3.1. Tartışmanın Fıkhî Ufku
Fıkhî metinlerde kadınların liderlik meselesi “Genel velayet” veya “Emaret” başlığı altında gündeme gelmiştir.
Fakihler şu soruyu gündeme getiriyor: Acaba Hz. Peygamber (s.a.a) için sabit olan ve ondan sonra Şiî Müslümanların inancına göre Ehlibeyt İmamlarına (a.s), Ehlisünnet’e göre de halifelere devredilen halkın üzerinde velayet veya hâkimiyet hakkı bir sonraki aşamada erkeklerin dışında kadınlara da tanınmış mıdır, yoksa bu mevkii elde etmek için erkek olma şartı mı vardır?
Ehlisünnet fakihleri, müzekker (erkek) olma şartının geçerli olduğu konusunda hemfikirdir[1] ve Şiî fakihlerin arasında da bazı çağdaş âlimler dışında kimse müzekker olma şartının geçerli olmasına karşı çıkmamış ve hatta birçokları bu şartı açıkça dile getirmiş ve kadının genel velayetinin geçersiz olduğunu beyan etmiştir.
Bu şartın ispat edilmesi için birçok delil ve belge gündeme gelmiştir ki 23. ekte bu deliller ve belgeler ele alınmış ve bu araştırmadan iki sonuç elde edilmiştir:
1– Kadınların genel velayet mevkiini işgal edebileceklerini dinî açıdan yasaklayan geçerli ve muteber belge veya delil elde yoktur ve bu yasağın ispatı için tek geçerli muteber dinî belge, velayeti olmaması ilkesi adında genel ilke veya kaidedir.
2– Kadının velayeti -hatta dinî sakıncası olmasa bile- İslam açısından uygunsuz ve mekruh olarak telakki edilir ve tartıştığımız birçok gerekçeden bu durum açıkça anlaşılır. Bu algılamayı onaylama bağlamında şu noktaya da istinat edebiliriz: Eğer genel velayet mevkiini işgal etmekte İslam açısından kadın ile erkek arasında herhangi bir farklılık yoksa neden Asr-ı Saadet’te yaşayan Müslüman kadınlar siyasi mevkileri elde etmek için hiçbir çaba harcamadı ve eğer bu durum onların kendi haklarını bilmemelerinden kaynaklanmışsa, neden Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları (a.s) kadınları bilinçlendirmek ve siyasi iktidar arenasına çekmek için hiçbir girişimde bulunmadı?
Her hâlükârda, kadının genel velayeti şeriat kurallarına göre doğru değildir ve bu hükme kuşku gözü ile baktığımızı varsaydığımız durumda bile İslam açısından uygunsuzluğu ve keraheti konusunda hiçbir kuşkumuz yoktur.
Evet, bu birinci başlıkların dışında, fakihin mutlak velayeti ilkesine göre bu bölümde sözü edilen kadınların, oy hakkı tartışmasında olduğu gibi, iktidar mevkilerine erişme meşruiyetini tasavvur edebiliriz (İslamî nizamın genel maslahatın, kadınların bu tür mevkilere atanmasını gerektirmesi kaydıyla).
Ama üzerinde durulması gereken nokta şudur: Şimdiki tartışmaların esas eksenini oluşturan çağdaş dünyada kadınların liderliği hakkında İslam’ın görüşü beyan edilirken, meselenin hükmünü bilmekten başka, konunun da dakik bir şekilde bilinmesi gerekir.
Burada cevap vermemiz gereken önemli soru şudur: Çağımızda hangi siyasi mevki velayet veya emaret olarak kabul ediliyor ki, ona göre kadınların bu mevkilere getirilmesinin dinî açıdan sakıncalı olduğu sonucuna varalım?!
Bazı kanaat önderleri velayet ve emaret kavramlarının günümüzde var olan yönetimlerde iktidar mevkilerini kapsadığı konusunda kuşkulu olduklarını gündeme getirmiş veya böyle bir kapsamı esas itibarı ile inkâr etmiştir. Bu kesime göre geçmiş hükümetlerde bir erkek veya bir kadın tam yetki ile hükümetin ve toplumun yönetimini üstleniyordu ve bunun anlamı da şuydu: Bir kişi tam yetki ile insanların yaşamlarına müdahale hakkına sahipti ve gerçek manada toplumun ve insanların her şeyinden sorumluydu. Ancak mevcut demokratik düzenlerde liderler böylesine mutlak bir yetkiden yararlanamıyor ve yetkileri, halkın seçiminden ve gözetleme kurumlarının gözetlemesinden kaynaklanan çoğunluğa tabi bulunuyor. Dolayısıyla eğer kadınların velayet mevkiine getirilmesinin meşru olmadığına yönelik bir delil varsa, bu delil dikta rejimlerde ekine benzer bir hâkimiyetle ilgilidir ve demokratik rejimlerde siyasi mevkilerin kadınlar için yasak olduğu konusunda bu delile istinat edilmez.[2]
Ancak, bu gerekçe sadece parlamento veya diğer şura meclislerine üyelik gibi çağdaş siyasi mevkiler için kabul edilebilir. Zira Rehber, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve hatta Bakan ve Vali gibi diğer bazı siyasi mevkilerde hiç kuşkusuz güç ve sultanın geniş bir kapsamda uygulanması söz konusudur. Yeni rejimlerde ise geçmiş rejimlere kıyasla siyasi güç konusunda bazı kısıtlamalar getirilmiş ve bu güç birkaç kurum arasında paylaşılmıştır.
Bunun dışında, söz konusu iddianın kesinliği varsayıldığı takdirde bile bu mevkilerin kadınlarca işgal edilmesinin meşru olduğu sonucu elde edilemez; zira konuyu tartıştığımız 23. ekte gündeme getirdiğimiz detaylı fıkhî tartışmalara göre, kadının velayetinin meşru olmadığını ispat etmek üzere velayet ve emaret kavramının geçerliliği konusunda şüphe oluşmasın ve böylece bu delillerin geçerliliği etkisiz hale getirmesin diye özel sözlü delillere (ayetler ve rivayetlere) istinat etmiyoruz. Bunun meşru olmadığını ispat etmek için tek muteber delil, “velayet hakkının olmayışı” ilkesidir ve bu ilkenin doğruluğu konusunda eski ve yeni nizamlarda velayet çeşitleri arasında herhangi bir farklılık söz konusu değildir; çünkü bu çeşitlerin tümünün meşruiyeti İslam açısından şaibelidir.
Bu açıdan bakıldığında kadının yasama meclisleri ve benzeri kurumlarda temsilci olarak bulunmasının meşruiyeti bile sorgulanabilir. Zira gayet açıktır ki, bu tür meclislerin üyeleri ülkenin yasalarını çıkarma, cumhurbaşkanını azletme veya bakanları onaylama veya azletme gibi devlet işlerine karışmaktadır ve bazı yazarların tabiri ile çağımızdaki şura meclisleri, Asr-ı Saadet’te bulunan “hall ve akd” meclislerinin konumuna sahiptir.[3] Ancak bilindiği gibi bu kusur sadece meclisteki çoğunluğu kadınların oluşturması halinde geçerlidir. Aksi takdirde kadınların bu tür meclislere üyeliğinin meşru olmadığını “velayeti olmama (yönetici olmama)” ilkesi ile ispat edemeyiz. Zira milletvekillerinden oluşan azınlık bir grup, gerçek manada velayet yetkisinden yararlanamaz.
Evet, mutlak zihnî bir varsayımla üyeleri vekâlet veya istişareden başka hiçbir rol ifa etmeyen bir parlamentoyu tasavvur etmek mümkündür. Nitekim üyeleri bir tabirle tefvizî[4] değil, tenzifî bakanlık durumunda olan, yani başkanı niyabeten onun sorumluluklarını bağımsız bir şekilde ifa etmek yerine sırf başkanın emirlerini yerine getirme görevi bakana verildiği bakanlıklardan oluşan bir kabineden de söz edebiliriz.
Böyle bir varsayıma dayanarak kadınların bakanlık veya milletvekilliğinin dinî meşruiyetini benimseyebiliriz, ama bu varsayımın en azından şimdiki siyasi rejimlerde aynen bulunmadığı da bilinmelidir.
[1] Muntezerî, Derasatun Fi Velayet-i Fakih, c.1, s.338
[2] Mutahharî, “Zen ve Siyaset”, Peyam-i Zen; sayı:6, s.6; Şemsuddin; Ehliyyetu’l-Mer’e Li-Tevelli’s-Sulta, s.83
[3] Ebu Faris, Hukuku’l-Mer’eti’l-Medeniyye ve’s-Siyasetu Fi’l-İslam, s.176
[4] Maverdî, el-Ahkâmu’l-Sultaniyye, s.39
Dostları ilə paylaş: |