İlk Müslüman


Aydınoğulları Beyliği / Doç. Dr. Zerrin Günal Öden [s.793-796]



Yüklə 14,56 Mb.
səhifə80/95
tarix17.11.2018
ölçüsü14,56 Mb.
#83295
1   ...   76   77   78   79   80   81   82   83   ...   95

Aydınoğulları Beyliği / Doç. Dr. Zerrin Günal Öden [s.793-796]

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

1176’da Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan’ın, Bizans imparatoru I. Manuel Komnenos’u yenilgiye uğratmasının ardından Türkler, o günkü adıyla Tralles olan Aydın ve Antiohia (Karacasu) şehirlerini ele geçirmişlerdi. Ancak, I. Manuel buraları tekrar ele geçirmeyi başarmıştır. 1280-1282 yıllarında ise Salpakis (sahil beyi Menteşe Bey) Tralles ve Nyssa (Sultanhisar) şehirlerini aldı.1

Antik Lidya ve İonya bölgesinde Aydınoğulları Beyliği’ni kuran Mehmed Bey,2 Germiyan Beyliği ordusunda sübaşı idi.3 Aydınoğlu Mehmed Bey, Germiyanoğlu I. Yakub Bey’in emri ile Ege sahillerine indi. Aydın ve Menteşe kuvvetleri bu sırada birlikte hareket ediyorlardı. Katalanların Batı Anadolu’ya yönelik seferinden sonra Sasa Bey, Tire (1304), Efes (Ephesus) ve Birgi’yi (Pyrgion) ele geçirirken, Mehmed Bey de Ayasuluğ civarını almıştı.4 Enverî’ye5 göre Birgi’yi ele geçirmiş olan Sasa Bey (Menteşe Bey’in damadı) ile mücadele eden Mehmed Bey, Birgi’yi onun elinden aldı. Sasa Bey ise bu savaş sırasında öldü. Mehmed Bey, onun bertaraf edilmesiyle 1307-1308 yılında Aydın (memleket-i Birgi) iline tamamen hâkim oldu. Beylik merkezi Birgi idi. Daha sonra Ayasuluğ (Selçuk), Tire, Sultanhisarı, Bodemya (Ödemiş’te Bademiye köyü) ve 1317’de de İzmir yukarı kalesini (Kadife kale) ele geçirdi.6

Mehmed Bey, hâkimiyeti altındaki yerleri aile arasında paylaştırarak, beylik arazisini beş kısma ayırmış, oğullarından her birini buralara tayin etmiştir.7 Ayasuluğ ve Sultanhisarı’nı büyük oğlu Hızır Bey’e, İzmir’i diğer oğlu Umur Bey’e, Bodemya’yı üçüncü oğlu İbrahim Bahadır Bey’e, Tire’yi dördüncü oğlu Süleyman Bey’e verdi. En küçük oğlu İsa Bey’i de yanında alıkoydu.8

İlk donanmayı Ayasuluğ’da kuran Mehmed Bey, İzmir’i Cenevizlilerin ellinden aldıktan sonra (1327-1328) burada da bir donanma meydana getirdi. Nitekim, İzmir’in idaresiyle görevlendirilen Umur Bey, daha babasının sağlığında Rumeli sahillerine ve Ege adalarına akınlar düzenledi.9

Aydınoğlu Mehmed Bey, Bizans İmparatorluğu ile dostane ilişkiler içindeydi. İmparator Sakız’ı Cenevizlilerden alarak Foça’yı muhasara etmiş, Mehmed Bey bu muhasaraya oğlu komutasında bir donanma göndererek yardımcı olmuştu.10 1334 yılında bir av sırasında suya düşerek hastalanmasının ardından vefat eden Mehmed Bey’i bir yıl önce Birgi’deki sarayında ziyaret eden İbn Batuta,11 fakihlerin gayet güzel, altın işlemeli elbiseler içinde olduğunu, sofada Rum içoğanları ile karşılaştığını ve kabul salonuna birçok merdivenlerden çıkarak girdiklerini kaydediyor. Bu salonun ortasında her köşesinde ağzından su akan tunçtan arslan heykellerinin bulunduğu bir havuz yer almaktaydı. Duvarlar ise çepeçevre üzerleri kumaşlarla döşeli sedirler ile çevrilmişti. Bunlardan daha yüksekçe olan taht ise bey için kurulmuştu. Sultanın etrafında müderris, kadı ve hâfızlar yer almakta, mükemmel derecede altın, gümüş, çini yemek takımları da mevcut bulunmaktaydı. İbn Batuta’nın izlenimlerinden Aydınoğlu Mehmed Bey’in bilim ve sanata değer verdiği anlaşılmaktadır. Nitekim Mehmed Bey, Birgi’ye ele geçirdikten hemen sonra burada bir camii ve bugün mevcut olmayan bir medrese inşa ettirmiştir. O dönemde Saa’lebî’nin Araisü’l-Mecâlis adlı peygamberler tarihi Mehmed Bey adına tercüme edilmiş, yine onun emriyle Farsça Tezkire-i Evliyâ adlı eser Türkçeye çevrilmiştir. Aydınoğlu Mehmed Bey’in mezarı Birgi’de Ulu Camii yakınındaki türbesindedir.12 El-Ömerî’ye13 göre, Aydınoğlu’nun altmış şehri, üçyüzden fazla kalesi bulunmaktaydı. Askeri yetmiş bin atlı civarında olup, Rumlar, Frenkler ve korsanlarla sürekli savaşmaktaydılar. Mehmed Bey’in vefatı üzerine ailenin kararıyla (amcaları ve kardeşlerinin ittifâk ve ısrarları ile), genellikle Ulu Beylik makamına büyük oğul tercih edilmesine rağmen, Hızır Bey’den küçük olan ancak, kişilik özellikleri ile kendisini gösteren Umur Bey, Beylik tahtına getirildi.14

Aydınoğulları Beyi olduğu sırada 25 yaşında olan Umur Bey’in hükümdarlığı aralıksız gazâlarla geçmiştir. O, Saruhan Bey ile ittifâk kurarak, Mora’ya sefer düzenlemiş, ayrıca Alaşehir’i (Philadelphia) de kendi nüfûzu altına almıştır. Bizans İmparatoru III. Andronikos’un Foça muhasarasına Saruhan Bey ile birlikte yardımcı kuvvet yollamış, bu sefer sırasında tanıdığı I. Kantakuzenos ile uzun süre dostça münasebetler kurmuştur. Yine bu sefere yardımı karşılığında Alaşehir’i bırakarak, Sakız adası imparator tarafından kendisine verilmiştir. Umur Bey bundan başka, Arnavut isyanını bastırmış, Eğriboz, Kili ve Eflâk üzerine seferler düzenlemiştir.15

III. Andronikos’un 1341’de ölümü üzerine yerine geçen imparatorun vasisi olan Ioannes Kantakuzenos, ilk anda imparatorlukta meydana gelen bu saltanat değişikliğinden yararlanarak Rumeli’ye akınlarını şiddetlendiren sahil beyleri ve Bulgar Kralı ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Bir süre sonra Dimetoka’da kendini imparator ilân ederek saltanat mücadelesine kalkışan Kantakuzenos’un yanında eski dostu Aydınoğlu Umur Bey yer aldı. Umur Bey, 1341-1343 yıllarında Adalar denizi hâkimiyetini tamamen elde etmiş, Girit ve Kıbrıs’a kadar seferler düzenlemişti.16

Umur Bey, 1342-1343 yıllarında Kantakuzenos’a yardım etmek üzere Rumeli’ye geçmiştir. Ancak, onun faaliyetleri karşısında endişeye düşen Latinler, bir Haçlı seferi düzenleyerek (Kıbrıs, Venedik, Ceneviz ve Rodos) 28 Ekim 1344’te İzmir’i Türkler elinden aldılar. Umur Bey’in donanmasının bir kısmı tahrip oldu. Bununla beraber Umur Bey Yukarı kaleden seferlerine devam etmeye çalıştı. Bu arada, Umur Bey’in İzmir’deki mücadelesi sırasında yalnız kalan Kantakuzenos başka müttefikler aramış, Karasioğlu Süleyman Bey ile Osmanlı Beyi Orhan ile siyasî evlilikler yolu ile ittifâk kurmuştur.17

İzmir savaşında donanmasını kaybeden Umur Bey’in yeni bir donanma hazırlamak ve İzmir’i kurtarmak için para ve ganimete ihtiyacı vardı. Bu sebeple Kantakuzenos’un teklifini kabul ederek, ona yardım etmeye karar verdi. Kantakuzenos ile birleşmek için kara yoluyla gitmesi ve Saruhan ile Karasi arazilerinden geçmesi gerekiyordu. Nitekim, Saruhan topraklarından geçerken Saruhan Bey, yapılan anlaşma gereği oğlu Süleyman Bey’i Umur Bey’e emanet ederek bir miktar askeri onun hizmetine vermiştir.18 Böylece Karasi arazisine girdiklerinde onları karşılayan Karasioğlu Süleyman Bey, kendilerine ziyafet vermiş ve Çanakkale Boğazı’na varıncaya kadar ikramlarda bulunmuştur. Bu suretle 1345 yılı baharında Çanakkale’den Gelibolu yarımadasına geçen Umur Bey, beraberindeki 20.000 kadar süvarisiyle birlikte Dimetoka’da Kantakuzenos’la buluştu.19 Kantakuzenos ve Umur Bey Rumeli’de mücadeleye girişirken, İstanbul’dan Kantakuzenos’un rakibi Aleksios Apokavkos’un öldüğü haberi geldi. Bunun üzerine başkente doğru yürüyüşe geçtiler. Fakat şehre yaklaşıldığında Apokavkos’u katleden Kantakuzenos taraftarlarının da ortadan kaldırıldığı haberi alındı. Bu sebeple bir sonuç elde edemeyeceklerini anlayarak geri döndüler. Bu sefer sırasında Saruhanoğlu Süleyman Bey’in ölümü üzerine, onun ölümünden kendisini sorumlu tutan ve oldukça üzülen Umur Bey derhal Anadolu’ya geçmiştir.20

1346 yılında Papa VI. Clement, Latin hükümdarları İzmir üzerine yeni bir Haçlı organizasyonu düzenleme çabası kısmen kabul görmüş, Viennois dükü Torfil, İzmir’e bir çıkış hareketi yaptıysa da başarılı olamamıştır. Ancak Latinler arasında bir birlik sağlanamadığından barış görüşmelerine başlanmıştı. O sırada Umur Bey, Ayasuluğ’da inşa ettirdiği yeni donanması ile Ege denizinde tekrar faaliyete başladı. Rodos şövalyeleri ise Ege deniz ticaretinin aksamaması için Aydınoğulları ile bir barış anlaşması imzaladılar (1347 yılı sonu). Buna göre İzmir tamamen Türklere teslim edilecek, sahil hisarının istihkamları Latinlere yıktırılacak, Türkler tarafından Hıristiyanlara bazı ticarî imtiyazlar verilecekti. Fakat, diğer müttefikler kabul etmediklerinden anlaşması Papa tarafından da onaylanmadı. Bunun üzerine İzmir’e hücum eden Umur Bey, bu savaşta şehit düştü (1348).21

Enverî’ye22 göre 18 yaşından itibaren 26 gaza yapan Umur Bey, bütün hayatını savaş meydanlarında geçirdi. Batılı tarihçiler tarafından “Morbasan” diye anılan Umur Bey, Bahed-dîn, Gâzi ve Paşa lakablarıyla anılmıştır. Hatta onun, İzmir’i ele geçirdikten sonra yaptırdığı kadırgası gâzi adını taşımaktaydı. Onun ölümü ile Aydınoğulları Beyliği’nin parlak dönemi sona erdi. Umur Bey’in Hundi Melek, Azize Melek ve Gürci Melek adlarında üç kızı vardı. Onun zamanında ticaret gelişmiş, gigliati denilen Napoli tarzında paralar kesilerek ticarî alışverişin kolaylaşması sağlanmıştır. Aydınoğlu denizciliği de en yüksek seviyesine bu dönemde ulaştı ve tesiri Osmanlılarda da görüldü. Hatta, Osmanlı askerlerinin “Umur Bey başı için” şeklinde yemin etmeleri onun Osmanlılar üzerindeki maddî ve manevî etkisinin bir işareti gibidir. Umur Bey’in Birgi, Keles ve Alaşehir’de camii, mescit ve medrese gibi birçok vakıflarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Kabri, Birgi’de Aydınoğlu Mehmed Bey’in türbesindedir. Süheyl ü Nevbahar manzumesi onun adına tercüme edilmiştir. Umur Bey’i İzmir’de ziyaret eden İbn Batuta, onu üstün vasıflara sahip, bir gazâ kahramanı olarak nitelemiştir.23

Umur Bey’in yerine geçen Hızır Bey, Latinlere daha fazla mukavemet gösteremedi ve ağır şartlarla bir antlaşma imzalamak zorunda kaldı (18 Ağustos 1348). Buna göre;

1- Aydın ilinin bütün iskelelerinde alınmakta olan gümrük vergisinin yarısı müttefiklere bırakılacak ve bu gümrük vergisinin miktarı zamanla azaltılıp çoğaltılmayacaktı.

2- Bütün deniz kuvvetlerinin bir ay içinde silah ve teçhizatı alınacak ve karaya çekilecekti. İstenilirse bu gemiler yakılmaya hazır bulundurulacaktı.

3- Hıristiyan gemilerinin bu beylik iskelelerine serbestçe girerek ticaret yapabilmeleri için korsanlık hareketlerine son verilecek, kazaya uğrayan gemiler kurtarılacak, fakat bunlar üzerinde hiçbir hak iddia edilemeyecekti.

4- Müttefiklerin düşmanlarıyla hiçbir anlaşma yapılmayacak, müttefikler ise Hızır Çelebi’ye karşı Hıristiyan devletlerin tecavüz emellerini önlemeye çalışacaklar, şayet imkan bulamazlarsa durumdan kendisini haberdar edeceklerdi.

5- Beyliğin hükmettiği memleketlerin Hıristiyan ahalisine iyi muamele edilecek, buna mukabil Hıristiyanlar da Türklere hiçbir zarar vermeyeceklerdi.

6- Müttefik devletler beylik nezdinde kaza hakkını haiz konsoloslar bulunduracaklardı. Bunlar müttefik Hıristiyan teba ile Türkler arasında çıkacak anlaşmazlıkları mahallin beyi ile danışarak halletmeye çalışacaklardı.

Yirmi dört maddeden oluşan bu anlaşma Papa tarafından da onaylandı. Böylece, her bakımdan faaliyeti kısıtlanan beylik çöküş dönemine girmiştir. Bu anlaşmada yer almayan Cenevizliler de üç yıl sonra 1351’de aynı imtiyazları elde etmişlerdir. Kapitülasyon özelliği taşıyan bu antlaşmalar, Aydınoğulları Beyliği Osmanlılara intikâl ettikten sonra dahi devam ettiği, Yıldırım Bayezid tarafından Venediklilere verilen 21 Mayıs 1390 tarihli üç fermandan anlaşılmaktadır. Beyliğin içine düştüğü zor şartlar altında Hızır Bey, idarî merkezi Ayasuluğ’a taşıdı. Onun ölüm tarihi belli değildir. Muhtemelen 1360 yılında vefat etmiş olmalıdır. Âlim bir şahıs olan İsa Bey zamanında ilim ve fikir hayatı hayli ilerledi. Ayasuluğ’da kendi adını taşıyan bir camii inşa ettirdi (1337). Meşhur tabip Hacı Paşa, Şifaü’l-eskâm ve devâü’l-âlâm adlı eserini İsa Bey’e sunmuştur. Yine, Yakub bin Mehmed tarafından tercüme edilen Hüsrev ve Şirin adlı eser İsa Bey’e ithaf edilmiştir. Bizans tarihçisi Dukas’ın bir âlim olan babası da Bizans’tan kaçarak İsa Bey’in yanına gelmiş ve onun himâyesini görmüştür.24

Öteki kardeşleri İbrahim Bahadır ve Süleymanşâh daha önce vefat etmiş olduğundan25 Aydınoğlu Hızır Bey’in yerine en küçük kardeşi İsa Bey geçti. Aydınoğlu İsa Bey, 1371’de Venediklilerle daha önce yapılan anlaşmayı yeniledi. Kosova Savaşı’nda (1389) ise Saruhan Beyliği kuvvetleriyle birlikte Osmanlı ordusunun sol kanadında yer aldı. Daha sonra Yıldırım Bayezid’in Alaşehir’i ele geçirmesi üzerine, Osmanlı sultanına tâbiyetini bildirdi ve beylik merkezini Ayasuluğ’dan Tire’ye nakletti. Bayezid ise İsa Bey’in kızı Hafsa Sultan ile evlenmiştir. Bu suretle Aydınoğulları Beyliği’nin Osmanlılar tarafından ilk ele geçirilişi gerçekleşmiştir (1390). Aydınoğlu İsa Bey, muhtemelen Ankara Savaşı öncesinde vefat etmiştir.26

Aydın ili hemen hemen 12 yıl boyunca Osmanlılar elinde kaldı. Timur’un Ankara Savaşı galibiyeti sonrasında bu beylik de diğer beylikler gibi yeniden canlandı. Timur, kendisine itaat arzeden Aydınoğlu İsa Bey’in oğlu Musa Bey ve kardeşi Umur Bey’e Aydınoğulları Beyliği’nin müşterek idaresini verdi. Musa Bey, 1403’te öldüğünde beyliğin başına II. Umur Bey geçti.27 Ancak Aydınoğlu Mehmet Bey’in oğlu olan İbrahim Bey’in oğlu Cüneyd Bey ona karşı saltanat mücadelesine kalkıştı. Ancak dayısı Menteşeoğlu İlyas Bey’in yardımıyla Ayasuluğ’u geri alarak beyliğine sahip olmaya çalışan Umur Bey, bu mücadele sırasında ölünce (1405), Cüneyd Bey Aydın Beyi oldu.28 Selçuk’a yerleşen Cüneyd Bey, Osmanlıların saltanat mücadelesine karıştı. Aydınoğulları Beyliği’nin devamlılığını sağlamak ve beylik makamını elinde tutabilmek için sürekli mücadele eden Cüneyd Bey, Çelebi Mehmed’e tâbi olarak beyliğini elinde tutabildi. Bu uğurda yıllarca Osmanlılara karşı mücadele veren Cüneyd Bey, II. Murad’a itaat arzetmeyince, hem kendi hem de Aydınoğulları Beyliği’nin sonunu hazırlayacak olan süreç başladı. Sultan II. Murad, bu âsi Aydın Beyi’nin üzerine Anadolu Beylerbeyi Hamza Bey’i sevketti. Zor durumda kalan Cüneyd Bey Karamanoğulları’ndan da destek aramış, ama umduğunu bulamamıştır. Sonuçta sığındığı İpsili kalesinde kuşatılan Cüneyd Bey teslim olmak zorunda kaldı. Fakat, gece çadırda uyurken, ailesi ile birlikte (çocukları, torunları) öldürüldü (1425-1426). Böylece Aydınoğulları tarih sahnesinden silindiler ve beylik arazisi tamamen Osmanlı mülküne dahil oldu.29

1 H. Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara 1968, s. 2-5.

2 Mübârized-dîn lakabını taşıyan Aydınoğlu Mehmed Bey, muhtemelen İbn Bîbî (Tevârih-i Âl-i Selçuk, Yazıcıoğlu Âli Tercümesi, nşr. M. T. Houtsma, Leiden’nin (1902, s. 61) Anadolu Selçuklu Sultanı Rükneddîn Süleymanşâh’ın beyleri ve saltanat uluları arasında zikrettiği Aydın Alp neslinden gelmiş olabilir. Aynı eserde Leşker ili veya Aydın ili denilen yerlerde sahil gemilerinin reisi olarak Aydın Reis’in adı geçmektedir.

3 Ahmed Eflakî (Âriflerin Menkıbeleri, II, İstanbul 1989, s. 343-344), Sultan Veled Birgi’ye geldiğinde Mübârized-dîn Mehmed Bey henüz o vilâyeti ve civarını zaptetmediğini, onun Alişiroğlu’nun sübaşılarından biri olduğunu belirterek, Sultan Veled’in ona Sultanü’l-guzât adını verdiğini, Moğol ve Türk emirleri arasında en çok onu övdüğünü ve onları şecaat, cömertlik ve mertliği ondan öğrenmeye teşvik ettiğini, buna karşılık Mehmed Bey’in her yıl ona birçok adak ve değerli hediyeler gönderdiğini kaydetmektedir. Ayr. bkz. M. Ç. Varlık, Germiyanoğulları Tarihi (1300-1429), Ankara 1974, s. 40.

4 Akın, a.g.e., s. 15; P. Wittek, Menteşe Beyliği, çev. O, Ş, Gökyay, Ankara 1986, s. 35-39; Varlık, a.g.e., s. 39.

5 Düsturnâme, nşr. M. H. Yınanç, İstanbul 1928, s. 17; M. H. Yınanç, Düsturnâme-i Enverî’ye Medhal, İstanbul 1930, s. 21-22; Akın, a.g.e., s. 21-25; Aydınoğlu Mehmed Bey’in Birgi’de yaptırdığı Ulu Camii’nin ana kapısı üzerindeki kitabede kenti 707/3 Temmuz 1307-22 Haziran 1308 yılında fethettiği ve camii inşaatının 712/1312 yılında tamamlandığı kayıtlıdır. Bu kitâbede Mehmed Bey’in emîrü’l-kebîr unvanıyla anılması artık onun 707/1307-1308 yılından itibaren Germiyanoğulları’ndan tamamen bağımsız olarak Aydın ilinin hâkimi olduğunu göstermektedir. Bkz. Akın, a.g.e., s. 27; Birgi (Tarihi, Tarihî Coğrafyası ve Türk Dönemi Anıtları), yay. haz. R. H. Ünal, Ankara 2001, s. 10.

6 Akın, a.g.e., s. 31 not 186.

7 Enverî, s. 18.

“Büyüdü bunlar selâttin oldular.

Her biri bir ile tâyin oldular.

İli beş oğluna kısmet kıldı mîr.

Her biri bir yerde kıldı dâr ü gîr.”

8 Enverî, s. 18; A. Gökbel-H. Şölen, Aydın İli Tarihi, I, İstanbul 1936, s. 88; Akın, a.g.e., s. 30-31; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, Ankara 1984, s. 133.

9 Bkz. Enverî, s. 22-34; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1984, s. 104-105; Akın, a.g.e., s. 34-36; Ayn. müellif (a.g.e., s. 36), 1334 yılında 30 gemilik Haçlı donanmasının İzmir’e çıkarma yapacağını duyan Umur Bey’in hemen Birgi’den İzmir’e döndüğünü, ancak kendisi henüz varmadan düşmanların perişan edildiğini, Enverî’ye dayanarak naklederken, Haçlıların bu ilk taarruzunu bir keşif hareketi olarak nitelemektedir. Halbuki, 1334 Haçlı Seferi, yıllar süren planlı bir organizasyon sonucudur. Bu konuda bkz. Z. Günal Öden, Karasi Beyliği, Ankara 1999, s. 37-43.

10 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 105.

11 Seyahatnâme, tr. Mehmed Şerif Paşa, İstanbul 1333-1335, s. 322, 331-333; Enverî, s. 35; Wittek, a.g.e., s. 66, 116, 120; Ayr. bk., H. Edhem, Düvel-i İslâmiye, İstanbul 1927, s. 283; Akın, a.g.e., s. 37; Aydınoğlu Mehmed Bey’in Birgi’deki vakıfları için bk., Birgi, s. 177, 180-181.

12 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 105; Ayr. bkz. Birgi, s. 11.

13 El-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr fî memâlikü’l-emsâr, F. Taeschner tabı, I. text, Leipzig 1929, s. 45-46; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 105.

14 Enverî, s. 35-36.

“Vardı Mehmed Bey’in üç kardeşi.

Hamza ve Osman Hasan Bey yoldaşı.

Tahta paşayı görür anlar revâ.

Hızır Bey dahi anı gördü sezâ.

Gerçi Paşa çok tekellüf eyledi.

Tahta geç der Hızır Şâh’a söyledi.

And içti dedi kim haşâ ki ben.

Tahta geçem varken ey şâh sen.”

Akın, a.g.e., s. 39-40; Yınanç, a.g.e., s. 32; Uzunçarşılı, a.g.e., 105, 200; Ayn. mlf., Medhal, s. 133-134; Wittek, a.g.e., s. 74; A. Taneri, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı-Teşkilâtı, Ankara 1978, s. 299.

15 F. Kurtoğlu, Türklerin Deniz Muharebeleri, İstanbul 1935-1940, s. 45-51; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 106; Akın, a.g.e., 41-43.; Aydınoğlu Umur Bey hakkında geniş bilgi için bkz. T. Baykara, Aydınoğlu Gâzi Umur Paşa (1309-1348, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1990.

16 Kantakuzenos, Corpus Scriptorum Historiae Byzantine, II, nşr. V. L. Schopen, Bonnae 1828-1832, s. 65-66; Hammer, Devlet-i Osmâniye Tarihi, I, trc. Mehmed Ata, İstanbul 1336, s. 155; Yınanç, a. g, e., s. 45; Kurtoğlu, a.g.e., s. 51-54; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 106-107; Akın, a.g.e., s. 45-46; G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, çev. F. Işıltan, Ankara 1986, s. 471; Ş. Baştav, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1989, s. 37; D. M. Nicol, The Last Centuries of Byzantium (1261-1453), London 1972, s. 203.

17 Kantakuzenos, II, s. 476-477; Kurtoğlu, a.g.e., s. 54-59; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 107; Akın, a.g.e., s. 46; Nicol, a.g.e., s. 204-208.

18 Kantakuzenos, II, s. 529-530; Kurtoğlu, a.g.e., s. 59-61; Ç. Uluçay, Saruhanoğulları mad., İA; Ayr. bkz., H. İnalcık, “The Rise of Turcoman Maritima Principalitres in Anatolia, Byzantium and Crusades”, BF, c. 9, Amsterdam 1985, s. 198; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 108; krş., Akın, a.g.e., s. 59-61; Nicol, a.g.e., s. 204-208.

19 Kantakuzenos, II, s. 530; Gregoras, II, s. 726-727; Enverî, s. 66; Nicol, a.g.e., s. 208; Ayn. mlf., (The Byzantine Family of Kantakuzenos, 1100-1460, Washington 1968, s. 57, 59), Umur Bey’in Gelibolu’ya geçişini 1344-1345 yılı kışı olarak tarihlemiştir. Bkz. P. Lemerle, L’emirat D’aydın Byzance et L’occodient, recherches sur “la Gest D’Umur Pacha”, Paris 1957, s. 204 not 1, 212-213.

20 Kantakuzenos, II, s. 593; Dukas, Bizans Tarihi, çev. V. Mirmiroğlu, İstanbul 1956, s. 11-12; Enverî (Düsturnâme, s. 67), Saruhanoğlu Süleyman Bey’in hastalanarak öldüğünü anlatırken, Nicol (The Byzantine Family, s. 60 ve not 69) ’a göre, Kantakuzenos’un oğlu Mattheos Kantakuzenos tarafından öldürülmüştür. Yınanç, a.g.e., 63-64; Akın, a.g.e., s. 46-48;.

21 Kurtoğlu, a.g.e., s. 61; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 108-109; Akın, a.g.e., s. 48-49.

22 Enverî, s. 20.

“Yapdı bir ulu kadırga oldu şâd,

ol gemiye verdi paşa Gâzi ad.”

Yınanç, a.g.e., s. 12, 23; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 105.

23 İbn Batuta, Seyahatnâme, I, s. 334; Kurtoğlu, a.g.e., s. 64; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 109; Akın, a.g.e., s. 49-50.

24 Kurtoğlu, a.g.e., s. 64-65; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 109-110, 113; Akın, a.g.e., s. 52-54.

25 Yakub Bey isminde bir oğlu olan Süleymanşâh 1349’da vefat etmiştir. Türbesi Tire’de İbn Melek Medresesi avlusundadır. İbrahim Bahadır Bey ise 1347’den evvel vefat etmiş olmalıdır. Onun Hasan ve Cüneyd isimlerinde iki oğlu vardı. Bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 110-111; Ayn. mlf., Kitâbeler, II, s. 136-137.

26 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 113; Akın, a.g.e., s. 56-58.

27 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 114.

28 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 78, 114.

29 Aydınoğlu Cüneyd Bey bazı nadir sikkelerinde “Gâzi Cüneyd” klişesi ile göze çarpmaktadır. Bkz., Uzunçarşılı, a.g.e., s. 115-118; C. Mordtman, “Cüneyd mad.”, İA; Akın, a.g.e., s. 66.

Eratnalı Devleti Tarihine Genel Bir Bakış (1327-1381) / Prof. Dr. Kemal Göde [s.797-808]

Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Eratna Devleti’nin Kuruluşuna Doğru (1325 - 1343)

I. Anadolu Umûmî Vâliliği’ne Vekâlet Etmesine Kadar Emir Eratna’nın Hayatı ve Faaliyetleri

On dördüncü yüzyıl Anadolusu değişik ve önemli tarihî olaylara sahne olmuştur. Anadolu Selçukluları Devleti (1075-1318), tarihî rolünü bu yüzyılın başlarında tamamlamış; İlhanlıların Anadolu Umûmî vâlileri, bu yüzyılın ilk çeyreğinde, Türkiye Tarihi’nin akışını değiştirmek için mücadele vermişler ve son olarak da, yine bu yüzyılda bilâhere “Anadolu Türk Birliği”ni kurarak, “Cihân-şumul bir devlet” te’sis edecek alan Osmanlıların da dâhil bulunduğu Türkmen Beylikleri, faaliyetler göstermişler ve birbirleriyle kıyasıya üstünlük kurma mücadelesine girişmişlerdir.

Türkiye Tarihi’nde yarım yüzyıl süren bir siyâsî teşekküle adını verecek olan emîrlerden “Eratna Noyân”, Türkmen Beyliklerinden ayrı bir yapı ve özelliğe sâhip olan Eratnalı Devleti (1327-1381) ile Beylikler Devri’ndeki seçkin yerini almıştır. Bu yazımızda, Emîr Eratna’nın ortaya çıkışı ve faâliyetleri çağdaş kaynakların verdiği bilgiler ışığında ele alınacaktır.

On dördüncü yüzyıl Selçuklu Türkiyesi’nde, İlhanlıların Umûmî Vâlisi sıfatıyla önemli bir vazifeyi yüklenen Emîr Eratna hakkında yeterli ve kesin bilgilere sâhip değiliz. Horasan-İran-Irak ülkeleri ile Azerbaycan’a hâkim olan İlhanlı (1256-1335) ordusunda ikinci dereceden bir emîr durumunda bulunan Emîr Eratna hakkında bilgi bulunmayışını tabiî karşılamak gerekir. Ancak eniştesi Çobanoğlu Emîr Temürtaş’ın sâyesinde tanınarak, bilâhare siyâsî rol oynamaya başlamasıyla, çağdaş kaynaklarda adı geçmeye başlamıştır. Alışılan bir geleneğe aykırı olarak, Emîr Eratna’nın gerek “Anadolu Umûmi Vâliliği” ve gerekse “Sultanlığı” zamanında da bir özel tarihinin bulunmayışı veya varsa da elimize geçmemiş. olması, kendisi ve devleti hakkında, bizi gerçek anlamda aydınlatıcı bilgilerden mahrum bırakmaktadır. Bütün bu karanlığa rağmen, bu devlet kurucu Emîr’in hayatını bulabildiğimiz bilgilerle aydınlatmaya çalışacağız.

Eratna Adı

Eratna adı, çağdaş kaynak ve tetkik eserlerde çeşitli imlalarla yazılmış ve bu yazılanlar da, değişik şekillerde okunmuştur. Şöyle ki: Ertinî, Ertenî, Erdinî, Erdenî, Eretnâ, Ertenâ, Eretne, Ertene, Erednâ, Erdenâ, Eratnâ, Ârtenâ, Âretnâ, Erdânâ, Ertanâ, Ertânâ, Ârtânâ, Ârdânâ gibi.

Görüldüğü gibi, Eratnalı Devleti’nin kurucusu Sultan Alâeddin Eratna, değişik şekillerde yazılmış ve telâffuz edilmiştir. Bu sebeple, Eratna adının kesin bir yazılış ve okunuşunu tespit etmek ve birlik sağlamak mümkün olamamışsa da, biz bu çalışmamızda Eratna imlâsını ve adına kurulan devletin adını da “Eratnalılar”1 olarak kullandık. Eratna, İlhanlı sarayında ve ordusunda yetişmiş bir emîr ve noyân unvanıyla Anadolu’ya gelmiş, önce umûmî vâli ve sonra da sultan sıfatıyla başarılı bir hizmet vererek, içeride ve dışarıda kendisini tanıtmasını bilmiştir. Anadolu’da bir otorite kurmuş olan Eratna’ya, yukarıda ifâde edilmiş olduğu üzere, müellifler tarafından, asıl adının mânâsıyla ilgili olarak -iri yarı oluşundan dolayı- lâkaplar da verilmiştir. Ayrıca, “Aratna” kelimesinin başında bulunan (a) harfinin yerini (e) harfinin aldığını; böylece de, anılan Emîr’in “Aratna” yerine, “Eratna” şeklinde adlandırıldığını söylemek mümkündür.2

Eratna’nın Soyu ve Âilesi

İlhanlılar tarafından, Anadolu Selçukluları Devleti’nin topraklarını idâreye memur edilen umûmî vâli Çobanoğlu Temürtaş’ın, Anadolu’da tutunamayarak, Mısır Memlûklu sultanına sığınması üzerine, önce Umûmî Vâlilik görevini yürüten ve sonra da, kendi adına bir devlet kuran Eratna’nın soyu ve âilesi hakkında, geniş olmamakla beraber, umûmî bâzı bilgilere sâhibiz.

Eratna’nın soyu hakkında en güvenilir bilgiyi veren Abdullah Kâşânî, kaleme aldığı Farsça tarihinde,3 Sultan Olcaytu (1304-1316) zamanında yaşamış beylere âit bir cetvel vermiştir. Verilen bu cetvelde, İlhanlı Hükümdârı Olcaytu’nun âile ve ümerâsı sayılırken on altıncı sırada: “Emîr Tarımtâz ve iki birâder Sünüktâz ve Eratna Uygur kavminden” ibâresi geçmektedir. Böylece, bu önemli kaynağın ifâdesi neticesinde, Eratna ve ağabeylerinin Uygur Türklerinden olduğu gerçeği ortaya çıkmış olmakla, Eratna’yı Moğol ve Tatar asıllı gösteren müelliflerin görüşlerinin yanlış olduğu da, kesin olarak anlaşılmıştır.

Bu görüşten hareketle, Z. Velidî Togan “Rum ülkesinde Uygur Beğlerinden, tümen beğleri sıfatıyla Tarımtaz ile Senektay ve Ertene (Ertana) kardeşler” diye anılan emîrlerin Uygur Türklerinden olduğunu belirlemiştir.4 Aynı şekilde, İ. Hakkı Uzunçarşılı,5 M. Fahreddîn Kırzıoğlu6 ve Faruk Sümer7 de Eratna’nın Uygur Türklerinden olduğunu ifâda etmişlerdir.

Kısaca ifade edersek, Eratnalılar Devleti’nin kurucusu Eratna, Uygur Türklerinden olup babası, Şikâri’nin kaydına göre Cafer Bey ve Faruk Sümer’in tespitine göre ise Taycu (?) Bahşi ve anası da Tükelti Hatun’dur.

Elimizde bu konuda bir belge bulunmamakla birlikte, kuvvetli bir ihtimal olarak akla geliyor ki, Abaka’nın en yakın ve güvendiği adamlarından biri olan Taycu (?) Bahşi, Anadolu’ya gelmiş ve bir daha geri dönmeyerek, Müslüman olup, Cafer adını almış ve Kayseri Emîrliği görevini de yürütmüştür.8

Emîr Eratna’nın Umûmî Vâliliğe Vekâletinden Önceki Faâliyetleri

Gazan Han (1294-1304) zamanında, Moğollar arasında Türkler de önem kazanmışlar ve Olcaytu (1304-1316) zamanında, başta Uygurlar olmak üzere Türkler önemli mevkilere geçmişlerdir. Uygurlardan Emîr Sevinç Aka, Olcaytu’nun en muteber emîrlerinden biri olup, Horasan Vâliliği’ne tayîn edilen Ebu Saîd’e atabeğlik yapmış ve emîrlerinin başı olmuştur. Onun kardeşi Öğrünç de bir Uygur tümeninin başında nüfuzlu emîrlerden biri olarak görev yürütmüştür. Diğer Uygur beylerinden biri de asîl bir âileye, yâni Uygur Hanları Sülâlesi’ne mensup olduğu bilinen Esen Kutluğ olup; bu Emîr, hem Olcaytu ve hem de Ebu Saîd Bahadır Han’ın (1316-1335) itimadını kazanmış olmakla, adı geçen sultanlardan teveccüh görmüştür. Bu Emîrlerden başka, Olcaytu’nun güvenilir emîrlerinden olan Eratna ile ağabeyleri Tarımtâz ve Sünüktâz da Uygur Türklerinden olup, İlhanlı ordusunda önemli görevler ifâ etmişlerdir. Anadolu’ya işgâl kuvvetleri olarak gönderilmiş olan Moğollar, başlıca Tokat, Amasya, Çorum, Kırşehir, Kayseri ve Sivas çevresinde yerleşmişlerdir. Bunlara umûmîyetle “Tatar” adı verilmiştir. Bu gelenlerin hepsi Moğol menşeili olmayıp, aralarında Uygur ve diğer Türk kavimlerinden önemli zümreler de vardır.9

Eratna çocukluğundan beri, İlhanlı sarayında Sultan’ın hizmetinde olduğu için, Ebu Saîd Han’ın ve Beğlerbeğisi Emîr Çoban’ın îtîmadını kazanmıştır. O, daha Olcaytu Han zamanında, Anadolu’da bulunan Moğol ordusunun bir fırkasının komutanlığına tayin edilmiş ve bu suretle de oradaki önemli emîrler arasına girmiştir. Ebu Saîd Bahadır Han zamanında ise, eyâlet nâzırlığı görevinde bulunmuştur. Bunlardan daha önemlisi Eratna, İlhanlıların Anadolu Umûmî Vâlisi Temürtaş’a kız kardeşini vermiş ve ona nâib olmuştur. Kurulan bu akrabalık sâyesinde de, zaten başarılı olan Emîr Eratna, Ebu Saîd Han’ın birinci derecedeki emîrleri arasında yerini almıştır. Bu sırada eniştesi Temürtaş’ın yanında görev yapan Emîr Eratna, Anadolu Türk insanı üzerinde müspet rol oynayarak, esaslı bir nüfuz kurmaya çalışmıştır. Bu cümleden olarak, “Eratna, Temürtaş’ın idâresinde Konya’ya gitmiş ve burada bulunan Mevlevi Şeyhi Âbid Çelebi’yi, Uçlardaki Türkmenleri Temürtaş adına, itâat altına alması için elçi olarak vazifelendirmiştir. Âbid Çelebi, kendisine verilen bu elçilik görevini kabullenmiyerek, affedilmesi için Ahmed Eflâki’yi aracı olarak Eratna’ya göndermişse de, Eratna’nın kesin tutumu üzerine, arzusu yerine getirilmeyince, isteksiz bir şekilde, adı geçen göreve gitmek mecburiyetinde kalmıştır”.10

Emîr Temürtaş, Anadolu Türkmen beylerini sıkı bir şekilde kendisine bağlamak için tedbîrler almış ve faaliyetlerini artırmıştır. Temürtaş’ın bu faaliyetlerinden olarak şunları sıralamak mümkündür: Konya bölgesini Karamanlılardan almış, Hamidoğlu üzerine yürüyerek Eğirdir’i kuşatmış, Eşrefoğlu Süleyman’ı öldürüp, Beyşehir Gölü’ne atmıştır. Bunlara ilâve olarak da, Karahisar’ı (Afyon) Vezîr Fahreddîn Ali’nin torununun elinden aldığı gibi, Sivrihisar’da bulunan Baltu’nun oğullarını da öldürtmüştür. O, sâdece Türkmen beylerine değil, Moğol emîrlerine karşı da sert davranmıştır. Temürtaş, Anadolu’daki beylerden Afyon Karahisar Emîri Sâhib-oğlu üzerine, maiyyeti emîrlerinden Eratna’yı göndermiştir. Eratna Sâhib-oğlu’nu ele geçirememişse de, Karahisar’ı zaptetmiştir.11

İlhanlıların Anadolu Umûmî Vâlisi Temürtaş’ın, hem Türkmen beyleri ve hem de Moğol emîrlerine karşı uyguladığı bu baskı ve sindirme siyâseti üzerine, kendisine muhalif olan emîrler, tekrar isyân edeceği endişesiyle onu Sultan Ebu Saîd’e şikâyet etmişlerdir. Ebu Saîd Bahadır Han, Temürtaş’ın Anadolu’da istiklâl sevdasına düştüğünü haber alınca, onu itâat altına alıp, yakalatmak için Emîr Eratna’yı vazifelendirmiştir. İster İlhanlı merkezinden ve ister Anadolu’dan vazifelendirilmiş olsun, Eratna’nın bu görevi yerine getirmiş olduğu

şu cümlelerden anlaşılıyor: “Temürtaş üzerine yürüyen Eratna, onu Eğirdir’de savaşarak mağlûp etmiştir. Eratna’dan çok korkan Temürtaş, ordusunun da dağılması üzerine, Şam taraflarına kaçarak, adı-sanı yok olmuştur”.12

Bundan başka, Ebu Saîd Han, bir taraftan Temürtaş’ın maiyyetindeki emîrlere gizlice mektuplar göndererek, onu öldürmelerini emretmiş; diğer taraftan da Temürtaş’a iltifatkârane mektuplar yazarak onu iğfâle çalışmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Sultan Ebu Saîd’in emriyle akrabası bulunan Eratna’nın bile kendisine karşı olduğu bir zamanda, Temürtaş, kardeşi Dımışk-Hoca’nın da öldürüldüğünü duymuş ve kendi başına gelecekleri düşünerek, merkezde olup bitenleri daha yakından takip etmek için süratle Sivas’a hareket etmiştir. Önce Kayseri’ye gelen ve sonra Sivas’a geçen Temürtaş, “Ebû Saîd Han’ın kendisini yakalatmak için, bir emîrini Erzurum’a gönderdiğini ve bu emîrin Sivas’a doğru yürüdüğünü” haber alarak Sivas’a girmemiş tekrar Kayseri’ye dönmüştür. Burada, babası Emîr Çoban’ın da öldürüldüğünü ve Ebû Saîd’in, hakkındaki menfî düşüncelerini, adamları vasıtasıyla yazılan mektuplardan öğrenen Temürtaş, hayatının tehlikede olduğunu, Ebu Saîd’e ve askerlerine güvenilemeyeceğini ifâde ile, âilesini emîn bir kaleye yerleştirdikten sonra, Anadolu Umûmî Vâliliği görevini, kayın biraderi Uygur Emîr Eratna’ya bırakarak, Ekim 1327’de Mısır Memlûk sultanına iltica etmek üzere Anadolu’dan ayrılmıştır.13

Görünüşe göre, Temürtaş ile Eratna’nın arası Eğirdir Savaşı’ndan sonra açılmış olmalı ki, Temürtaş Mısır’a kaçarken, Eratna da Karaman ülkesine gitmiştir. Bilinen bu kırgınlığa rağmen, Temürtaş’ın Anadolu Umûmî Vâliliği görevini Emîr Eratna’ya bırakmış olması düşündürücüdür. Bu durumu, Temürtaş’ın umûmî vâliliğe lâyık birini bulamamış olması ile açıklayabileceğimiz gibi, karısının kardeşi olan Eratna’ya güvenmek ve âilesini emânet etmek mecburiyetinde kalışıyla da izâh etmek mümkündür.

Anadolu gibi Türkmen beylerinin yer yer istiklâllerini ilân etmeye hazırlandıkları bir eyâlette, bir Uygur Türkü olan Emîr Eratna’nın başarılı olması, ne derece mümkün olmuş, ne derece Anadolu Türk insanı Eratna’ya itâat etmiş ve ne derece de Türkmen beyleri üzerinde otorite kurabilmiştir? Bu ve buna benzer suallerin cevapları yeri geldikçe verilmeye çalışılacaktır. Bu safhada hemen şu ifâde edilebilir ki; Emîr Eratna, çok kısa denilebilecek bir zamanda, ikinci derecede bir emîrlikten, çalışkanlığı, doğruluğu, cesâreti ve kurnazlığı sâyesinde birinci derecede emîrliğe yükselmiş ve kendisini siyâsî bir otorite haline getirmesini bilmiştir. Bu maddî-manevî otoritesi ile de, 1327 Ekimi’nde, Temürtaş’tan boşalan Anadolu Umûmî Vâliliği’ne vekâleten bile olsa, kendisini tâyin ettirmeye muvaffak olmuştur.

II. Umûmî Vâliliğinden

Sultanlığına Kadar Eratna’nın Faaliyetleri (1327-1343)

Temurtaş, Mısır’a gitmek üzere, Anadolu’dan ayrılırken yerine, Uygur Türklerinden Emîr Eratna’yı vekil bırakmakla, Türkiye Tarihi’nde yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu dönemde, Türk beylerinin birbirleriyle istiklâl ve Anadolu Türk birliğini kurma yolunda yaptıkları mücadele sergilenecek, Emîr Eratna da İlhanlıların varisi sıfatıyla, bu beyler arasında siyâsî varlığını devam ettirmeye çalışacaktır.

Emir Eratna’nın Celayirlilerle Münasebetleri

Emir Eratna’nın Anadolu umûmî vâliliği görevini, ister vekâleten ve ister asalaten yürüttüğü 1328’li yıllarda Ebu Saîd Bahadır Han tarafından bu defa da Celayirli Şeyh Hasan Anadolu’ya atanmıştı. Şeyh Hasan umûmî vâliliği bizzat almayarak, yerine sadakatine inandığı Emir Eratna’yı vekil bırakmayı tercih etmiştir. Emir Eratna, Temütaş’tan sonra durumu çok iyi idare ederek, Sultan Ebu Saîd’e olan bağlılığını korumuş ve Anadolu’ya da adaletle hükmederek, sürekli naiblik görevinde kalmayı başarmıştır. Bilindiği gibi o, Sivas’ı merkez seçerek faaliyetlerine buradan devam etmiştir.14

Emir Eratna’nın Memlûklülerle Münâsebetleri

Celayirliler ile Çobanlılar arasında meydana gelen olaylar ve bu arada Çobanlı Şeyh Hasan’ın faaliyetlarini takip eden Emir Eratna, efendisi Celayirli Şeyh Hasan’ın Çobanlı Şeyh Hasan’a yanilmesi üzerine, Mısır Memlûklu Sultanlığı ile iyi münasebetler kurmuştur. Emir Eratna, Anadolu’yu idare ederken Mısır Memlûklü Sultanı Melik Nasır’ın üstünlüğünü tanımış ve böylece Eratnalı Devleti için yeni bir dönem başlamıştır.

Emîr Eratna, 1337 tarihinden itibaren 1341 tarihinde Mısır Memlûklü Sultanı Melik Nâsır’ın ölümüne kadar, durumunun icaplarına göre, Mısır ile bağlarını şöyle böyle korumuş, sultan adına hutbe okutmuş, para kestirmiş ve bu paralardan bir kısmını sadakat ve bağlılık alâmeti olarak, âdet olduğu üzere Mısır’a göndermiştir.15

Emir Eratna’nın Dulkadırlılarla Münâsebetleri

Anadolu’ya İlhanlı ordusunda bir emîr sıfatıyla gelip, çalışkanlığı ve dirâyeti sâyesinde kendisini kabul ettirerek, İlhanlıların Anadolu umûmî vâlilerinden önce Çobanlı Temürtaş’a, sonra Celayirli Şeyh Hasan’a vekillik eden Emîr Eratna’nın Anadolu’yu idâresinde, Çobanlı Şeyh Hasan’dan gelebilecek tehlikelere karşı mevkiini koruyabilmek için, Mısır Memlûklü Sultanı Melik Nâsır’ın himâyesine girmeyi tercih ettiğini yukarıda ifâde etmiştik.

Emîr Eratna, bundan böyle hem itâat isteğine boyun eğmediği Emîr Çobanoğlu Şeyh Hasan ile ve hem de komşuları olan Türkmen beyleri ile mücadele etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu mücadelesinde Emîr Eratna, Uygur Türklerinden olmasına rağmen, Anadolu’da tutunarak kendi gayreti ve usta siyâseti sâyesinde başarılı olmasını bilmiştir.

Çobanlı Şeyh Hasan ile olan mücâdelesini ileride işlemek üzere, şimdi Eratna’nın komşu beyliklerle olan münasebetleri hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır.

Bilindiği gibi, Emîr Eratna’yı bu tarihlerde asıl meşgul eden mesele, Türkmenlerin güneyden yapmış oldukları akınlar olmuştur. Hakikaten, Ebu Saîd Han’ın ölümünden az sonra, Moğollar arasında sürekli ve kanlı bir mücadelenin başlaması üzerine, böyle bir fırsatı gözetmekte olan Türkmenler, her yerde kendi nam ve hesaplarına harekete geçmişlerdir.

Emîr Eratna’nın adına kurulan Eratnalıların, komşuları olan Türkmen Beyliklerinden Karamanlılar, Osmanlılar, Taceddînoğulları, Amasya beyleri ve diğer bâzı Türkmen beyleriyle bâzen dostça, bâzen de düşmanca münasebetlerinin bulunduğunu kaynaklar haber vermektedir. Bu cümleden olarak, Eratnalılar ile daha çok münâsebette bulunmuş olan komşu beyliklerden biri de şüphesiz Dulkadırlılar olmuştur.

Elbistan ve Maraş taraflarında yerleşmiş olan ve Oğuzların Bozoklu kolundan bulunan Dulkadır Türkmenleri şecaat ve cesaretleriyle tanınmışlardır. Bunlar, birçok siyâsî cereyanlardan faydalanmasını bilmişler ve bir beylik kurmak yolunda, reisleri Zeyneddîn Karaca et-Türkmânî idâresinde, Bozok ve Ağaçeri Türkmenlerini toplamışlardır. Bu beyliğin kurucusu olan Dulkadıroğlu Zeyneddîn Karaca Bey 1335 yılında Kilikya’ya girerek, Ermeni topraklarında yağmalarda bulunmuştur. Sultan Ebu Saîd’in ölümü ile, İlhanlılarda ortaya çıkan karışıklıklar sırasında, Elbistan havâlisinde Türkmen reislerinden Halil et-Tarafî, Celayirli Şeyh Hasan’ın Anadolu’da vekil bıraktığı Emîr Eratna’nın elinden 1337 yılında Elbistan’ı alarak, Mısır sultanından nâiblik menşuru elde etmiştir. Bunun üzerine Dulkadıroğlu Karaca Bey, oğlu Halil Bey’i 1337-38 yılında Türkmen beylerinden Halil et-Tarafî’nin üzerine göndermiştir. Dulkadıroğlu Halil Bey, Halil et-Tarafî’yi yenerek, Elbistan’ı eline geçirmiştir. Böylece de, Dulkadıroğulları Beyleği’nin kurulması yolunda askerî bir zafer daha elde edilmiştir.16

Görülüyor ki, Dulkadıroğlu Karaca tarafından ülkesine yapılan tecâvüzleri önleyemeyen Emîr Eratna, onu metbûu Mısır Memlûklu sultanına defalarca şikâyet etmiştir. Bu cümleden olarak, ne Eratna, ne oğulları ve ne de Kadı Burhaneddîn Ahmed, idâreleri altında bulunan yerlere Türkmenlerin yaptıkları akınları durdurabilmişler ve onların Uzunyayla ile Sivas’ın güneyindeki yerlerde yaylamalarına mâni olabilmişlerdir.

Emîr Eratna’nın Çobanlılarla münâsebetleri ve Karanbük Savaşı

Emîr Eratna 1339-1340 yılında, Mısır Sultanı adına, hutbe okutmamış ve sikke kestirmemiştir. Bunun üzerine, Melik Nâsır, Eratna’yı zor duruma sokmuştur. Emîr Eratna, zaman zaman doğan ve doğacak tehlikelere karşı; bir taraftan, Bağdad’da bir devlet kurmuş olan Şeyh Hasan Celayir ile dostluğunu devam ettirmiş; diğer taraftan da, Mısır Memlûklü Sultanlığı’nın himâyesine girmeyi menfaatlarına uygun bulmuş ve siyâsetini bunlara göre takîp etmiştir.

Çobanlı Şeyh Hasan’ın Emîr Eratna’ya karşı harekete geçmeye karar vermiş olması üzerine; O, âdeti gereğince, yine Mısır Memlûklü Sultanı’na yaklaşmayı uygun bulmuştur. Eratna’nın Mısır sultanına yaklaşışı, destek ve yardımını umduğu, dostu ve efendisi Şeyh Hasan Celayir’i de, Çobanlı Şeyh Hasan’ın tehdîd etmesinden ve onun kendisine gerekli yardımı göndermesine imkân bulunmadığını anlamış olmasından ileri gelmiştir.

Eratna, bilinen akıllı ve ince siyâsetinin gereği olarak, 1342-1343 yılında, daha önceki durumunu koruyabilmek için, Mısır Sultanı İmâdeddîn İsmail’e (1342-1345) kadısı Sirâceddîn Süleyman’ı bir mektup ile göndermiştir. Eratna mektubunda, Melik Nâsır zamanında olduğu gibi, sultanın tâbiiyyeti altına girdiğini bildirmiş ve Anadolu Nâibliği için menşur istemiştir. Emîr Eratna’nın Memlûklü sultanına müracaatını gerektiren en önemli sebeplerden birisi herhalde, emrini dinlemediği Çobanlı Şeyh Hasan’ın ülkesine taarruz etmesi endişesi olmuştur.17 Görüleceği gibi, Eratna’nın bu endişesinden ne kadar haklı olduğu, bir sene sonra Çobanlı Şeyh Hasan ile savaşmaya mecbur kalmasıyla ortaya çıkmıştır.

Anadolu’daki nüfuz ve hâkimiyeti gün geçtikçe genişleyen ve bu sebeple de, Çobanlı Şeyh Hasan’ı tanımayan Eratna, tâbiiyyetini tanımadığı Çobanlı Şeyh Hasan’dan her an gelebilecek tehlikelere karşı, bir tedbîr olarak, Mısır Memlûklü Sultanlığı’na yanaşmayı uygun bulmuş ve bu iş için de, Kayseri Kadısı Sirâceddîn Süleyman’ı fevkalâde elçilikle Kahire’ye göndermiş ve sultandan gerekli destek ve yardımı almıştır. Çobanlı Şeyh Hasan’ın Anadolu üzerindeki emellerini ve kendisine karşı kızgınlığını aklından hiç çıkarmayan Eratna, sâdece Mısır Memlûklü Sultanlığı’nın destek ve yardımıyla yetinmemiş, kendi imkânlarını da azami ölçüde kullanmıştır. Bu cümleden olarak Eratna, “Süleyman Han’ın üzerine gelmekte olduğunu duyar duymaz, Memlûklerinden müteşekkil maiyyet kuvvetlerinden başka, Moğollardan ve yerli Türklerden de asker toplayarak”, hazırlıklarını tamamlamıştır.18

Böylece her iki taraf da harbe hazır hale gelmiş; Süleyman Han Çobanlı ordusuyla Anadolu’ya doğru ilerlerken, Eratna da, onu beklemeye başlamıştır. Çıkması mukadder olan bu harbin neticesinde, şayet Süleyman Han galip gelirse; Çobanlı Şeyh Hasan, hem hasmı Eratna’ya haddini bildirmiş olacak ve hem de, Eratna’nın hâmisi ve aynı zamanda babası Temürtaş’ın öldürülmesine sebep olan Mısır Memlûklü Sultanlığı’ndan intikamını almış olacaktı. Tabiî olarak, hepsinden daha önemlisi, Anadolu’da Çobanlı hâkimiyetini te’sis edecekti. Buna karşılık, şayet Eratna bu savaştan galip çıkarsa; Çobanlı tehlikesini atlatmış olacak ve bunun tabiî bir neticesi olarak da, Anadolu’da kesin bir şekilde istiklâlini elde etmiş olacaktı. Bütün bu ve buna benzer emeller, o tarihlerde her iki tarafı da, harbe sürükleyen sebepler olarak değerlendirilebilir.

Karanbük Savaşı (Eylül-Ekim 1343)

Çobanlı Şeyh Hasan, Eratna’nın hükümet merkezi olan Sivas’ı kuşatarak, şehri zapt edip, Anadolu’da Eratnalılar hâkimiyetine kesin bir şekilde son vermeyi plânlamış ve Süleyman Han komutasındaki ordusuna bu direktifi vermiştir. Şeyh Hasan Çobanî’nin hakkındaki bu plânını, yerinde ve zamanında öğrenen Eratna, Süleyman Han idâresindeki Çobanlı ordusu, Sivas’a ulaşmadan, daha çabuk hareket ederek, düşman ordusunu Sivas’tan daha ileride bulunan bir ovada karşılamıştır. Tarihin en kanlı meydan muharebelerinden birinin geçtiği bu ova, Sivas-Erzincan arasında: “Karanbük/Kerenbük/Gerenbük/Kesenbük” denilen bir yerdir.19

Tarihte eşine ender rastlanan durumlardan biri, Karanbük Savaşı’nda tahakkuk etmiş; beklenmedik bir zamanda, beklenmedik bir şekilde, mağlûbiyeti galibiyete çeviren Emîr Eratna, düşmanlarını hayal kırıklığına uğratırken, dostlarında da hayret ve şaşkınlık uyandırarak, ülke içinde ve dışında sesini duyurmasını bilmiştir. Nitekim, Eratna’nın bu kesin zaferiyle, Çobanlıların Anadolu’da hâkimiyet kurma hayalleri suya düşmüş ve sâdece Eratnalılar değil, bütün Anadolu Türk Beylikleri de doğacak yeni bir tehlikeden kurtulmuşlardır.

Türkiye Tarihi’nde önemli bir yer tutân bu Karanbük Zaferi’nden sonra, Anadolu’da bir devlet kurma yolunda olan Eratna’nın askerî ve siyâsî otoritesi, diğer Anadolu Beyleri tarafından da tanınmış olmakla, kendisine tam istiklâl yolu açılmıştır. Gerçekten, aşağıda görüleceği gibi Eratna, bu muzafferiyetten sonra istiklâline kesin olarak kavuşmuş olmakla, diğer Anadolu Beyleri de, kendisine hürmetkâr ve çekingen bir vaziyet almaya mecbur kalmışlardır.

Ereatnalı Devleti’nin Kuruluşu ve Yıkılışı (1343-1381)

I. Emir Eratna’nın Kesin Olarak İstiklâlini İlân Etmesinden Ölümüne Kadar Faâliyetleri (1343-1352)

Bilindiği gibi, Karanbük Zaferi’nin kazanılması ve hemen arkasından Çobanlı Şeyh Hasan’ın öldürülmesi, Eratna’yı olduğu kadar, diğer Anadolu Türk beylerini de rahatlatmıştır. Şayet Eratna, Çobanlılara karşı bu büyük zaferi kazanmamış olsaydı; belki de, Anadolu Türk Beyliklerinin istiklâlleri tehlikeye girecek; özellikle, Anadolu Türk birliğini kuran ve cihânşûmül bir devlet olarak tarihe mal olmuş olan Osmanlıların da varlığı söz konusu olmayacaktı. O bakımdan, hem Eratna’yı güçlendiren ve hem de Türk beylerini doğacak yeni bir tehlikeden kurtaran Karanbük Zaferi’nin Türkiye Tarihi’ndeki yeri ve önemini gözden uzak tutmamak lâzımdır.

Emîr Eratna’nın İstiklâlini İlân Ederek, Eratnalılar Devleti’ni Kurması

Emîr Eratna, 1327 yılında Emîr Çobanoğlu Temürtaş’ın Mısır’a ilticasından sonra, Anadolu işlerinde bir numaralı adam sıfatıyla görev ifâ etmeye başlamışsa da, bilâhere önce Ebû Saîd Bahadır Han’ın ve sonra da Melik Nâsır’ın himâyesinde kalarak, varlığını devam ettirmeye çalışmıştır.

Celayirli Şeyh Hasan, 1338-1339 yılında Cengizlilerden Toğa Timur Han (1338-1351) ve sonra da Cihan Timur Han’ı (1338-1339) hükümdâr ilân etmişse de, 1340 yılında bir fırsatını bulup, Timur Han’ı azlederek, kendisini hükümdâr ilân etmiştir.

Eratna, İlhanlıların saltanat mücadeleleri esnasında, onlara görünürde bir bağlılık göstermişse de, zamanını ve fırsatını bulunca istiklâlini ilân etmekten geri durmamıştır. Eratna’nın, kendi adıyla söylenen devletinin istiklâlini ilân edişi hakkında, çeşitli görüşler ileri sürüle gelmiştir. Bu görüşleri, tarih sırasına göre ele alarak değerlendirmek suretiyle; mesele, aydınlığa kavuşturulmaya çalışılacaktır.

Eratna, Temürtaş’ın Anadolu Umûmî vâliliğine vekil bıraktığı 1335 tarihinden, Ebû Saîd’in ölüm tarihi olan 1335 yılına kadar, Sultan Ebû Saîd’in bir vâlisi olmaktan ileri gidememiş; yalnız “emîr” ve “noyân” unvanlarını almıştır. Bu unvanlar da gösteriyor ki Eratna, henüz müstâkil bir devlet adamı olamamıştır. Bundan dolayı da, o, adına hutbe okutamamış ve para kestirememiştir. Bilindiği gibi, 1332-1333 tarihinde Sivas’ı ziyaret ederek, kendisiyle görüşen ünlü seyyâh İbn Batûta da, Emîr Alâeddîn Eratna’nın Nâibü Meliki’l-Irak bi bilâdi’r-Rum (Rum/Anadolu’da Irak/İlhanlı hükümdârının vekili) olduğunu söylemiş olmakla, bu görüşü doğrulamıştır.20

Celayirli Şeyh Hasan’ın, Sultan Ebû Saîd’in 1335 yılında vefatı üzerine, Anadolu’dan ayrılırken yerine Eratna’yı vekil tayin ettiğini; Anadolu umûmî vâliliği görevini yürüten Eratna’nın İlhanlı ülkesindeki iç karışıklıklardan istifade ederek, İlhanlılarla bağını kestiğini ve fakat Celayirli Şeyh Hasan ile olan manevî bağını devam ettirdiğini yukarıda ifâde etmiştik. Bu cümleden olarak Emîr Eratna, Şeyh Hasan Celayir’in İran’daki işleri sebebiyle Anadolu’ya tekrar dönemeyeceğini bildiği halde, bundan faydalanma yoluna gitmemiştir. Ancak, 1338 yılında efendisi Celayirli Şeyh Hasan’ın rakîbi Çobanlı Şeyh Hasan’a yenilmesi üzerine; Eratna, Çobanlı Şeyh Hasan’ın itâat teklifini kabul etmeyerek, istiklâlini ilân etme yolunda ilk adımını atmıştır. Bu gelişmelere rağmen, Eratna’nın sözü edilen tarihlerde, adına hutbe okuttuğuna ve sikke kestirdiğine dâir bir kayıt bulunmadığı gibi, sultan unvanını alması da mümkün değildir. Çünkü Emîr Eratna’nın bu tarihlerde, Çobanlı Şeyh Hasan’ın ülkesine yaptığı ve yapacağı tecâvüzlere karşı, Memlûklü Sultanı Melik Nâsır’a elçi göndererek, onun himâyesine girmiş olması sebebiyle, sultan unvanını almasına izin verilmeyeceği gibi; sultan adına hutbe okutup, para kestirdiğinden dolayı da, kendi adına hutbe okutması ve para kestirmesi söz konusu değildir. Ancak hemen belirtelim ki, Eratna başı dara geldiği zaman, Mısır Memlûklü sultanının himâyesine sığınmayı, başı selâmete erdiği zaman da, müstâkil gibi hüküm sürmeyi alışkanlık haline getirmiş olmakla, siyâsî varlığını devam ettirme yolunda, vaziyete göre hareket etmesini bilmiştir.21

Bu görüşten hareketle Eratna; iç ve dış tehlikelerden uzak olduğunu tahmin ettiği bir zaman olan 1339-1340 tarihinde, yine istiklâlini ilân etmiş ve sultan unvanını almıştır. Ancak, aynı tarihlerde Celayirli Şeyh Hasan’ın sultan ilân etmiş olduğu Cihân Timur adına Anadolu’da para bastırıldığı bilindiğinden, Eratna’nın kendi adına para kestirip kestirmediği hakkında bir malümata sâhip değiliz.

Eratnalı Devleti’nin kurucusu Eratna’nın, “Sultan” unvanı yanında “Alâeddîn”, “Reşideddîn” ve “Seyfeddîn” unvanlarıyla da anıldığı görülmektedir. Eratna, 1340 tarihinden sonra, kendi adına olmak üzere, bir yüzünde: “es-Sultanü’l-a’del Alâü’d-dünya ve’d-dîn halled Allahü mülkehu” ibâresi bulunan gümüş bir sikke kestirmiştir. Bu sikkede görüldüğü gibi, Eratna “Sultan” ve “Alâeddîn” unvanlarıyla anılmış olduğuna göre, onun kendi adına hutbe okutmuş olması da kuvvetle muhtemeldir. Eratna’nın 1339-1340 yılında, Anadolu’da Memlûklu Sultanı adına hutbe okutmadığı ve para kestirmediği bilindiğine göre, onun âdeti olduğu üzere, yine bir fırsatını bulup, istiklâlini ilân etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, Eratna’nın karısı Süli Paşa’ya âit Temmuz-Ağustos 1339 tarihli türbe kitabesinde Eratna, “Melikü’l-Ümerâ”, “Noyînü’l-A’zam” ve “Emîr” unvanlarıyla anılmış olup, “Sultan” ve “Alâeddîn, Seyfeddîn, Reşideddîn” unvanlarından hiç söz edilmemiştir. Eratna’ya âit “Sultan” ve “Alâeddîn” unvanlarını taşıyan yukarıda sözü edilen sikke, her halde adı geçen bu kitabenin yazılışından sonraki bir tarihte kesilmiş olmalıdır.22

Himâyesine zaman zaman sığındığı Memlûklü Sultanı Melik Nâsır’ın 1341 yılında ölmesinden sonra, Memlûklü emîrleri arasında baş gösteren ve uzun süre devam eden mücâdeleler, Eratna’nın serbest hareket etmesine ve istiklâline kavuşmasına sebep olmuştur. Mısır ve Suriye’de ortaya çıkan karışıklıklardan faydalanan Eratna, kendisini Mısır’ın himâyesinden ayırarak, sultanlığını ilân etmiş ve hatta daha önce elinden kaptırmış olduğu Dârende’yi de geri almıştır. Eratna’nın 1341 tarihinden itibaren “Sultan” unvanı ile, yalnız kendi adına para kestirdiği ve paralarında: “es-Sultanü’l-a’del Alâeddîn” (en adaletli Sultan Alâeddîn) ve Moğol usûlü sikkelerinde ise, “Sultan Eratna” ad ve unvanlarını kullandığı bilindiğinden, istiklâlini bu tarihten kabul etmek lâzımdır.23

Sultan Alâeddîn Eratna’nın Merkez Seçtiği Şehirler

Anadolu Selçuklularının hemen hemen tamamına yakın diyebileceğimiz topraklarına sâhip bulunan Eratna, bu toprakların bütünlüğünü korumasını bilmiştir. Selçukluların birer kültür ve ticaret merkezlerine dönüşmüş bu şehirler, 1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra İlhanlıların hâkimiyetine geçmiş ve 1327’den sonra da, Sultan Alâeddîn Eratna’nın idâresine geçmiştir.

Eratna’nın idâresine geçmiş bulunan şehirleri, bilinen özellikleriyle genel olarak şöylece ifâde etmek mümkündür: Anadolu Selçuklularından “Dârü’l-alâ” (yücelik beldesi) unvanıyla kalan ve devletin Sivas, İlhanlılar zamanında da varlığını devam ettirmiş önemli bir kültür ve ticaret merkezidir. Eratna’nın başkentliğini yapmış olan Kayseri Şehri, Alâeddîn Ali’nin son zamanlarıyla II. Mehmed dönemi hariç olmak üzere, Eratnalı Devleti’nin bir diğer merkezi olarak, pek çok önemli hadiselere şahit olmuş; Selçuklu ve az da olsa Eratnalılar dönemi eserleriyle süslenmiştir. Eratna ve âilesi, Kayseri’de kendisi tarafından yaptırılan Köşk Medrese avlusundaki künbed içine gömülmüşlerdir.24

Sultan Alâeddîn Eratna’nın Ölümü ve Şahsiyeti

Türkiye Tarihi’nin en sıkıntılı ve en zor bir dönemi olan 1327’lerden 1352’lere kadar çeyrek yüzyıl emîr, noyân, umûmî-vâli, sultan sıfat ve unvanlarıyla önemli görevler ifâ ederek, büyük bir üne kavuşan Sultan Alâeddîn Eratna, hayata gözlerini yummuştur.

Sultan Alâeddîn Eratna’nın ölüm tarihini bâzı müellifler 1352 yılı Şubat ayının on sekizinci günü olarak gösterdikleri gibi, bâzıları da, ayını belirlemeyerek doğrudan doğruya 1352 tarihini kaydetmişlerdir. Eratna adına kesilmiş bâzı sikkelerin 1353 tarihli olması, ölüm tarihi üzerinde kaynakların ittifak ettikleri 1352 tarihinde bir değişiklik yapabilecek ölçüde değildir. Çünkü, 1353 tarihli sikkelerde Eratna’nın geçmesi, Eratna’nın bu tarihlerde hayatta olmasından değil, Eratna’ya âit sikke kalıplarının onun ölümünden sonra da kullanılmış olmasından ileri gelmiştir.

Sultan Eratna’nın, öldüğü tarihte kaç yaşında olduğu bilinmemekle birlikte, Sultan Olcaytu’nun (1304-1316) emîrleri arasında bulunduğunu bildiğimize göre, “vefatında altmış yaşından ziyâde olduğu tahmin edilebilir.”.25

Sultan Alâeddîn Eratna’nın kişiliğine gelince; Ülkesi içinde ve dışında iyi isim yaparak, şan ve şöhretini her tarafa duyurmuş, vâlilik ve sultanlık görevleri sırasında, takîp ettiği usta siyâseti, adâleti, şevkâti ve yüksek otoritesi sâyesinde İlhanlıların Anadolu’da meydana getirmiş oldukları anarşiyi ortadan kaldırmış ve arzu edilen birlik ve beraberliği kurmayı başarmıştır. Eratna’nın kurmuş olduğu bu huzur diyârına, Çobanlı Melik Eşref’in zulmünden bıkan âlimler, emîrler akın akın gelmişler ve mal, mülk edinerek mevkii sâhibi olmuşlardır. Moğolların yıkmış olduğu gönülleri ve yerleri yapmış olan Eratna, halkın refah ve saadet içinde yaşamasını sağlamıştır.

Sultan Eratna’nın ilim ve fazlına gelince; O, ilim ve fazilet sâhibi, medenî davranışlı ve tahsilliydi. O, aynı zamanda dindâr da olduğundan din ve ilim adamlarına, ediplere yakın ilgi göstermiş; ilmî çalışmaları desteklemiştir. İlim adamlarının tartışmalarını zevkle dinlemiş ve onların görüşlerine saygıda kusur etmemiştir. Şâfiî mezhebi imâmlarından ve meşhur âlimlerden Takiyüddîn Ali b. Abdullah es-Subkî, Eratna’nın ilmî kudretini, tefsir ve hadis ilmine vâkıf oluşunu, “Tabakât-ı Şâfiîyye” adlı eserinde övgüyle ifâde etmiştir. İbn Batûta da seyahatnâmesinde, Eratna ve hatunlarının ilme ve ilim adamlarına verdikleri değeri bildirmektedir.

II. Sultan Alâeddin Eratna’nın Ölümünden Eratnalıların Yıkılışına Kadar Faâliyetler (1352-1381)

Sultan Alâeddîn Eratna’nın, Kayseri Köşk Medrese’de gömülü olduğunu ve 1339’da öldüğünü kitâbesinden öğrendiğimiz, Sülipaşa adında Dulkadıroğlu’nun kızı veya Amasya emîrlerinden Tüli Bey’in kardeşi ve İzzeddîn Hasan Bey’in kızı olduğu söylenen bir eşinin bulunduğunu biliyoruz. Eratna’nın bu eşinden başka, “Ağa” diye anılan Toğa Hâtun isminde Celayirli Şeyh Hasan’ın akrabası olan bir eşinin daha bulunduğunu, İbn Batûta’dan öğrenmekteyiz. Sultan Eratna’nın adı geçen bu iki eşinden başka, oğlu ve halefi Mehmed Bey’in de vâlidesi olarak bilinen (?) İsfahanşah adında, bir üçüncü eşinin bulunduğunu da Esterâbâdî, Bezm u Rezm isimli eserinde haber vermektedir ki, bu hâtun da, Celayirli Şeyh Hasan’ın akrabası olup, adı siyâsî olaylara karışmıştır.26

Gıyâseddîn Mehmed Bey ve İzzeddîn Cafer Bey’in faâliyetleri

Sultan Alâeddîn Eratna’nın bilinen üçüncü ve en küçük oğlu olan Mehmed (Muhammed) Bey’in anası Esterâbâdî’nin kaydına göre, İsfahanşah Hâtun veya Hüseyin Hüsâmeddîn’in tespitine göre de, Amasya Emîri Tüli Bey’in kız kardeşi Sülipaşa Hâtun’dur.

Türk verâset usûlüne aykırı bir şekilde önünde ağabeyi Cafer Bey olduğu halde, “Gıyâseddîn” unvânıyla Eratnalıların ikinci sultanı olarak tahta oturan Mehmed Bey, kendi adına hutbe okutmuş ve para kestirmiştir. Mehmed Bey’in “Gıyâseddîn” unvânından başka, sikkelerinde göremediğimiz bir de “Nâsıreddîn” unvânını aldığı, müellifler tarafından ifâde edilmiştir.

Gıyâseddîn Mehmed Bey vezîri Hoca Ali Şah’ın isteği ve bilgisi ile Cafer Bey’i hapsettirmiş ve böylece, babası Eratna zamanında ülkede kurulmuş bulunan birlik ve beraberliğin bozulmasına ve aynı zamanda da taht mücadelesinin başlamasına sebep olmuştur. Yaşının küçük olması yanında, zayıf bir kişiliğe de sahip bulunan Gıyâseddîn Mehmed, kendisinin tahta çıkmasında rolü olan vezîri Hoca Ali Şah’ın etkisinde kalmış ve onun devlet ve hükümet işlerini eline geçirmesine engel olamamıştır. İdâreyi eline geçiren Hoca Ali Şah ise, kurmuş olduğu otorite sâyesinde, kendisini halka tanıtmaya ve sevdirmeye çalışmıştır.

Sultan Eratna’nın yerini bir türlü dolduramayan oğlu Sultan Mehmed’in yaşının küçük ve idâresinin dirâyetsiz oluşu sebebiyle, iktidârın ümerânın eline geçmesinden istifâde eden Türkmen aşiretleri de başkaldırarak, Canik ve havalisine tamamen hâkim olmuşlardır. Bu arada güneyden de Dulkadırlılar, Eratnalıların zararına olarak, topraklarını genişletmişlerdir.

Ülke içinde ise Eratna tahtında gözü olan Eratnaoğlu Cafer Bey’in kardeşi Gıyâseddîn Mehmed’in sultanlığını bir türlü içine sindirememiş ve iktidârı ele geçirmek için fırsat kollamaya başlamıştır.

Emîr Seyyîd’in liderliğini yaptığı muhalif emîrler, Gıyâseddîn Mehmed Bey’in Konya’ya çekilmek zorunda bırakarak tahta Eratna’nın ortanca oğlu olan Cafer Bey’i “İzzeddîn” unvanıyla çıkarmışlardı. İzzeddîn Cafer Bey, 10 Ağustos 1354 tarihinde Eratnalı tahtına oturur oturmaz, kardeşi Gıyâseddîn Mehmed’in taraftarı olan devlet ve hükümet erkânını görevden alarak, onların yerlerine kendi taraftarlarını getirmekle işe başlamıştır. Fakat bilindiği gibi, Cafer Bey’in kısa süren saltanatından sonra, Karamanoğlu’na sığınmış bulunan kardeşi Mehmed Bey, tekrar tahtına kavuşmuştur.27

Sultan İzzeddîn Cafer ile Gıyâseddîn Mehmed arasında cereyan eden mücâdeleye gelince; Sultan İzzeddîn Cafer, kendisini destekleyen devlet büyüklerinin yardımlarıyla siyâsî faaliyetlerini sürdürürken, muhalifleri de boş durmayarak Cafer Bey’i tahttan indirip, yerine yine Mehmed Bey’i geçirmek istemişler ve hemen harekete geçmişlerdir.

Görülüyor ki, Eratna’nın ölümünden sonra, ülkede iki oğlu ve bunların taraftarları arasında yeni bir mücâdele dönemi açılmış ve devam etmiştir.

Cafer Bey’in sultan olmasından tedirgin olduğu anlaşılan Hoca Ali Şah, yukarıda sözü edildiği gibi, sultanlığı günlerinde Mehmed Bey’e gücenmiş olmasına rağmen, yine onun tarafını tutmuştur. Akıllı, dirayetli ve korkusuz bir şahsiyet olan Hoca Ali Şah, Konya’da bulunan Mehmed Bey’i tekrar Eratnalı tahtına geçirmek için, hemen harekete geçmiş ve onu ağabeyi Sultan Cafer’e karşı, Karamanoğlu Alâeddîn Bey’den yardım istemesi hususunda ikna etmiştir.

Karamanlılarla Eratnalılar arasındaki akrabalık münasebetiyle ve Alâeddîn Bey ile Mehmed Bey’in arkadaş olmaları sebebiyle Karamanoğlu Süleyman Bey, Eratnaoğlu Mehmed Bey’e tahtını iâde etmek için, Konya Vâlisi Davud ile Kökez idâresindeki bir orduyu Kayseri’ye göndermiştir. Kayseri’ye gelen Karamanlı ordusu, Cafer Bey’in ordusuyla Erciyes Dağı eteklerinde savaşa tutuşmuştur. Karamanlı kuvvetleri karşısında dayanamayarak, Kayseri kalesi içine çekilmeye mecbur kalan Cafer Bey’in kuvvetleri, sıkı bir şekilde kale müdafaası yapmışlar ve bunda da muvaffak olmuşlardır. Nitekim, Mehmed Bey ve yardımcı kuvvetleri yedi ay süren bir kuşatmaya rağmen Kayseri kalesini düşürememişlerdir. Bu sırada Sultan Cafer Bey’i tuttuğu anlaşılan Hacı Kutluşah’ın Konya’yı tehdit ettiği haberi gelmiş ve bunun üzerine Davud Bey, hemen Kayseri kuşatmasını kaldırarak, vâlisi bulunduğu Konya’ya dönmüştür. Ağabeyi Cafer Bey’e karşı giriştiği bu taht kavgasında bir başarı elde edemeyen Mehmed Bey, Karamanoğlu Alâeddîn Bey aracılığıyla Sultan Süleyman’dan Konya’da oturma iznini yeniden almayı başarmıştır.

Konya üzerinde hak iddia eden Davud Bey, Mehmed Bey ve Hacı Kutluşah arasında bir tercih yapma durumunda kalan Konyalılar, kendilerine zulmetmiş olan eski vâlileri Davud Bey’den kurtulmak için, önce Mehmed Bey’in ve sonra da Hacı Kutluşah’ın idâresine girmek istediklerini bildirmişlerdir. Konyalılara inanan ve Hacı Kutluşah’tan haberi olmayan Mehmed Bey, Alâeddîn Bey’den Konya’yı istemiş ve bir dileği de yerine getirilmiştir. Ancak, Alâeddîn Bey’in Konya’dan ayrılmasını fırsat bilen Konyalılar, şehrin kapılarını Hacı Kutluşah’a açmışlar ve onun Konya’ya hâkim olmasını sağlamışlardır. Bu beklenmedik durum üzerine, Davud Bey Lârende’ye, Mehmed Bey de Sivas’a kaçmışlardır.28

Eratna’nın oğulları Mehmed ve Cafer Beyler arasında meydana gelen taht mücâdelesinden faydalanmaya gayret eden Karamanlılar, kendileri için kuvvetli bir rakîp olarak gördükleri Eratnalıların idâresindeki Ankara ahîlerini, diğer güçlü rakîpleri olan Osmanlılar aleyhine çevirmek sûretiyle, bu önemli rakîplerini birbirlerine düşürmeye çalışmışlardır. Fakat takîp ettiği sistemli siyâset sâyesinde olup bitenleri çok iyi bir şekilde değerlendirerek, Karamanlıların bu oyununa gelmeyen ve üstelik Eratnalı vâlisi Hacı Kutluşah ile ittifak eden Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi, oğlu Süleyman Paşa komutasında göndermiş olduğu bir orduyla 1354 tarihinde Ankara’yı zapt ettirmiş ve ahîleri itâat altına almayı başarmıştır.

Sivas’a gelmiş olan Mehmed Bey derviş kılığına girerek tekkeye sığınmışsa da, Vâli Hacı Kutluşah onu tanıyıp, saygı göstermiş ve sarayına götürerek, sultan muamelesine tâbi tutmuştur.

Konya, Sivas, Amasya ve Tokat vilâyetlerini elinde bulunduran bu güçlü Vâli Hacı Kutluşah ile vezîr Hoca Ali Şah’ın destek ve yardımlarıyla Mehmed Bey, ikinci kez tahta geçmiştir.

Bu saltanat döneminde de Mehmet Bey iç gailelerle uğraşmak zorunda kalmıştır. En başta gelen problem de bir zamanlar veziri olan Hoca Şah ile anlaşmazlığı olmuştur. Onu bertaraf etmek için Gıyâseddîn Mehmed ile müttefiki Emîr Seyyid, Hoca Ali Şah’a karşı hemen harp hazırlığına girişmişlerdir. Hoca Ali Şah da, boş durmayarak onlara karşı gerekli tedbirleri almıştır. Böylece hazır duruma gelen her iki taraf, 13 Kasım 1355 tarihinde Kayseri-Yuvalı köyündeki Cuma (Âzine) Mescidi denilen yerde, karşı karşıya gelmişler ve harbe girişmişlerdir. Eratnalı Devleti’nin sultanıyla vezîri arasında bir mevkiî mücâdelesi demek olan Cuma Mescidi Savaşı’nda, Sultan Mehmed ve müttefiki Emîr Seyyid, Hoca Ali Şah tarafından bozguna uğratılmış ve emîrlerinden bâzıları da bu muharebede öldürülmüştür. Sultan Gıyâseddîn Mehmed’in müttefiki olan Emîr Seyyid de Mısır’a sığınmış ve orada 30 Mayıs 1358 tarihinde vefat etmiştir.

Sultan Gıyâseddîn Mehmed’in yenilgiye uğradığını gören Moğollar, her zaman yaptıkları gibi, bu fırsatı da değerlendirerek hemen onun etrafında toplanmışlar ve Hoca Ali Şah’a karşı cephe almışlardır. Moğolların bu destek ve yardımlarından cesâret alan Sultan Mehmed, beraberinde müttefik Moğol kuvvetleri de olduğu halde, Cuma Mescidi yenilgisinin öcünü almak ve mevkiini yeniden kazanmak için, Hoca Ali Şah’ın üzerine yürümüştür. Sultan Mehmed, Hoca Ali Şah ile Kırşehir bölgesinde bulunan ünlü Malya Ovası’nda karşılaşmış ve 10 Temmuz 1357 tarihinde yapılan çetin bir muharebe neticesinde, onu hezimete uğratarak, arzuladığı hedefe ulaşmıştır. Malya’da aldığı yenilgi üzerine muharebe meydanından kaçarak, canını kurtarmış olduğu anlaşılan Hoca Ali Şah ise, ertesi yıl yâni 30 Mayıs 1358 tarihinde Kayseri Zamantı Kalesi yöresinde öldürülmüştür.

Hoca Ali Şah gibi kuvvetli bir rakîbinin ortadan kalkmasıyla Sultan Mehmed, rahat bir nefes alarak tahtını sağlamlaştırmış ve istiklâline yeniden kavuşmuştur. Bunun yanında aynı tarihlerde, Melik Eşref Çobanî gibi diğer önemli bir rakîbinin, Altınordu Hükümdârı Canı Bek-Han tarafından izâle edilmesiyle, Şeyh Hasan Çobanî’nin vaktiyle Eratna’dan almış olduğu bâzı Anadolu şehirleri de, tekrar Sultan Mehmed’e intikal etmiş ve böylece Eratnalı toprakları bütünlük kazanmıştır.

Ayrıca Sultan Gıyâseddîn Mehmed ile ağabeyi Cafer Bey arasında meydana gelen mücâdeleden istifade ederek 1359 tarihinde Osmanlılar tarafından alınan Ankara, tekrar Eratnalılar idâresine geçmiş olacak ki, Çavdar Tatarlarının Osmanoğlu Murad Hüdâvendigâr’ın mülküne tecâvüz ile tahribâtta bulunmaları üzerine, 1361 yılında Ankara, Ahîlerden alınmış ve Osmanlı ülkesine katılmıştır. Böylece de, Ankara’da kurulmuş olan Ahîler Hükümeti son bulmuştur. Aynı tarihlerde, Celayirlilerden Sultan Üveys’in Tebriz’i işgâl etmesinden sonra, Çobanlıların elinden çıkmış olan Erzurum da Eratnalıların hâkimiyeti altına girmiştir.

Memlûklülerin Malatya vâlisinin Temmuz-Ağustos 1362’de Anadolu üzerine ettiği taarruzlara karşılık veren Eratnalı Sultanı Mehmed ile müttefiki Dulkadıroğlu, yaptıkları bir baskın neticesinde, Malatya Emîri Esentemür Tazı’yı, avla meşgûl olduğu bir sırada, yakalamışlarsa da o, bir çaresini bulup Malatya’ya kaçmayı başarmıştır.

Eratnaoğlu ile Dulkadıroğlu’nun Malatya vâlisine karşı hareketlerine sinirlenen Memlûklü sultanı, müttefiklere karşı derhal harekete geçmesi için Şam nâibine emir vermiştir. Bu emir üzerine Şam Nâibi Yelboğa, beraberinde mühim harp malzemesi de olduğu halde, idâresindeki Şam, Haleb, Hama ve Trablus-Şam kuvvetleriyle, Eratnalı ve Dulkadırlı topraklarına tecavüzlerde bulunduysa da, istenilen başarıyı elde edemeyerek geri dönmek zorunda kalmıştır. Bir müddet sonra işin iç yüzü anlaşılmış ve taraflar arasında denge sağlanmıştır.

Sultan Gıyâseddîn Mehmed, güneydeki tehlikeyi bu şekilde atlattıktan sonra, Osmanlılar tarafından ikinci defa olarak ele geçirilmiş olan Ankara üzerine, Temmuz sonu 1364’te yürümüşse de, bir netice elde edemeyerek geri dönmüştür.

Türkiye Selçukluları Devleti’nin yenilgiye uğratıldığı 1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra, Anadolu’ya yerleşen ve işlerine nasıl geliyorsa öyle hareket ederek bir karışıklık unsuru olan Moğolları, ne Eratnalılar ve ne de Karamanlılar disiplin altına alabilmişlerdir.

Sultan Gıyâseddîn Mehmed, 1364 senesi Temmuzu’nda Ankara Seferi’nden eli boş dönerken, aynı tarihte ordusunun bir kısmı da Ilgın (Ab-ı Germ) yöresinde Moğollara yenilmiştir. Gıyâseddîn Mehmed’in üst üste aldığı bu yenilgiler, otoritesinin sarsılmasına ve iktidarının çökmesine sebep olmuştur. Sultanı mağlûp edenler, Babük ile Şikârî’de adları anılan Ata Bey ve Devlet Şah gibi beylerin komuta ettikleri Moğol oymakları olmuşlardır.

Bu yenilgiler üzerine Sultan Mehmed’in Memlûklü Sultanı Melik Eşref İkinci Şaban’dan yardım istemiş, gelen yardım kuvvetlerine rağmen, Sultan Mehmed vaziyetini bir türlü düzeltememiştir. Sultan Mehmed’in durumunu düzeltemeyişinin bir başka önemli sebebi de, Hoca Ali Şah’ın öldürülmesinden sonra, Eratnalı emîrlerinin ona lâyıkıyla güven duyamayışları ve devlet işlerinde ona yardım etmeyişleridir.

Bu boşluğu Kadı Burhaneddin Ahmet doldurmuştur. Sultan Mehmed tarafından 1365 yılı başında, henüz yirmi bir yaşındayken Kayseri Kadılığı’na getirilmiş bulunan Burhaneddîn Ahmed, aynı zamanda da, bâzı müelliflerin kayıtlarına göre de, bu sultana damat olmuştur. Kısa bir zaman içinde, şahsî meziyeti ve cömertliğiyle dikkati çeken ve kadılıkta büyük bir ehliyet göstermiş olan Burhaneddîn Ahmed, Eratnalı Devleti’nde hüküm sürmekte olan idârî anarşi ve iktisâdî buhran sebebiyle fırsatçıların eline geçmiş bulunan vakıf camileri, medrese, zâviye, dârüşşifâ, hankâh ve diğer vakıf müesseselerini, bunların tasallutundan kurtarmış; vakıflara nezâret ederek, irâd ve masrafların vâkıfın şartlarına uygun olarak yürümesini temin etmiş ve vakıfların vaziyetini süratle düzeltmiştir.

Sultan Gıyâseddin Mehmed’in Şehit Edilmesi

Sultan’ın Emîrlerine, Emîrlerin de Sultan’a karşı menfî tutum ve davranışları öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık her iki tarafın da birbirleriyle yeniden dostluk kurmalarına imkân ve ihtimal kalmamıştır. Sultan Mehmed emîrlerini kontrol ve disiplin altına almaya çalışırken, emîrleri de Sultan Mehmed’i ortadan kaldırmak için faâliyetlere girişmişlerdir. Bu cümleden olarak; Sultan Mehmed, ümerâsının nüfuzlarını kırmak yolunda giriştiği tedîb hareketlerinin birinde, aralarında gizli bir ittifak kurmuş bulunan kendi devlet erkânı Amasya Emîri Hacı Şadgeldi, Sivas Hâkimi Hacı İbrahim ve Şarkî-Karahisar Hâkimi Kılıçarslan tarafından 13 Ekim 1365 tarihinde, Sivas’ta şehit edilmiştir.

Sultan Gıyâseddîn Mehmed’in şehit edilmesinde Kadı Burhaneddîn Ahmed’in elinin bulunup bulunmadığı konusunda iki ayrı görüş ileri sürülmüştür. Görüşlerden birine göre, Kadı Burhaneddîn Ahmed Sultan Mehmed’i şehit eden ittifaka katılmış, diğerine göre ise, bu ittifaka katılmamıştır. Sultan Mehmed’i katleden heyete, Kadı Burhaneddîn Ahmed ister katılmış ve ister katılmamış olsun, gelişmeler onun istediği şekilde gerçekleşmiştir.

Sultan Gıyâseddîn Mehmed’in yerine geçen oğullarından Ali Bey, meşhûr İslâm âlimlerinden Kayserili Abdülmuhsin’den ders almıştır. Ali Bey, babası Sultan Gıyâseddîn Mehmed zamanında başlamış olan fitne ve karışıklıklarla uğraşmıştır. Çocuk denecek yaşta oluşundan başka, son derece gevşek ve kabiliyetsiz olan Sultan Alâeddîn Ali, dâhilde vaziyete hâkim olamadığı için, emîrler arasında uyanmış bulunan ikilik ve rekâbet ülkeyi korkunç bir anarşi ile karşı karşıya getirmiştir. Devlet ve hükümet erkânı ile ümerânın becerisizlikleri, idârî mekanizmayı bozmuş ve devlet otoritesi tamamen ortadan kalkmıştır. Bu otorite boşluğundan istifâde eden Türkmenler ve Moğollar ayaklanmışlar ve durumu daha da karmaşık hale getirmişlerdir.

Eratnalı ülkesinde bu karışıklıklar ve huzursuzluklar sürüp giderken, ülkeyi içine düştüğü bu zor ve karanlık günlerden kurtarabilecek yaş ve olgunlukta olmayan, yetersiz bir şahsiyet olan Sultan Alâeddîn Ali, kendisini toplayıp idâreyi ele alacak kudret ve kuvvetten mahrum olduğu için, devlet ve hükümet idâresini derin sevgi duyduğu bir Moğol oğlanına bırakarak, işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir.29

Konya’dan Erzurum’a kadar uzanan Eratnalı topraklarını idârede, birlik ve beraberlik içinde olamayan başta Sultan Alâeddîn Ali olmak üzere, diğer devlet ve hükümet erkânının düştüğü bu perişan hali gören komşu devletler, Eratnalılara son darbeyi vurmak zamanının geldiğine hükmetmişler ve hemen harekete geçmek için fırsat kollamaya başlamışlardır. Ortaya çıkan bu fırsatı ilk değerlendiren komşu devletlerden biri, şüphesiz Karamanlılar olmuştur. Durumu müsait gören Karamanoğlu Alâeddîn Bey, Eratnalı emîrlerinden Ali Zerger’in vâli bulunduğu Konya üzerine yürümüş ve şehri 1366-1367 tarihinde zaptetmiş olmakla Eratnalıları ilk toprak kaybına uğratmıştır. Konya Zâferi’ni takiben Karamanoğlu Alâeddîn Bey, Eratnalı şehirlerinden Aksaray ve Niğde’yi de ele geçirerek, kendisine Kayseri yolunu açmıştır.

Karamanlıların Eratnalı şehirlerine hâkim olmaya başladıkları bu tarihlerde, güneyden de Eratnalı topraklarına doğru, Şam Türkmenleri ve Dulkadırlılar tecâvüzlerde bulunmuşlardır. Dulkadırlılar, Zamantı Suyu’na kadar olan yerleri, yani Pınarbaşı bölgesini ele geçirmişlerdir. Batı da ise, Osmanlılar, Ankara bölgesine hâkim olmuşlar ve Eratnalı topraklarını çevirmişlerdir.

Eratnalı ülkesine yönelen iç ve dış tehlikeler devam ederken, Şubat-Mart 1368 tarihinde göğün batı tarafında bir kuyruklu yıldız görülmüş ve üç aya yakın kaybolmamıştır. Bunu takiben Babük, Moğollar ile birlikte Sivas’ı kuşatmışsa da, Moğolların kendisine yüz çevirmeleri ve Haziran-Temmuz 1368 tarihinde Sultan Alâeddîn Ali’ye itâat etmeleri üzerine, geri çekilmiş ve daha sonra Sahibin Bükü’nde yapılan muharebede ikinci defa olarak bozguna uğramıştır.30

Eratnalı Devleti’nde mühim bir simâ olan Kadı Burhaneddîn Ahmed ise, olayların tek sorumlusu Sultan Ali’ye sıhrî yakınlığı sebebiyle, bir müddet olup bitenlere seyirci kalmış ve sonra da Kayseri’deki çiftliğine çekilmiştir. Ancak, Kadı Burhaneddîn çiftliğinde boş durmayarak, Sivas’ta meydana gelen olaylarla birlikte, devletin umûmî vaziyetini göz önünde bulundurup, Eratnalı tahtının büyük tehlikeler geçirdiğini hissetmiş ve fiili müdâhale için takîp edeceği yolun esaslarını tespitle meşgûl olmuştur.

Eratnalı Devleti’nin içine düştüğü bu karışıklıklardan, en çok istifâde etmiş ve etmeyi düşünen, yakın komşusu Karamanoğlu Alâeddîn Bey, henüz Müslüman olmamış olan Samağar ve Caygâzan Moğol âşiret kuvvetlerinin de yardımlarıyla, 1375-1376 tarihinde ansızın Kayseri’ye hücum etmiştir ve onu Sivas’a doğru kaçmak mecburiyetinde bırakmıştır. Karamanlılar, devlet merkezi olan Kayseri’yi terk ederek, kaçmış olan Sultan Ali’yi takîp etmişlerse de; Kadı Burhaneddîn, hükümdarının imdadına yetişmiş ve onu esir edilmekten kurtarmıştır. Kadı Burhaneddîn Ahmed sâyesinde, Karamanlılar tehlikesini atlatmış olan Sultan Alâeddîn Ali, rahat bir şekilde Sivas’a ulaşmıştır.

Kayseri’yi zapt etmiş olan Karamanoğlu Alâeddîn Bey, Sultan Ali’nin Sivas’a kaçışını sağlayarak tekrar çiftliğine çekilmiş bulunan Kadı Burhaneddin’den çekinmiş olacak ki, ondan anlaşma şartlarının tespitinde yardımcı olmasını istemiştir. Bir müddet sonra da, maiyyetindeki Moğol kuvvetlerinin hareketlerinden şüphelenen Karamanoğlu Alâeddîn Bey, Kayseri’nin idâresini bazı şartlarla Kadı Burhaneddîn’e bırakarak Konya’ya dönmüştür. Ancak Kadı Burhaneddîn, Kayseri’yi Karamanlılardan temizlemeye kesin bir şekilde karar vermiş ve üzerlerine yürüyerek, şehri geri almayı başarmıştır. Böylece, Kadı Burhaneddîn Kayseri’yi Karamanlıların tahribat ve mezâliminden kurtarmış olmakla, ilk defa askerî kabiliyet ve enerjisini gösterme fırsatını bulmuş ve mühim bir zafer elde etmiştir. Kadı Ahmed, kazandığı bu zaferi, Sultan Ali’nin varlığına rağmen, Sivas’a hâkim olan Hacı İbrahim’e bir mektupla bildirerek, idâreyi ele geçirmek gibi bir niyet ve hevesinin bulunmadığını ifâde ile ondan, şehrin hemen yapılması gereken işleri için, Kayseri’ye bir vâli gönderilmesini rica etmiş ve âdet edindiği üzere yine çiftliğine çekilmiştir.31

Görülüyor ki, Eratnalı idâresine el koymayı aklına koymuş ve fakat bu düşüncesini gizli tutmuş olduğu anlaşılan Kadı Burhaneddîn Ahmed, iktidâr yolunda gâyesine ulaşabilmek için, acele etmeden akıllı davranmasını bilmiş ve çiftliğine çekilerek, gelişmelerin lehine dönmesini beklemeyi tercih etmiştir.

Nihayet Sultan Ali, ikinci Amasya seferinde karargâhını kurmuş olduğu Kazâbâd’da birden bire fenalaşmıştır. Sultan’ın rahatsızlandığını öğrenen Vezîr Burhaneddîn, hemen çadırına gelmiş ve durumunu sormuş ve Sultan’ın taun/vebaya yakalandığını anlamıştır. Sultan Ali’nin bu hastalıktan öleceğini anlayan Vezîr Burhaneddîn, sultan çadırında ümerâ ve eshab-ı divânın iştirâkiyle teşkil olunan mecliste, yeni durum ve alınması gereken tedbirler konusunda açıklamalar yapmış ve ümerâdan dikkatli olunmasını istemiştir. Bu cümleden olarak o, düşmanın yakın olması sebebiyle orduda ve ülkede karışıklık ve yağmalara meydan vermemek için, Sultan’ın ölüm haberinin gizlenmesi ve ancak Tokat’a varıldığı zaman açıklanması gerektiğini ifâde etmiş ve aksi harekette bulunulmayacağına dâir söz almıştır. Eratnalı Vezîri’nin gerekli tedbirleri aldığı bu sıralarda, hastalığı iyice ilerlemiş olan Sultan Alâeddîn Ali, kurtarılamayarak Ağustos 1380 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.

Sultan II. Mehmed ve Eratnalıların Sonu

Tokat’ta Sultan Alâeddîn Ali için lâzım gelen merasimi yerine getirmiş olan Vezîr Burhaneddîn Ahmed, üzerinde matem elbisesi olduğu halde merkez Sivas’a dönmüş ve hemen Alâeddîn Ali’nin sarayına gitmiştir. O, yanında ölen sultanın yedi yaşındaki oğlu Mehmed de hazır olduğu halde, sarayda topladığı mecliste, sultanın ruhu için hâtim indirmiş ve dualar yaptırmıştır. Mehmed Bey, Eratnalı tahtının yegâne varisi olarak çok küçük yaşta olduğu kadar, işlerin karışık ve meselelerin bol olduğu bir dönemde babasının yerine, Eratnalı tahtına 1380 yılında oturtulmuştur.

Sivas’ta merkezî otoritenin kurulamadığı bu esnada, Kadı Burhaneddin’in aklına gelenler devletin ve ülkenin başına gelmeye başlamıştır. Burhaneddîn tarafından tehlikeli emîrlerden biri olarak görülen Eratna zamanın en kıdemli emîrlerinden olan Amasya Emîri Hacı Şadgeldi, niyâbeti elde etmek gâyesiyle kuvvetli bir orduyla Sivas’a yaklaşmış ve elçisi vasıtasıyla da ahâliyi itâate dâvet etmiştir. Bu istilâ haberi üzerine tehlikeli emîrlerden ikincisi olanı Şarki-karahisar Emîri Kılıçarslan’dan mecbur kalarak birincisini defetmek için yardım istenmiştir. Beklediğini bulan Kılıçarslan, bu dâveti alır almaz hemen Sivas’a gelmiş olan Kılıçarslan ise, herhalde Selçuklu Hanedanı’ndan olmanın verdiği gururla, kendisini bir kurtarıcı olarak görmüş, ortaya çıkan fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirerek, iktidara sâhip olma yollarını aramıştır.

Nâib Kılıçarslan’ın Faaliyetleri ve Vezîr Burhaneddîn Ahmed Tarafından Öldürülmesi

Kılıçarslan, burada kaldığı sırada kendisini II. Mehmed’in nâibi olarak ilân etmiştir. Salurlu Burhaneddîn Ahmed, bu safhada Selçuklu Kılıçarslan ile bir iktidar mücadelesine girmeyerek, kendisini istikbâle saklamış ve onun yıpranmasını beklemeyi tercih etmiştir. Burhaneddîn, meclisin kabul ettiği esaslara göre, nâib Kılıçarslan’a vazifeyi devrettikten sonra, Kayseri’ye gitmek istemiş ve hazırlıklara girişmiştir. Hazırlıklarını tamamlayan Burhaneddîn, Şeyh Adil’in tekkesine giderek, vedalaştıktan sonra Sivas’tan Kayseri’ye doğru hareket etmiştir.

381 yılında II. Mehmed’e nâib seçilmiş ve kısa bir süre debdebeli hayat sürmüş olan Selçuklu Rükneddîn Kılıçarslan’ın Burhaneddîn Ahmed tarafından öldürülmesi hadisesi, Sivas’ta büyük sevinç yaratmış ve şenliklere sebep olmuştur. Devlet ve hükümet erkânı ile Sivaslılar gelerek Burhaneddîn’e bağlılıklarını bildirmişlerdir. Burhaneddîn devlet, millet ve ülkenin selâmeti için Sultan II. Mehmed’e mutlaka bir nâib seçilmesi gerektiğini meclise arz ederek seçim işinin ahâli tarafından yapılmasını istemiştir. Bunun üzerine Vezîr Burhaneddîn Ahmed, meclis tarafından ittifakla Alâeddîn Ali’nin oğlu Mehmed Bey’e nâib olarak seçilmiştir. Kılıcı ile iktidar yolunu açarak, 9 Şubat 1381 tarihinde nâib sıfatıyla Eratnalı niyâbet mevkiine geçmiş olan Burhaneddîn Ahmed, ülkenin her tarafına göndermiş olduğu dâvetnâmelerle idâreyi ele aldığını ilân etmiş ve ilgilileri kendisine biat ettirmiştir.

Eratnalı idâresinde ilk işi olan kadılık döneminden beri, akıllı ve sabırlı bir siyâset takîp ederek, arzuladığı mevkiye merhale merhale ulaşmış bulunan Burhaneddîn Ahmed, kendi adıyla anılan merkeziyetçi bir devlet kurarak, ülkeyi yalnız başına idâre etmeye başlamış, ve böylece 1327 Ekimi’nden 1381 sonbaharına kadar yarım yüzyıl Anadolu’da hüküm sürmüş olan Eratnalılara da son vermiştir.

Sonuç olarak denilebilir ki; Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Bizans İmparatoru Romen Diojen’e karşı 1071 tarihinde kazandığı Malazgirt Zaferi’ni takiben Anadolu’da kurulan Türkiye Selçukluları Devleti (1075-1318), Doğu’dan gelen Cengizli tehlikesini önleyememiş ve 1243’te Türkiye Tarihi’nde bir dönüm noktası teşkil eden Kösedağ yenilgisini tatmıştır. Bu millî felâket üzerine Anadolu Selçuklu Devleti, önce Cengizliler ve sonra da İlhanlıların hâkimiyetini tanımak mecburiyetinde kalmıştır. Cengizliler ve İlhanlılar, bundan böyle Anadolu’yu, kendi adlarına merkezden gönderdikleri kumandan ve umûmî-vâliler ile idâre etmişlerdir.

1 Kemal Göde, Eratnalılar (1327-1381), Türk Tarih Kurumu Yayını VII. Dizi, s. 1531 (I. Baskı), Ankara 1994, (II Baskı) 2000. (Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. M. Fahrettin Kırzıoğlu’nun danışmanlığında 1981’de “Doktora Tezi” olarak kabul edilmiştir.).

2 Bkz. Göde, a.g.e., s. 18-24..

3 Bkz. A. Kaşânî, Tarih-i Olcaytu, Ayasofya Ktp, no: 3016, vrk. 1396.

4 Bkz. V. Zeki Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970, c. I, s. 244 ve s. 466’da not 222.

5 Bkz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Sivas Kayseri Dolaylarında Eretna Devleti”, Belleten, XXXII/126, (1968), 161-189, s. 164.

6 M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi, İstanbul 1953, c. I, s. 459, 460.

7 Bkz. Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi I (1969), Ankara 1970, s:147, s. 22-23.

8 Togan, a.g.e., s. 272 b. Ayrıca geniş bilgi için bakınız, Göde, a.g.e., s. 24-29.

9 Bkz. Sümer, a.g.m., s. 20-21; Göde, a.g.e., s. 29-30.

10 Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, İstanbul 1973, c. II, s. 370, 9/3; Bkz. Göde, a.g.e., s. 30-31.

11 Sümer a.g.m., s. 87-89; Göde, a.g.e., s. 31.

12 Uzunçarşılı, a.g.m., s. 164, not 13; Göde, a.g.e., s. 31-32.

13 Sümer, a.g.m., s. 89-90; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 648-649; Göde, a.g.m., s. 32.

14 Bkz. Göde, a.g.e., s. 34-35.

15 Uzunçarşılı, a.g.m., s. 166; Göde, a.g.e., s. 43-46.

16 Bkz. Göde, a.g.e., s. 46-47.

17 Uzunçarşılı, a.g.m., s. 168; Sümer, a.g.m., s. 104; Göde, a.g.e., s. 51-52.

18 Bkz. Sümer, a.g.m., s. 105; Göde, a.g.e., s. 53.

19 Göde, a.g.e., s. 54 ve not 248.

20 Ibn Batûta, a.g.e., s. 326; Göde, a.g.e., s. 60-61.

21 Bkz. Göde, a.g.e., s. 61.

22 Bkz. Göde, a.g.e., s. 62-63.

23 Uzunçarşılı, a.g.m., s. 168 ve not 24.

24 Bkz. Göde, a.g.e., s. 65-66 ve diğer şehirler için s. 66-69.

25 Bkz. Göde, a.g.e., 79-81.

26 Bkz. Göde, a.g.e., s. 85.

27 Bkz. Göde, a.g.e., s. 89-90.

28 Bkz. Göde, a.g.e., s. 91-92.

29 Göde, a.g.e., s. 102-103.

30 Turan, a.g.e., s. 72/73; Uzuçarşılı, a.g.m., s. 181-182; Sümer, a.g.m., s. 125-126; Göde, a.g.e., s. 103-104.

31 Bkz. Göde, a.g.e., s. 105-106.


Yüklə 14,56 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   76   77   78   79   80   81   82   83   ...   95




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin