzda bu topraklarda tehcir ve iskân faaliyetlerini sürdürdüklerini görüyoruz.
Bizanslılar Anadolu’daki hâkimiyetlerini devam ettirmek, Selçuklular ise fethettikleri bu yeni topraklara hâkim olmak, Türkleştirmek ve vatan hâline getirmek için tehcir ve iskâna başvuruyorlardı. Aynı durum daha sonra Osmanlılarda da görülecek ve açılan geniş Rumeli topraklarına, Anadolu’dan götürülen kalabalık kitleler iskân edileceklerdir.3
Ayrıntılarını aşağıda vermek üzere burada şu kadarını söyleyelim ki, bizzat Selçuklu sultanları tehcir ve iskân meselesi ile yakından ilgilenmiş, hatta çoğu zaman iskân faaliyetlerini yürütmek için özel memurlar görevlendirmişlerdir. Mesela, “Melikşah devrinde Azerbaycan taraflarında fütuhatta bulunan (1076) Emir Savtekin (yahut Şad-tekin) aynı zamanda bu bölgenin iskânı ile meşgul olmuştu. Yine Melikşah zamanında Ahlat’ın iskânı ile Soğdak et-Türkî isminde biri memur edilmişti.”4 Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah da Sultan Melikşah’ın emri ile Orta Anadolu bozkırlarına Türk boylarını yerleştirmişti.5
Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün, özellikle fethedilen Anadolu topraklarında tatbik edilmek üzere geliştirdiği mirî sistem ve askerî iktâlar, Selçukluların iskân siyasetlerini daha kolaylıkla uygulayabilmelerine imkân vermişti. Çünkü Selçuklular fethedilen Anadolu topraklarını devlet mülkü hâline getirince, devletin göçebeleri bu topraklara yerleştirmesi kolaylaşmış, tehcire tâbi tutulan yerli gayrimüslim unsurun değişik bölgelere nakil ve iskânı da, belli bazı güçlükler dışında, problem olmaktan çıkmıştı.6
Selçukluların askerî iktâlar kurmalarının nedeni, devletin başlıca dayanak unsuru olan Türk boylarına mensup kitleleri yabancı sahâlara yerleştirmek, onlara toprak vermek ve gerektiğinde de askerî bir kuvvet olarak yararlanmak düşüncesiydi.7 Ayrıca bu sistem, Bizans devrinde Anadolu’da oluşan toprak aristokrasisini yok ettiği gibi yeniden ortaya çıkmasına da engel olmuştu. Fakat asıl önemli olan devletin iskân politikasını kolaylıkla yürütmesine imkân vermiş olması idi. “Sultan I. Mes’ud’un, Konya’yı ele geçirince, Konya ve Kayseri arasındaki sahayı kışlak ve yaylak mıntıkalarına taksim ederek”8 kısa zamanda göçebeleri bu topraklara yerleştirmesi; XI. yüzyılda başlayan Oğuz göçlerinin Anadolu’ya yığdığı kalabalık Türkmen gruplarının önemli sosyal huzursuzluklara meydan verilmeden bu topraklara iskân edilmeleri hep bu sistemle mümkün olabilmişti.
“Öte yandan mirî sistemin verdiği kolaylıkla Selçuklular Anadolu’yu iskân ederken; büyük ve kuvvetli aşiretleri muhtelif parçalara ayırarak birbirinden uzak sahâlara sevk etmek suretiyle irsî reislerinin idaresi altındaki herhangi toplu ve kuvvetli etnik bir birliğin isyanı ihtimalleri de ortadan kaldırmak ve aşiret tesanüdünü kırarak millî bir teşekküle yol açmak ve böylece Selçuk sülalesinin menfaatini korumak istemişlerdi. Çünkü Anadolu’nun daha ilk fethi zamanlarında, reisleri maiyetinde bulunan, parçalanmamış kesîf etnik vahdetlerin nasıl müşkilât çıkarabilecekleri tecrübe edilmişti. Bugün Anadolu’nun birbirinden çok uzak yerlerinde, Oğuz Türkleri’nin Kınık, Afşar, Bayındır, Salur, Bayat, Çepni vs. gibi büyük şubelerinin isimlerinden herhangi birini taşıyan muhtelif köylere tesadüf edilmesi, Selçukluların bu “parçalayarak iskân” usûllerinin bir neticesidir. Bunda başka âmillerin de tesiri olmakla beraber, en esaslı âmil, Selçuk Devleti’nin bu siyasetidir.”9
Anadolu coğrafyasına baktığımız zaman meselâ, Erzincan’da Refahiye’den başlayarak, batıda Tekirdağ’a kadar (Erzincan, Çankırı, Ankara, Eskişehir, Isparta, Burdur, Niğde, Afyon, Kütahya, Sivas, Çorum, Zonguldak, Giresun, Denizli, Konya, Bolu, Kastamonu, Tekirdağ il sınırları içinde) 27 Kayı köyünün bulunduğunu görüyoruz. Bununla beraber bu liste tam değildir ve bugünkü Türkiye sınırları içinde, biraz önce saydıklarımıza ek olarak, Muğla, Aydın, Ödemiş, Fethiye, Düzce, Karacabey, Orhaneli gibi değişik yerlerde bulunanlarla birlikte Kayı adındaki köy sayısı elliyi geçmektedir.10
Şu hâlde Selçuklu tehcir ve iskân siyasetinin temelini mirî arazi sistemi ile, iskân edilecek kitlelerin parçalanarak Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağıtılması meydana getirmektedir. Şimdi, bu temel bilgiler ışığında, Selçukluların iskân siyaseti hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi vermeye çalışalım.
1. Tehcir ve İskânın Sebepleri
Anadolu’nun Türkleşmesi, İslâmlaşması ve Türk vatanı hâline gelmesine önemli ölçüde etki eden ve Selçuklular tarafından şuurlu ve sistemli bir şekilde uygulanan tehcir ve iskâna, hem Müslüman, hem de Anadolu’daki gayrimüslim unsur konu olmuştur. Tehcir ve iskâna tâbi tutulan Müslüman kitlelerin, ekseriya, Selçuklu sultanları ile aynı etnik kökene dayanan Oğuz Türkleri olduğu açıktır. Gayrimüslim kitleler ise Rumlar ve Ermenilerdir. Bizanslılar tarafından zaman zaman Anadolu’ya iskân edildiğini bildiğimiz Müslüman olmayan Türklerin Selçuklular tarafından tehcir ve iskân edilip edilmediği konusunda ise kaynaklarda bir açıklık bulunmamaktadır.
Fakat, herhâlde, tehcir ve iskâna tâbi tutulan kitleler hangi etnik kökene ve hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, devlet onları bazı sebeplere bağlı olarak tehcir ediyor ve değişik amaçlarla Anadolu’nun farklı bölgelerine yerleştiriyordu. Biz burada fazla ayrıntıya girmeden, tehcir ve iskânın iki önemli sebebi üzerinde durmaya çalışacağız.
A. Siyasî-Askerî Sebepler
Selçuklu hâkimiyeti kurulmadan önce, XI. yüzyılda, Anadolu’da siyasî-askerî mahiyette ilk iskân faaliyetleri Bizanslılar tarafından yapılmış ve bir taraftan Balkanlar’dan getirilen Müslüman olmayan Türkler Anadolu’nun değişik yerlerine iskân edilirken öte yandan doğu sınırlarının emniyete alınması ve burada tamamen Rum unsuruna dayalı bir savunma teşkilâtının kurulabilmesi için, İmparator Basil II tarafından, küçük Ermeni krallık ve prensliklerine son verilerek, oldukça kalabalık Ermeni kitleleri Kilikya ve Kapadokya bölgesine iskân edilmişti.11
XI. yüzyıl öncesi Bizans-İslâm mücadeleleri Anadolu’nun tahrip olmasına sebep olmuş ve buna bağlı olarak ülke nüfûsu oldukça azalmıştı. XI. yüzyıl ve sonrasının Türk-Bizans mücadeleleri ve Haçlı seferleri sırasında vuku bulan ölüm ve göçler dolayısıyla Anadolu’nun yerli nüfûsu daha da azaldı. Nüfûsun böylece eksilmesi ve fethedilen toprakların mirî sistem içinde değerlendirilmesi Anadolu’da geniş iskân sahâlarının açılmasına imkân verdi. Bu toprakların bir Türk yurdu hâline getirilmesi kesin kararı ile hareket eden Selçuklu sultanları, ortaya çıkan müsait durumdan faydalanarak derhal harekete geçtiler ve açılan topraklara Türkmen topluluklarını yerleştirmeye başladılar. Yalnız Selçuklular, bu iskân faaliyetinin başıboş bırakılmasının, şuursuz ve plânsız yapılmasının devletin geleceği bakımından bazı mahzurlar çıkarabileceğini düşünmüş, bu sebeple, tehcir ve iskân zarureti ile karşı karşıya geldiklerinde, bunun, millî menfaatler doğrultusunda, sistemli bir şekilde yapılması gereğini her zaman hissetmişlerdir.
Böylece Selçuklu sultanları, ilk fetih yıllarından başlamak üzere, Moğol istilâsının sebep olduğu göçler de dahil, Anadolu’ya gelen Türkmenleri, yukarıda kısaca temas ettiğimiz genel iskân politikası çerçevesinde, daha ziyade uçlara, yani devletin sınır bölgelerine yerleştirmeye başladılar. Göçebelerin parçalanarak uçlara yerleştirilmeleri ile hem onların içeride, zayıf ve buhranlı zamanlarda, karışıklık çıkarmaları önleniyor, hem de sınırlarda düşmana karşı mühim bir askerî güç bulundurulmuş oluyordu.12 Buna rağmen uçlarda toplanan Türkmenler, zaman zaman, devlet politikasında etkili olabilecek faaliyetlerde bulunuyorlardı. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ikinci defa tahta oturması sırasında Uç Türkmenlerinin oynadıkları rol, onların yoğunluklarını ve devlet içindeki etkilerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bu konuya temas eden İbnü’l-Esir: “Bu sırada Süleyman öldü, ümerâ oğlunu sultan ilân etti. Fakat Uç Türkmenleri bunlara muhâlefet ettiler. Onların bu bölgede sayıları çoktu” demektedir.13 Daha önce de, Tonguzlu (Denizli), Honas havalisinde bulunan Türkmenlerin, II. Kılıç Arslan’ın rızası hilâfına, III. Haçlı Seferi’ne çıkan Friedrich Barbarossa ile savaştıkları bilinmektedir.14
Selçukluların bu anlayışla, içte siyasî birliği ve huzuru korumak, sınırlarda düşmana karşı askerî birlikler bulundurmak amacı ile yaptıkları iskânlar I. Alâaddin Keykubâd tarafından da ciddiyetle ele alındı. Bu devirde Ermeni ve Rum sınırlarına yeni Türkmen aşiretleri yerleştirildi. Keykubâd Ermenek ve havalisini fethedince bu bölgeyi Kamereddin Lala’nın idaresine bırakmış ve alınan İçel bölgesine Karaman Türkmenleri yerleştirilmişti. Böylece İçel bölgesi Türkleştirilirken ayrıca Karamanlılardan Ermenilere karşı askerî güç olarak yararlanmak istenmişti. Zira merkezi önce Tarsus, sonra Sis (Kozan) olan Ermeni Krallığı, Orta Anadolu için önemli idi ve üstelik Selçuklu sultanlığı için büyük bir tehlike teşkil ediyordu.
İşte bu sebepledir ki I. Keykubâd büyük babası II. Kılıç Arslan gibi Türkmenlerle yakından ilgilenmek ve onları bu tehlikeli bölgeye yerleştirmek gereğini duymuştu. Aslında daha II. Kılıç Arslan zamanında Selçuklular, Selahattin Eyyûbî (1174-1193) ile birlikte Halep Türkmenlerini Kilikya’ya yerleştirmek üzere birçok teşebbüslerde bulunmuş ve buraya pek çok Türkmen yerleştirilmişti. I. Alaaddin Keykubâd’ın uçlara iskân ettiği unsurlar, Moğolların sebep olduğu buhran sırasında Maveraünnehir ve bilhassa Horasan bölgesinden, aileleri ve sürüleri ile birlikte Anadolu’ya gelmiş ve bu ülkenin nüfûsunu oldukça çoğaltmış olan Türkmenler idi. Durumun önemini kavrayan Sultan, derhâl harekete geçerek bu göçebeleri çok iyi bir şekilde karşılamış ve klâsik Selçuklu iskân politikasına uygun olarak onları, hemen Oğuz Bozok ve Üçok gruplarına ayırarak sınır bölgelerine göndermişti. Nitekim 1228’de Üçoklardan Karamanlılar Ermeni hudutlarına yerleştirilirken, Bozokların bir kısmı da batı ucunu oluşturmak üzere Kastamonu, Eskişehir bölgelerine iskân edilmişlerdir. Sonradan Bozoklardan olan Kayılar, aynı bölgeye gelerek, daha da ileriye götürülmüş olduğu anlaşılan alanlara, yani Söğüt, Domaniç ve Karadağ civarına yerleşeceklerdir.15
Selçukluların fethettikleri şehirlerde oturan yerli Hıristiyan ahâliyi çıkarıp, yerlerine Türkleri yerleştirdiklerine dâir çeşitli örnekler de mevcuttur. Ankara meliki Muhyiddin Mes’ud 1197’de, Kastamonu vilâyetine tâbi Dadybra (Zâlifre) şehrini fethedince, vergi ödemek suretiyle şehirde kalmak isteyen halkın teklifini reddetti. Onların aile ve mallarıyla çıkıp gitmelerine müsaade edip yerlerine Türkleri yerleştirdi.16 Selçukluların bu tür tehcir ve iskânları büyük ölçüde siyasî sebeplere dayanıyordu. Hatta fethedilen önemli şehirlere yerli halk tehcir edilmeden, oraya ilim, kültür ve san’at erbabının yerleştirilmesi de aynı siyasî sebeplerle yapılıyor ve bu yolla Türkleştirme-İslâmlaştırma faaliyetleri daha etkin olarak sürdürülmek isteniyordu.
I. Gıyaseddin 1205 yılında Denizli’ye bir sefer düzenlemiş bölgeyi itaati altına almıştı. Ancak bir süre sonra bu bölgenin halkı isyan etti. Sultan 1210 yılında ikinci defa Denizli’ye sefere çıktı. Sultanın şehit olduğu bu sefer zaferle sonuçlanınca Denizli ve çevresinin yerli halkı tehcire tâbi tutulmuş ve çok sayıda Türkmen bu bölgeye yerleştirilmişti.17
Diğer taraftan, nasıl Oğuz kabilelerinin parçalanarak iskân edilmeleri ile onların merkezî hükümete karşı isyanları engelleniyor idiyse, aynı şekilde Hıristiyan ahâlinin isyanı ihtimaline karşı da sultanlar, bulundukları yer veya şehirlerden yerli Hıristiyan unsuru tehcir ve yerlerine Türkmenleri iskân ediyorlardı. Müneccimbaşı’ya (1702) göre, 1216’da, Antalya’da Hıristiyanlar ayaklanmış ve Türkleri şehirden çıkarmışlardı. Çıkmayanlar ise öldürülmüştü. Üstelik âsiler Kıbrıs’tan yardım istemiş ve görmüşlerdi. Durumu Öğrenen Sultan I. İzzeddin Keykâvüs derhâl harekete geçerek Antalya’ya gelmiş ve sıkı bir muhasaradan sonra şehri tekrar ele geçirmişti. Bu sırada âsiler öldürülmüş ve pek çok esir alınmıştı. En önemlisi Sultan, derhâl bunların yerine Türkmenleri getirip iskân etmişti.18
Diğer taraftan Selçuklular, Anadolu’nun Türkleştirmesini, İslâmlaştırmasını ve vatan hâline gelmesini kolaylaştırmak için kendi arzuları ile başka yerlere göç etmek isteyen gayrimüslimlere de her türlü kolaylığı sağlıyorlardı. Papaz Grigor’un: “Hâlep emiri Nureddin, Tel-Beşir’i alınca teslim şartlarına göre Tel-Beşir’de bulunan Frank ve Ermeni Hıristiyanları Antakya’ya veya başka bir yere gitmek istedikleri takdirde salimen oralara götürülecekti. Aynı şey Sultan Mes’ud ve oğlu Melik (Kılıç Arslan) tarafından da bundan evvel yapılmıştı. Onlar bunu, Hıristiyanların dinlerine veya kendilerine karşı besledikleri sevgiden değil, memleketlerini kolayca ele geçirmek için yapmışlardı.”19 sözü, Selçuklu sultanlarının işte bu düşünce ve uygulamalarına işaret etmektedir.
Bütün bunlar bize Selçukluların, siyasî-askerî sebeplere bağlı olarak Hıristiyan Anadolu yerli unsuru ile, yerleşmek ve yurt edinmek üzere Anadolu’ya gelen Müslüman Türkmenleri iskâna tâbi tuttuklarını göstermektedir. Ancak Anadolu’da gerçekleştirilen iskânların tek sebebi bu değildir.
B. Ekonomik Sebepler
Selçukluların titizlikle üzerinde durdukları tehcir ve iskânın ekonomik sebepleri de bulunmaktadır. Anadolu’nun iktisadî yapısı, gerek Bizans hâkimiyetinde gerek ilk Selçuklu fetihleri sırasında iyice sarsılmıştı. Zaten ekonomik bakımdan Ortaçağ Bizans şehri, ticaret ve zanaattan çok, tarıma dayanıyordu. VII. yüzyıldan itibaren XI. yüzyıla kadar Anadolu’nun devamlı Müslümanların akınlarına hedef olması ülkenin iç kısımlarındaki zengin şehirlerin bu akınların bütün sonuçlarını hissetmelerine sebep oldu. Bizans şehirleri gittikçe fakir ve bakımsız bir duruma düştü.20 Ülkenin azalan nüfûsunun, Selçuklu fetihlerinin başlangıçtaki olumsuz etkisi ile daha da azalması tarım ekonomisine dayanan Bizans şehirlerini büsbütün küçülttü ve fakirleştirdi.
Bizanslılardan, ekonomik bakımdan, böyle bir Anadolu devralan Selçuklular; takip ettikleri iskân ve imar siyaseti ile kısa zamanda harap olan şehirleri imar etmeyi, azalan üretimi artırmayı ve duran ticarî faaliyetleri yeniden canlandırmayı başardılar. Selçuklu sultanları, bu müsbet sonuca ulaşabilmek için, çoğu zaman ekonomik hedefleri göz önüne almış, Müslim ve gayrimüslim ahâliyi tehcir ve iskâna tâbi tutmuşlardı.
XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya giren göçebe Türkmenler, Anadolu’nun coğrafî yapısı ve ekonomik imkânlarını çok iyi bilen Selçuklu sultanları tarafından kendilerine uygun gelecek bölgelere; Bizanslılar tarafından fazla ilgi görmedikleri kolayca tahmin edilebilecek olan, hayvancılığa çok müsait otlak ve meralara yerleştiler. Bu durum Anadolu iktisadî hayatına hayvancılığın yeni bir unsur olarak girmesine sebep oldu.21
“Göçebelikten yerleşmeğe geçen ilk durak, şehirlerden çok köyler olmuştu.”22 Selçuklular, şehirlere, genellikle daha önce de şehirlerde yaşamış olanları yerleştirirken, köylere Oğuz boylarını iskân ediyorlardı.23 Böylece bir yandan nüfûsu boşalan, ıssızlaşan ve harap olan köyler yeniden imar edilir ve şenlendirilirken, diğer taraftan göçebelerin yerleşik hayata geçişleri sağlanıyordu. Bu durum hem hayvancılığın devamına imkân veriyor, hem de Türklerin ekonomik üretimi ellerine geçirmeleri gibi önemli sonuçlar doğuruyordu.
Selçukluların, siyasî ve iktisadî hedefler gözetilerek, Türkmenleri Anadolu’ya yerleştirmeleri ve bu arada yürütmeye çalıştıkları genel iskân politikası, Anadolu’nun ekonomik yapısına olumlu yönde etki yaparken, Sultanlar, fethedilen şehirlerin iktisadî hayatına Türk unsurunu hâkim kılmak için de bazı teşebbüslerde bulunuyorlardı. Bunun için sür’atle başka yerlerden tüccar ve sermayedarları tehcir edip bu şehirlere getiriyor ve devletin himayesi ve öncülüğünde oraya iskân ediyorlardı. Bu durum şehirlerin Türkleşmesinin yanında ekonomik yönden gelişmesine de katkıda bulunuyordu. Sinop’un fethinden sonra (1214) Sultan I. İzzeddin Keykâvüs’ün, memleketin her tarafına fermanlar göndererek, tüccar ve zenginlerin seçilerek Sinop’a gönderilmesini istemesi bu hususa güzel bir örnektir.24
Selçuklu sultanları tarafından, XIII. yüzyılda Batı Anadolu topraklarına Türkmenlerin yerleştirilmesi ve şehirlerle kasabaların da eski Selçuklu şehirli ve kasabalı zümreleri tarafından doldurulması, sadece köylerde tarımsal üretimin artması ile sonuçlanmamış, bunun yanı sıra zanaatın da Rumlardan Türklere geçmesini mümkün kılmıştır. Böyle bir gelişmenin sonucudur ki, Selçuklu ülkesinin güneybatı ucunu oluşturan Denizli ve çevresi Türkmenlerin eline geçince, burada, eski Bizans dokumacılığı yerine, belki daha canlı bir Türk dokumacılığı ortaya çıkmıştı.25
2. İskân Mahâlleri
Fethedilen bütün Anadolu toprakları iskân mahâlli olarak değerlendirilmiş ve bu toprakların her köşesine Türkler yerleştirilmiştir. Yalnız şu husus unutulmamalıdır ki, XI-XIII. yüzyıllarda Anadolu’ya gelen Türkler veya diğer Müslüman unsurlar, muhtelif sosyal sınıflardan meydana gelmekte idi. Çoğu göçebe olan bu kitleler arasında ziraatla uğraşan köylüler, şehirli esnaf ve tüccar grubu, ulemâ ve dervişler, bürokratlar da vardı. Şüphesiz bu sosyal gurupların iskânının tesadüflere bırakılması doğru değildi. Açılan topraklarda kendilerine uygun sahâlar bulunması ve oralara yerleştirilmeleri gerekiyordu. Böyle bir iskân anlayışı, hem sosyal bütünlüğün sağlanması, hem de ekonomik verimliliğin artırılması bakımından oldukça önemli idi. Zira, meselâ, göçebelerin şehir ve kasabalara yerleştirilmelerinin hiçbir iktisadî kazanç sağlayamayacağı açıktır. Hatta, ancak yayla ve kışlaklarda, hayvancılığa dayanan üretim faaliyetleri ile faydalı olabilecek bu unsur, şehirlerin emniyet ve asayişi için oldukça tehlikeli de olabilirlerdi. Aynı şekilde esnaf ve tüccar gurubunu köy ve kırlara yerleştirmekle de hiçbir kazanç elde edilemezdi.
Bu durum, Anadolu’ya göç eden her grubun kendi sosyal yapısına uygun bir sahaya iskânını zarurî kılmıştır. Bu zaruret sonucudur ki çoğu zaman halk, kendi sosyal yapısına uygun sahâları bulmuş ve kendiliğinden oralara yerleşmiştir.
Bütün bunlar, aslında Anadolu’nun tamamını kapsayan fakat aralarında çok büyük farklar bulunan iki ayrı iskân sahasının doğmasına sebep olmuştur: Köyler ve Uçlar, Şehirler. Yalnız şehirler oldukça sınırlı bir sahayı ifade ettiği hâlde, köyler ve uçlar yayla ve kışlakları da içine alan çok geniş iskân yerleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
İskân sahâlarını toponimik araştırmalar doğrultusunda ayrı bir değerlendirmeye tâbi tutmak da mümkündür. Bu durumda Anadolu’nun üç ayrı çeşit iskân sahası manzarasına sahip olduğunu görebiliriz.
Birincisi tamamıyla Türkçe yer adları taşıyan iskân yerleridir. Bu yerler Türkler tarafından iskân olunan boş araziler olup tabiatıyla bu gibi yerlerde kurulan köy ve kasabalarla bunların semtlerine ait isimler hep Türkçe aslından gelmektedir. Selçuklular devrinden beri, vakfiyelerde görüldüğü gibi, bu çeşit köyler Türkçe isimlerle, özellikle boy adları ile adlandırılmıştır. Yerli halkın azlığı, boş yerlerin çokluğu dolayısıyla, Orta Anadolu, bu bakımdan diğer sahâlara oranla daha önemli bir yer işgal eder.
İkincisi, yıkılmış, nüfûsu göçmüş veya içinde çok az kişini yaşadığı köy ve kasabalardır. Bu gibi iskân sahâlarına yerleşen Türkler, buraların eski adlarını genellikle muhafaza etmişler veya Türk fonetiğine uydurmuşlardır. Fakat köyün semt ve mevkilerine ait bir kısım eski adları terk ile yerlerine Türkçe isimler koymuşlardır, isimleri Türkçe olmayan ve bu şekilde Türkleşen birçok köyler bu özelliklere sahiptirler. Fetih zamanlarında Orta Anadolu’ya oranla daha fazla meskûn olan ve genellikle Ermeni halkın terk ettiği doğu bölgelerinde bu tip yerlere daha çok rastlanmaktadır.
Üçüncüsü, mamur ve Hıristiyanlarla meskûn köy ve kasabalardır. Bu çeşit yerlerde yerli nüfûsun yanına yerleşen ve gittikçe sayıları artan Türk halkı, yerlilerin köye ve semtlerine verdikleri isimleri kullanmış ve bu gibi sahâlar toponimik bakımdan Türkleşme imkânı bulamamıştır. Menşei tamamıyla ihtida etmek suretiyle Türkleşen köyler de bu gruba dahildir.26
Burada, toponimik araştırmaların Anadolu’nun Türkleşmesi olayını aydınlatmak hususunda taşıdığı öneme işaret ederek tekrar temel iskân sahâları olmaları itibariyle köy ve uçlarla şehirlere dönelim.
A. Köyler ve Uçlar
Azerbaycan ve Anadolu bölgesi, özellikle Orta ve Batı Anadolu sahası, göçebeliğe çok elverişli tabiat şartlarına sahip bulunmaktadır. Bu durum, İran’dan geçerek Azerbaycan ve Anadolu’ya gelen göçebe Türkmenlere kendilerini hiçbir adaptasyona tâbi tutmadan bu topraklara yerleşme imkânını vermiş oluyordu.
Selçukluların genel iskân politikasının, Türkmenlerin uçlara yerleşmesi doğrultusunda gelişmiş olmasının verdiği kolaylıklar da yerleşmelerin daha çok uçlarda yoğunlaşmasına sebep olmuştu. Bunun yanında Ege bölgesinde teşekkül etmiş olan uç sahasının Türkmenler için arz ettiği hayat şartlarının, Marmara ve Karadeniz bölgesi ile mukayese edilince, daha elverişli olması, batı ucundaki yığılmayı daha da artırmıştı. Hayvan otlatmağa ve yaylacılığa, sürüleri kışlağa çekerek az masrafla beslemek için ılıman iklimli mahfuz yerlere malik olan Batı Anadolu, hayvancılıkla uğraşan aşiretlerin mahsûllerini kolayca dışarıya satabilmeleri için de işlek liman pazarlarının çok bulunduğu bir bölge idi.27
Şurası unutulmamalıdır ki, bölgelerin coğrafyası açısından Türkleşme Anadolu’nun her yerinde aynı kesafette olmamıştır, işaret ettiğimiz coğrafî-ekonomik sebeplerin yanında kuzey ve batıda Bizanslılarla, güneyde Ermenilerle olan sınırların siyasî bakımdan taşıdıkları önem, o bölgelere bazen kendiliğinden, bazen de şuurlu bir iskân faaliyeti sonucu kalabalık Türkmen unsurunun gelmesine sebep olmuştur. Batı sınırları boyunca cereyan eden siyasî olaylardan sık sık bahseden Bizanslı yazarlar, çoğu zaman bu olayların geçtiği yerlerden Türkçe adlarıyla söz ederler. Bundan da biz, bu yerlerin bir Türkmen yığınağı hâline geldiğini ve çok çabuk Türkleştiğini, bu Türkleşme dolayısıyla Rumların bu yerlerin eski adlarını artık unutmuş olduklarını anlıyoruz. Bu etnik değişiklik sonucudur ki, Batılı yazarlar, XII. yüzyıl sonlarında artık Anadolu’ya “Turchia” demeye başlamışlardır.28
Uçlarda toplandıklarını gördüğümüz göçebe Türkmenler, kendi ihtiyaçlarına yetecek kadar ziraatla meşgul olmakla beraber, bilhassa hayvan sürüleri yetiştirerek yaşıyorlar ve bu arada Orta Asya’dan getirdikleri halıcılık san’atı ve nakliyecilik de onlar için ek bir üretim vasıtası oluyordu. O zamanlar Anadolu’nun pek meşhur olan atlarını yetiştirenler, halılarını dokuyanlar bunlardı. İrsî reislerinin idaresi altında yaşayan bu aşiretlerin yayla ve kışlakları belli idi. Fakat göç zamanlarında bunlar yolları üstündeki köylere zarar vermekten, tahribat yapmaktan geri durmuyorlardı. Zaman zaman muhtelif aşiretler arasında mücadeleler de eksik olmuyordu.29
Bu göçebelerden askerî maksatlarla hudut boylarına yerleştirilenlere de yayla ve kışlaklar verilirdi. Üstelik bunlardan askerî hizmetlerine karşılık vergi alınmadığı da tahmin olunmaktadır. Bu sınır aşiretleri gerektiği zaman orduya da katılıyorlardı. Kadın ve çocukları da silâhlı olan bu cengâver aşiretler uçlarda çok yararlık gösteriyorlardı. XIII. yüzyıl, Selçuklu Devleti’nin Moğol işgali dolayısıyla iyice zayıflamasını fırsat bilen Trabzon Rumlarının Sinop’a karşı düzenledikleri bir hücumu, daha önce Samsun-Ordu-Giresun sahasına yerleştirilen Çepni kabilesine mensup Türkmenlerin engellemeyi başarmış olmaları, onların bu cengâverliklerini göstermesi bakımından önemlidir.30
Moğol işgali sırasında iskân sahası olarak uçlar daha çok önem kazandı. Moğollardan kaçan farklı sosyal sınıflara mensup kitleler, kendileri için sığınacak yer olarak uçları görmüş ve eskisine oranla çok daha kalabalık Türkmen zümreleri uçlarda toplanmaya başlamıştı. Öte yandan Moğolların hâkimiyetlerini uçlara ulaştıramamaları, Uç Türkmenlerinin bağımsızlıklarını elde etmelerine ve beyliklerin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Bir iskân sahası olması itibariyle köylere gelince: Köylü sınıfı Anadolu nüfûsunun önemli bir çoğunluğunu oluşturuyordu. Ne yazık ki yüzyıllar boyunca süren uzun mücadeleler köy hayatına ağır darbeler indirmişti. Köylüler kendilerini daha iyi koruyabilmek için müstahkem mevkilere çekilmiş, bu da birçok köyün tamamen terk edilerek harap olmasına, toprakların işletilmeden bırakılmasına sebep olmuştu. Azalan nüfûsla beraber tarımsal üretim de süratle düşmüştü. İlk Selçuklu fetihlerini tahribatı da bir süre devam etti. Fakat XIII. yüzyılın son yıllarında başlayarak yavaş yavaş köy hayatı canlanmağa başladı.
“Horasan’da Büyük Selçuklu Saltanatı’nın kurulması ile başlayan büyük muhaceretin Anadolu’ya yığdığı unsurlar yalnız göçebe unsurlar değildi; Anadolu’ya gelen Türkler arasında, Orta Asya’da çok eski zamandan beri köy hayatına, hatta şehir hayatına geçmiş her çeşit halk mevcuttu. Binaenaleyh bunlar, yeni geldikleri yerlerde de aynı hayat şartlarını devam ettiriyorlar, köylüler derhâl köylerini kurarak, ziraî istihsale başlıyorlar, şehirliler şehirlere yerleşiyorlardı.”31 Devletin menfaati düşünülerek gayrimüslim çiftçilerin de Selçuklular tarafından himaye edilmesi azalan köy nüfûsunun artmasına yetmiyordu. Bu durumda göçebelerin gruplar hâlinde köylere iskânı zarureti ortaya çıktı. Böylece köyler göçebelikten yerleşik hayata geçişte ilk durak oldu.32
Selçuklular devrinde, Anadolu’da terkedilmiş köyler yeniden şenlendirilirken öte yandan tamamen yeni Türk köyleri kuruldu. Araştırmalar, göçebelerin Orta Asya’daki köylerinin adlarını Azerbaycan ve Anadolu sahasına taşıdıklarını ve buralarda yerleştikleri yeni köylere verdiklerini göstermektedir. Bugün Anadolu’da pek çok köy ve yer adının Oğuz boylarının adları ile ilgili olduğu veya Orta Asya’dan Anadolu’ya taşındığı bilinmektedir.
Az nüfuslu Hıristiyan köyleri de iskân sahâları olarak önemlidir. Zira bu çeşit köylere Türklerin yerleşmesi, yerli unsuru azınlık durumuna düşürmüş, bu da Türk çoğunluğu arasında ve Türk hakimiyeti altında bunların Türkleşmelerine ve İslâmlaşmalarına sebep olmuştur.
Bu devirde köylerin daha çok ticaret yolları boyunca ve büyük şehirler çevresinde kurulduğunu tahmin etmek zor değildir. Zira böyle bir yerleşme hem köy ekonomisinin gelişmesi için gereklidir hem de daha rahat savunma imkânları vermektedir. O devir şehirlerinin sağlam kalelere sahip olmaları, civardaki köylerin güvenliği için bir teminat oluyor, tehlike ânında da köylüler kalelere sığınıyorlardı. Ayrıca şehirler, bu köylerde üretilen mallar için iyi bir pazar durumunda idi. Yalnız genel karışıklık ve istilâ zamanlarında bu köyler daha çok zarar görüyor ve tahribe uğruyordu.33
B. Şehirler
Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması açısından şehirlerin önemi büyüktür. Çünkü Türk-İslâm kültürünün yayılma merkezleri şehirler olmuştur. Bizans devri Anadolusu’nun zengin şehirleri, tıpkı köylerde olduğu gibi, uzun süren Bizans-İslâm mücadelesinin bütün sonuçlarını hissetmiş ve tahribattan kurtulamamıştır. Ticaret ve zanaattan çok tarıma dayandığını bildiğimiz bu şehirler, çevrelerindeki köylerin yakılıp yıkılması sonucu ekonomik güçlüklerle karşılaşmıştır. Bir süre sonra aynı yıkıma şehirlerin de uğraması, daha önce buralarda oturmaya imkân bulan ahâlinin göç etmelerine sebep oldu. Bu da nüfûsu azalmış, ekonomik hayatı felce uğramış, kendini savunma zorlukları çeken küçük şehirler ortaya çıkardı. Böylece İslâm’ın yükselişinden kısa bir zaman sonra, Anadolu’daki Bizans şehirleri gittikçe fakir ve bakımsız bir duruma düştü. VII. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar devam eden bu düşüşle şehirler, sayıca fazla azalmamış olsalar bile, iyice küçülmüş ve fakirleşmiş oluyorlardı.34
İlk fetih yıllarında Anadolu şehirlerinin birer iskân mahâlli olmaları yanında, belki ondan da önemli olarak, müstahkem mevkiler şeklinde düşünüldüğü oluyordu. Fetihlerden hemen sonra şehirlerin surlarının tamir ve tahkimi ile uğraşılması bunu gösteriyor. Böylece eski Bizans şehirleri kısa zamanda çok iyi korunan Türk garnizonları hâline gelmişti.35
Selçuklu orduları ile birlikte gelen veya orduları arkadan takip eden göçebe Türkmen kitlelerinin sosyal yapılarına çok uygun düştüğü ve Orta Asya coğrafyası ile büyük benzerlikler gösterdiği için, ovalık yerler tabii olarak siyasî fetihten hemen sonra tam bir Türkleşmeye bırakıldı. Hâlbuki şehirlerde Türkleşme şüphesiz daha yavaş fakat durmadan Rum unsurunun tamamen emilip yok edilmesi şeklinde gelişti.36 Genel olarak ağır ağır Türkleştiğini ve İslâmlaştığını bildiğimiz Anadolu şehirlerinin bazılarında Türk unsuru uzun zaman azınlıkta kalmıştı. İbn Battûta (1369) Erzincan’dan bahsederken, şehir halkının çoğunun Ermeni olduğunu kaydediyor.37 Buna mukabil sür’atle Türkleşen şehirlere rastlamak da mümkün olmaktadır. Samsun, XIII. yüzyılda çabuk Türkleşen bir şehir olarak gösterilebilir. 1074’de Türklerin eline geçen Amasya’nın XIV. yüzyılda Hıristiyan nüfûsu çok azdı.38
XI-XIII. yüzyıllar arasında sürekli olarak muhacirlerin gelip yerleştikleri şehirleri iki grupta incelemek daha doğru olur. İlk gruba girenler eski Bizans şehirleridir. Bunlar tahribe de uğrasalar varlıklarını korumuş ve Selçuklular devrinde de önemli merkezler olarak dikkat çekmiştir. Erzurum, Erzincan, Sivas, Niksar, Amasya, Kayseri ve Konya bu çeşit şehirlerdendir. Bunlar kadar gelişmiş olmayan birçok Anadolu şehrini de bu listeye ilâve etmek gerekir. Bu tür şehirlerde hiç ara verilmeden oturulmuş ve bu durum Selçuklular döneminde de devam etmiştir. Bunların dışında, fetihten sonra tamamen yeniden kurulan yahut eski Bizans şehirlerinin yanında teessüs edip giderek o şehirlerin halkını da kendisine çeken şehirler vardır ki, bunları ikinci grup içinde görmek gerekir. Eskişehir böyledir ve adına rağmen, yıkılan Dorylaion şehrinin iki kilometre güneyinde kurulmuş yeni bir şehirdir.39 İbn Battûta’nın XIII-XIV. yüzyıllarda oldukça refah içinde bulunduğunu belirttiği Lâdik için de aynı şeyler söylenebilir. Türkler bu bölgeyi fethettiklerinde meşhur bir yerleşme yeri olan “Laodicea” şehrine iltifat etmediler. Fakat adını ondan alan yeni bir şehri onun yanında kurdular. Böylece Türk Lâdik (Donguzlu = Denizli) şehri ortaya çıktı. İki şehir halkı arasındaki ticarî bağlar, Türklerin Hıristiyan kadınlarla evlenmeleri, politik ve ekonomik baskılar ve Hıristiyan halkın kısmen İslâmlaşması gibi gelişmeler, sonunda eski Laodicea’nın yavaş yavaş terk edilmesine ve yeni Lâdik şehrinin onun yerini almasına yol açtı. Hatta uzun zaman Denizli yerine Laodicea’dan alınma Lâdik, Lâzik, Lâzkiye adları kullanıldı.40
Şehirlerin muhasara ve zapt edilmesi sırasında yerli halkın önemli ölçüde azalmış olması gerekir. Zaten pek çok kişi daha savaş başlamadan şehirleri terk ediyor ve daha emin olarak gördükleri yerlere çekiliyorlardı. Fiilen harplere katılan erkeklerden bir kısmı da telef oluyordu. Bu arada esir edilen erkek, kadın ve çocukların bulunacağı da düşünülürse, yeni fethedilen şehirlerde yerli unsurun önemli zayiata uğradığını tahmin etmek mümkündür.
Bu durum, Selçuklulara şehirlerin iskânı sırasında büyük kolaylıklar sağlamış olmalıdır. Zira gazilerin ve diğer sosyal grupların iskânında, Hıristiyanların metruk ev, dükkan ve arazilerinin kullanılması, hem devlet adamlarına büyük kolaylıklar sağlamış oluyor hem de Türk nüfûsunun sür’atle artmasını temin etmiş bulunuyordu. Diğer taraftan, şehirlerin Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında önemli sayılabilecek başka bir sosyal hadiseye burada temas etmek gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki fethedilen şehirlerde azalan erkek nüfûsuna karşılık dul ve kimsesiz kalan Hıristiyan kadın ve kızlarının sayısı artma gösteriyordu. Bu kadın ve kızlarla Türklerin evlenmeleri, hem şehrin etnik yapısının değişmesine sebep oluyor, hem de Türkleşme ve İslâmlaşmanın önemli âmilleri arasında yer alıyordu.41
Fetihlerden hemen sonra bürokrasinin de şehirlere yerleştirilmesinde titizlik gösteriliyordu. Bu cümleden olarak vali ve maiyeti, asayiş memurları, vergi memurları, mahkeme erkânı, kale erenleri hemen alınan şehirlere geliyor, böylece Türk nüfûsu artırılıyor ve Türk hâkimiyeti sağlanıyordu.42 Fetih hakkı olarak birkaç kilisenin camiye çevrilmesi ve bunların etrafında hemen Müslüman mahallelerinin teşekkülü, İslâmlaşma açısından önemli gelişmelerdi. Bu arada ekonomik hayatın düzenlenmesi için bazı tedbirler de alınmış olmalıdır. Selçuklu fetihleriyle büyük benzerlikler arz ettiğini gördüğümüz ilk Osmanlı fetihlerinden bahseden tarihçiler, bu konuda da bilgi vermektedirler. Âşıkpaşaoğlu, Karaca Hisar’ın zaptı ve şehirdeki ilk faaliyetlerden bahsederken şöyle diyor: “Kadı konuldu, subaşı konuldu, pazar kuruldu ve hutbe okundu. Bu halk kanun ister oldular.”43 Daha sonra aynı yazar Osman Gazi (1300-1324) ile bir Germiyanlı arasında Karaca Hisar pazarının vergileri hakkındaki meşhur konuşmayı naklederek Osman Gazi’nin nasıl pazar vergisi koyduğunu anlatır.
Fethin ilk günlerindeki bu âcil iskân tedbirleri ve siyasî hâkimiyetin sağlanması için gösterilen gayretlerden sonra, yıllarca sürecek, köklü Türkleştirme faaliyetleri başlıyordu. Bu safhada devlet lüzum görürse mecburi tehcir ve iskâna başvuruyordu.44
I. İzzeddin Keykâvüs’ün (1211-1220) 1214 yılında Sinop’u fethinden sonra takip ettiği usûl, kısa ve uzun vadeli iskân ve Türkleştirme faaliyetlerini göstermesi bakımından önemlidir, İbn Bibi’nin bildirdiğine göre, şehir alınınca yerli halktan dileyenlerin bütün ağırlıkları, mal ve çocukları ile birlikte Canit’e gitmelerine izin verildi. Derhâl kiliseler camiye çevrildi. Minberler konuldu. Kadı, imam, hatip, müezzin tayin olundu. Kaleye muhafızlar yerleştirildi. Şehre subaşı tayin olundu ve maiyetine önemli miktarda asker verildi. Cami, medrese ve surlar inşâ edildi. Vilâyetin bütün emlâk ve arazisi tahrir ve dağılan halkı yerlerine davet olundu. Böylece zapt edilen şehirlerde yapılması mutad olan işler yerine getirildi. Fakat asıl önemli olanı, Selçuklu Sultanı, her tarafa fermanlar göndererek tüccar ve zenginlerin seçilerek Sinop’a gönderilmesini emretti. Mülk ve akarı dolayısıyla gelmek istemeyenlerin, mallarının devlet tarafından satın alınarak Sinop’a sevk edilmelerini istedi. Ayrıca dileyen herkesin gelip şehre yerleşebileceklerini duyurdu. Müslüman Türk nüfûsunun bu şekilde şehre iskânı, dinî ve sosyal müesseselerin kurulması ile Sinop, Türkleşmeye ve İslâmlaşmaya başladı. Şehre çok sayıda tüccar getirilmekle de o devirde önemli bir ticaret limanı olan Sinop’un ekonomik hayatı Türklerin eline geçmiş oldu.45
Sonuç olarak, Anadolu’nun Türkleşmesi, İslâmlaşması ve bir Türk vatanı hâline gelmesinde Selçuklu sultanlarının ısrarlı bir şekilde uyguladıkları iskân politikasının tesiri büyük olmuştur. İskân uygulamaları ile Anadolu’nun hem etnik, ekonomik ve kültürel yapısında hem sosyal hayatında büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır. Ülkenin hemen her yerinde yapılan cami, medrese, tekke, darüşşifa ve imaretler, kurulan vakıflar siyasî hakimiyetle birlikte kültürel hâkimiyetin sağlamasını mümkün kılmıştır. Kısaca “Anatolia” Türkleşmiş, İslâmlaşmış ve kısa zamanda Türk vatanı “Anadolu” hâline gelmiştir.46
1 Bahaeddin Ögel, Türk Kültürün Gelişme Çağları, İstanbul, 1971, II, 68 vd.
2 Âşıkpaşaoğlu, Âşıkpaşaoğlu Tarihi (Tevarih-i Âl-i Osman), Haz. N. Atsız, İstanbul, 1970, s. 54.
3 Bk., Ö. L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, İÜİFM, XI, 524-570.
4 Z. V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1946, s. 188.
5 F. Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Ankara, 1972, s. 85.
6 O. Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi. I, 194.
7 H. Cin, Osmanlılarda Toprak Düzeni, s. 92.
8 Z. V. Togan, a.g.e., s. 194.
9 F. Köprülü, a.g.e., s. 86.
10 F. Köprülü, “Osmanlıların Etnik Menşei”, Belleten, VII, 2283.
11 O. Turan, Selçuklular Tarihi, s. 80.
12 F. Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, 4.
13 İbnü’l-Esir, el-Kâmil, XII, 200-201.
14 M. Çetin Varlık, Germiyanoğulları, s. XII.
15 İ. H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 3; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 519; M. Ç. Varlık, a.g.e., s. XII.
16 O. Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, II, 497.
17 O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 288-289.
18 H. Fehmi Turgal, Anadolu Selçukluları (Müneccimbaşı’ya Göre), s. 33.
19 Mateos (Papaz Grigor’un Zeyli), s. 304-305.
20 D. Kuban, Anadolu Türk Şehri, VD, VII, 56-57.
21 M. Akdağ., Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, I, 472.
22 D. Kuban, a.g.e., VD, VII. 61.
23 M. Arif, Anadolu Tarihi’nde Hamidoğulları, TOEM, XI, 938.
24 İbn Bibi, el-Evamirü’l-Alaiyye, (Tıpkı basım) nşr. A. S. Erzi, Ankara, 1958, s. 154.
25 M. Akdağ, a.g.e., I, 461-462.
26 O. Turan, Müsameretü’l-Ahbar (Önsöz), s. 19-20.
27 M. Akdağ, a.g.e., I, 244.
28 C. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, trc. Yıldız Moran, İstanbul, 1979, s. 150-151.
29 F. Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, s. 93.
30 F. Köprülü, a.g.e., s. 94.
31 F. Köprülü, a.g.e, s. 99.
32 D. Kuban. a.g.e., VD, VII. 61.
33 F. Köprülü, a.g.e., s. 100.
34 C-Cahen, a.g.e., s. 156; D. Kuban, a.g.e., VD, VII, 56-57.
35 C. Cahen, a.g.e., s. 157.
36 P. Wittek, Menteşe Beyliği, s. 112.
37 İbn Battûta, a.g.e., İ. Battuta Seyahatnamesinden Seçmeler, Haz., İ. Parmaksızoğlu, İstanbul, 1971, s. 328.
38 D. Kuban, a.g.e., VD, VII, 59.
39 C. Cahen, a.g.e., s. 191.
40 B. Darkot, “Denizli, İA, III, 527-531; D. Kuban, a.g.e., VD, VII, 59.
41 Osmanlı fetihlerinde de aynı şeye rastlıyoruz. Âşıkpaşaoğlu Karaca Hisar’ın fethinden bahsederken: “(Osman Gazi Karaca Hisar’ı fethedince) tekûrun tuttu. Gazilere dahi ganimetler verdi. Şehrin evlerini gazilere ve başkalarına dağıtarak onu Müslüman şehir yaptı.” (s. 14); “Karaca Hisar alınınca şehrin evleri boş kaldı. Germiyan ilinden ve başka yerlerden hayli adamlar geldi. Osman Gazi’den ev istediler. Osman Gazi de verdi” (s. 23); (İznik fethedilince) bilhassa kadınlar çok geldiler. Orhan Gazi: “Bunların erkekleri hani?” diye sordu. “Kırıldılar, kimi savaştan kimi açlıktan”, diye cevap verdiler. Aralarında pek güzel olanları çoktu. Orhan Gazi bunları gazilere paylaştırdı. Emretti: “Bu dul kadınları nikâh edin, alın” dedi. Öyle yaptılar. Şehrin mamur evleri vardı. Evlenen gazilere verdiler. Hazır kadın ve ev ola kim kabul etmeye” (s. 46).
Karaca Hisar’ın fethinden bahsederken Âlî de şöyle diyor: “Filvaki ol zamanda Osman Han kal’ayı teshir ve mal ve menâlı ile tekürünü esir ve memleketini feth-i dilpezîr idüp Sultan ‘Alâü’d-Din’in atabe-i ‘ülyâsına gönderdi. Ve sair ganâimi beyne’n-neferât taksim idüp Karaca Hisar kenâyisini mesacid ve cevami’ kıldı ve küffarın mamur ve abadan hanelerini eshab-ı cihada temlik idüp.” (Künhü’l-Ahbar, V, 29).
42 M. Akdağ, a.g.e., I, 497.
43 Âşıkpaşaoğlu, a.g.e., s. 23.
44 Selçukluların, fethedilen şehirlerin Türkleştirilmesi ve İslâmlaştırılması için, yerli halkı başka yerlere tehcir ile onlardan boşalan yerlere Türk ve Müslüman unsuru iskân etme politikasını Osmanlılar da aynen devam ettirmişlerdir. Fatih’in, Trabzon’u fethedince, yerli Hıristiyanlardan bir kısmını hizmete alması, bir kısmını İstanbul’a göndermesi, geride kalanlardan çoğunu da surların dışına çıkarması ve buna mukabil Rumlardan boşalan yerlere, Samsun, Çorum, Amasya, Tokat gibi civar şehirlerden Müslüman aileler getirterek Trabzon’a yerleştirmesi bunu gösterir. (Bk., Ö. L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, İÜİFM, XV, 209-237; Ş. Tekindağ, “Trabzon”, İA, XII1).
45 İbn Bibi, a.g.e., s. 154; O. Turan, “Keykâvüs”, I, İA, VI, 635-636; H. F. Turgal, Anadolu Selçûkîleri (Müneccimbaşı’ya Göre), s. 35.
46 Geniş bilgi için bkz.: Osman Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslâmiyet’in Yayılışı, İstanbul, 1981.
Dostları ilə paylaş: |