17. YÜZYIL
17. yüzyılda tıp tarihinin dünya tıp tarihinde önemli bir yeri vardır. Matematikçi filozoflar Descartes, Leibniz, Pascal’in; fizikçi-astronomlar Newton, Galileo, Kepler’in; kimyacı Robert Boyle, Helmoltz’un; deneysel felsefeci Francis Bacon’ın yaşadığı yüzyıldır ve tıp tarihi açısından da parlak bir dönemdir. Bir önceki 16. yüzyıl klinik hekimliğin ve cerrahinin yeniden doğuşuna sahne olmuşken, 17. yüzyılda botanik ve anatomide yeni açılımlar geliştirilmiştir. Bilimsel fizyopatoloji, epidemiyoloji, kimyanın tıbba uyarlanması 16. asırda ortaya çıkmıştı. Tüm bu dallar 17. yüzyılda gelişerek devam etmiştir. Bunlara ek olarak, fizyoloji ve mikroskobik anatomi de bu yüzyılda ortaya çıkarak gelişmeye başlamıştır.
17. yüzyılın fizyolojide kaydettiği en büyük ilerleme, kan dolaşımının bulunuşudur. Bu sahada Galen’in kuramları 17. yüzyıla kadar hakim konumdaydı. Akciğer kan dolaşımından bahseden ilk kayıtlar 13. yüzyılda Kahire’de yaşamış Ibn Nefis (1210-1280)’dir. Ayrıca talihsiz İspanyol fizikçi Michael Servetus, yazdığı dini içerikli kitabında, Ibn Nefis’den de yararlanarak, küçük kan dolaşımından bahsetmişti. Kilise öğretisine aykırı bu düşüncesi yüzünden 1553 yılında 42 yaşındayken, Calvin tarafından yakılarak idam edilmekle cezalandırılmıştı.
Fakat kan dolaşımı hakkında bilimsel gerçekleri sistemli olarak ilk kez ortaya koyan İngiliz hekim William Harvey (1578-1657)’dir. Harvey, o dönemin parlak bir bilimsel merkezi olan, Padua (İtalya) Tıp Okulu’nda devrinin önde gelen hekimlerinden ders alarak yetişmişti. 1628’de yayınlanan eseri De Motu Cordis Sanguinis, kan dolaşımını yalnızca bilimsel bir kuram olarak ortaya konmakla kalmıyor, sistemik kan dolaşımı morfolojik ve deneysel olarak ta kanıtlanıyordu. Verdiği konferanslarda bu teorisi hakkındaki görüşlerini –Shakespeare’in ölüm tarihi de olan- 1616’dan beri geliştirdiği anlaşılmaktadır.
Resim 1: William Harvey
Harvey’in geliştirdiği kuram, yaşadığı çağda hakim bilimsel yaklaşım olan mekanist hareket özellikleri göstermektedir. İnsan ve hayvan vücuduna tıpkı bir makinanın işleyişi gibi bakarak, sistemik özelliklerini anlamaya çalışmıştır. Araştırmaları bedenin diseksiyon ve viviseksiyon ile açılması sonucu yapılan sistemli gözlemlere dayanır. Kalp kapakçıklarının, ana damarların septumun geçirgen olmadığını, fetal kan dolaşımını bilimsel deneylerle göstererek kanıtlamıştır. Total kan hacmini ölçmeyi başarmış ve kanın kapalı bir sistem içinde dolaştığını kanıtlamıştır. Mikroskobik incelemenin henüz gelişmemiş olmasından ötürü, kanın arterlerden venlere nasıl geçtiğini bilememişti. Bu boşluk kapileri (kılcal damarları) keşfeden Malpighi tarafından doldurulacaktı.
Harvey aynı zamanda embriyoloji ve karşılaştırmalı anatomiye de meraklıydı. O zaman kabul edilmiş olan önceden oluşum (preformasyon) teorisine karşı çıkarak, embriyonun yavaş yavaş gelişimi fikrini savunmuştu. Fakat, döllenmenin gerçek sistematiğinden habersizdi ve bu süreç ancak 19. yüzyılda geliştirilerek anlaşılabildi. Harvey’in bilimsel kuramları şiddetli eleştiriye uğradı ve tıp mesleğini bırakmak zorunda kaldı. Ancak keşifleri kendisinden sonra gelenleri etkilemeyi başardı. Richard Lower (1631-1691) hayvandan hayvana kan transfüzyonunu 1665’de başarıyla gerçekleştirdi. Paris’ten Denis 1667’de 16 yaşında erkek anemi hastasına hayvandan kan transfüzyonu girişiminde bulundu. Ancak yaşanan aksilikler ve kazalar yüzünden bu alandaki çalışmalar durdu ve teknik terk edildi ve kan aktarımı ancak 20. yüzyılda güvenli biçimde gerçekleştirilebildi.
17. yüzyılda solunum fizyolojisinde de ilerlemeler oldu. İngiliz kimyacı Boyle (1627-1691) canlıların soluduğu havanın bir karışım olduğunu buldu. Kan transfüzyonunun öncüsü Lower, arteryel ve venöz kanın rengindeki değişimin akciğerlerde gerçekleştiğini ispatladı.
Kimya dalında bilinenlerin sınırlı olması sebebiyle solunum ve sindirim fizyolojisinde dev hamleler yapılamadı. Fakat Padua’dan Sanctorius (1561-1636) klinik termometre, nabız saati gibi aletleri icat etti ve bu aletleri kullanarak metabolizmanın işleyişini göstermeyi başardı.
Mikroskopinin yükselişi çoğunlukla, Delft (Hollanda)’lı bir kumaşçı ve amatör bilim adamı olan Anton van Leeuwenhoek (1632-1723) ismiyle birlikte anılır. Leeuwenhoek’un mikroskopla sayısız keşfinin pek çoğunun tıbbi önemi büyüktür. Bakterileri, çizgili kasları, spermatozoonu ilk tarif eden odur. 200 adet el yapımı mikroskopla yapılmış gözlemleri nesneleri 160 kez büyütebiliyordu.
İlk mikroskobistlerden biri olan Kirchner, enfeksiyöz hastalıkların nedeninin kanda bulunan kurtçuklara bağlı olduğunu belirtmişti. (Ama gördüğü kurtçuklar muhtemelen alyuvarlardı). Robert Hooke bitkilerde gözlemlediği yapılara “hücre” ismini veren ilk kişidir. Jan Swammerdam alyuvarları ilk tanımlayan bilim adamıdır. Kılcal damarları keşfeden Malpighi, akciğer, karaciğer, böbrek, dalak ve derinin yapısı hakkında ilk mikroskobik analizleri de yapmıştır.
Lenfatik sistemin keşfi bu yüzyılın gros anatomideki en büyük adımlardandır. Wirsung (kanalı), Bartholinus (guddesi), Brunner, Meibomius (bezi), de Graaf (folikülleri) gibi 17. yüzyılın büyük anatomistlerinin isimleri anatomi terimlerinde hala yaşamaktadır. Yeni temel bilimlerin, fiziğin ve kimyanın klinik tıbba uygulanması iatrofizik (iatromatematik) ve iatrokimya akımlarını tetiklemiştir. Ünlü iatrokimyacı Leyden’li Sylvius (1614-1672) hastalıkları “asidosiz” ve “alkalosiz” olmalarına göre sınıflamıştır. Bu terimler günümüzde de kullanılmaktadır. İatrokimya ve iatrofizik akımları verimsiz kalıp, başarısızlığa uğramışlardır. Onlara tepki olarak gelişen vitalizm ise hayat fenomeninin sadece fizik, kimya terimleriyle açıklanamayacağını savunmuştur. Tüm bu teorilerin tıbbın ilerlemesine katkıları çok azdır.
İngiltere’den bir başka hekim, İngiliz Hipokrat ünvanlı Thomas Sydenham (1624-1689), kuru teorileri olarak adlandırılabilecek yukarıda sayılan akımlardan kurtularak bağımsızlığını ilan eden klinik hekimliğin en başarılı temsilcilerindendir.
Resim 2: Thomas Sydenham
Sydenham deniz kuvvetlerinde yüzbaşıydı ve hekimlik mesleğine ileri yaşlarda atılmıştı. 33 yaşında tıp doktoru diplomasını almıştı. Meslek hayatında klinik gözlemi her şeyin üzerinde tutardı. Büyüklüğü klinik gözlem ile akılcı (rasyonel) tedaviyi birleştirmesinde yatar. Sıtma, dizanteri, kızamık, kızıl, chorea minor gibi hastalıklar üzerinde önemli çalışmaları vardır. En çok bilinen eseri kendisini de muztarib olduğu gut hastalığı hakkındadır. Histerinin, yarı yarıya psikosomatik özellikte olduğunu ele alan çalışması, akılcı muhakeme şaheseridir. Vücudun kendi kendini iyileşme gücü fikrini desteklemiş, uyguladığı tedaviyi teoriler üzerine değil, deneylerine dayandırmıştır. 1630’larda Peru’dan getirtilen kinini ateşli hastalıklar üzerinde başarıyla uygulayan ilk hekimlerdendir.
Kininin bulunuşunun tıptaki etkisi çok yönlü ve kapsamlı olmuştur. Yalnızca o zamanın en sık rastlanan hastalıklarından birini tedavi etmekle kalmamış, aynı zamanda sıtmayı diğer ateşli hastalıklardan ayırmaya da yaramıştır. Galenist ve humoral yaklaşımın savunduğu boşaltım uygulamalarına gerek kalmadan, tedaviyi mümkün kılmıştır. Bu gerçek geleneksel farmakolojik teorilerin de yıkılmasına neden olmuştur.
17. yüzyıl klinisyenleri patolojik anatomiyi klinik gözlemle bütünleştirmeyi başarmışlardı. Tüberkülozu mükemmel biçimde tarif ederek Sylvius Leyden’de hastabaşı tıp eğitimi öğretisini yeniden hayata geçirdi. Webfer beyin kanamasının darbeler ve apopleksiden kaynaklandığını gösterdi. Hollandalı hekimler tropikal hastalıklar üzerinde yoğun ve kapsamlı çalışmalar yaptılar. Dr. Tulp beriberiyi tarif etti. Willem Piso (1563-1636), Brezilya yerlilerinden amipli dizanteride ipeka (ipecacuanha) kullanmayı öğrendi
17. yüzyılda büyük klinisyenler yetişmiş olmakla birlikte, üniversite bu gelişmelerden epey müddet uzak kaldı, klinik beceri yerine alışmış olduğu eğitim biçiminde direndi. Hastaya zarar da verebilen, geleneksel boşaltma, müshil verme, kan alma yöntemlerinde ısrar ettiler. Bu tip doktorlar Molière’in komedilerinde çok iyi tasvir edilmiştir. Kısacası üniversiteler ortaçağda kalıp bilimsel yeniliklere uzak durdular.
Üniversiteler yerine tıptaki buluşlar bilimsel dernekler ve akademiler tarafından desteklenmişlerdir. Boyle’un, Malpighi’nin and Leeuwenhoek’un eserleri Londra’daki Royal Society tarafından basılmıştır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Roma’da Academia del Lincei, Paris’te Academie Française de Science, Almanya’da Leopoldine Academy gibi benzer bilim cemiyetleri kurulmuş ve ilk tıbbi dergiler de 17. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
17. yüzyıldaki tüm bu parlak başarılar, halk arasında batıl inançların, şarlatanlığın yaygınlığını, kral dokunuşu ile mucizevi iyileşme, astrolojik tıp, manyetizma ile tedavi gibi alışkanlıkları bir anda yok edememiştir.
18. YÜZYILDA TIP TARİHİ
18. yüzyıl biliminin ve tıbbının parlak başarılarının hemen hemen hepsi, bu yüz yıllık dönemin ikinci yarısında gerçekleştirilmiştir. 18. yüzyılın düşünce alanında büyük bir başarısı olan Aydınlanma Felsefesi, meyvalarını ikinci yarıda vermiş, bilimde ve tıpta önemli atılımlar gerçekleştirilmiştir.
Sydenham’ın hastalıkların sınıflandırılmasının yapılması önerisi İsveçli botanikçi Carl von Linné (1707-1778) tarafından benimsemiş ve kendi disiplininde de uygulanmıştı. Linne, hayvanlar ve bitkiler alemi için de benzer temel çalışmaları kaleme almıştı. Tıp içinse bu tür sınıflandırmalar yeterli değildir. Zira insanlar hayvanlardan ve bitkilerden farklıdır. Bu yüzden tıp bilimi sistematik kategorilerden çok bilgiye önem vermeye başladı.
Bu yüzyılın en başarılı klinisyeni ve yıp hocası Leyden’li Herman Boerhaave (1668-1738)’ydi. Leyden’i neredeyse dünyanın tıp merkezi haline getirmişti. Boerhaave‘nin ikna edici kişiliği ve eklektik yaklaşımı büyük dikkat topladı. Bir eklektik olarak, tek bir sisteme bağlı kalmamıştı. Mekanistik, kimyasal ve klinik tıp yaklaşımlarını birleştirmişti. Hastayı merkeze koyarak hastabaşı klinik eğitimi benimsedi ve teoriden çok uygulamayı öne çıkardı. Ayrıca yetiştirdiği harika öğrencileriyle de ün kazanmıştı. Eserlerinin bazı bölümleri, Sultan III. Mustafa (1757-1774) zamanında, Hekimbaşı Abdülaziz Efendi tarafından Fusul ismiyle Türkçeye çevrilmiştir.
Resim 3: Herman Boerhaave
18. yüzyılda klinik tıbbın iki merkezi Edinburgh ve Viyana’ydı ve her ikisi de Boerhaave’nin yetiştirdiği öğrencilerle kurulmuştu. Örneğin Edinburgh’da Robert Whytt (1714-1766) refleks ve şok nörolojisi üzerine çok sayıda araştırma yaptı. Çocuklarda menenjit ve tüberkülozu ilk kez tarif eden odur. Viyana Ekolü Boerhaave’nin öğrencileri Gerard van Swieten (1700-1772) ve Anton de Haen (1704-1776) tarafından kuruldu. Bu klinik ekol kısa zamanda tıbbi farmakolojide Stoerck, epidemiyolojide Stoll ve dermatolojide von Plenck gibi ünlü klinisyenleri yetiştirdi. Bu hekimlerin çalışmalarından bazıları Şanizade Mehmet Ataullah önemde Türkçe tıp literatürüne kazandırıldı.
18. yüzyılda cerrahi tam bağımsızlığını ilan etti ve büyük gelişme gösterdi. Fransa Kralı Louis Philippe özel hekimi Felix’e, başarılı anal fistül ameliyatı için minnettarlığını ödemek isteyince, ülkede bu disiplinin yeniden kuvvetlenerek doğuşunun yolu açılmış oldu. Fransız Hükümeti daha iyi sağlık hizmeti vermenin kaynak ve destek ayırmaya değer bir alan olduğunu kavradı. Böylece Fransız cerrahlar, patolojik anatomide dünya çapında ün kazandılar. Aralarından Jean-Louis Petit (1674-1750) ilk basit mastoid operasyonu yaptı ve yazdığı kitabında kanser vakalarında metastatik lenf bezlerinin alınmasını tavsiye etti.
İngilizler de yetenekli cerrahlar yetiştirdiler. Bunların en büyüğü John Hunter (1728-1793)’dır. Hunter, cerrahiyi, salt bir zanaatten deneysel bir bilime dönüştürmüştür. Fransız meslekdaşları gibi nöroşirürji ve nöroanatominin sorunsallarını aydınlığa kavuşturmak için hayvanlar üzerinde deneyler yapmıştır. Tıbba en büyük katkısı enflamasyon üzerine yazdığı eseridir. Hunter patolojik anatomide parlak başarılara imza atmış ve karşılaştırmalı anatomiye büyük katkılar getirmiştir. Birçok yetenekli öğrenciler yetiştirmiştir.
Tüm bu gelişmeler obstetrik alanında da yankı bulmuştur. Kadın Doğum hekimliğinde ilk kurum, Paris’te 1720 yılında kurulmuştu. Bu tıp dalı Fransa’da de la Motte ve Jean Louis Baudelocque önderliğinde gelişmeler kaydederken, İngiltere gibi öteki Avrupa ülkelerinde de William Smellie (1697-1763) and William Hunter (1718-1783) gibi iki İskoç hekim önderliğinde gelişiyordu. .
1761’de Padua’dan Giovanni Battista Morgagni patolojik anatomiyi bir tıp branşı olarak zirveye çıkaran anıtsal eserini yayınladı. Bu kitap yazarın kendisi ile hocası Valsalva’nın yaptıkları 700 diseksiyona dayanıyordu. Gerek sistematizasyon gerekse korelasyon yönleriyle kendinden öncekilerden üstün nitelikteydi.
Morgagni’nin kitabının çıktığı yıl, Viyana’dan Leopold Auenbrugger (1722-1809) fiziki muayene hakkındaki kitabı Inventum Novum’u yayınladı. Bu kısa kitapta Auenbrugger perküsyonla göğüs boşluğunun muayenesi anlamındaki yeni tekniğini öğretiyor ve göğüs hastalıklarının tanısında ve seyrinde yaralı olabilecek bir yöntem olarak öneriyordu. Bir hancının oğlu olan Auenbrugger’in bu tekniği babasının mahzenindeki şarap fıçılarını elle yoklayarak doluluğunu kontrol ederken geliştirdiği söylenir. Ama hocası van Swieten’in de ascitli mideyi perküsyonla muayene ettiği keşfedilmiştir
Önemli klinik çalışmaların ve bilimsel ilerlemelerin yanı sıra 18 yüzyıldaki gelişmelerin Aydınlanma Felsefesiyle ilişkisi vardır. Bu felsefe 17. yüzyıl İngiltere’sinde doğmuş; büyük Fransız filozoflar Diderot, d’Alembert, Voltaire, Rousseau’nun eserleriyle zirveye çıkmış ve Franklin ve Jefferson gibi Amerikan düşünürlerin çalışmalarında yankısını bulmuştur. Aydınlanma Felsefesi Amerikan ve Fransız devrimlerinin fikri zeminini oluşturur. Aydınlanma Felsefesi ile bütün meselelere akılcı yaklaşım bilimsel bilginin yaygınlaşmasıyla bütünleşmiştir. Uygulamalı bilimler önem kazanmıştır. Tüm bunlar cadılık, cin çarpması, kötü ruhlar gibi batıl inançların eriyip gitmesine yol açmıştır. Bu tür mental bozukluklar, günah, kabahat, uğursuzluk biçiminde açıklanmak yerine hastalık olarak görülmeye başlamıştır. O zamana dek çok kötü koşullarda yaşayan akıl hastaları zincirlerinden çzülmüşlerdir. Psikiyatride yeni bilimsel ve insani yaklaşımın temsilcisi Philippe Pinel (1775-1826)’dir.
Bu yeni tıp yaklaşımı bugün halk sağlığı denen sahadaki çalışmaları da teşvik etmiştir. İnsanlar ordudaki, donanmadaki, hapishanelerdeki, hastanelerde tifo, tifüs, tüberküloz gibi bulaşıcı hastalıkların kırıp geçirdiği perişan koşullara kayıtsız kalmamaya başlamışlardır. Hastane koşuları iyileştirilmeye çalışılmış, kamuya açık yerlerde koruyucu sağlık tedbirleri alınmıştır. Bebeklerin ve çocukların sağlık koşullarını iyileştirmede en büyük etki, ünlü romancı ve filozof Jean Jacques Rousseau’nun eserlerinden gelmiştir. Anneler yeniden bebeklerini emzirmeye başlamış, insanlar kamu sağlığı hareketlerine etkin olarak katılır olmuşlardır. Özürlü çocuklar için ilk ortopedik kurum İsviçre’de 1780 yılında açılmıştır. Çocuk sağlığına ve refahına artan ilgi, çocuk ölümü oranını ciddi biçimde düşürmüştür.
Halk sağlığı alanında yeni bilimsel yaklaşımın tıbba en büyük katkılarından biri, yüzyılın sonuna doğru, etkili bir koruyucu ve önleyici bir sağlık tedbiri olarak çiçek aşısının bulunmasıdır. Çiçek bu dönemde çocuk ölümlerinin başlıca nedenlerinden biriydi. Aydınlanma Çağı’nda Batı çiçek hastalığına karşı koruyucu bir tedbir olarak Doğu’da yüzyıllardır uygulanmakta olan variolasyon tekniğini de kullanmıştı. Variolasyon, gerçek çiçek serumunun çok az bir bölümünün kişiye inokulasyonu ile, hastanın spontan bulaşmadan daha hafif bir atak geçirerek bağışıklanması yöntemiydi. Batı bu yöntemi, ilk kez, Osmanlı İmparatorluğu’nda hekim olarak çalışan Emanuel Timoni (İstanbul) (1713) ve Pylarini (İzmir) isimli iki hekim ile o sıralarda payitahtı ziyaret etmekte olan Lady Mary Worthley Montagu (1718)’nün (İngiliz büyükelçisinin eşi) yazdıklarından öğrendi. Ancak variolasyon tehlikeli bir yöntemdi. Daha iyi ve güvenli aşı yöntemini Edward Jenner (1749-1823) üretti.
Resim 4: Edward Jenner
Jenner inek çiçeği ile enfekte olan sütçü kızların bağışıklık kazandıklarını biliyordu. Kendisi de çocukken bu şekilde aşılanmıştı. Bu olguyu inceledi. The Causes and Effects of Variolae Vaccinae (1798) adlı eserinde inek çiçeği inokülasyonunun, hastaya zarar vermeden bağışıklık sağlayacağını göstermişti. Vaksinasyon olarak adlandırılan bu yöntem hızla yayıldı. Diğer aşılama yöntemlerine rehberlik etti ve insanlığa büyük yarar sağladı.
Aydınlanmanın bir başka etkisi, filantropik eğilimlerin yaygınlaşmasına paralel olarak, tıp etiğine ilginin yeniden canlanmasıdır. Thomas Percival’ın Code of Ethics adlı eseri Manchester’da 1803’de basıldı ve kendinden sonra geliştirilen etik kodlara rehber oldu. Bir başka yönden 18. yüzyıl hekimlerin Altın Çağı olarak da bilinir. Bu dönemde hekimlerin toplumsal saygınlığı çok artmış, hekimlere ödenen ücretler de buna paralel olarak yükselmişti. Bazı hekimler kraliyet sarayları ve aristokratik ailelerle yakın ilişkiler kurmuşlardı. Sağlık hizmetini daha geniş kitlelere yaymak için çeşitli sigorta tasarıları ve üniversite rerormu planları yapılmaya başlandı.
Kaynaklar
- Ackernecht A. A Short History of Medicine, New York 1968
- Bayat AH. Tıp Tarihi, İzmir 2003
- Dinc G, Ulman YI. “Introduction of the Variolation à la Turca to the West by Lady Mary
Montagu”, 40th International Congress on the History of Medicine, Budapest-Hungary,
August 26-30th, 2006; 1: 233-234.
- Garrison F. History of Medicine, W. Sauders Co. Philadelphia, 1919
- Robinson V. The Story of Medicine, New York 1943
- Riedel S. Edward Jenner and the history of smallpox and vaccination. BUMC Proceedings.
2005;18:21.
- Yıldırım N. Türkçe basılı ilk tıp kitaplari. Journal of Turkish Studies, In Memoriam Ali
Nihad Tarlan, ed. S.Tekin, G.A.Tekin, vol. 3, Cambridge (Britain), 1979: 443.
19. YÜZYILDA TIBBIN GELİŞİMİ
Prof. Dr. Ayten ALTINTAŞ
17. yüzyılda mikroskopun keşfedilip araştırmalarda kullanılmaya başlamasıyla sonra hayvanların organları da incelenmiş fakat insan organları ancak 19. yüzyılda incelenmeğe alınmıştır. İtalyan bilim adamı Morgagni insan organlarının mikroskobik araştırmaları sonunda "Hastalıklar organlardaki lezyonlardan kaynaklanıyor" diyerek tıp araştırmacılarının dikkatlerini organlara çekti. Fransız Anatomi bilgini Bichat da o tarihlerde vücutta 21 farklı doku olduğunu gösteriyor ve bu organların içerdiği dokulardan bazılarının hastalıktan etkilenebileceğini yazıyordu. 19. Yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Alman patoloji bilgini R. Virchow, yaptığı çalışmalarla hastalıklarda normal hücrelerin değiştiğini ve bozulduğunu mikroskop kullanarak gösterdi. Berlin’de patolojik anatomi enstitüsü kurdu ve organ ve dokulardaki hastalıkları açıklamaya yönelik hücre kuramını geliştirdi. Hastalıkların önce hücre düzeyinde başladığına dikkat çekti.
Tıp dünyasında gözle görülmeyen canlıların fark edilmesi ve bilim dünyasına tanıtılması bu canlıların hastalıklarla ilişkisini gösterene kadar çok önemli olmamıştı. Ufak canlılarla hastalıkların direk ilişkisinin gösterilmesi tıpta çok önemli adımların atılmasına sebep olacaktır.
Hastalık Etkeninden Uzaklaştırma; Dezenfektanlar ve Antisepsi
Gözle görülmeyen canlıların keşfi ile bu canlıların hastalıkların sebebi olduğu düşüncesinin bir araya gelmesi kolay olmamıştır. Bilim dünyası bir taraftan gözle göremediğimiz canlılar dünyasını mikroskoplar ile tek tek tanıtırlarken öte yandan cerrahlar ve kadın doğumcular önlerine geçemedikleri ve ölümle neticelenen enfeksiyonların sebebini açıklamaya çalışıyorlardı. 19. yüzyılın ilk yarısında cerrahi uygulamalarda enfeksiyonlar cerrahlar için içinden çıkılamaz bir sorundu. Açık yaralar kısa bir zaman sonra iltihaplanıyor ve sadece bu sebepten ölümler meydana geliyordu. Diğer taraftan hastanelerde doğum yapan annelerin çoğunun “loğusa humması” sebebiyle ölmesi önlenemez haldeydi. O dönemlerde bunun sebebi “zehirli gaz, görünmeyen gaz, zehirli buhar” olarak tanımlanıyordu.
Loğusa Humması ile mücadele; SEMMELWEİSS
1846 yılında Viyana Hastanesi doğum kliniğinde çalışan genç Macar doktor Ignaz Philipp Semmelweiss (1818-1865) gözlemleriyle, ölümlerle neticelenen doğum enfeksiyonlarını önlemeyi başarmıştı. Bu buluş tıp dünyasını hemen etkilemese bile enfeksiyonların dezenfeksiyon ile önlenebileceğini ispat ediyordu.
Semmelweiss Viyana Hastanesi 1. nolu doğum koğuşunda asistanken genç annelerin loğusa hummasından peş peşe ölmesinden çok etkilenmişti. Asistanlığının ilk ayında doğum yapan 208 kadının 36 sı ölmüştü. 2. nolu koğuşta ise ölümler fark edilecek kadar azdı. Bunun sebebini düşünüyor ve gözlemlerine devam ediyordu. 1. koğuşta görev yapan hekimler sabah otopsi yapıp sonra hastanedeki görevlerine başlıyorlardı. 2. koğuşta hekimlerden ziyade ebeler görev yapıyorlardı ve otopsi ile ilgileri yoktu. Otopsi ile loğusa humması ilişkisi önemli gibi duruyordu. Semmelweiss 1847 yılında tatilden döndüğünde aynı koğuşta hizmet eden meslektaşının otopside elini bisturi ile kestiği ve septisemiden öldüğünü öğrendi. Onun otopsisinde bulundu ve loğusa hummasında ölen kadınlarınkine benzer lezyonları fark etti. Sebep aynı idi. Bu mikrobu ve etkisini bilimsel olarak gösteremese bile önlem alabilirdi. Doğum kliniğinde hemen önlemler aldırdı. Semmelweiss bu servislere giren hekim ve öğrencilerin ellerini dezenfektan bir su ile yıkamalarını istiyordu. Temizlik ve dezenfeksiyon için kesin kurallar koydu. Bu dezenfektanın kalsiyum hipoklorid (kireç kaymağının sulandırılması ile elde edilen solüsyon) olmasını istiyordu. Bunu şart koştu. Kısa sürede loğusa hummasından ölenlerin sayısının %12 den 0’a düştüğünü gördü. Sonuç çok açık olsa da önce hastane hekimleri sonra Viyana tıp çevresi bu uygulamaya karşı çıktılar. Semmelweiss işten çıkarıldı, Budapeşte’ye döndü. Oradaki doğum kliniğinde bu uygulamaya devam etti. 1861 de bu konuyu detayları ile açıklayan bir kitap yazdı. Bu kitapta istatistik bilgilerle; "loğusa humması, muayeneyi yapanların parmakları ile sağlıklı gebe kadınlara naklediliyor" diyordu. Tutucu ve bu gözlemlere inanmayan hekimler tarafından çok itiraz gördü, çok yıpratıldı. Mücadeleye devam edemeyeceğini anlayınca istifa edip doğum kliniğinden ayrılmak zorunda kaldı. Bu buluş tıp çevrelerinde ancak 20 sene sonra kabul görecekti. Cerrahi operasyonlardaki benzer soruna çare arayan bir diğer hekim olan Lister de bu yolda ilerlemişti.
Cerrahide “Antisepsi” uygulanması LİSTER
Resim 1: Joseph Lister
19. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz cerrah Joseph Lister (1827-1912) ameliyatlar sırasında hastanelerde oluşan enfeksiyonların nedenlerini araştırıyordu. Enfeksiyonlar cerrahinin belini büken en önemli zorluktu. Lister kırıklarda yara açıksa enfeksiyon olduğunu, yara açık değil ise hava ile temas etmediğinden irinleşme ve enfeksiyonun meydana gelmediğini çok iyi gözlemlemişti. Cerrahların bu çok önemli problemi için çareler arıyordu. Bir arkadaşı vasıtası ile Pastör'ün şarapçılıkta bozulmalara sebep olan etkenin havadan gelen canlı organizmalar olduğunu bulduğunu öğrendi. Cerrahi operasyonlardaki enfeksiyonların da havadaki canlı organizmalar olduğunu düşünmeğe başladı. Pastör’le mektuplaştı. 1860 yılında bu konuda çalışmalara başladı. Özellikle açık kırıklarda meydana gelen enfeksiyonu önlemek için yaranın hava ile temasını keserek mani olmağa çalıştı. Netice alamadı. Operasyon yapılan organı da Pastör'ün usulü ile pastörizasyon yapamayacağına göre dezenfektan bir madde kullanmalıydı. Asit feniğin % 40’lık çözeltisini (fenol) kullanmayı denedi. Havadaki hastalık yapan etkeni öldürmek için bu dezenfektan maddeyi havaya püskürttü, netice olumsuzdu. Ellerini antiseptik solüsyon ile yıkıyor, aletleri bu madde ile temizliyor, hatta havaya bu maddeyi püskürtüyordu. Sonunda başardı ve enfeksiyonları denetleyebildi. 1865’de bir kangren vakasında başarı ile uyguladığı metodunu 1867’de Lancet dergisinde yayınladı. Bu bütün cerrahlar için çok önemli bir aşama idi. Cerrahi operasyonlardaki enfeksiyonlara mani olmak için ellerin, aletlerin asit fenik çözeltisi ile yıkanması, yaraların bu solüsyonla temizlenmesi ile çok iyi neticeler alınmaya başlandı. 1868 yılından itibaren tıp dünyası antisepsiyi geniş çaplı uygulamağa başladı. Zamanla asit fenik yerine başka antiseptik maddeler de ilave edildi ve geliştirildi.
Mikroplarla hastalıklar arasındaki ilişkiyi bilimsel olarak Pastör ispatlayacaktı. Enfeksiyonlar için tıpta önce dezenfektanlar, sonra antiseptikler uygulanmış fakat bunların seyreltilmiş olanlarının bile dokularda hasar yaptığı görülmüştü. Mikroorganizmaların yüksek ısıda öldüğünün ispatı ile 1886’dan itibaren ameliyat aletlerinin ve örtülerinin su buharıyla sterilizasyonu, 1887 den itibaren de steril lastik eldivenler kullanımı başladı. Bunlar hastalık yapan mikroorganizmalar dünyası ile mücadelede sadece ilk adımlardı.
Dostları ilə paylaş: |