Kadının genel velayetinin meşuriyetinin en önemli delillerini şöyle sıralayabiliriz:
- Kur’ân-ı Kerim, Saba melikesinin öyküsünü anlatırken bu kadının hükümdarlığına karşı hiçbir olumsuz tavır sergilemez, hatta bu kadından akıllı ve dirayetli bir kadın olarak söz eder. Öyle ki bu akıl ve zekâ kendi çağında yaşayan erkekleri geride bırakmasına vesile olmuştur.[1] O halde Kur’ân-ı Kerim açısından gerekli şartlara sahip olan kadınlar en yüksek siyasi mevkilere erişebilir.
Ancak bu istidlal pek de tatmin edici gözükmüyor. Zira Kur’ân-ı Kerim, Saba melikesinde olumlu akılcı ve yönetici özellikleri görmüşse de, Kur’ân-ı Kerim’in bu kadının hâkimiyet ve hükümdarlık meselesi ile ilgili ifadesi, onay ve tavsiyeden ziyade, daha çok haber verici ve öykü nitelikli bir ifadedir. Üstelik Saba melikesinin hükümeti, Kur’ân-ı Kerim’de işaret edildiği üzere kâfir olduğu ve henüz iman etmediği dönemle ilgilidir.
Eğer tarihî açıdan Saba melikesinin hükümdarlığı Hz. Süleyman’a (a.s) iman ettikten sonra da devam etseydi, bu istidlal kabul edilebilirdi. Ama bu konuda hiçbir muteber belge bulunmadığı ve mevcut rivayetler çelişki arz ettiği için, Kur’ân-ı Kerim’in kadınların hükümdarlığını onayladığı sonucuna varamayız. Çünkü Saba melikesinin iman ettikten sonra hükümetini Hz. Süleyman’a (a.s) teslim ettiği ihtimali bile, söz konusu istidlali itibarsızlaştırmaya yetecektir.
- Bazıları kadınların genel velayetinin meşruiyetini ispat etmek için Kur’ân-ı Kerim’den bir ayete istinat etmiştir. Bu ayete göre, yüce Allah veya Peygamberi bir konuda hükmedince müminlerin bu hükme karşı teslim olmaları gerekir ve bu konuda başka seçenekleri yoktur.[2]
Şartlı cümle olan bu cümlenin anlamı iddiaya göre şudur: Eğer yüce Allah ve peygamberinin herhangi bir konuda hiçbir hükmü yoksa müminler kendi işlerinde seçim yapmakta serbesttir. Dolayısıyla genel velayeti kadınlara emanet edebilir, nitekim kadınlar da bu mevkii kabul edebilir. Çünkü kadınlara bu mevkinin yasaklandığında dair mutlak bir delil elde olmadığı varsayılır ve bunun anlamı da yüce Allah ve peygamberinin bu konuda herhangi bir hükmü olmadığıdır.[3]
Bu istidlal de iki açıdan tartışmaya açıktır. Birincisi; merhum Allame Tabatabaî’nin de üzerinde durduğu ihtimale göre, yüce Allah’ın ve peygamberinin hükmünden maksat, peygamberin velayet makamında halkın meseleleri üzerindeki tasarrufu ile ilgilidir, Allah’a özgü olan teşriî yaratıcılık değil.[4] Dolayısıyla söz konusu şartlı cümlenin anlamı şudur: Eğer Peygamber’in velayet makamında bir hükmü yoksa müminler “şeriatin genel ahkâmı çerçevesinde” kendi işlerinde seçim hakkına sahiptir, yoksa şeriat hükümlerine aykırı hareket ederek kendi işlerinde bazı tasarruflarda bulunamazlar.
Tartışılacak ikinci nokta şudur: Söz konusu şartlı cümlede yüce Allah’ın hükmü, ispat etme konumunda değil, ispatlanmış konumundadır ve bir başka ifade ile gerçekte bizim Allah’ın hükmünü bilmemiz değil, Allah’ın hükmü şarttır. Dolayısıyla söz konusu şartlı cümlenin anlamı şöyle olur: Bir konuda Allah’ın hükmü yoksa müminler kendi işlerinde seçim yapma hakkına sahiptir. Ama yüce Allah’ın herhangi bir hükmü olup olmadığını bilmediğimiz yerlerde bu ayet, müminlerin istediğini yapmakta serbest olduğuna delalet etmez.
Bu noktadan hareketle şöyle denilebilir: Kadınların genel velayetinin meşruiyeti konusunda esas meselemiz, ilahî hükmün kesin yok olduğu değil, Allah’ın hükmünün var olup olmadığına cahil olmamızdır; zira geçmişteki delillerden hareketle en azından kutsal Şari’in kadınların genel velayet mevkiine getirilmelerini yasakladığına hükmettiğine ihtimal veriyoruz. Bu durumda meşruiyetini ispat etmek için söz konusu şartlı cümlenin manasına sarılmak, genel şüphe durumlarında genel manaya sarılma örneği olur ki bunun da yanlışlığı konusunda usul âlimleri hemfikirdir. Bu yüzden bu ayete edilen istinadın yetersizliği ortaya çıkar.
- Belki bazıları kadınların genel velayetini ispat etmek için cinsiyet gözetmeksizin etkili velayetin takva, ilim veya siyasetle aşina olmak gibi özelliklere bağlı olduğundan söz edebilir. Örneğin Emirü’l-Müminin Ali (a.s), Malik Eşter’e yazdığı mektupta şöyle buyurur:
“Velayet mevkileri için takvalı, âlim ve siyaseti bilen insanları seç ve bunların arasında seçkin ailelere mensup olan ve İslam’da öncülük eden deneyimli ve ağırbaşlı olanları ara.”[5]
Bu doğrultuda velayeti fakih konusundaki mutlak delillere[6] ve yine emr-i maruf ve nehy-i münker ilkesinin mutlak delillerine, bu iki başlığın hükümet hükümleri ile örtüştüğü için, istinat edilebilir.
Ama bu delil de ikna edici görünmemektedir. Kadınların velayetini yasaklayan rivayetleri bile göz ardı edecek olursak, yine de kadınlara hiçbir velayet mevkii verilmemiş olması ve bu beyanatın gündeme geldiği döneme hâkim olan genel atmosfer, bu tür rivayetler için geçerli olmasını engeller. Çünkü toplumun genel bakışı -ki usul terminolojisinde akıl veya şeriati izleme olarak adlandırılır- sözel deliller hükmündedir ve mutlak delillerin güçlenmesine veya en azından toplanmasına vesile olur.
- Meşruiyetini halkın oylarına bağlayan ve vekile (hâkime) velayet ve sulta hakkı inşa eden, hükümeti bir nevi vekâlete benzeten[7] gaybet döneminde, dinî hükümet meselesi ile ilgili bir teze göre şöyle söylenebilir: Bu tür bir siyasi vekâlet akillerin siyeri (metot, tavır, uygulaması) ile desteklendiği ve akiller siyerlerinde kadınla erkek arasında herhangi bir farklılık gözetmediği, yani vekil olmak için erkeklik kaydını sağlam görmediği, yine kutsal Şâri tarafından söz konusu siyerle hiçbir muhalefet gündeme gelmediği için, Şâri’in kadınların velayetini onayladığı sonucu çıkarılmaktadır.
Ancak bu delil de ikna edici görünmemektedir. Akla dayalı hayat öykülerinin hüccet olması, Şâri’in rızasını elde etmeyi gerektirir ve kadınların velayet meselesinde, men edildiği ile ilgili birçok delil varken -delaletleri veya dayandıkları belgeler zayıf olsa bile- Şâri’in rızası elde edilemez.
Bunun dışında usul âlimleri siyerin hüccet olma şartının, Ehlibeyt İmamlarının (a.s) yaşadığı dönemde gerçekleşmiş olmasına bağlı olduğunu belirtir.[8] Oysa söz konusu siyer, son zamanlarda ortaya çıkmıştır; geçmiş dönemlerde ve özel olarak Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamları (a.s) döneminde durum tam tersi olmuş, yani kadınlara siyasi hâkimiyet vermek söz konusu olmamıştır.
Böylece kadınların velayetsizliğinin meşru olmadığı ilkesini itibarsız ilan etmek için elde hiçbir sağlam delil olmadığı anlaşılır ve bu da, kadınların genel velayetinin meşru olmadığı hükmünün temelini oluşturur.
[1] Fazlullah; Dünya el-Mer’e, s.120
[2] “Allah ve Peygamberi bir şeye hüküm verdiği zaman, hiçbir mümin erkek ve mümin kadına kendi işlerinde (isteklerine göre) seçme hakkı yoktur.” Ahzâb, 36
[3] Şemsuddin, Ehliyyetu’l-Mer’e Li Tevelli’s-Sulta, s.148-150
[4] Tabatabaî, el-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’ân, c.16, s.321
[5] Biharu’l-Envar, c.77, s.252
[6] Şu hadis gibi: “Allah’ım... Benden sonra gelip hadislerimi ve sünnetimi rivayet edecek olan halifelerime merhamet et.” Vesailu’ş-Şia, c.18, Sıfatu’l-Kazi babları, 11. bab, s.101, h.7. “Birtakım olaylar olunca, bu durumda bizim hadislerimizi rivayet edenlere müracaat edin. Onlar benim sizin üzerinizdeki hüccetlerim, ben ise Allah’ın hücetiyim.” age, h.9. “Müminler İslam’ı koruyan fakihlerdir.” Kuleynî, Kafî, c.1, s.38
[7] Muntezerî, Dirasatun Fi’l-Fıkh, c.1, s.575-576
[8] Sadr, Bahsun Fi İlmi’l-Usul, c.4, s.237
Dostları ilə paylaş: |