İlk Müslüman


Ad Bilimi Perspektifinden Anadolu'nun Türkleşmesi Sürecine Farklı Bir Bakış / Ahmet Karadoğan [s.283-287]



Yüklə 14,56 Mb.
səhifə23/95
tarix17.11.2018
ölçüsü14,56 Mb.
#83295
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   95

Ad Bilimi Perspektifinden Anadolu'nun Türkleşmesi Sürecine Farklı Bir Bakış / Ahmet Karadoğan [s.283-287]

Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Giriş


Ad kavramı eskiden beri insanlar için çok büyük önem taşımıştır. Yapılan incelemelerde adın eskiden beri gerçekten de insanlar için çok önemli bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. Birçok toplumda bir varlığın adını anmak onu çağırmak anlamına geliyordu. İslâmiyet’te Allah’ın adları yerine sıfatları anılır. Aynı duruma Hıristiyanlar ve Budistlerde de rastlanır. Almanlar şeytanın adı olan Satan yerine onu tersten söyleyerek Natas derler. Fransızlar da Diable yerine onun bozulmuş biçimleri olan Diacre, Diantre gibi şekilleri kullanırlar. Buradaki durum, adın insanlar için taşıdığı önemden kaynaklanmaktadır.1

Hatta kimi toplumların mitolojisinde varlık ile sözcük, sözcük ile anlam birbirinden ayrılmazlar, bir birlik olarak görünürler. Sözcük, varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını bilen kimse nesneler üzerinde de egemenlik kurar.2

Ad bilimi çalışmaları içinde dünyada daha çok yer adı bilimi üzerinde çalışılmıştır. Avrupa ülkelerinde kent, kasaba, köy gibi yerleşim merkezlerinin adları titizlikle incelenmiş, bu adlardaki değişme ve gelişmeler tarih kaynaklarından izlenerek göz önüne serilmiştir. Yer adı araştırmalarından yalnızca geçmişe ait bilgiler edinilmemekte, dil tarihine, yerleşme tarihine, ülkenin etnik yapısına ilişkin önemli bilgiler sağlanmaktadır.

Bu sebeple uzunca bir müddet yer adları üzerinde derinleşen ad bilimi incelemeleri genellikle dil dışı birtakım öğeleri aydınlatma amacı gütmüştür. Birçok ülkenin yerleşme tarihinin öğrenilmesinde birtakım olayların aydınlatılmasında bu adlardan yararlanılmıştır. Bunun sonucunda yer adları uzun süre yalnızca tarihî kaynaklar olarak görülmüştür. Günümüzde de bu alanı kültür tarihinin ve coğrafyanın yardımcısı olarak görenler, hatta coğrafyanın ve tarihin çerçevesi içine sokanlar vardır. Ancak bugün genel olarak özel adlar ve yer adları başlı başına birer dil malzemesi olarak kabul görmektedir. Bach, köken incelemesinin ad biliminin ancak yan sorunu olduğunu, yerleşme ve kültür tarihinin onun asıl alanının dışında kaldığını, dilcilerin onları birer lengüistik öğe olarak kavradıklarını söylemiştir.3

Bu çalışmada özel adlar, hususen yer adları, bir coğrafyanın yerleşme tarihi ve bir milletin kültür tarihi ile ilgili önemli bir meseleye ışık tutmada malzeme olarak kullanılacaktır.

Anadolu’daki İlk Dönem Türklerinin Kullandığı Özel Adlar ve Bu Coğrafyanın Türkleşmesi Meselesi

11. yüzyıldan itibaren, bilhassa 1071 yılındaki Malazgirt Zaferi’nden sonra Türklerin kalabalık gruplar hâlinde Anadolu’ya gelerek yerleştikleri ve fazla uzun sayılmayacak bir sürede burayı Türkleştirdikleri bilinmektedir; ancak Türklerin burada hangi siyasî ve sosyal şartlarla karşılaştıkları, daha doğrusu karşılaştıkları kültürlerden ne ölçüde etkilendikleri, Anadolu’nun eski sakinlerinin nüfusu, yoğunluk merkezleri vb. hususlar eldeki yazılı belgelerin azlığı sebebiyle günümüzde yeterince bilinememektedir.

Dolayısıyla Anadolu’nun Türkleşmesiyle ilgili meseleler, bugüne kadar bütün yönleriyle aydınlatılamamıştır. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu dönemin aydınlatılmasında kullanılabilecek önemli malzemelerden biri de o dönemin dil verileri olmalıdır.

Anadolu’daki Türk varlığı üzerine yapılan çeşitli çalışmalarda daha önceden de dil verilerinden yararlanılmıştır. Anadolu’ya Türklerin Malazgirt Zaferi’nden sonra yerleşmeye başladıklarına yukarıda değinilmişti. Bir kısım araştırmacılara göre Türkler Anadolu’ya Malazgirt Zaferi’nden asırlarca önce, milattan önce 2000’li yıllarda girmişlerdir. Bu tezi savunan araştırmacılar, görüşlerine dayanak olarak kuruluşu Malazgirt Zaferi’nden çok öncelere dayanan Anadolu’daki bazı yerleşim birimlerinin adlarını göstermektedirler. Bu tür yer adlarının Türkçe kökenli olduğunu bu sebeple de Türkler tarafından kurulmuş olduğunu belirtmektedirler. Bu meselede yerleşim birimi adlarının yanı sıra dağ, ova ve ırmak gibi çeşitli coğrafya adları da bu araştırıcılar tarafından dikkate alınmaktadır.4 Görüldüğü gibi Anadolu’daki Türk varlığı meselesini aydınlatmada özel adlardan, özellikle de yer adlarından yararlanmak araştırıcıların daha önceden de başvurdukları bir yoldur.

İslâmiyet öncesinde, Köktürk (Göktürk) metinlerinde yabancı kökenli kelimelerin oldukça az olduğu görülmektedir. Eski Uygur Türkçesinde ise girilen yeni kültür çevresi ve dinin etkisiyle yabancı kelime sayısında mühim bir artış olmuştur. Türklerin İslâmiyet öncesi kullandıkları Bumın, İstemi, Tonyukuk gibi bir kısım şahıs adlarının anlamı ve kökeni henüz açıklanamamıştır. Bu durum, bu kelimelerin yabancı dillerden alınmış olma ihtimalini akla getirmektedir. Bütün bunlar Türklerin kültürel, ticarî, idarî ve askerî yönden ilişkili oldukları milletlerle kelime alışverişinde de bulunduklarını göstermektedir.

Türk boyları içinde en kalabalık nüfusa sahip olan Oğuzların Anadolu kapılarına dayanmaları ve İslâm dinine girmeleri aynı siyasî hadiseler sonucunda ve yaklaşık olarak aynı zamanda gerçekleşmiştir. Bu yeni coğrafyada karşılaşılan yeni din ve yeni toplumlar, karşılıklı kültür alışverişini de beraberinde getirmiştir. Oğuzlar aynı zamanda Türk tarihinin en ihtişamlı devleti olan ve dünya tarihinin seyrinde de önemli yeri bulunan Osmanlı Devleti’ni kuran bir Türk boyudur. Türkler Anadolu’ya ilk olarak yine Oğuzların kurduğu Büyük Selçuklu Devleti zamanında hâkim olmuşlardır. Malazgirt Savaşı’nda Anadolu’nun son sahiplerini yenen Oğuz Türkleri dünya tarihi açısından kısa sayılabilecek bir sürede bu coğrafyayı Türkleştirmişlerdir.

Türklerin Anadolu’ya göçü, burada yapılan savaşlar ve fetihler hakkında çok ayrıntılı olmasa da çeşitli bilgiler mevcuttur. Fakat Türklerin burada nasıl bir toplum yapısıyla karşılaştıkları, buradaki yerli nüfusun özellikleri, miktarı ve yoğunluk merkezleri yeteri kadar bilinememektedir. Bütün bunların bilinememesi yüzünden Türk toplumu ile yerli toplumlar arasında etkilenme olup olmadığının, olduysa ne şekilde ve ne yoğunlukta olduğunun tespit edilmesi de güçleşmektedir.

Anadolu’ya gelmeden önce büyük ölçüde yarı göçebe bir hayat tarzı benimsemiş olan Oğuzlar, yeni vatanlarında yerleşik hayata geçmiş ve tarımla uğraşmaya başlamıştır. Uygur Türklerinin daha önceden girdikleri yeni dinin ve kültür çevresinin etkisiyle yerleşik hayata geçip tarım yapmaya başladıkları bilinmektedir. Bütün bunların yanı sıra Anadolu’daki Türkler karşılaştıkları yeni kültürden etkilenmenin miktarını iyi ayarlamış ve taklit sınırlarını zorlamamışlardır. Bunun yanında yeni vatandaki yerli unsurların Türk kültüründen etkilenmiş olduğu da göz ardı edilmemelidir.

Anadolu’ya birkaç asır içinde tamamen Türk kültürünün hâkim olduğu düşünülürse yerli nüfusun etkilenmesinin daha fazla olduğu anlaşılır. Bu etkilenmenin nasıl gerçekleştiğini açıklamak gerekmektedir; fakat şu ana kadar yapılan çalışmalardan, bunu sağlayabilecek malzemeyi çıkarmak mümkün olmamaktadır.

Bir milletin kültürünü en iyi yansıtan unsurun dil olduğundan hareketle meseleyi bir de bu yönden değerlendirmek yerinde olacaktır. Anadolu’nun Türkleşme sürecinin aydınlatılmasında kullanılabilecek dil malzemesini elde etmek için Mehmed Neşrî’nin Kitâbı Cihân-nümâ5 adlı eseri üzerinden tarama yapılarak o dönemde kullanılmış olan özel adlar tespit edilmiştir.6 Anadolu’nun Türkleşmesi üzerine çalışmak isteyen araştırıcılara malzeme niteliğinde olan bu taramadan çıkan sonuçlar değerlendirildiğinde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:

Eserde tespit edilen ve Türklere ait olan şahıs adlarının %70’i Türkçe; %30’u Arapça veya Farsça kökenlidir. Türkler, Rumca vb. dillerden alınan şahıs adlarını ise hiç kullanmamıştır.

Metinde, Farsçayı resmî dil olarak kullanmış olan Büyük Selçuklu Devleti döneminin anlatıldığı bölümlerde Arapça ve Farsça kökenli şahıs adlarının oranı artmaktadır. Bunlar İzzeddin, Kutbeddin, Keykubad, Keyhüsrev, Gıyaseddin, Feramürz, Firuz gibi halk arasında kullanımı yayılmamış ve bir müddet sonra tamamen unutulmuş olan şahıs adlarıdır. Buradan, bu tür şahıs adlarının sadece okuryazar kesim ve saray çevresi tarafından kullanıldığı sonucu çıkmaktadır. Halkın tercih ettiği yabancı kökenli şahıs adları ise Hasan, Hüseyin, Mehmed, Mustafa, İbrahim, Ali gibi din büyüklerinin isimleridir. Osmanlı döneminin anlatıldığı bölümlerdeki yabancı kökenli şahıs adları da bu türdendir.

Şahıs adlarının yanı sıra askerî, idarî ve dinî konularda çeşitli unvan, makam, görev ve kurum adı tespit edilmiştir. Bu tür adların %66’sı Türkçe kökenlidir. Bey, hakan, yeniçeri, kapıkulu, yeniçeri ağası, beylerbeyi, sancak, Tanrı gibi kelimeler bunların tipik örnekleridir. Kalan %34’ü ise Arapça veya Farsça kökenlidir. Bunlara da melik, sultan, hünkâr, emîr, kadıasker, devlet gibi kelimeler örnek olarak gösterilebilir.

Eserde Türkler için kullanılmış boy adlarının tamamının Türkçe kökenli olduğu söylenebilir. Bir kısmının kökenini ve anlamını ilmî yollardan açıklamak şu an için mümkün değildir; fakat bu tür kelimelerin kökenini yabancı bir dilde izah etmek de şu ana kadar mümkün olmamıştır. En azından, bu kelimelerin Arapça, Farsça veya Rumca kökenli olmadıkları kesin olarak söylenebilir. Türklerin çok eski dönemlerden beri ilişkide oldukları Moğollar gibi Orta Asya kavimleriyle kelime alışverişinde bulundukları bilinmektedir. Fakat şu ana kadar boy adlarından hiçbirisi Moğolca ile izah edilememiştir. Zaten Türkçe ile Moğolca arasındaki ortak kelimeler, Türklerin medeniyet olarak her zaman Moğollardan üstün olduğu dikkate alınarak araştırıcılar tarafından çoğunlukla Türkçeden Moğolcaya geçmiş alıntılar olarak değerlendirilmiştir.7

Özel adlar içinde Anadolu’nun Türkleşmesi sürecini aydınlatmada kullanılabilecek en önemli dil malzemesi şüphesiz yer adlarıdır. Bunlara bakılarak Anadolu’nun o günkü nüfus yapısı hakkında fikir yürütülebilir. Yer adlarının kökenleri bu konuda önemli bir kıstastır. Tespit edilen yer adlarının %64’ü Türkçe, %3’ü Arapça veya Farsça kökenlidir. Arapça veya Farsça kökenlilerin de ancak Türkler tarafından verilmiş olacağı düşünülerek bu oran, %67’ye çıkarılabilir. Türklerin kendi kurdukları yerleşim birimlerine yeni Türkçe adlar verdikleri düşünülürse Anadolu’daki yerleşim birimlerinin %67’sinin Türkler tarafından kurulmuş olduğu ve Türklerce meskûn olduğu söylenebilir. Türkçe kökenli yer adlarının sonradan Türkçeleştirildiği, buraların aslında Rumlar ya da daha önceki kavimlerden kalma yerler olduğu iddia edilebilir. Fakat, yer adlarında yapılacak bir Türkçeleştirme hareketi sadece milliyetçi bir devlet politikasının ürünü olabilir. Bilindiği üzere, bu anlamda bir milliyetçilik hem çok yeni bir kavramdır hem de bünyesinde birçok etnik unsuru barındıran bir devletin politikasına uygun değildir. Burada, Türklerin çok önem verdikleri İstanbul, Konya, Edirne, Bursa gibi şehirlerin adlarını bile Türkçeleştirmemiş oldukları hatırlanmalıdır. Anadolu’daki yerleşim birimlerinin kalan %33’ü de Rumca ya da Anadolu’nun daha önceki sakinlerinin dillerindendir. Bu da, kanaatimizce Türkler tarafından kurulmayan yerleşim birimlerinin oranını göstermektedir. Ancak bu durum, adı Türkçe olmayan ve Türklerin Anadolu’ya geldiklerinde meskûn olan yerlerde nüfus çoğunluğunun Türklerde olmadığı anlamına gelmez.

Toprağa bağlı bir hayat süren Anadolu’nun yerli halkının, doğudan gelen yeni hâkim unsur karşısında daha güvenli merkezlere toplanmış olduğu tahmin edilebilir. Dolayısıyla küçük yerleşim birimlerinin tamamen terkedilmiş olduğu veya nüfuslarının oldukça azaldığı; Türklerin eline hiç de azımsanamayacak miktarda boş arazilerin geçtiği yönünde bilgiler vardır.8

Anadolu’nun toprağı işleyen yerli insanlarının, hayvancılık yapan hâkim unsur karşısında bağının, bahçesinin, tarlasının zarar göreceği endişesiyle küçük yerleşim birimlerini terk edip belirli merkezlere toplanması kadar tabiî bir şey olamaz. Böylece kırlık kesim neredeyse tamamen Türk nüfus tarafından iskân edilmiştir. Bu, küçük yerleşim birimlerinin adının tamamına yakınının Türkçe kökenli olmasından da anlaşılmaktadır.

Engüriyye (Ankara), Kayseriyye (Kayseri), Sivas, Konya gibi yabancı kökenli ada sahip olan yerleşim birimleri devrinin de büyük merkezleridir. Fakat bu tür yerlerin nüfuslarının günümüzle kıyaslanamayacak kadar az olduğu kolayca tahmin edilebilir. Burada, günümüzde nüfusu milyonlarla ölçülen bazı şehirlerin Orta Çağ’da eli silah tutan herkesin toplanmasına rağmen ancak birkaç bin kişilik bir ordu hazırlayabildiği hatırlanmalıdır. Mesela, eski bir Rum yerleşim merkezi olan Akdağmadeni’nde Rumlara ait ancak 150-200 kişinin sığabileceği bir tane kilise vardır. Buradan, Hırıstiyanların bütün aile efradıyla kiliseye gittikleri de dikkate alınarak 12. yüzyılda Akdağmadeni’ndeki Rumların en fazla 250-300 kişi civarında olabileceği sonucu çıkar. Aynı yerin günümüzdeki nüfusu ise dışarıya sürekli göç vermesine rağmen 20.000’i aşmıştır.

Bazı araştırıcılar, Anadolu’ya Türkler geldikten sonra, yerleşik Rumların kitleler halinde İslâmiyet’e girdiğini, bunun da Anadolu’da yeni bir kültürün ortaya çıkmasında önemli rolü olduğunu iddia etmişlerdir.9 Fakat bu iddialar tarihî vesikalarla etraflı bir şekilde cevaplandırılarak çürütülmüştür.10

Divitçioğlu, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunu anlatırken Dumezil’in “Üçlü İşlev Hipotezi”ne değinmiştir. Bu hipoteze göre Hint-Avrupa toplumlarının kendilerini idame ettirebilmeleri için şu üçlü işlevi yerine getirmeleri gerekmektedir:

1. Kutsallık/egemenlik (ya da din).

2. Savaşçılık/siyaset (ya da fiziksel güç).

3. Üretkenlik/nüfus (ya da bereket/doğurganlık: iktisat).

Divitçioğlu’na göre Türkler ve Moğollar gibi Altay toplumlarında durum biraz farklıdır. Altaylılar da bu üçlü işlevi kendi bünyelerinde yürütürler; ama bu işlevler ile yürütücü simgeler olan tanrı, sınıf veya kahramanlar eşleştirilirken Hint-Avrupa toplumlarında olduğu gibi çok net paylaşımlar görülmez. Üç grupta toplanan bu işlevlerin yürütücülerinin çoğu kere iki gruptadır. Savaşçılık ile kutsallık veya savaşçılık ile üretkenlik aynı yürütücüde toplanabilir. Bir başka deyişle işlevler ile yürütücü sınıflar birbiri içine geçerek ikiye indirilmiştir.

Divitçioğlu, Osmanlıların kuruluş dönemindeki toplum yapısına bu nazariye doğrultusunda bakmış ve Tablo 1’deki gibi bir tablo ortaya çıkmıştır.11

Bu tabloda üç farklı işlevi yürüten sekiz değişik sınıfın varlığına bakıldığında Anadolu’daki Türklerin sosyal hayatında İç Asya bozkırlarındakine nazaran çeşitlenme olduğu görülmektedir. Yürütücü görevindeki sekiz sınıfın tek yabancı unsuru olan “Yerleşik Rumlar”ın yürütücülük fonksiyonu sekizde bir, yani %12,5 oranındadır. Bu oranı ise yedi farklı sınıf ile paylaşmaktadır. Bunun sonucunda geriye en fazla %2’lik bir oran kalmaktadır. Bu durumda Dumezil’in nazariyesi ve Divitçioğlu’nun bu nazariyeyi ilk dönem Osmanlı toplumuna uyarlaması değerlendirildiğinde, “Yerleşik Rumlar”ın Anadolu’da gelişen Türk kültürüne en fazla %2 oranında etki ettiği sonucu çıkmaktadır.

Türklerin, Anadolu’daki yerleşik halkın kültüründen büyük ölçüde etkilendikleri yolundaki iddiaların da geçerli olmadığı açıktır. Nitekim Türklerin eski sakinlere imrenmesinin ve onları taklit etmesinin söz konusu olmadığı, gayrimüslimlere çorbacı diye hafif alaylı bir biçimde hitap etmesinden de anlaşılabilir.

Türklerin bölgenin hâkim unsuru olmaları sebebiyle eski sakinlerin kurdukları yerleşim birimlerine Türklerin tedricen yerleşerek çoğunluğu ele geçirdikleri varsayılabilir. Meselâ; İstanbul’un fethinden sonra şehrin Türkleşmesi için Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Türk grupları getirilerek yerleştirilmiştir. Günümüzdeki İstanbul’un Aksaray semtine Aksaray’dan gelen insanlara atfen bu adın verildiği; o zamanki adının da Aksaraylı Mahallesi olduğu bilinmektedir.12 Ayrıca Anadolu’nun Türkleşmesi ve yeni Türk şehirlerinin kurulmasında anavatandan gelen dervişlerin de önemli rolleri olmuştur.13 Meselâ; Seydişehir, Seyyid Hârûn tarafından kurulmuştur.14

Ayrıca bu dönemde Anadolu’daki Türklerin Orta Asya ile kültürel bağlarını tam olarak kesmedikleri görülmektedir. Bu durum, Türklerin Orta Asya’da kullandıkları Konur, Buga, Sunkur, Tugrul, Kurt, Togan, Arslan, Bugra, Pars, Kutalmış, Sülemiş, Sançar, Berke, Kaya, Ece, Süle, İnal, Berkyaruk, İlig gibi doğrudan atlı göçebe Türk kültürünü yansıtan özel adları ve tarhan, tekin, alp, çavuş, beg, han, hakan gibi çeşitli unvanları Anadolu’da da kullanmış olduklarına bakılırsa açık bir biçimde anlaşılır.

Sonuç

Anadolu’daki ilk dönem Türklerinin kullanmış oldukları özel adlar, Türklerin kendi kültürlerini koruduklarını ve eski sakinlerden büyük ölçüde etkilenmediklerini; bu coğrafyada uzun bir süre hüküm sürecek olan yeni medeniyetin de büyük oranda Türk kültürüne dayandığını göstermektedir. Ayrıca Anadolu’daki yerleşim birimlerinin çoğunun Türkler tarafından kurulmuş olduğu sonucu çıkmaktadır; çünkü yer adlarının %67’si Türkler tarafından verilmiş kelimelerdir.



Ayrıca bu süreç içinde Arap ve Fars kültüründen de çok fazla etkilenme olmadığı görülmektedir; çünkü bu dönemde kullanılan özel adlar içinde Arapça veya Farsça kökenli kelimeler en fazla %34 ile idarî terimlerde, %30 ile de şahıs adlarında görülmektedir. İdarecilerin genellikle okuryazar oldukları ve dinî kaygılar sebebiyle Arap ve Fars kültürüne yakın durmaya gayret ettikleri bilinmektedir. Bunun karşısında, halkın okuma yazma oranının oldukça düşük olduğu; dolayısıyla da Arap ve Fars kültürünü, ondan etkilenecek kadar takip edemedikleri kolaylıkla tahmin edilebilir.

1 Aksan, D., 1995, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, Türk Dil Kurumu Yayınları 439, Ankara, s. 420.

2 Akarsu, B., 19983, Wilhelm von Humbolt’da Dil-Kültür Bağlantısı, İnkılap Kitapevi, İstanbul, s. 15.

3 Aksan, D., 1995, a.g.e. s. 425-429.

4 Gökdağ, B. A., 1997, MÖ. 2000’li Yıllardan Günümüze Giresun’daki Türk Varlığı, Giresun Tarihi Sempozyumu, Giresun Belediyesi Kültür Yayınları 1, Giresun. Kırzıoğlu, M. F., 1984, Selçuklu Fetihlerinden Önce Doğu Anadolu Türk Boy ve Oymaklarından Kalma Dağ ve Su Adları, Türk Yer Adları Sempozyumu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 75-96.

5 Unat, F. R.-M. A. Köymen, 19953, Kitâb-ı Cihân-nümâ I, Türk Tarih Kurumu Yayınları III.-2a1, Ankara; Kitâb-ı Cihân-nümâ II, Türk Tarih Kurumu Yayınları III.-2c1, Ankara

6 Karadoğan, A., 2001, Anadolu’yu Türkleştirenlerin İsimleri. Kitâb-ı Cihân-nümâ’da Geçen Özel İsimler Üzerinde Bir Deneme, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, [Yayınlanmamış], Kırıkkale.

7 Doerfer, G., 1983, Temel Sözcükler ve Altay Dilleri Sorunu, TDAY-Belleten 1980-1981, s. 1-16.

8 Köprülü, M. F., 1998, H. A. Gibbons’un Eseri Üzerine ve P. Wittek’in “Osmanlıların Kayı’lardan Olmadığı” Nazariyesi; ve Bu Nazariyenin Tenkıydi, H. A. Gibbons-Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, 21. Yüzyıl Yayınları 4, Ankara, s. 277-293.

9 Gibbons, H. A., 1998, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, 21. Yüzyıl Yayınları 4, Ankara.

10 Köprülü, M. F., 1998, a.g.m.

11 Divitçioğlu, S., 1996, Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu, Eren Yayınları, İstanbul, s. 33-60; 99, 100.

12 Bu konuda Kitâb-ı Cihân-nümâ’da da bilgi verilmektedir: Çünki İshak Paşa dahi Aksaray’a geldi, padişahtan hükm geldi kim “Aksaray’dan İstanbul’a ev süresin” diyü. Şimdiki hâlde İstanbul’da Aksaraylı Mahallesi ki vardır, İshak Paşa sürüp getürdügidir; Unat 1995, 790-791.

13 Barkan, Ö. L., 1942, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler I. İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler, Vakıflar Dergisi 2, s. 279-304.

14 Uğurlu, M., 2000, Anadolu’ya Gelen Türklerin Şehircilik Anlayışı, Türk Dili 584, s. 144-150.

Batı Anadolu'nun Türkleşmesi: İzmir Örneği / Prof. Dr. Necmi Ülker [s.288-293]

Ege Üniversitesi İzmir araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü / Türkiye

Giriş


Onbirinci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra doğu, Güney Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye’ye doğru gelişen düzensiz Türkmen akınları, Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulmasından sonra düzenli bir fetih hareketine dönüşmüştür. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’ne kadar olan dönemde Türkler, zaman zaman Orta Anadolu’ya kadar akınlar yapmış olmakla birlikte, onların fetih hareketleri doğu ve güney-doğu Anadolu bölgeleri ile sınırlı kalmıştı. Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra ortaya çıkan gelişmeler, Türklere kısa sürede Marmara kıyılarına kadar ilerleme imkânı vermiştir.

Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1072’de ölümünden sonra Urfa bölgesine gelen Kutalmış oğlu Süleyman Şah, kendisini destekleyen Türkmenlerle birlikte Halep, Antakya ve Konya üzerinden İznik taraflarına gelmiş, Bizans İmparatorluğu’nda yaşanan taht mücadelesinden yararlanarak İznik merkezli yeni bir Selçuklu Devleti kurmayı başarmıştı.

Süleyman Şah’ın, Anadolu’nun kuzey-batısında yeni bir Türk devleti kurması ve Anadolu’daki Bizans hâkimiyetini Marmara sahillerine kadar geriletmesi, Horasan’dan Anadolu’ya doğru gelişen ve büyük kitleler halinde gerçekleşen Türk göçünün artmasına ve hız kazanmasına neden olmuştur. Bu dönemde bir taraftan kalabalık Türkmen kitlelerinin Batı Anadolu bölgesine nüfuz etmeye başladığını, diğer taraftan da 1081’de Bizans’ta meydana gelen taht değişikliğinden sonra İzmir’i ele geçirmeyi başaran Çaka Bey’in burada bir Türkmen Beyliği kurduğunu görmekteyiz.

1096 yılında, yani I. Haçlı Seferi’nin başlangıcına kadar olan dönemde Türklerin Batı Anadolu bölgesinde Bizans’ın hâkimiyetini oldukça zayıflattıkları ve bu bölgeye yerleşmeye başladıkları bilinmektedir. Ancak, I. Haçlı Seferi’nin Türkiye Selçuklu Devleti’nde yarattığı sarsıntı, Türklerin Batı Anadolu bölgesinden Orta Anadolu’ya çekilmesine ve Bizans’ın buralara yeniden hâkim olmasına neden olmuştur. I. Haçlı Seferi’nin yarattığı sarsıntı atlatıldıktan sonra Türklerin Batı Anadolu bölgesinde Bizans’a karşı yeniden mücadeleye başladığını görmekteyiz.

I. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra (1107), Kapadokya Emiri Hasan Bey’in Batı Anadolu bölgesinde Bizans’a karşı saldırıya geçtiğini, Alaşehir, Kırkağaç, Bergama ve İzmir taraflarına kuvvet sevkettiği bilinmektedir.1 Şahinşah’ın 1110 yılında Türkiye Selçuklu tahtına çıkmasından sonra Türklerin Batı Anadolu’daki faaliyetleri artmıştır. Nitekim, II. Haçlı Seferi’ne katılan Fransa Kralı Louis, 1147’de Bergama-Efes-Denizli üzerinden Antalya’ya ulaşmaya çalışırken Türkmenler tarafından ağır kayıplara uğratılmıştır. Fransa Kralı’nın maiyetinde bulunan Odon de Deuil’in ifadesinden anlaşıldığına göre Türkler, Efes’e kadar olan kıyı kesimlerine kadar ilerlemişlerdi. Bu durum bize Türklerin XII. yüzyılın ortalarında Batı Anadolu bölgesinde etkin olduklarını göstermektedir.2 Bilhassa 1176 yılında Miryakefalon zaferinden sonra Türkiye Selçuklu sultanının hâkimiyeti Alaşehir’in batısına kadar genişlemiştir. Bizans, Türklerin eline geçen yerleri zaman zaman geri alma teşebbüsünde bulunmuş ise de bu girişimlerinde başarılı olamamıştır.

Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya yığılan Türkmenlerin, Türkiye Selçuklu Devleti tarafından genellikle ülkenin batı kesimlerine yönlendirilmesi, Batı Anadolu bölgesinin bir sonraki asırda önemli oranda Türkleşmesine zemin hazırlamıştır.

1243 Kösedağ mağlubiyetinden sonra Türkiye Selçuklu Devleti, İlhanlıların hâkimiyeti altına girince, Selçuklu devletinin kontrolü dışında hareket eden Türkmenlerden bir kısmı Batı Anadolu bölgesinde yeni siyasî oluşumlar meydana getirmişlerdir. XIII. asrın ikinci yarısından itibaren Batı Anadolu’nun Türkleşmesi ile ilgili olarak Pachymeres şu ifadeyi kullanır: “… Küçük Asya’daki eyaletler zayıf düştü. Halbuki Türkler dahi cüretkâr oldular ve hiç kimsenin müdafaa etmediği, tamamıyla terk edilmiş toprakları istilâ ettiler… Bu suretle yavaş yavaş Menderes ıssızlaştı… Karia havâlisi düşmanların eline geçti… Küçük Asya için tehlike öyle büyüdü ki kimse İstanbul’dan Pontus Herakleia’sına gidemez oldular”.3

Kütahya ve çevresinde Germiyanoğulları,4 Söğüt ve civarında Osmanoğulları, Balıkesir ve Çanakkale havâlisinde Karasioğulları,5 Birgi, Tire, Ayasuluğ bölgesinde Aydınoğulları,6 Beçin merkezli Menteşeoğulları,7 Manisa merkezli Saruhanoğulları8 beylikleri XIII. yüzyıl sonlarından itibaren siyasî birer oluşum olarak tarih sahnesine çıkmışlardır.

Sonuçta, XIV. yüzyıl sonlarında bütün Batı Anadolu bölgesi etnik bakımdan yarım asırlık bir sürede Türk unsurlarının yaşam sahası haline geldiği gibi, siyasî yönden de bu topraklar Türkleşmiş ve Türklerin yurdu haline gelmiştir.

Batı Anadolu bölgesinin Türkleşmesi ile ilgili verdiğimiz genel bilgiden sonra İzmir ve yöresinin Türkleşmesi konusuna geçebiliriz.

İzmir’in Türkleşmesi

Anadolu’nun zengin yörelerinden birisi olan Ege Bölgesi’nin batı sahili üzerinde kurulmuş, doğanın bahşettiği fevkalade uygun coğrafya şartlarından yararlanarak tarihin ilk çağlarından beri daima önemli stratejik pozisyona sahip olan İzmir, çeşitli kültürleri ve siyasi güçleri bünyesinde barındırmış bir liman şehridir. Ayrıca, İzmir dünyada ilk çağlardan zamanımıza kadar varlığını koruyup gelişebilmiş sayılı şehirlerden birisidir.

1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’yu yurt edinmek amacıyla, batıya hareket eden Selçuklu Türkleri, Ege ve Marmara sahil bölgelerine kadar ulaşmışlardır. Sonraki devirlerde Aydın-eli olarak adlandırılan İzmir ve havalisinin, Malazgirt Savaşı’ndan on yıl kadar sonra Türklerin eline geçtiği ve bu bölgeyi yurt edinmeye başladıkları da belgelerle kanıtlanmış bir gerçektir. 1081 yılından sonra İzmir’i ve çevresini ele geçirme başarısını gösteren Türk kitleleri, geçici de olsa Batı Anadolu’nun Türkleşmesine ilk adımı atmış oldular. Ege Denizi sahil kesimini ve civar adaları da zapt ederek burada bir Türk Beyliği (1081-1097) kurmuş olan Çaka Bey, kendisine merkez edindiği İzmir’e ek olarak Urla ve Foça şehirlerinin yanı sıra Midilli, Sakız, Sisam, Rodos ve Batı Anadolu sahillerine yakın olan adalara kısa sürede hâkim olma başarısını göstermiştir.

Tarihte ilk defa olarak İzmir şehri merkez olmak üzere tesis edilmiş olan Türk Beyliği, Çaka Bey’in kurmuş olduğu Türkmen beyliğidir. Bu Türk Beyi’nin faaliyetleriyle ilgili bilgiler, Anna Comnena’nın İmparator Aleksios Komnenos’un (1081-1118) dönemini kapsayan eseri olan The Alexiad’da verilmiştir.9 Danişmend-nâme’de zikredilen Çavuldur Çaka (veya Çakan)10 Bizans kaynaklarında Çahas veya Tazachas (Tzachas) olarak geçmekte, büyük bir ihtimalle de bu iki ismin aynı şahsa ait olduğu mümkün görünmektedir.

Çaka Bey ile ilgili bilgiler çok sınırlı olmakla birlikte, onun, cesaretli, cevvâl, zeki ve mücadeleden korkmayan savaşçı bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Şahsında toplanan bu meziyetler sayesinde Çaka Bey’in en güç şartlar altında dahi daima en doğru kararları veren ve uygulayan iyi bir asker, teşkilâtçı bir devlet adamı olduğu ortadadır.11

Çaka Bey’in, Bizans’a karşı akınlarda bulunan genç ve gözü pek bir savaşçı olarak Anadolu’da yapılan mücadelelere katılmış, bir vuruşma sırasında tecrübesizliği nedeniyle Bizanslı kumandan Aleksandros Kabalika tarafından tutsak alınarak İmparator Nikephorus Botaniates’e (1078-81) sunulmuştur. Asil bir Anadolu Türk ailesine mensup olan bu gencin Müslüman olduğu anlaşılmaktadır.12 İmparator N. Botaniates, Bizans sarayında yetiştirilecek olan Çaka’ya itibar ederek kendisine “Protonobilissimos” asalet unvanı yanında bazı imtiyaz ve değerli hediyeler vererek taltif etmiştir.13 Bizans sarayında Çaka Bey’e kısa zamanda asalet rütbesi verilmesi O’nun asil bir soydan ve itibarlı bir Türk ailesinden gelmiş olduğuna açıkça delil teşkil etmektedir. Bundan sonra bu Türk beyi imparatorun tâbiiyetini kabul ederek Bizans İmparatorluğu’nun hizmetine girmiştir14 Ayrıca Çaka Bey’in Oğuzların Çavuldur boyundan gelmiş olduğu da rivâyet edilmektedir.

İstanbul’da imparatorluk sarayında ikâmet etme ayrıcalığı kendisine bahşedilen Çaka Bey, burada Homeros’un eserlerini okuyup anlayacak derecede Grekçe öğrenmiş ve bütün saray adetlerine uyum sağlayarak Bizans devlet teşkilatının işleyişini, Bizans kültür ve düşünce sistemini yakından öğrenme fırsatını elde etmiştir.

1078 yılında Süleyman Şah’ın desteğiyle Bizans tahtını elde etmiş olan Nikephorus Botaniates’in (1078-81) yerine Aleksios Komnenos’un (1081-1118) imparator olmasıyla Çaka Bey’in elde etmiş olduğu bütün imtiyazlarının geri alındığı bilinmektedir. Kaynaklarda bunun nedeni ile ilgili bilgi bulunmamaktadır. Belki de Çaka Bey’in, Bizans’ın bilgisi ve oluru dışında kendi başına buyruk hareket etmiş olması, yeni imparator Aleksios’un onu elde etmiş olduğu tüm haklarından mahrum etmesine sebep teşkil etmiş olmalıdır.15

Kendisine itibar etmediği anlaşılan İmparator Aleksios’tan çekinen veya tüm imtiyazlarının elinden alınmasına üzüldüğü anlaşılan Bizans hizmetindeki Çaka Bey, İzmir civarına giderek, müstakil bir Türk beyi olarak siyasî ve askerî faaliyetlerine, devam etmeye karar verdiği anlaşılmaktadır. İstanbul’dan kaçarak İzmir’e maiyeti ile birlikte gelmiş olan Çaka Bey, bu bölgede bulunan Türk unsurunun da desteğini alarak en kısa zamanda bir deniz beyliği kurma hazırlıklarına başlamıştır. Hadiselerin seyrinden anlaşıldığı kadarıyla Çaka Bey’in ana politikası, Batı Anadolu bölgesinde güçlü ve müstakil bir Türk beyliği kurmaktı. O, bunun sonucunda kuvvetli bir donanma kurarak Ege Denizi’ndeki önemli adaları ele geçirmeyi, İzmir’den Çanakkale’ye kadar olan bölgeyi zapt ederek Gelibolu yarımadasına çıkmayı ve Trakya’daki tüm Bizans topraklarını hâkimiyeti altına almayı planlıyordu.16 Bu amaçlarını gerçekleştirdikten sonra yönettiği toprakları, Türk nüfusu ile iskân etmeye çalışmış olması da tabiidir.

Çaka Bey’in İzmir’e nasıl gittiği, maiyetinde veya emri altında kimlerin bulunduğu ve şehri nasıl elde edip beyliğinin merkezi yaptığına dair ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Çaka Bey’in Bizans’tan ayrılışı İmparator Aleksios’un Bizans tahtına çıktıktan sonra gerçekleşmiştir.17 Çaka Bey’in evli ve en az bir veya belki de iki kızı ile Yalvaç isminde bir erkek kardeşinin olduğu bilinmektedir.

İzmir’i ele geçiren bu Türk beyi, Batı Anadolu kıyılarına yakın adaları da zapt ederek bu bölgeye hâkim bir beylik kurmuştur. O’nun bu başarısı, yukarıda ifade etmiş olduğumuz, kendisinin bir müddet Bizans İmparatoru nezdinde kalmış olması ve orada Grek kültürü ile birlikte, Bizans kumandanlarının savaş taktiklerini, Bizans siyasî anlayışını da yakından tanımış olması temeline dayanmakta idi.

İmparator Aleksios’un tahta geçtiği sıralarda (1081) Bizans’ın Türklerin genişleme faaliyetini durduramamasından dolayı Türk kitleleri, Batı Anadolu’ya kadar sokulmuşlardı. Çaka Bey’in beyliğini kurma aşamasında bu müsait durumdan yararlanmış olmalıdır. Çaka Bey’in İzmir’i alış tarihi kesin olarak tespit edilememekle birlikte, beyliğin kuruluşu 1081’den hemen sonra olmalıdır.

Bizans İmparatorluğu’na karşı başarılı olabilmenin yollarını çok iyi bildiği anlaşılan Çaka Bey, İzmir merkezli bir deniz beyliği kurulabilmesinin ve siyasî varlığının devamının ancak Ege’de Bizans’a karşı yapacağı mücadelelerde güçlü bir donanma sayesinde mümkün olabileceğini, coğrafyanın özelliklerinden hareketle görmüştü. Donanmasının çekirdeğini oluşturacak olan ve Ege denizinin iklim şartlarına uygun çok sayıda harp gemisinin yapımı için yerli ustalardan da yararlanmıştır.18 Donanmada görev yapan levendler ise civar ahaliden ve deniz hayatına alışmış Türklerden sağlanmıştır.

Çaka Bey güçlü bir donanma hazırladıktan sonra civardaki sahil yerleşim merkezlerinden Urla ve Foça’yı ele geçirdi. Bu başarının ardından Midilli, Sakız, Sisam ve hatta Rodos adalarının ele geçirildiğini kaynaklar kaydetmektedir.19 Çaka Bey bu başarılarıyla da yetinmeyerek Bizans’a karşı mücadelesini sürdürmüş ve daha da ileri giderek Bizans’ın merkezi olan İstanbul’u da ele geçirme planları yapmaya başlamıştır.20 Uğradığı başarısızlıklara rağmen bu fikrinden vazgeçmeyen Çaka Bey, Çanakkale Boğazı’nda stratejik bir önemi olan Abydos’u, tahminen 1093 yılında emrindeki kara ordusuyla kuşattı. Ancak bu bölgeyi kendi yayılma sahası olarak kabul eden damadı Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan (1092-1107) ile Çaka Bey’in siyasetleri çatışmıştır. Abydos’un kuşatılması sırasında oraya yardıma gelen Bizans kuvvetleri ve Selçuklu ordusu arasında kalan Çaka Bey’in durumu daha da güçleşmiştir. Daha önce İmparator Aleksios’un I. Kılıçarslan’a yazmış olduğu ve The Alexiad’da metni kayıtlı olan sultanı kışkırtıcı mahiyetteki mektubun21 çok etkili olduğu anlaşılmaktadır.

İki ateş arasında kaldığını anlayan Çaka Bey, durumu değerlendirmek üzere damadı I. Kılıçarslan’ın yanına gitmeyi tercih etti. Ancak damadı onun şerefine bir ziyafet tertip ederek, Anna Comnena’ya göre, toplantının sonlarına doğru Çaka Bey’in hayatına son vermiştir.22 Ancak, İzmir Türk Beyliği, 1097 yılına kadar devam ettiğine göre Çaka Bey’in kardeşi Yalvaç (Galabatzès) Bey’in yönetimine geçmiş olmalıdır.

I. Haçlı Seferi sırasında Selçuklu Sultanlığı’nın başkenti olan İznik’in Bizans’a terk edilmesinden sonra, bu müsait ortamdan yararlanan İmparator Aleksios, Dukas adlı bir amiralin komutasındaki donanmasını Ege Denizin’e göndererek Türklerin elinde bulunan sahil şehirlerini ve adalarını tekrar geri almıştır.

Özellikle Selçuklu Devleti’nin merkezi İznik’in 26 Haziran 1097’de alınması ve Kılıçarslan’ın Anadolu’nun iç kısımlarına çekilmesi keyfiyeti, Batı Anadolu’da yerleşmiş olan Türk kitlelerinin ümitsizliğe düşmesine sebep olmuştur. Çaka Beyliği merkezi İzmir, karadan ve denizden Bizans kuvvetleri tarafından muhasara edilmiş ve şehir Bizans Komutanı Dukas’a teslim olmak zorunda kalmıştır.

Çaka Bey’in büyük gayretiyle kurulmuş olan ilk İzmir Türk Beyliği (Çaka Beyliği) de böylece tarihe karışmış oldu.

I. Haçlı Seferi sırasında İznik’i kaybeden Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan, Haçlı baskısı hafifledikten sonra Anadolu Türklerini toparlamaya çalışmış ve XII. yüzyılın başlarında Konya’ya yerleşerek bu şehri devletin başkenti yapmıştır.23

Diğer yandan, XIII. yüzyılın ikinci yarısında, Bizans’ın askerî ve siyasî zaafından istifade eden Foçalı Ceneviz beyleri İzmir’i zapt etmişlerdir. Bu durumu kabul etmek zorunda kalan Bizans İmparatoru VIII. Michael Palaiologos (1259-82), 1261 Nif antlaşması ile İzmir’le ilgili tüm haklarını Cenevizlilere devretmiş ve İzmir bundan sonra bir Ceneviz ticaret kolonisi olarak işlevini sürdürmüştür.24

İzmir’in art bölgesini ve özellikle Kadifekale’yi XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde25 ele geçiren Aydınoğlu Mehmed Bey, bu bölgedeki Bizans hakimiyetine kesin olarak son vererek, İzmir’in Türkleşmesinin ikinci safhasını başlatmıştır. Yalnız, aşağı İzmir’in deniz kıyısındaki 1261’den beri Cenevizlilerin elinde bulunan Liman Kalesi’ni alamamıştır. Böylece İzmir şehrinin tarihinde Müslüman İzmir ve Gavur İzmir olarak ilginç bir ikili durum ortaya çıkmıştır. Artık İzmir, kendi kalelerinin güvenceleri altında birbirine hasım iki toplumun yaşadığı bir şehir haline gelmiştir. Bu durum 1329 yılına kadar sürmüştür. Düstûrnâme-i Enverî’ye göre bu yılda Aydınoğlu Umur Bey Cenevizlilerin elinden Liman Kalesi’ni iki yılı aşkın bir kuşatmadan sonra Frenk Komutan Martino Zaccaria’dan teslim almıştır. Böylelikle şehrin iki kesimi de Türklerin yönetimine geçmiş oldu.26 Her iki kaleye ve kıyıdaki tersaneye sahip olan Umur Bey, emrindeki güçlü donanmasıyla daha önce Çaka Bey zamanında olduğu gibi Ege Denizi’nde yayılma politikasını izleyip başarılar kazanmıştır. Bu durumu kendi çıkarları açısından tehlikeli gören Batılı devletler, bir Haçlı donanması oluşturarak Eylül 1334’te İzmir’e bir saldırı düzenlemişler ve şehri harap ederek alamadan geri çekilmişlerdir. Bu olaylardan on yıl sonra Papa VI. Clement (1342-52) başkanlığında oluşturulan Hıristiyan koalisyonunun gönderdiği bir donanma, 28 Ekim 1344’te Kadifekale’nin dışında bütün Aşağı İzmir’i almıştır. Böylece Haçlılar, Liman Kalesi’ne ve iç limana tekrar sahip olmuşlardır.

Şehrin sahil kesiminde Liman Kalesi’nin koruması altındaki düzlük bölgede siyasî varlıklarını, Timur’un İzmir’i zapt ettiği 1402 yılına kadar sürdürecek olan Venedik önderliğindeki Haçlı kuvvetleri Liman Kalesi’ni ve Gavur İzmir’i (Sahil İzmir) halkını ve ticarî çıkarlarını Mart 1348 tarihinde Umur Bey’in şehit olmasına kadar27 sürecek olan Türklerin askerî harekâtlarından korumak amacıyla yeni kuleler ve istihkâmlar inşa ettiler. Liman Kalesi’nin etrafına hendek açarak kaleyi âdeta bir ada haline getirdiler. Batı Hıristiyan dünyası ile temas halinde olan Frenkler sürekli gördükleri destek ve aldıkları yardım sayesinde hem kaleyi ellerinde tutmuşlar hem de şehrin kıyı kesiminde varlıklarını devam ettirmişlerdir.

Umur Bey’in yerine Hızır Bey (1348-60) Aydınoğulları Beyliği’nin başına geçmesine rağmen Gavur İzmir’e karşı başarılı olmanın zorluğunu takdir ve şehirdeki status quo’yu kabul ederek, 18 Ağustos 1348’de Latinler’e bazı imtiyâzlar tanıyan bir antlaşma yapma gereğini duymuştur. Ancak yapılan bu antlaşma kısa ömürlü olmuş, İzmir’in ticarî varlığı güneye, Ayasuluğ (Altoluogo) ve Balat (Palatia) limanlarına kayarak, İzmir şehri büyük ölçüde ticaret merkezi olma özelliğini yitirmiştir. Çünkü İzmir’e giden tüm karayolları Türklerin, deniz yolları ise Latinlerin kontrolü altında olması nedeniyle şehirde ticari ve ekonomik bir stalemate yani kilitlenme durumu ortaya çıkmış ve iki yönlü işleyen ticari eşyaların İzmir’den geçmesi büyük ölçüde duraklamıştır. İzmir 1351-1374 yılları arasında Papalık yönetimi altında kalmış, daha sonra Papa XI. Gregory (1370-78) sahildeki liman kalesini ve çevresindeki “Gavur İzmir’i” St. Jean şövalyelerine vermiştir.

Anadolu’daki Türk birliğini kendi siyasi liderliği altında toplama politikası güden Osmanlı Sultanı I. Bâyezid (1389-1402), 1390 da Batı Anadolu’ya sefer yaparak Gavur İzmir’i alamamasına rağmen Müslüman İzmir ile birlikte Aydın, Saruhan, Menteşe ve Germiyan beyliklerini Osmanlı ülkesine katmayı başarmıştır. Denizden sürekli olarak Latinlerin desteğini gören İzmir Liman Kalesi ve şehrin sahil kesimi ise, elli yıldan fazla (1344-1402) Batı kültürü temsilcilerinin elinde kalmıştır.

1402 Ankara Muharebesi’ni kazandıktan sonra İzmir’in halen St. Jean Şövalyeleri’nin elinde bulunduğunu öğrenen Timur, şövalyelerin komutanına yaptığı İslam olması ve haraç vermesi teklifinin reddedilmesi üzerine İzmir’e karşı sefer yapmaya ve oradaki Hıristiyan güçlerin varlığına sona erdirmeye karar verdi. Aralık 1402’de kısa bir kuşatmadan sonra kaleyi ve onun koruması altındaki Aşağı İzmir’i zapt eden Timur, burayı yabancı kültür temsilcilerinden tamamen arındırdı. Sonuçta, yarım yüzyıldan fazla iki ayrı güç tarafından bölünmüş olan İzmir’i birleştiren Timur burayı Aydınoğulları’na verdi. Bu tarihten itibaren İzmir’in ve civar kıyı bölgelerinin her geçen gün daha da Türkleşmiş olduğunu kabul edebiliriz. İzmir ve civar adalarının Türkleşmesi, I. Süleyman (1520-66) devrinde St. Jean Şövalyeleri’nden alınacak olan Rodos hariç, II. Mehmed (1451-81) zamanında gerçekleşecektir. Böylece XI. yüzyıl sonlarından, yani Çaka Bey zamanından üç asır sonra II. Mehmed döneminde İzmir ve Ege bölgesinin Türkleşmesi süreci tamamlanmıştır.

İzmir’in Türkleşme süreci tamamlandıktan sonra, XVI. yüzyılda şehrin sosyal-ekonomik, demografik hatta siyasi tarihini aydınlatabilecek olan İzmir kadı sicilleri XIX. yüzyılın ortalarında vilâyet binasında çıkan bir yangın sonucu yok olduğundan şehre ait XVI. yüzyıldaki bilgileri, ancak Tapu tahrir defterlerinde bulabilmek mümkündür. Şehrin mahalleleri, kayda geçmiş olan hâne ve neferlere ait bilgiler bu defterlerde bulunmaktadır XVI. yüzyılın ilk ve ikinci yarısına ait bilgiler aşağıdaki tabloda verilmiştir28:

Tablo: XVI. Yüzyılda İzmir Şehir Nüfusu

Yıl 1528/29 1575/76

Mahalle Hâne Nefer Nefer Değişim%

Faik Paşa 45 70 83 + 19

Mescid-i Selâtin-zâde 38 61 56 -5

Han-Bey (Pazar) 27 39 92 + 235

Liman-ı İzmir 17 33 54 + 64

Boynuz Seküsü 50 61 166 + 272

Cemaat-i Gebran 29 43 110 + 256

Ali Çavuş - - 35 -

Yazıcı (? Yaycı) - - 32 -

Şaphane (? Şeyhler) - - 30 -

Toplam 206 307 658 + 215

Sonuç


İzmir ve civarının Türkleşmesinin Çaka Bey’in Bizans Devleti’nin zaafından yararlanarak 1081 yılında İzmir merkezli bir Türk Beyliği kurmasıyla başladığını kabul etmek gerekir. Batı Anadolu’daki bu Türk beyliğinin kurucusu Çaka Bey’in iradesi ve mücadeleci karakteri sayesinde on altı yıl siyasî varlığını sürdürmüş olması küçümsenmeyecek bir başarı olarak kabul edilmelidir.

Çaka Bey’in ölümünden sonra Avrupa’da hazırlanan kutsal Kudüs şehrini Müslümanlardan almayı ve Anadolu’yu ele geçirmeyi amaçlayan I. Haçlı Seferi sonucu Selçuklu Sultanlığı’nın merkezi İznik’in 1097 yılında Hıristiyan güçlerin eline geçmesi keyfiyeti, hem Türklerin Anadolu içlerine çekilmesine, hem de Batı Anadolu’daki Türk hâkimiyetinin sona ermesi sonucunu ortaya koymuştur. Bu yeni Haçlı Seferi, Batı ve Kuzey-batı Anadolu’daki siyasî dengeyi bozmuştur. İşte bu siyasî şartların sonucu, tarihî bir vakıa olarak, 1097 yılında sadece Selçuklu Sultanlığı’nın merkezi İznik düşmemiş, aynı zamanda Çaka Bey’in büyük ümit ve fedakarlıklarla kurmuş olduğu Türk Beyliği de sükut etmiştir.

Ancak XIII. yüzyılda doğuda batı yönüne doğru başlayan ve şiddetle devam eden Moğol istilâsı, Anadolu’da Türk kitlelerinin Batıya yönelmesine yol açmış, yüzyılın sonuna doğru Batı Anadolu kıyıları tekrar Türklerin eline geçmiş ve bu bölgenin yeniden Türkleşmesi sürecini başlatmıştır.

1402 Ankara Savaşı’ndan sonra Timur’un İzmir’e gelerek, bu şehrin sahil kesimini zapt etmesiyle beraber, İzmir şehrinde de Türk hakimiyetinin tesis edilmesi sağlanmıştır. Şehrin XV. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı hakimiyetine girmesiyle, yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere İzmir’in Türkleşme süreci tamamlanmıştır.

1 Alexiad, III, s. 142-145’den naklen Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1984, s. 150-151. Ayrıca bkz. Claude Cahen, Pre-Ottoma Turkey, New York 1968, s. 78, 88. Emir Hasan, bugünkü Hasan Dağı’na ismi verilen kişidir.

2 Speros Vryonis, Jr., The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from Eleventh through the Fifteenth Century, Berkeley 1971, s. 149.

3 Pachymeres, I, s. 310-312’den naklen Paul Wittek, Menteşe Beyliği, Çev. O. Ş. Gökyay, Ankara 1944, s. 25-26.

4 M. Çetin Varlık, Germiyan-oğulları Tarihi (1300-1429), Ankara 1974.

5 Zerrin Günal Öden, Karası Beyliği, Ankara 1999.

6 Himmet Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara 1968.

7 Paul Wittek, Menteşe Beyliği, Çev. O. Ş. Gökyay, Ankara 1944.

8 Mehmet Çelik (ed.), Saruhanoğulları ve Osmanlı Klasik Döneminde Manisa’da Yaşayan Kültürel İzler, Manisa 1999.

9 Anna Comnena, The Alexiad, İng. çev. E. A. S. Dawes, London 1967.

10 İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklu Çağındaki İzmir Türk Beyi’nin Adı: Çaka mı, Çağa mı, Çakan mı?”İ. Ü. Tarih Dergisi, Sayı: 34, İstanbul 1984, s. 55-60; Osman Turan, a.g.e., s. 8.

11 Akdes Nimet Kurat, Çaka: Orta Zamanda İzmir ve Yakınındaki Adaların Türk Hâkimi, İstanbul 1936, s. 8.

12 Anna Comnena, a.g.e., s. 185; O. Turan, a.g.e., s. 88. Yazar, Çaka Bey’in esir düşmeden önce Anadolu’da Bizans’a karşı kahramanca savaştığını ifade eden sözlerinden bu yargıya varmış olduğu doğrudur.

13 Anna Comnena, aynı yer; Kurat, a.g.e., s. 9.

14 Kurat. a.g.e., s. 11, 18.

15 Anna Comnena, aynı yer; Kurat, a.g.e, s. 11.

16 Kurat, a.g.e., s. 21.

17 Kurat, a.g.e., s. 19; O. Turan, a.g.e., s. 89.

18 Anna Comnena, a.g.e, s. 183.

19 Ioannes Zonaras, Chronik, Alm. çev. Militärs und Höflinge im Ringen um das Kaisertum, 969 bis 1118 (Nach der Chronik des Johannes Zonaras), Graz 1986, s. 165; Kurat, a.g.e, s. 13-15; Coşkun Alptekin, “İzmir Türk Beyliği (Çaka Beyliği) ”, Tarihte Türk Devletleri II, Ankara 1987, s. 478.

20 Anna Comnena, a.g.e., s. 214; Kurat, a.g.e., s. 24.

21 Anna Comnena, a.g.e., s. 219; Turan, a.g.e., s. 94; Alptekin, a.g.m., s. 480.

22 Anna Comnena, a.g.e., s. 220; Turan, a.g.e., s. 94-95.

23 Turan, a.g.e., s. 105.

24 Paul Lemerle, L’ Emirat D’Aydın, Byzance et L’occident, Paris 1957, s. 41 vd.

25 Himmet Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara 1968, s 31.

26 Himmet Akın, a.g.e., s. 34; Paul Lemerle, a.g.e., s. 58.

27 Düsturnâme-i Enveri (Metin), s. 80-81; (Methal), s. 77-78; Dukas, a.g.e., s. 16-17.

28 Necmi Ülker, “Bizans’ın Son Dönemlerinden Cumhuriyet Devrine Kadar İzmir (XIV-XX Yüzyıllar), İzmir, Ankara 1993, s. 80. Bu tablo, Daniel Goffman, Izmir and the Levantine World, 1550-1650, Seattle 1990, s. 11, 14 deki tablolardan yararlanmak suretiyle oluşturulmuştur.

Kaynaklara Dâir.

Batı Anadolu ve İzmir’in Türkleşmesi dönemi ile ilgili sınırlı sayıda da olsa kaynaklar ve basılmış eserler vardır. Konumuzla ilgili kaynaklardan birisi XI. yüzyıla aittir. Diğerleri ise, XIII-XV. yüzyılları kapsamakta olup, çoğunlukla Türk, Bizans ve Latin kökenli kaynaklardır. Bu kaynakların belli başlı olanları aşağıda gösterilmiştir:.

1. Doğu Kaynakları

Düstürnâme-i Enverî: II. Mehmed’in sadrazamı Mahmud Paşa adına 1465 yılında Enverî mahlaslı bir şair tarafından nazım şeklinde yazılmış Türkçe bir kroniktir. Eserde verilen bilgiler Aydınoğulları dönemine ait olup Bizans ve Latin kaynaklarında verilen bilgilerle benzerlik göstermektedir: Mükrimin Halil (Yinanç), Düsturnâme-i Enverî, İstanbul 1928; Eserin değerlendirmesi için bkz. Mükrimin Halil (Yinanç), Düsturnâmei Enverî, İstanbul 1928.

Eflâki, Menâkıbü’l-Ârifîn: Mevlevîler ile ilgili olan eser Sultan Veled’in oğlunun Aydınoğulları ile olan ilişkilerini anlatır.

Tancalı Arap Seyyahı İbn Battuta’nın Seyahatnâmesi: 1333 yazında Aydınoğlu Mehmed Bey’i ve oğullarını ziyaretiyle ilgili bilgileri gözleme dayandığı için önemli ve değerlidir.

El-Ömerî’nin, Mesâlikü’l-Ebsâr fî Memâlikü’l-Emsâr adlı eseri Anadolu Beylikleri ve Aydınoğulları ile ilgili tarih ve coğrafya alanında bilgileri de içermektedir: Eserin Anadolu kısmının Türkçe tercümesi için bkz. Yaşar Yücel, XIII-XV. Yüzyıllar Kuzey-Batı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları, Candar-Oğulları Beylikleri, Ankara 1980, s. 181-201.

Yazıcıoğlu Âli, Tevârih-i Âl-i Selçûk, İbn-i Bibî’nin Selçuknâmesi esas alınarak yazılmış Türkçe bir eserdir. Eserde Aydınoğulları hakkında bilgiler bulunmaktadır.

Aşıkpaşa-zâde, Tevârih-i Âl-i Osman, Aşıkpaşazâde Tarihi, Yay. Ali Bey, İstanbul 1332.

Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan-nümâ, Neşrî Tarihi, 2 cilt, Yay. Haz. F. R. Unat-M. A. Köymen, Ankara 1949, 1957.

Oruç bin Âdil, Oruç Beg Tarihi, Tevârih-i Âl-i Osman, Babinger neşri, Hannover 1925: Franz Babinger, Die Frühosmanischen, Jahrbücher Des Urudsch, Hannover 1925.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defterleri 1/1 M (1450 ler), 8 (1475), 87 (1512-1520), 148 (1528-29), 537 (1575).

Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Maliyeden Müdevver Defterler, 232 (1467).

Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Evkaf Defteri 571.

2. Batı Kaynakları

Georgios Pachymeres (1242-1310). Eser, 1261-1308 arası olayları anlatır. Batı Anadolu’nun kesin olarak Türklerin eline geçmesi hakkında değerli bilgiler verir: De Michaele et Andronico Palaeologis, I. Bekker, Bonn 1835.

Nikephoros Gregoras, (1295-1360). Eser, 1204-1359 yılları arasındaki olayları içermektedir. Eserin son kısımları yazarın gözlemlerine dayanmaktadır: Byzantina Historia, L. Schopen, Bonn 1829-1855.

İoannes Kantakuzenos (Öl. 1383). Dört cilt olan bu vekayinâme, 1320-1336 olaylarını anlatır. Aydınoğlu Umur Bey (1334-48) devri için ana kaynak olarak kabul edilebilir: Historiae, L. Schopen, Bonn 1828-1832.

Leonikos Chalkokondylas (1430-90). On kitap olan bu eser, 1298-1463 devri olaylarını anlatır: Historiarum Libri Decem, I. Bekker, Bonn 1843; Historiarum Demonstrationes, E. Darko, Budapest 1922-27.

Dukas’ın, Bizans Tarihi adlı eseri XV. yüzyılın ilk yarısına ait olayları ayrıntılı bir biçimde anlatır. Eser, İstanbul’un Türklerin eline geçmesinden sonraki bazı olayları naklederek sona erer: Bizans Tarihi, Çev. Vl. Mirmiroğlu, İstanbul 1956.

Georgios Phrantzes (1401-78)’in eseri 1258-1477 yılları arası olayları anlatır. Eserini dört kitap halinde kaleme alan yazar, İstanbul’un zaptı sırasında esir düştüğü için Türkler hakkında sert bir dil kullanır: Yay. J. P. Minge, “Chronikon Mimus”, Patrologiae Cursus Completus, C. CLVI, Paris 1866.

Thomas Predelli, Diplomatorium Veneto-Levantinum, Cilt 1-2, I. Cilt 1300-1350, II. Cilt 1351-1454 tarihleri arasındaki belge ve antlaşmaları ihtiva eder.



Yüklə 14,56 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   95




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin