Mahmut Asrağ : Bu açıklamalarınızı tamamlayan bir soru sormak istiyorum. Dediniz ki Türkiye'de 3 tane virüs var . Bunlar etnik virüs, mezhepsel virüs bir de din sömürüsü, başı açık kapalı zihinsel ayrışma virüsü. Biliyorsunuz yakın zamanda bir anayasa komisyonu toplandı ve anayasa komisyonunda dağılma kopuşmanın olduğu nokta anayasal vatandaşlık tanımıydı. Etnik ve dinsel vurgulamalardan mevzuatın arındırılması ve etnik vurgulama olmayan bir vatandaşlık tanımına ne diyorsunuz ?
Ümit Kocasakal : Bunun için öncelikle meseleyi doğru ortaya koymak lazım. Kürt meselesi diye zikredilen meseleyi anlayabilmek için örneğin hakikaten çok değerli bir eser olduğu için söylüyorum, Bilal Şimşir'in iki ciltlik Kürtçülük kitabını okumak lazım. Şimdi mesele ne Türkiye'de? Kürt meselesi değil. Türkiye'deki mesele feodalite ve az gelişmişlik meselesi. Ben bu süreçte yanlışlar yapılmadı demiyorum. Ama tekrar söylüyorum bu yanlışlar cumhuriyetin kuruluş kodlarından, felsefesinden kaynaklanmıyor. Cumhuriyeti anlayamamış iktidarların hatalarından kaynaklanıyor. Ulus Devlet ne? Bakın meselenin kökü burada. Emperyalizm neden ulus devlete saldırıyor. Bu çok önemli. Türkiye'ye gelince ulus devlet öldü diyorlar. Ama ben şunu anlayamıyorum. 5 yıldır bunları söylüyorum. Bu ulus devlet Amerika'da ölmüyor, Fransa'da ölmüyor, İngiltere'de ölmüyor, Belçika'da, Hollanda'da orada burada ölmüyor da niye Türkiye'de ölüyor? Bu ülkelerde farklı etnik kimlikte olanlar yok mu? Nedeni şu: Yapısı gereği emperyalizme bir tek ulus devlet direnebilir. Niye? Çünkü ulus devlet olmadığı zaman herkes kendini önce o ulusa ait değil de önce etnik kimliği, mezhep kimliği ya da inanç kimliği ile tanımlıyor. Bir toplumda insanlar kendini önce Alevi, önce Sünni, önce Kürt vs. tanımlarsa o zaman ortak bir aidiyet duygusunu, birliktelik ruhunu nasıl yakalayacaksınız ki ? Ortak aidiyet duygusu olmayınca da emperyalizme direnme şansınız yok. Sizi bu şekilde bölüyor, düşman ediyor ve istediği gibi şekillendiriyor. Siz o zaman o etkin, mezhepsel aidiyetinizin gereğini yaparsınız. Ama siz “ben önce aynı topraklarda yaşayan, ortak bir geçmişe ve geleceğe sahip, kader birliği yapan bu ulusun bir bireyiyim sonra Kürdüm, Alevi’yim, Sünni’yim diyebilirseniz işte o zaman ulus devlet işlevini birleştirici yerine getirir. Emperyalizmin ulus devlete, üniter yapıya saldırmasının sebebi bu. Yakın zaman önce olduğu için söylüyorum son dünya kupasında Fransa'nın milli maçlarına lütfen dikkat edin. Tribünleri gösteriyor. Tribünlerde magrep kökenli, yani Cezayir, Fas, Tunus kökenli insanlar elinde Fransız bayrağı “Vive La France” (yaşa Fransa) diye bağırıyor. Soruyorum. Etnik olarak bu adam Fransız mı? Hayır değil. Etnik olarak Arap. Ama yurttaşlık olarak Fransız ve ben Fransız’ım diyor, kendini öyle hissediyor. Bir ulus aidiyeti. Üstelik bu, o kimsenin etnik kökenini değiştirmiyor. Şimdi ben soruyorum. Ne sakıncası oluyor? Türkiye'ye gelince iş değişiyor tabi ki netice itibari ile. Gülünç olmamak lazım. Bir uyrukluğunuz olmak zorunda. Uyrukluk başka. Etnisite başka. Mesela bu magrep kökenli insanın taşıdığı Fransız pasaportunda The Nationality Of : Arap mı, yani etnisitesi mi yazacak ? Tabi ki Fransız Yazacak. Başka türlü yapamazsınız. Şimdi Türkiye'ye gelince Türkiyeli diye bir şey icat ediliyor. Bir dakika şimdi. İngiltereli diye bir şey var mı? Yok. Fransalı var mı? yok. Bulgaristanlı da yok. Ama buna karşılık deniyor ki Amerikalı var. Avustralyalı, Avusturyalı var, Yeni Zellandalı var. Bunu söyleyenler aslında kendileri tuzağa düşüyor, niye biliyor musunuz? Bu saydığımız devletlerin ortak noktası, hiçbirisinin kurucu, orijinal bir milleti yok. Amerika'yı kuran orijinal bir millet olmadığı için, bir millet olmadan da bir devlet olamayacağı için yapay bir millet üretti: Amerikalı... aynı şekilde Avusturyalı. Niye Avusturyalı? Çünkü Avusturya'yı kuran kurucu bir millet yok. Esas kurucu milleti kim? Cermenler, Almanlar. Dolayısıyla tabi Avusturyalı. Tabi Avustralyalı. İş İngiltere olunca İngiltereli diyemezsiniz. İngilizdir. Fransalı diyemezsiniz. Fransızdır. Komik duruma düşersiniz. Bir ingiliz’e uyrukluğunu sorun. "What is your nationality?" diye. O da desin ki İngiltereliyim. Diyemez. Nasıl çevirirsiniz İngiltereli’yi ?. "I come from England." Ama ben sana "where do you come from?" diye sormuyorum ki. "What is your nationality?"diye soruyorum. İşte o yüzden Türkiye'de bunun çözümü herkesin kimliğinin, kültürel haklarının tanınması, ancak tek bir resmi dil ve eğitim dili. Kimse kimsenin etnik kökenini inkar etmiyor ki… Ancak uyrukluk anlamında, eğitim anlamında, resmi dil anlamında ulus devlette tek bir resmi dil olur ve bir uyrukluk olur. Orada ulu önderin dehası yine devreye giriyor. Taa 1920'lerdeki tanımı o kadar güzel bir tanım ki başka bir şeye gerek yok: Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Yani oradaki Türk milleti tanımı, içinde her türlü etnisiteyi barındırıyor zaten. Yani Kürt etnisitesine sahip uyrukluk olarak Türk. Bu kadar basit. O Türk etnik Türk değil, yurttaş Türk. Mesela 1924 Anayasasının 88.maddesinde şöyle bir tanım var: “Türkiye’de ırk ve din ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” .
Mahmut Asrağ : Hocam sonraki devlet politikaları bu basit tanımlama doğrultusunda olmamış örneğin Mahmut Esat Bozkurt’un meşhur ödemiş konuşması var. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost, düşman ve bu dağlar bu hakikatı böle bilsin. Diyor.
Ümit Kocasakal : Sözlerini cımbızla alırsanız anlamı çarpıtılmış olur. Öyle demek istemiyor o konuşmada.
Mahmut Asrağ : Hocam konuşmanın bütününü okudum başka bir anlamı yok.
Ümit Kocasakal: Mahmut Esat Bozkurt’u hiç tanımadığınız ve anlamadığınız anlaşılıyor.
Ali Musa Sarıçimen : Bulgaristanda 1965 de Türkler nufüsün %10 unu oluşturuyor. Aziz Nesin'in kitabından okuyorum. Bulgaristan devlet başkanıyla bir röportaj yapıyor 1965'de Tudor Jivkovla yaptığı röportajda anlatıyor. 10'da 1'ini oluşturuyor nüfus. Türkçe 5. ve 8. sınıfa kadar o zaman öyleymiş orada. Zorunlu dil olarak koymuşlar. İkincisi mezhepçilik virüsü dediniz ya, Mesela Amerika'da siyahi birinin zencilerle ilgili bir sorunu dile getirmesi bir ırkçılık mıdır, yani Türkiye'de bir alevinin alevi sorununu dile getirmesi mezhepçilik midir bu bağlamda hem dil hem de mezhep konusu...
Ümit Kocasakal : Elmalarla leblebileri karıştırmamak lazım. Dil meselesi şudur: Dediğim gibi herkes kendi dilini gündelik hayatta konuşabilir. Bunu engelleyemezsiniz. Aynı yönetim Türkleri, Müslümanları inim inim inletti orada.. Bu bir örnek olamaz benim için. Bir de her ülkenin kendine özgü belirli bir yapısı, kimyası var. Atatürk'ün en büyük dehası sosyal psikolojiyi çok iyi bilmesidir. Yani bu ülkenin kimyasını, din dahil dikkate alarak bir şeyler yapmaya çalışmıştır. Gerçekçi olan da odur. Ama dini olması gereken yere oturtmamız lazım o ayrı. Zaten dini siyasete ve ticarete alet etmek o dine yapılabilecek en büyük saldırı ve ihanettir. Dil konusunda ben şunu düşünüyorum. Güzel Türkçemizi herkesin öğrenip de resmi hayatta kullanmasının kime ne zararı var? Öbür türlü birbirimizden gittikçe uzaklaşırız. Bir süre sonra birbirimizi anlayamayan insanlar topluluğu haline geliriz. Bu bizi tamamen farklı yerlere savurur. Dil farklı etnisitelerden oluşan bir ulusu bir arada tutan en önemli harçlardan birisidir. Emperyalizmin bu konudaki dayatmasının en önemli nedeni de budur. Ana dilde savunma... bak bu da hukuki olmaktan ziyade tamamen maksatlı ve siyasal bir talep. Açalım CMK'ya bakalım. Madde 202. O kadar nettir ki ve o kadar doğru bir hükümdür ki. Yeri gelmişken okuyalım. “Sanık veya mağdur meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa mahkeme tarafından tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir”. Şimdi Türkçe konuşamayan, meramını Türkçe anlatamayan bir Kürt kökenli yurttaşımın Kürtçe savunma yapmasını en çok ve en önce ben savunurum. Ama benden daha iyi Türkçe konuşup ta Kürtçe savunma yapacağım demek dünyanın her yerinde hukuki bir hakkın siyasi anlamda suistimalidir, hakkın kötüye kullanılmasıdır. Diğerine gelirsek... Mezhepçilikte mesele şu: Alevi yurttaşlarımızın pek çok sorunu olduğu doğru. Bunlar elbette dile getirilebilir. Ama dile getirme biçimi, tonlaması önemli. Sünni yurttaşların hiç mi sorunu yok ? Elbette baskın olan Sünnilik olduğundan dolayı Alevi yurttaşlar boyutunda değil, ama onların da bir çok sorunu var. İşte burada tuzağa düşmemek, az önce söylediğim gibi belli etnik ve mezhepsel kimlikler için, bu şekilde ayrışarak değil, tüm yurttaşlar için daha çok hak ve özgürlük talep etmek gerekir. Tekraren söylüyorum, eğer her durumda Aleviliğin altı bu kadar kalın çizgiyle çizilirse Sünniliğin de altı çizilmiş olur ve bu anlamda bugün cenazelerimiz başka yerlerden kalkıyor, yarın bir gün başka yerlere gömülmeye başlanacak. Çok tehlikeli bir tuzak bu. Alevi yurttaşlarımızın sorunlarını öne sürerek onların üzerinden etnik bir ayrıştırmanın, Cumhuriyete karşı bir yabancılaştırmanın hesapları yapılıyor. Ancak Alevi yurttaşlar son derece bilinçlidir ve bu tuzağa düşmezler. Özellikle içlerindeki Truva atlarına dikkat edeceklerdir.
Nuray Albayrak : Hocam Filistin'i niye tanımaya karar verdiler? Fransa Parlementosu’nda bu yönde kararlar alınmış.
Dün itibari ile Amerika Birleşik Devletleri Talabani ve Barzani'nin ismini terör listesinden çıkardı. 22 sene önce dönemin ABD dışişleri bakanı Condelezza Rice ortadoğu’da şu kadar ülkenin sınırları değişecek demedi mi ? Artık bazı şeyleri anlamamız, Türkiye’ye kurulan emperyalist tuzağı görmek için daha ne gerekiyor? Bu ülkenin içine attıkları kimyasal bomba bu işte. Emperyalizm bizim gibi ülkelerde belirttiğim üç virüs aracılığı ile kimyasal silah kullanıyor. Ben de diyorum ki emperyalizmin gölgesinde kardeşlik ve barış olmaz. Biz emperyalizmin gölgesinden sıyrılalım, Kürt etnik kimliğine sahip yurttaşlarımızla oturur en güzel kardeşliği ve çözümü buluruz. Amacımız ve hedefimiz tam bağımsızlık, müreffeh ve güçlü bir Türkiye olmalı. Bu mümkün.
Zühal Sarıçimen : Kürtçenin yasaklanması bu virüslerin başlangıçı değil mi?
Ümit Kocasakal: Değil. Virüsler çok daha önceleri atıldı. Daha hızlı yayılması 12 Eylül ile oldu. 12 Eylül yönetimi ne yaptıysa hepsini terse çevirmeliyiz. Ne kadar görünüşte Atatürkçülük yaptıysa aslında Atatürk'e o kadar büyük zarar verme adına yapıldı. Birileri bu ülkede halkı Allah'la, kutsal din duygularıyla (bunları istismar ederek) aldattı aldatmaya devam ediyor. Ama en az bunu kadar tehlikeli olmak üzere birileri de yıllardır bu insanlarımızı Atatürk’le aldattı ve aldatmaya devam ediyor. Atatürk'ü bir takım yanlışlara bir kalkan, bir paratoner olarak kullananlar var. Benim en önemli mücadelem bu sahte Atatürkçülerle. Çünkü bize Atatürk'ü hiç anlatmamışlar. Cumhuriyetin mucizesini hiç anlatmamışlar. Hepimizin ortak değeridir Atatürk. Bu ülkenin kurucusudur, kurucu babadır. Kimsenin tekelinde de değildir. Deniyor ki Atatürkçülük sol bir ideolojidir. Sonuna kadar karşı çıkıyorum. Atatürkçülük sol veya sağ olarak hapsedilemez. Atatürkçülük (aslında Kemalizm diyorum ben ona) antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı, birleştirici ve milli bir ideolojidir. Yerli malıdır. Bu tür kavramlara hapsedilemez. Unutulmasın milli mücadele din adamlarıyla, inananıyla, inanmayanıyla herkesle verilmiştir. Başı açığıyla başı kapalısıyla verilmiştir. Bu ikinci milli mücadele de böyle olacaktır. Bu ruhu yeniden yakalamalıyız. Bu iktidara oy verenlerin %98 'inin cumhuriyetle ve Atatürk'le hiçbir sorunu yok.
Ali Musa Sarıçimen : HSYK seçimleri yapıldı. İstanbul barosu HSYK seçimlerinde nasıl bir tutum takındı? Mevcut HSYK'yı nasıl görüyorsunuz?
Ümit Kocasakal: Bir kere biz yedi sene önce hangi noktadaysak şimdi de aynı noktadayız. Zerre kadar, milim sapmamız yok bizim. Ama bu süreçte bir sürü insan savrulma yaşadı. Biz inandığımız değerler uğruna (doğrudur, yanlıştır) pek çok bedel ödedik. sanık olduk, yargılandık, soruşturmalara muhatap kaldık. Halen de devam ediyor bunlar. Helali hoş olsun. Bunu belki sizler bir hamaset olarak görebilirsiniz. Önemli değil ben böyle hissediyorum. Benim hayatımda bir şiar var: Benim çocuklarıma bırakacağım en büyük zenginlik ve miras onurlu bir hayattan ibaret. Hayatta da 2 tane zenginliğim var. Birisi karım ve çocuklarım, yani ailem. Bir de yurt, vatan ve ulus sevgim. Benim Akbaş Şehitliği'nde en yaşlısı 14 yaşında olan toprağı göze almış o çocuklara bir borcum var. Ben bu borcu ödeyeceğim. Beni içeri mi atarlar, ortadan mı kaldırırlar ne yaparlar zerre kadar umurumda değil. Zaten bir tane hayatım var. Öyle de gidecek böyle de gidecek. Bu istibdat ortamında susup oturmaktansa, bunun utancını ileride yaşamaktansa bu şekilde ne olursak oluruz. Biz bedel ödedik ve gerekirse daha da ödeyeceğiz. Bunu hissediyorum. İktidarla mücadele derken şunu yanlış anlamasın kimse. İktidar eğer hukukla uğraşmasa, rejimle uğraşmasa bizim ne işimiz var iktidarla ? Bunlarla uğraştığı için, ülkeyi ve hukuku felakete götürdüğü için ben uğraşmak, mücadele etmek zorunda kalıyorum. Tabi ben iktidarı geniş anlıyorum. Yeni yeni paralel yapı ortaya çıkmaya başladı. Biz yıllardır bu paralel yapıyı hem dile getiriyoruz hem de mücadele ediyoruz. Kim bizim üstümüze hukuku silah olarak kullanarak geldi, halen de geliyor bilmiyor muyuz ? Çok önemli değil. Bu iktidar şunu yaptı: Anayasanın 6. maddesi "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." dedikten sonra bu egemenlik hiçbir zümreyle paylaşılamaz diyor. Bu siyasi iktidar anayasanın bu maddesine aykırı olarak seçimle elde ettiği sınırlı ve şartlı bu gücü ve egemenliği bilerek ve isteyerek şimdi “paralel” dediği bu yapıyla paylaştı. Bu yapıyı kolladı, besledi, büyüttü. Emniyeti, yargıyı ve daha bir çok kurumu kendi eliyle bu yapıya teslim etti. Bunlarla 12 yıldır iş birliği içinde bu hukuksuzluk yollarında beraber yürüdüler. Bunların şarkısı bu işte. "Beraber yürüdük biz bu yollarda." Hangi yollarda ? Hukuksuzluk yollarında, kumpaslarda. İtirafları hatırlayın "Ne istediler de vermedik?" diyen ben miyim? Bu yapının başındakine övgüler düzen, seferler düzenleyen ben miyim? 12 yıldır iktidarda olan devletin bütün gücü istihbaratı elinde olanların bu yapının özellikle yargı, emniyet ve oraların içine yerleştiğinden haberi olmaması mümkün mü? Şimdi kandırıldık diyorlar. Çocuk mu ki bunlar kandırılsın. Gerçekçi olalım bu iktidarın yetişmiş elemanı olmadığı için bana sorarsanız bunların da alnı secdeye değiyor mantığıyla (ki alın secdeye değerken kafadan neler geçiyor o önemli) bilerek isteyerek özellikle yargıyı bunlara teslim ettiler. Şimdi dolayısıyla iktidar ve paralel yapı suç ortağı, paralel hareket ederek birlikte kol kola ülkeyi bugüne getirdiler. Yargıyı mahvettiler . Ama bu şu gerçeği de değiştirmiyor: Bir devlet içerisinde böyle bir paralel yapı olamaz. Bu bir ülke için, bir devlet için kıyamettir. Şiddetle üzerine gidilmelidir. Devletin yuvalandıkları her yerinden temizlenmelidir. Ama hukukla. Ama bunu yaptıktan sonra emniyeti ve yargıyı kendisine bağlamadan. Bir de iktidar bu şekilde tüm suçu paralel yapı üzerine atarak ve yıkarak kendisini aklayamaz ve kurtaramaz, zamanı gelince iktidar da bu hukuksuzluklarının hesabını verecektir. O zaman bu suç ortaklığı daha iyi anlaşılacak. Atf-ı cürüm diğer suç ortağını kurtarmaz. Bunların ikisinin de Türkiye’ye verebileceği bir şey yok. Ülkenin süratle her ikisinden de kurtulması lazım.
Okan Albayrak : Peki böyle bir paralel yapı var mı?
Ümit Kocasakal: Tabi ki var. Her şey o kadar net ki. Ama şu HSYK'ya gelelim. Bir önceki HSYK’yı oluşum ve davranış biçimi sebebiyle biz baro olarak meşru görmedik ve bundan taviz vermedik. Bu nedenle hiç bir temasımız olmadı HSYK'yla. Kimse kusura bakmasın. Anayasa değişikliğinden önce basına yansıyan liste aynen, birebir seçilmişse kimse bana hikâye anlatmasın. Paralel yapı yok diyenlere de oraya bir gecede atanan 160 kişinin blok halinde nasıl hareket ettiklerini ben sorarım. Böyle bir yapı var ve bürokrasiyi bir örümcek ağı gibi sarmış, kılcal damarlara nüfuz etmiş, kimin desteğiyle ? İktidarın. Bu yapı temizlenmeli mi? Evet. Ama ne ile, yine hukukla. Rövanş, kin, intikam, öc alma, ödetme gibi duygular hukuka ve adalete yabancıdır. Kişiler de iyi ayırt edilmeli ve yeni mağduriyetlere sebebiyet verilmemeli. Biz bu paralel yapıya dahi hukuksuzca üzerine gidilmesini doğru görmeyiz, hoş görmeyiz, kabul etmeyiz. Biz o yüzden İstanbul Barosuyuz. Hukuksuzluğun kimden geldiğine, kime yöneldiğine bakmayız. Hukuk yeterlidir bunların üzerine gitmek için. Çünkü bu kan davasını bir tek hukuk, daha doğrusu teknik hukuk bitirir. Özellikle yargı böyle bir yapıdan kurtarılırken bu kez iktidarın etkisine girmemeli. Şu andaki en büyük tehlike bu. Siyasi iktidarın gündelik siyasi çıkarlarına göre hukukla oyuncak gibi, yap-boz gibi oynaması, hukuksuzlukları kanun kılıfına sokması kabul edilemez.
Ali Musa Sarıçimen : Hocam orada şöyle bir açmaz var hangi hakimle yapılacak ? Yargının yarısını cemaatçiler oluşturuyor. Bunu hukuk ve yargı halletsin demek topu biraz taca atmak olmuyor mu ? Okan Albayrak : 5000’e yakın o kesimden yargıç ve savcı var.
Ümit Kocasakal : Hukuk ve yargı halletmeyecek de kim halledecek ? Bakın ben hukuk, yargı halletsin demiyorum. Elbette ki hükümetin, meclisin görevi. Ancak ne yapılacaksa hukuk ile, temel hukuk ilkelerini zedelemeden, usul kurallarını çiğnemeden yapılsın diyorum. Daha önce de söyledim. Kirli suyla duş alınmaz ve temizlenilmez. Bugün meseleyi halledelim diye hukuksuzluk yapılırsa, buna göz yumulursa yarın bir gün size yönelecek hukuksuzluğa diyecek bir şeyiniz kalır mı? İşte paralel yapının içine düştüğü durum da bu. Her türlü hukuksuzluğa çanak tutup alkışladılar, şimdi hukuksuzluktan dert yanıyorlar. Kim inanır? Şimdi geçmiş dönemde belirttiğim gibi bizim HSYK ile bir ilişkimiz, temasımız olmadı. Dönemin Adalet Bakanını, Sn. Sadullah Ergin’i defalarca Baro’ya, Kanlıcada’ki sosyal tesisimize davet ettik. Herhalde kendisi de inkar etmeyecektir. Ancak icabet etmedi. Bize açılan davadan sonra yargıyı etkilemeye yönelik pek çok beyanat verildi, daha vahimi beraat ettiğimiz halde, Adalet Bakanlığı bizi “düşmüş” sayarak ruhsatlarımızı reddetmeye başladı, TBB’nin ısrarı ile onay verdi. Halen devam ediyor garip olan. Yeni seçilen bir yönetim var artık, geçti gitti. Haa, o zaman biz de deriz kii " sen bizi tanımayusan, biz seni hiç tanımayruz.". Bakın biz gösterilmeye çalışıldığı gibi kavgacı filan değiliz. Diyaloğa açığız. Ama inandığımız, doğru bildiğimiz şeyler uğruna her türlü mücadeleyi göze alırız ve bundan çekinmeyiz, sonuna kadar da gideriz. Yeni HSYK'da durum farklı. Bakın yine 6 senede bizim dediğimiz noktaya geldiler. Biz demiştik ki bu sistem kötü bir sistem hâkim ve savcıları politize eder. Bak geldiğimiz noktada Bakan da aynı şeyi söylüyor. Biraz geç uyanıyorlar zannediyorum. "Günaydın. Yumurtanızı nasıl alırsınız sayın bakanım?" demek lazım. Ama öyle veya böyle bu HSYK'nın oluşumunda ben insanlara bir şans verilmesinden yanayım. En baştan olumsuz ve katı bir tutumla gitmeyi doğru bulmadım. O yüzden bugüne kadar yaptığımız bütün açıklamalarda şunu söyledim "Bu HSYK'ya bir şans vermek gerekiyor."Ben özellikle HSYK başkan vekilinin, Sn. Metin Yandırmaz ve birkaç hâkimin seçimden hemen sonra gazetelere verdiği demeçlerden büyük bir umut içine girdim. Ama temkinliyim de. Yani uygulamalarına bakacağız ama söylüyorum bu HSYK eğer hukukun gereği olarak davranırsa, liyakat esasına göre davranırsa, hukukla hareket ederse bilsinler ki en büyük destekçileri İstanbul Barosu olur. Ama gene aynı şekilde hukuka aykırı davranırlarsa, siyasi otoritenin veya bir başka gücün etkisi altında davranırsa en büyük mücadeleyi gene İstanbul Barosu verir. Ne yaparlarsa yapsınlar biz gene o mücadeleyi veririz. Hiç kimseden, hiçbir şeyden çekincemiz yok. O yüzden izliyoruz, izleyeceğiz. Önyargımız yok hatta temkinli bir iyimserlik, bir umut içerisindeyiz o açıklamalar karşısında. Yakın bir zamanda da bir temasta bulunma düşüncesindeyiz. Unutulmasın ki hepimiz aynı gemideyiz.
Ali Musa Sarıçimen : Seçimlerde cemaatle Yarsav arasında bir işbirliği , Yarsav üzerinden cemaat maniplasyonu yaşandı mı sizce ?
Ümit Kocasakal: Biz manipülatif savlarla, dedikodularla hareket etmeyiz. Müthiş bir bilgi kirliliği var. Altlarda ne oluyor bilemeyiz. Belirttiğim gibi bizim duruşumuz net: iktidarın yanında değiliz paralelin yanında hiç değiliz ikisi birlikte kol kola bu ülkeyi bu hale getirdiler. Biz sadece hukukun yanındayız. Eskiden şarkılar “beraber yürüdük biz bu yollarda” idi. Şimdi tabi şarkıları değişti. Yeni şarkıları “unutulmuş birer birer eski dostlar eski dostlar, ne bir selam, ne bir haber, eski dostlar, eski dostlar…
Özlem Aksungar : HSYK'yla İlgili Fehmi Özdemir sormuş bir yargıç ya da savcı arkadaşımız HSYK'da dört avukat var peki barolarda niye hakim ve savcı yok diyor. Öyle bir şey olabilir mi diyor. Okan Albayrak : HSYK'daki avukatlar için ne diyorsunuz ?
Ümit Kocasakal: Ben açık söylüyorum kural olarak HSYK'da avukatın bulunmasını çok da gerekli görmüyorum. Sayısı da az değil yani dört tane. Olmasının bir zararı var mı ? Yok. Ama gerekli ve zorunlu mu? Bence değil. Hatta ben daha kooperatif düşünüyorum. Bana göre HSYK tamamen yargının kendi içinde belirlenmeli.
Okan Albayrak: Yargı derken hakim savcıyı kastediyosunuz…
Ümit Kocasakal: Elbette. Ancak bana göre HSYK’nın belirlenmesinde diğer iki kuvvetin, yürütmenin ve yasamanın hiçbir etkisi olmaması gerekir. Olacaksa da nitelikli çoğunluk ile olmalı. Örneğin meclis komisyonları belirlenirken yargının bir dahli var mı? Meclisin ve yürütmenin HSYK’ya atama veya seçme yapması bence kuvvetler ayrılığına aykırı ve sakıncalı. HSYK’nın yapısını katılımcı biçimde, dış etki olmaksızın hakimler ve savcılar kendi içinde belirlemeli. Kurul da hakimler ve savcılar yüksek kurulu olarak ikiye ayrılmalı. Bu yaklaşımımdan dolayı orada avukatın bulunması o anlamda bana çok anlamlı ve gerekli gelmiyor. O yüzden öbüründe de aynı şeyi düşünüyorum. Üstelik Baro’da hakim ve savcı nasıl olabilir ki? Herhalde yönetimden bahsediliyor. Öte yandan zaten emekli olan hakim ve savcılar avukat olarak Baro’ya geliyor.
Okan Albayrak : HSYK üyelerinden ikisi İstanbul barosuna kayıtlı avukat. İstanbul Barosu’nun, HSYK nın avukat kökenli üyeleriyle, yargı sorunlarının çözümü için ortak bir çalışma yürütmesi söz konusu olabilir mi?
Ümit Kocasakal : Kural olarak baktığınız zaman HSYK'nın avukatlık mesleğinin sorunları konusunda daha dolaylı bir konumu ve yetkisi olduğu kanaatindeyim. Bununla birlikte özellikle duruşmalarda yaşanan veya hâkim ve savcılarla avukatlar arasında zaman zaman ortaya çıkan bazı sorunların giderilmesinde bunun büyük faydası olabilir. Dolayısıyla biz böyle bir diyalogdan, temastan büyük bir memnuniyet duyarız. Yukarıda belirttiğim gibi biz dıştan gösterilmeye çalışıldığı gibi sadece kavga etmek üzerine hareket eden bir yapı falan değiliz. Biz sadece gerekli olduğunda ve bir inanç uğruna kavga ederiz. Ama kavga bizim önceliğimiz değildir. Biz öncelikle diyalogdan yanayız. Amacımız bağcı dövmek değil, üzüm yemek. Yukarıda da belirttim, daha önceki sayın Adalet bakanını üç kere davet etmemize rağmen gelmedi. Ama size bir anektod anlatayım bizim devlet terbiyemizin ne olduğuyla ilgili bunu önemli buluyorum. Sayın Bakan da bu hakkı teslim edecektir. Sadullah Ergin Bey bakanlığı döneminde biz yargılanıyorduk. Alman savunma avukatları Türkiye'de bir toplantı, panel düzenledi. Ben davetliyim, Sayın bakan davetli ikimiz de geldik. Gayet medeni bir biçimde tokalaştık, hal hatır sorduk hatta dedim ki " Sayın Bakan bir çorba içmeye gelemediniz (aramızda çorba içme mevzusu vardı ) çorba soğuyalı çok oldu." Sayın bakan da "Başkanım hakikaten gelemedim sizin tesisi de çok merak ediyorum, methini duydum, en yakın zamanda geleceğim”" diye yanıtladı. Hala kapımız açık, bekliyoruz. Meslektaşımız olarak. Bakan olup olmaması önemli değil. Neyse ben yerime oturdum sayın bakan oturuyor. Alman savunma Avukatları başkanı açılış konuşmasını yaptıktan sonra dedi ki "Biz çok endişeliyiz. Bakın bir baro başkanı yargılanıyor, yönetim kurulu üyeleri yargılanıyor kendisi de burada (beni göstererek) çok kaygılıyız, rahatsızız." Bunun üzerine bakan bey konuşmasını yapmak için çıktığında söylememesi gereken bir şey söyledi "Ama siz bir görüntüleri izleyin bakalım suç var mı yok mu görürsünüz". Şimdi yani dava derdest. Hani AY m.138 ?. Bunun üzerine bütün basın bana döndü. Bakan böyle söyleyince tabi, bir cevap bekledi. Hiçbir şey yapmadım. Hareketsiz kalarak dinlemeye devam ettim. Bakan konuştu gitti. Ara verildi. Basın bana "Bakan sizi suçladı niye o sırada cevap vermediniz? “ Diye sordu. Bin de şu şekilde yanıt verdim: “Bakın size o zaman tarihi bir ders veriyim. Ben öyle veya böyle, kendi Devletimin bakanıyla bu kadar yabancının huzurunda polemiğe girmem, devlet terbiyem buna müsaade etmez. Ancak şimdi biz bizeyiz, istediğinizi sorun”. Nitekim verdim veriştirdim, elbette belirli bir üslupla. Şimdi bakın biz böyle bir anlayışa sahibiz, milli terbiyemiz bunu gerektiriyor. Biz HSYK'yla da adalet bakanlığıyla da mesleğin sorunlarının çözümü konusunda diyoloğa her zaman açığız ama kusura bakmayın bu bakanlık hala baro yönetimini tanımıyorsa, dava üzerine dava, soruşturma üzerine soruşturma açıyor ve bunlara izin veriyorsa, neyin diyaloğunu yapacağız. Biz diyaloğa da, gerekirse her türlü kavgaya da (mücadele anlamında söylüyorum) sonuna kadar hazırız. Ama HSYK'ya en kısa sürede gidip birtakım konuları görüşmek, istişare etmek istiyoruz. Böyle bir düşüncemiz var. Gerçekleştirebilirsek, kendileri de buna açıksa biz bunu yapmak istiyoruz. Çünkü İstanbul barosu önemli bir güç. Bizim yaklaşımımız bu.
Dostları ilə paylaş: |