3666/8- Hem zamanımızın sefahet ve fitnesi içinde ihlaslı ve huzurlu ibadete muvaffakiyet pek müşkildir. (Bak: 1000/5, 4097-4099.p.lar)
Bir atıf notu:
-Fitne zamanlarında bir hak tarikat mensubu, cemaatsız bir âlimden daha mahfuz kalır, bak:525.p.
3667- «Sual: Tarikatlar, hakikatların yollarıdır. Tarikatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarik-i Nakşibendî hakkında, o tarikatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki:
Ö_«[²9… ¬¾²h«# : ²¾²h«# ²‡@«åö²f8~À ²•¬ˆ« >¬f²X«A¬L²T«9 ¬s<¬h«0 ²‡«…
²¾²h«# ¬¾²h«# Ö |¬B²K«; ¬¾²h«# Ö |«A²T2 ¬¾²h«#
Yani: Tarik-i Nakşî’de dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak; hem vücudunu unutmak; hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakiki marifetullah ve kemalat-ı insaniye terk-i masiva ila olur?
Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zatına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile, sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette.. kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.» (S.495)
3668- Hem tarikat ve tasavvuf, hakaik-ı şeriata yetişmek için vesile ve basamak hükmündedir. Zira «şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı İlahînin neticesidir. Tarikatın ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır. Yani: Hakaik-ı şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mana-yı hakikat ve sırr-ı tarikata inkılab ederler. O vakit, şeriat-ı kübranın cüz’leri oluyorlar. Yoksa bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zahirî bir kışır, hakikatı onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Evet şeriatın tabakat-ı nâsa göre inkişafatı ayrı ayrıdır. Avam-ı nâsa göre zahir-i şeriatı hakikat-ı şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine “hakikat ve tarikat” namı vermek yanlıştır. Şeriatın, umum tabakata bakacak meratibi var.
3669- İşte bu sırra binaendir ki: Ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat ileri gittikçe, hakaik-ı şeriata karşı incizabları, iştiyakları, ittiba’ları ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyeyi, en büyük bir maksad gibi telakki edip, onun ittibaına çalışıyorlar, onu taklid ediyorlar. Çünki vahiy, ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdab-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan âdab-ı tarikattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için tarikatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba’ etmektir.» (M.451)
3670- Velayet yollarında keramet, manevi zevkler ve keşif istemek, ihlasa ve velayete münafidir. Çünkü: «Bu dünya, dar-ül hikmettir, dar-ül hizmettir; dar-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri, berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal berzahta ve âhirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Çünki Cennet’in meyveleri gibi kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, baki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fani bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Baki bir lambayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lamba ile mübadele etmek gibidir.
3671- İşte bu sırra binaen ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve müsibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar, “Elhamdülillahi alâ külli hal” diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, ta ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; ta niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.
İşte bu hakikata binaendir ki, velayeti ve tarikatı istiyenler; eğer velayetin bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; baki uhrevi meyveleri, fani dünyada, fani bir surette yemek kabilinden olmakla beraber; velayetin mayesi olan ihlası kaybedip, velayetin kaçmasına meydan açar.» (M.451)
3672- «Tarikatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfaki” tabirleri altında iki meşreb var.
Birinci meşreb, enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra âfaka girer. O vakit âfakı nurani görür, çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor.
Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terketmek, nefsi öldürmektir.
İkinci meşreb; âfaktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfatı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, ayine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vasıl olur.» (M.446)
3673- «Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı Şeriat haricinde tarikat olabir mi? diye sual ediliyor.
Elcevab: Hem var, hem yok. Vardır, çünki bazı evliya-i kâmilîn, şeriat kılıncıyla idam edilmişler. Hem yoktur, çünki muhakkikîn-i evliya, Sa’di-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:
|«S«O²M8 ¬|«á ²‡«… ²i%~®…²h" ²h«S«1 _«S«. ¬˜~«h«" >¬f²Q«, ²a²K«7_E8
Yani: “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmiyen muhaldir ki; hakiki envar-ı hakikata vasıl olabilsin.”
Bu mes’elenin sırrı şudur ki: Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Hatem-ül Enbiyadır ve umum nev’-i beşer namına muhatab-ı İlahîdir; elbette nev’-i beşer onun caddesi haricinde gidemez ve bayrağı altında bulunmak zaruridir. Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak muhalefetlerinden mes’ul olamazlar. Ve madem insanda bazı letaif var ki teklif altına giremez, o latife hâkim olduğu vakit, tekalif-i şer’iyeye muhalefetiyle mesul tutulmaz ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hatta aklın tebdiri altına da girmez, o latife kalbi ve aklı dinlemez; elbette o latife bir insanda hakim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zat, şeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-ı şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hale mağlub olup, neûzü billah o hakaik-ı muhkemeye karşı inkâr ve tezkibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!..» (M.452)
3674- «Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nevi’inden olarak; bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurler. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı; ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise; indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeğe meş’umane bir sebebiyet verirler.» (M.343)
3675- Hem «bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruata ve nâsdan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediye’dir ki, “mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdidirler, mühdi değillerdir, arkalarından gidilmez!..» (M:455)
3676- «Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u azam’a has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebettar bazı makamat var. Hatta o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” tabir edilir.
İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u azam tahayyül eder. Eğer hubb-u caha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u caha müteveccih ise; o zat enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-ı haktan sapar.» (M.447)
Dostları ilə paylaş: |