Istanbul Üniversitesi Matbaası



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə2/29
tarix29.10.2017
ölçüsü1,58 Mb.
#19741
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   29

Prof. Dr. Nil Sarı


Tarih öncesinde insanın en büyük başarısı ağır çevre şartlarına rağmen hayatta kalabilmesidir. Düzenli mevsimler dört kere bozulmuş ve buzul çağları yaşanmıştı. İnsan dünyada ilk göründüğünden bu yana kaza ve hastalıklarla karşılaşmıştı. Fakat insana bağışlanan en değerli nimet vücudunun kendi yarasını onarabilmesi ve hastalığının üstesinden gelebilmesidir, yani insanın tabiatı en iyi ilacıdır.

İnsanlar hayvanların yaptığı gibi önceleri “içgüdülerine” dayanarak kendilerinde var olan tedavi edici güce yardımcı oldular. Yaralı hayvanın yarasını yalaması, gözüne perde inen keçinin hasta gözünü çalılara takarak açması, karnında şişkinlik hisseden leyleğin gagasıyla lavman yapması, baykuşun kıl bitinden kurtulmak için toprakla yıkanması insanların dikkatini çekmiş olmalıydı. Belki de insanlar hayvanlardan bazı tedavi yolları öğrenmiş ve onları taklit etmişti.

İnsanlar, parmak basarak veya biraz yukarıdan bağlayarak kanamayı durdurma, ateşli bedeni soğuk suya sokma gibi tedavileri önce içgüdüleriyle yaptılar. Daha sonraları aklını kullanmaya başlayan insanlar “deneme-yanılma” yoluyla öğrenmeye başladılar. Hayvanlardan farklı olarak bilgi edinme yeteneğini kullanan insana homo sapiens denmektedir. Deneme-yanılma yöntemiyle, yani ampirik yoldan pek çok bitkinin yararlı ve zararlı tıbbi etkisini keşfettiler. Bitkilerin hangisinin yararlı, hangisinin zararlı olduğunu öğrenene kadar belki de on binlerce insan zarar görmüş olmalıydı. Sebep-sonuç ilişkisinin kurulması kolay değildi.

Aklını ve elini bir arada çalıştıran insan nesneleri istediği şekilde değiştirebilmektedir. Nesnelerin doğadaki özelliklerini değiştirerek yeni aletler üreten insana “yapan insan” (homo faber) denmektedir. Ateşi bulan insan bir yandan hayat seviyesini yükseltirken diğer yandan daha güçlü silahlar geliştirdi. İnsanlar önceleri taş, kil ve ağaçtan, sonraları madenden aletler yaptılar. Fakat yaparken yıkmamak söz konusu değildir. Bunun içindir ki tarih boyunca doğadan giderek daha çok yararlanan insanoğlunun yaptığı buluşlar arttıkça doğaya verdiği zararlar da artmıştır.

Tarih öncesine ait bilgilerimiz yazılı kaynaklara dayanmaz. Fosiller, yeraltından çıkarılan buluntular (aletler, iskelet kalıntıları vb.), mağara resimleri ve ilkel toplumlar tarih öncesi tıbbını anlamamıza yardımcı olur.


İnsan Neden Hastalanır?

İlk insanlar gözle görülen yaralanma ve sakatlanmaların neden meydana geldiğini, yani gerçek sebebini kavrayabiliyordu. Ama bazen de insan birden düşüp bayılıyor, aniden başı ağrımaya başlıyor ve bir gün birdenbire ölüveriyordu... Ya da bir insan garip davranışlar sergilemeye, tuhaf sözler etmeye başlıyor veya ağzından köpükler geliyordu. Tarih öncesinde yaşayan insan bu açıklanamayan hadiselere anlam vermeye çalıştı. İnsan kendi kendine böyle eziyet edemezdi. Bunların sebebi insanın göremediği tabiatüstü güçler olmalıydı. Durup dururken insanın hastalanması için ya yabancı bir ruh dışarıdan bedenine giriyor ya da kendi ruhu bedenini terk edip gidiyordu. İlkel insanlar hareket eden her şeyde hayat olduğunu ve canlı bulunduğu sürece her şeyin bir ruha sahip olduğunu düşündüler; bunun içindir ki, ağaçların, derelerin, bulutların, ay ve güneşin de ruhları olduğuna inandılar. Günümüzde “animist” diye tanımladığımız bu inanca göre iyi ve kötü çok sayıda ruhlar vardı ve kötü ruhlardan sakınmak gerekirdi. İnsanlar çevrelerindeki bir takım hayvanları, su kaynaklarını ve ağaçları giderek tabulaştırdılar. Kabile halkı, hastalanacağı, hatta öleceği korkusuyla, atası olduğuna inandığı, totemi olan hayvanı avlayamaz ve yiyemezdi. Kabile bireylerinin kesinlikle çiğnememesi gereken bir takım yasaklar getirilmişti. Bir tabuya karşı gelinmesi o topluma karşı suç işleme anlamına gelirdi. Böylece ilk yasaklar getirilmeye başlandı. Örneği, yakın akraba ile cinsi ilişkide bulunmak tabuydu. Suçlu insanlar ruhlar ya da büyücüler aracılığı ile hastalık gibi felaketlerle cezalandırılırdı.

İlk insanlar doğa olayları karşısında tamamen acizdi. Başlarına gelen kötülükleri, hastalıkları; göklerin gürüldeyip, şimşeklerin çakması, güneşin ya da ayın aniden tutulmasıyla günün ve gecenin kararması gibi doğa olaylarına da bağladılar. Olayların sebepleri yanlış yerlerde aranmaya başlanmıştı.

Hastalıklar


İnsan dünyada var olmadan önce hastalıklara sebep olan bakterilerin var olduğunu fosillerinden anlıyoruz. Beş yüz milyon yıl boyunca tuz tabakaları içine gömülü kalan bakteriler uygun bir ortamda canlanıp çoğalabilmektedir. Bazı günümüz hastalıklarının izlerini de milyonlarca yıl öncesine ait fosillerde görebilmekteyiz. Bakterilerin hastalıklara sebep olduğunu gösteren iki yüz elli milyon yıl öncesine ait buluntular vardır. Paleopatoloji bilim dalı araştırıcıları toprak altından çıkarılan iskeletlerde hastalık izlerini aramaktadır. Çalışmalar göstermiştir ki omurga veremi, kemik urları, osteomiyelitis, raşitizm, ankilozlar, spondilartrozlar, böbrek ve safra taşları, doğuştan sakatlıklar elli milyon yıldan bu yana insanlara ıstırap çektirmektedir.

Yerleşik hayata geçen ve hayvanları ehlileştiren insanların mezarlarındaki iskeletler ve diğer buluntular dönemlerinin hastalıklarının yanı sıra, sağlık koşulları ve tedavileri hakkında da bilgi verir. Örneği, insanların hayvanlar ile yakın teması ve eti çiğ yemesi parazitlerin, tüberküloz ve brucelloz gibi hastalıkların; topluluklar halinde yaşamaları salgın hastalıkların; tarım üretiminin artması için açılan suyolları sineklerin ve sıtmanın artarak yaygınlaşmasına sebep olmuştu. Tarih öncesinde yaşayan insanın ortalama ömrü otuz yıl civarındaydı.

Tarih öncesi insanları bugün patojen mikrop adını verdiğimiz küçük canlıları göremezdi. Ama yabancı bir şeyin sağlıklı insanı etkisi altına alarak hastalandırdığının farkına varmış ve ona kötü ruh demişti.
Tedavi Edenler

Hekimlik dünyanın en eski mesleklerindendir ama ıstırap çeken hasta ya da yaralıya yardım elini ilk uzatanın kim olduğunu bilemeyiz. Hekimlik yapan bu ilk insandan itibaren tecrübeler birikmeye ve aktarılmaya başlandı, çünkü insan insandan öğrenebilmekte ve ustasına çıraklık edebilmektedir. Çırak ustayı her geçtiğinde ilerleme olacaktır. Ruhların hastalık sebebi olduğu inancı tedavi sanatıyla uğraşanların ruhlar dünyasıyla ilişkiye girebilecek, doğanın gizli güçlerine hükmedebilecek güçte olmasını gerekli kılıyordu. Tarih öncesinde hekim aynı zamanda kabilenin büyücüsüydü. Büyücü hekime ait bilgilerimizi mağara resimlerinden ve ilkel yaşam biçimini sürdüren Afrikalı, Avustralyalı ve diğer yerliler hakkında son yüzyıllarda yapılmış olan alan çalışmalarından öğreniyoruz. Çağımız gelişmiş toplumlarındaki bir takım halk hekimliği uygulamaları ve batıl itikatlar da tarih öncesi töre ve inançlarının izlerini taşır.



Resim No 1 : Zararlı ruhları kovmak için yapılan törenlerde kullanılan maske (Moğolistan 1626)

Saygı duyulan büyücü hekim aynı zamanda kabilenin tarihçisi ve sanatçısıydı. Hasta tedavi etmenin dışında, kıtlık, susuzluk gibi kötü durumların çözümü de büyücü hekimin görevleri arasındaydı. O diğer insanlara benzemez, elbiseleri, yiyecekleri, alışkanlıkları, sözleri farklı olurdu. Herkes büyücü hekim olamazdı. Bazı kabilelerde veraset yolu ile babadan oğla geçerken, bazı kabilelerde de olağanüstü bir özelliği olanlar seçilirdi. Örneği, çok güçlü ya da zeki olanlar veya şekil bozukluğu bulunanlar, şaşılar, körler, sara nöbeti geçirenler, karnından konuşanlar farklı olduklarından büyücü hekimliğe aday olabilirdi. Yeteneği olanlara bu sanat usta-çırak yoluyla öğretilirdi. Öğrenim tamamlandığında kabile halkının önünde imtihan edilerek ruhları idare etmede kazanmış olduğu ustalığı gösterirdi. Büyücü hekimin başarısızlıkları affedilmez, çok sık başarısızlığa uğrarsa bunu hayatıyla ödeyebilirdi.


Büyü İle Tedavi

Büyücü hekimin kötü ruhları uzaklaştırarak veya kaçan ruhu geri getirmeye çalışarak hastayı tedaviye çalışmasına “ak büyü” denmektedir. Kötü ruhu teskin etmek ya da korkutup kaçırmak için davul eşliğinde el ve kol hareketleri yaparak ve garip sesler çıkararak oyunlar oynanır; hayvan postu giyen büyücüler korkutucu maskeler, tılsımlar takardı. Bu gösterinin hasta insan üzerinde ne büyük bir telkin gücü olabileceğini tasavvur edebiliriz. Günümüz fizik tedavilerini anımsatan sıcak ve soğuk su tedavileri; su buharı, ateş, tütsü, masaj tedavileri de kötü ruhları kaçırtmak için yapılırdı. Günümüzde, içinde etkin madde olduğu anlamına gelen acı ve kötü kokulu ilaçların da ruhları kaçırdığına inanılırdı. Hastayı tedavi için başka işlemler de uygulanırdı. Örneği, ruhu bedeni terk ederse bir daha geri dönmeyebilir korkusuyla hasta uyutulmazdı. Ruh bedenden ayrıldığında onu yerde, gökte, sularda, ağaçlarda, her yerde aramak gerekirdi. Ruhun kaçırıldığı düşünülen yere yiyecekler sunulurdu. Ya da hastalık bir başka insana, hayvana ya da cisme aktarılmaya çalışılırdı. Örneği hastanın tırnağı, saçı kesilip bir başka evin kapısına yapıştırılır veya kuşlara geçsin diye bir çalıya bırakılır, ya da üstüne basana geçsin diye bir taşın altına konurdu. Anadolu gelenekleri arasında yer alan bu uygulamaya “hastalığı göçürme” denmektedir. İnsanlar binlerce yıl boyunca büyüden korkmuş, kestikleri tırnaklarını, dökülen saçlarını, çıkan dişlerini, hatta kendilerine ait olduğundan isimlerini başkaları öğrenmesin, eline geçmesin diye saklamışlardı.

Büyücü hekimlerin bir kısmı da “kara büyü” yaparak düşmanları üzerine hastalık ve uğursuzluk getirmek için ruhları çağırırdı. Büyü kime yapılacaksa ya onun küçük bir modeli ya da tırnak, saç gibi vücudundan alınan bir parça üzerinde işlem yapılırdı.
İlaçla Tedavi

İlk insanlar deneme-yanılma yoluyla birçok bitki, hayvan ve madenin tıbbı etkisini öğrenebildi. Tedavi edici bir takım bitkilerin yanı sıra, ağrıyı dindiren afyon, kenevir, kürar ve koka da biliniyordu. Üzüm ve hurma şarabı da acıyı dindirmede kullanılırdı. Toprağı işleyen kadınlar şifalı bitkileri erkeklerden daha çok tanırdı. Halk ilaçları birçok yerde “koca karı ilaçları” olarak nitelene gelmiştir.

İnsanlar tecrübeleriyle elde ettikleri bilgilerin yanı sıra, iyileştirici özelliklerin simgesi olabilecek bir takım işaretleri de doğada aradılar. Örneği, beyaz sütü olan incir anne sütünün artmasına; kırlangıç otunun sütü sarı renkte olduğundan sarılığa; boyacı kökü bitkisi kırmızı rengi dolayısıyla adet söktürmeye; beyni andıran şekliyle ceviz akıl hastalıklarına; benekli taşlar lekeli hastalıklara; şekli boğum boğum olduğundan bambu omurga rahatsızlıklarına iyi gelir diye inanılırdı. İşaretler ya da İmzalar Nazariyesi adı verilen bu görüş, “benzer benzeri ile tedavi edilir” (Latincede: “similia similibus curantur”; Arapça’da, “hıfzu’s-sıhhati bi’l- müşâbehetu”) ifadesiyle bir tedavi ilkesi olarak Avrupa ve İslam Ortaçağında da devam etti. Ünlü hekim Paracelsus ( 1490-1541) bu anlayışı şöyle ifade edecekti: “Doğa yarattığı her şeyi onda gizlemek istediği niteliklerin görüntüsü ile biçimlendirir.” İşaretler Nazariyesi doğrultusunda tıpta kullanılan bir takım drogların tıbbi etkisinden günümüzde de yararlanılmaktadır. Örneği, gut hastasının ayak baş parmağı kızarıp şiştiğinde aldığı şekle benzeyen çiğdem soğanından elde edilen colchicine gut hastalığında; su kenarlarında yetişen soğuğa dayanıklı ak söğüt’ün kabuklarından elde edilen salisilatlar soğuk algınlığında ve romatizmada kullanılmaktadır.
Cerrahi Girişimler

Cerrahi girişimlerin yapılabilmesi için alete ihtiyaç vardır. İnsanın kullandığı ilk alet ise “el”idir. İnsanoğlu sonra da, önceleri eliyle şekillendirdiği hayvan kemiklerinden, çakmaktaşı ve obsidienden, daha sonra da bakır, bronz ve demirden aletler yaptı. İlkel insanların diken ve ok gibi yabancı cisimleri çıkarma, kırılan kemikleri çamur veya ağaç kabuğu ile tespit etme, çıban açma, yara ve şişleri yakma gibi küçük cerrahi müdahalelerde bulunduğu düşünülmektedir. Muhtemelen cerrahi müdahaleleri de büyücü hekimler yapardı. Tarih öncesinde yaşayan insanların cerrahi müdahalelerine ait en eski bulgular kemik kalıntılarında tespit edilmektedir. Buluntular içerisinde en ilgi çekicisi kafataslarında açılmış olan deliklerdir. Dünyanın pek çok yerinde binlerce yıl uygulanmıştır. Keskin bir alet ile kazıyarak, oyarak, keserek ya da delerek kafatasından bir kemik parçasının çıkarılması trepenasyon olarak adlandırılır. Deliğin üstü maden levha ile örtülür, onun üzeri de reçine ile sıvanırdı. Çıkarılan kemik parçaları kötü ruhlardan korunmak için nazarlık olarak kullanılırdı.


Resim No 2: Tarih öncesinden kalan delinmiş bir kafatası

Çoğu antropologun görüşüne göre, kafatasına delik açılarak yarım baş ağrısı (migren), baş dönmesi, sara (epilepsi), delilik gibi hastalıklara sebep olduğuna inanılan kötü ruhların buradan çıkıp gitmesi sağlanırdı. Trepenasyon ile bedenin sakatlanması her ne kadar büyü amacıyla yapılmış olsa da bazen hastanın kafa içi basıncını azaltarak yarar sağlamış olabileceğini düşünebiliriz. Kafatasında delik açılmış olanların yarasının iyileştiğini kesilen kısmın etrafında meydana gelmiş olan nedbe dokusundan anlıyoruz. Bu işlemi yapanların kafatası sütürlerine ve beyin zarına zarar vermenin kötü sonuçlarını biliyor olduklarını tahmin edebiliriz. Ölümden sonra uygulanan trepanasyonlar ise ruhu özgür kılmak için yapılırdı. Günümüzde halen bu geleneği sürdürenlerin bulunduğu bildirilmektedir.

En eski cerrahi uygulamalardan olan sünneti ise on beş bin yıl öncesine götürebiliyoruz. Sünnet, temizlik ve sağlık amacıyla yapıldığı gibi, acıya dayanıklılığın kanıtlanmasıyla topluma kabul edilme, cinsi hayata hazırlık, üreme ve bereket tanrılarına kurban sunma gibi diğer sebeplerle de uygulanırdı. Erkeklerde cinsiyet organı ucundaki deri kesilip çıkarılmakta; kızlarda ise klitoris ya da labia minor’dan bir parça alınmaktadır. Müslüman ve Yahudiler ile Afrika, Avustralya, Amerika ve Okyanus adalarından bir kısım yerliler sünnet geleneğini sürdürmektedir. Kızların sünneti yasaklanmış olmakla birlikte bazı yerlerde, örneği Kuzey Afrika’da halen az da olsa uygulandığı yazılmaktadır.
Kaynaklar


  • Taylor EB. Religion in Primitive Culture. New York, 1958.

  • Brown SA. The Physician Throughout The Ages. Vol. I, New York, 1928.

  • Clendening L. Source Book of Medical History. New York, 1942.

  • Bayat AH. Tıp Tarihi, İzmir, 2003.

  • Bettmann OL. A Pictorial History of Medicine. Illinois, 1956.

  • Garrison HF. An Introduction to the History of Medicine, Philadelphia, 4th Ed., 1929.

  • Lewis P (Ed). Tıp Tarihi (Çev. Güdücü N.), Roche Yay., Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık, 1998.

  • Lyons AS. Petrucelli RJ. Çağlar Boyu Tıp (Çev. Güdücü N.) Roche Yay., 1998.

  • Porter R. The Greatest Benefit to Mankind A Medical History of Humanity. W.W. Norton & Company, New York London, 1999.

  • Marti-İbanez F. The epic of medicine. Ney York: Clarkson N. Potter Inc. Publisher; 1962.


İLK ÇAĞ’DA TIP

Prof. Dr. Nil Sarı

BİLGİNİN YAZIYLA KAYDEDİLMESİ
Yazının bulunuşuyla insanoğlunun yaptıkları, deneme-yanılma yoluyla öğrendikleri, nesilden nesle anlatılanlar, efsaneler, rivayetler ve gelenekler kayıt altına alınmaya başlandı. Bilgilerini, tecrübelerini semboller kullanarak kaydedenler bunları sonraki kuşaklara aynen aktarabildiler. Yazının icadıyla ilerleyen eski yüksek medeniyetlerde (Mezopotamya -Sümer, Akkad, Babil , Mısır, Çin, Hitit, Hint, Yunan, Roma ve İskenderiye uygarlıklarında) tıbba dair inançlar, görüşler ve uygulamalar da kaydedildi.

M.Ö. 5000 yıllarında Orta Asya’dan (Altay-Hazar-Tibet bölgesinden) gelerek Bağdat ile Basra arasına yerleşen Sümerliler M.Ö. 4000-3000 yıllarında ilk medeni hayatı başlattılar. Sümerliler kendilerine Kengi veya Kenger derlerdi. Daha sonra bölgeye göç eden ve M.Ö. 2000’lerde Sümer şehir devletlerini ortadan kaldıran Sâmi ırkından Akkadlılar onlara Şumerû dediler. Mezopotamya’da, yani iki nehrin (Dicle ve Fırat) arasında doğan Sümer medeniyeti, İran’dan Akdeniz’e kadar binlerce yıl etkili oldu. Sümer yazısının çözülmesiyle anlaşıldı ki, Yunan medeniyetinin önemli bir bölümü Mezopotamya medeniyetinden devralınmıştı. Sümerlilere ait bilgileri, sivri açılan kamış ucu ile kil tabletler üzerine yazılanlardan öğreniyoruz. Çoğu İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan 100 000 kadar tabletin pek azı okunmuştur. M. Ö. VII. yüzyılda Asur kralı Asurbanipal, krallığının her yerinden toplattığı eski ve yeni çivi yazısıyla işlenmiş tabletler ve kopya ettirdikleriyle 25 000 civarında tabletten oluşan büyük bir kütüphane kurmuştu. Araştırıcılar, bunların 1000 kadarında tıp ile ilgili konuların yer aldığını bildiriyor.

Eski Mısır medeniyeti Nil nehrinin iki tarafında kurulup gelişti. M.Ö. 3400-600 yılları arasında yirmi altı sülale Mısır’ı idare etti. Kâtipler ve hekimler rahip sınıfındandı. Önceleri eski Mısır dili kutsal kabul edilen resim yazısı hiyeroglif ile kaydedildi. Zamanla şekiller sadeleşti ve birbiriyle birleştirildi. Firavunların yaptığı işler, tarihi olaylar ve efsaneler anıt mezarlarının duvarları üzerine yazıldı. Mısırlılar papirüs bitkisinden elde edilen ve rulo şeklinde kullandıkları kâğıtlara da tecrübelerini ve bilgilerini kaydettiler. Tıp bilgilerinin yer aldığı papirüslerden en önemlileri; ilaç reçetelerinin ve sağlık öğütlerinin verildiği Edwin Smith (M.Ö. 17. yy.); cerrahi tedavilerin anlatıldığı Ebers (M.Ö. 16. yy.); ve kırık-çıkık tedavilerinin ele alındığı Hearts (M.Ö. 16. yy.) papirüsleridir. Mısır uygarlığı da Yunan medeniyetini çok etkilemişti.

İki yüz bin yıldan beri insanların toplu halde yaşadıkları Anadolu’nun ilk yüksek medeniyetini kuran Hattiler M.Ö. 2000’li yıllarda Kafkaslar üzerinden Orta Asya’dan geldiler. M.Ö.1800 yıllarında Hattileri egemenliği altına alan Hititler zamanında Anadolu “Hatti Ülkesi” olarak anılırdı. Hitit dönemine ait çivi yazısıyla işlenmiş 30 000 den fazla tablet bulunmaktadır. Metinlerin bir kısmında hiyeroglif yazısı kullanılmıştır. Hitit tıbbına ait bilgiler 22 tabletten elde edilmiştir.

Eski Çin medeniyetinde tıp ile ilgili en eski yazılı kaynaklar üç Çin imparatoruna atfedilir. Yazdıkları kitaplarda yer alan tıp bilgileri nedeniyle hekim oldukları kabul edilen imparatorlardan Fu-Hsi (M.Ö. 2953-M.Ö. 2900) Pa kua sembolünü bularak yin-yang nazariyesini ortaya koymuş; Chen-Nungh (M.Ö. 2737-M.Ö.2800) yazdığı Pen-tsao adlı eserinde tıp bitkilerini tanıtmış ve 365 ilâç tarifi vermiştir. Çin tıbbının ilkelerini belirleyen Huang-Ti (Yu Hsiung) (M. Ö. 2697-M.Ö. 2600) tıbbın kanunu anlamına gelen Nei Ching’in yazarıdır. Bu kitapta akupunktur ile tedavi anlatılır.

M.Ö. 2300 yıllarında gelişen eski Hindistan medeniyeti İndus vadisi etrafında yeşerdi. Resim yazısı kullanılırdı. Hint tıbbına ait en eski yazılı kaynaklar “yaşam bilgisi” anlamına gelen Veda’lardır. M.Ö. 800 yıllarına kadar etkili olan dört kutsal metin (Rig-veda, Sama-veda, Ayur-veda ve Atharva-veda) din ve tıp bilgilerini içerir. Bu dönemden M.S. 1000 yılına kadar hekimlerin kendi adları ile anılan derleme tıp kitapları kullanılmıştır. En önemlileri yüzyıllardır süregelen tıp bilgilerini derleyen hekim Şaraka (Çaraka)’nın Şaraka-samhita (M.S. I-II. yy.) ve Susruta’nın Susruta-samhita adlı külliyatlarıdır (M.S.V. yy.). Bu kitaplarda hastalıklar, ilaç reçeteleri ve cerrahi girişimler anlatılır. Hint medeniyetinin tıp kitapları ileride Ortaçağ İslâm ve Avrupa tıbbını etkileyecektir.

M.Ö. 900 yıllarından itibaren Yunan uygarlığı yeşerdi. Mezopotamya, Mısır ve Ege adalarında oluşan bilgi ve tecrübelerin Yunan uygarlığının ilerlemesinde önemli yeri vardır. Perikles döneminde (M.Ö. 460-430) edebiyat çok gelişti. M.Ö. VI. ve V. yüzyıllarda yeni kavramlar ve kuramlar ortaya koyan birçok düşünür Yunanca’nın gelişmesini de sağlamış ve daha kolay öğrenilen Yunan yazısı Sümer çivi yazısının yerini almıştı. 80 000’i köle, 40 000’i yabancı, 130 000’i Atinalı olan Atina şehrinde büyük düşünürler ve bilginler yetişti. Üstün ve zengin bir tüccar sınıfına dayanan Yunan kent kültürü ileride Avrupa uygarlığının temelini teşkil edecektir. Yunan dönemine ait en eski tıp bilgilerini M.Ö. IX. yüzyıldan yazılan Homeros’un İliada ve Odysseia adlı eserlerinde buluruz. Yunanca tıp eserlerinin birçoğunun varlığını ise İslam uygarlığı döneminde Arapça ve Farsça’ya yapılan çevirilerinden öğreniyoruz. Tıbba en büyük katkısı olan Hipokrat’ın ve öğrencilerinin eserleri (Hipokrat Külliyatı) 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar tıp dünyasını etkilemeyi sürdürecektir.

Büyük İskender’in M.Ö. 334-323 yıllarında egemenliği altına aldığı Doğu dünyası Yunan uygarlığı ile tanıştı. M.Ö. 331’de Büyük İskender tarafından kurulan İskenderiye şehri M.Ö. III üncü yüzyılda tıp düşünce ve uygulamasının en önemli merkezlerinden biri olmuştu. Aynı tarihlerde Bergama İskenderiye’ye rakip bir diğer öğrenim merkeziydi. Eski Yunan tıp bilgisi M.S. IV-VII yüzyıllarda Mısır’ın İskenderiye şehrinde hüküm sürmüş ve burada eski çağın en büyük kütüphanesi kurulmuştu.

Bir dünya imparatorluğu olan Roma döneminde Soranus (M.S. I. Yy.), Celsus (M.Ö. 10-M.S. 50), Dioskorides (M.S. I yy.) ve Galen (M.S. 129-200) gibi hekimler önemli tıp eserleri vermiş olmakla birlikte, Romalıların tıbba yeni bilgi ve kuramlar getirmediği görüşü hakimdir. Ünlü hekimlerin çoğu Anadolu doğumludur. Galen’in tıp eserlerinde yer alan görüşler 17’inci yüzyıla kadar şüphe uyandırmadan hekimlere ve yazdıklarına başlıca kaynak olmuş ve 19’uncu yüzyıla kadar da etkisini sürdürmüştür.
BİLGİNİN EDİNİLMESİ ve NESİLDEN NESİLE AKTARILMASI

Kuşaktan kuşağa aktarılan bilgiler bugünkü gibi araştırma ve deney, yani bilim yoluyla edinilmiyordu. Deneme-yanılmayla edinilen tecrübeler önce sözle, sonra yazıyla kuşaktan kuşağa aktarılırken gelenekler oluştu. Eski yüksek medeniyetlerde yazmayı ve okumayı bilenler din adamlarıydı. Metinleri yazacak olan kâtipleri de din adamları yetiştirirdi. Din adamları ve iyi eğitim almış olan kâtipler edinilen tecrübelerin ve bilgilerin sahibi olduğundan sözlü ve yazılı bilgi birikimi ve eğitimi önce mabetlerde ve saraylarda başladı. Böylece tapınaklar sadece ibadet yerleri olmayıp, bilginin üretildiği, eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler olarak gelişti. Örneği, Babilli rahipler yazıyı tapınaklara bağlı tablet evlerinde kutsal ve gizli bir sanat olarak öğretir ve meslek bilgilerini sır olarak saklardı.

Mabetlerde başlayan bilgi aktarımı bilginin olağanüstülüğüne zemin teşkil ediyordu. Eski uygarlıklarda bilginin kutsal bir kaynaktan geldiği inancı yaygındı. Örneği, eski Mısır efsanelerine göre, ibis kuşu olarak temsil edilen Mısır tanrılarından Thot yazının ve bilginin kaynağıydı. Metinlerde Thot’un adı “yol gösteren, öğreten, üç kere büyük” olarak ifade edilir. Yunan uygarlığına Hermes olarak akseden Thot kültürü İslâm medeniyetinde “hikmet üçgeni, hikmetle üç kere donanan” gibi kavramlarla ifade edildi. Bilginin, sayıların ve yazının gizliliği ve kutsallığı zamanla Hermes’e atfedilen simya ve astroloji gibi saklı ve gizemli düşünce ve uğraş alanlarını ifade eder oldu. Kırk iki kitaptan oluşan Hermes Külliyatı Avrupa’da Rönesans döneminde yirmi iki kere basıldı. Son altı kitap tıp ile ilgili olup, anatomi, tıp aletleri, ilâçlar, çeşitli hastalıklar, ayrıca göz ve kadın hastalıklarına aittir.

Bugün olduğu gibi eski çağlarda da zaman içinde belirli merkezler tıp eğitiminde ün salmıştı. Mısır’da Memfis, Teb ve Sais şehirlerinde kurulmuş olan ve “hayat evi (Pir ankh) adı verilen okullarda hekimlik de öğretilirdi. Usta bir hekimin yanında usta-çırak eğitimi yoluyla, ya da tıbbi papirüslerden yararlanarak hekimliği öğrenmek de mümkündü. Büyüyle hasta tedavisini öğretenler de vardı.

Eski Hint tıbbı da din bilgisi ile iç içe başlamıştı. M.Ö. 2500-1500 yıllarında İndus vâdisinde doğan Hinduism tıp bilgisinin de kaynağı sayılırdı. Eski Hint efsanesine göre bilgi (veda) en büyük tanrı Brahma’dan alınmıştı. Yedi bilge, insanoğlunun acılarına çare bulmak için Himalayaların doruğunda bulunan tanrılara yakarmış ve Brahma onlara yaşam bilgisinin (Ayur-veda) sırlarını vermişti. Ayur-veda metinleri sağlıklı ve uzun yaşamanın yollarını da gösteriyordu. Veda kelimesi ile ifade edilen Rig-veda, Ayur-veda, Sema-veda gibi din kitaplarında tıp ile ilgili birçok bilgiler yer alır. Bir diğer efsaneye göre, Brahma’nın müsaadesi ile tıp sanatını öğreten, kutsal bilginin sahibi Dhanvantari hayat suyunu semenderden alıp içerek ölümsüzleşmişti.

Kendinden önceki yazarların verdiği bilgileri doğrulama arzusu eski uygarlıklarda çok güçlüydü. Nesilden nesle aktarılan bilgilerin yanlış olabileceği düşüncesi ancak bilim zihniyetinin doğuşuyla gerçekleşebilecekti. Bu sebepledir ki Orta Çağ boyunca eski uygarlıkların bilgileri tercüme ve derleme yoluyla yüz yıllar boyunca sorgulanmadan aktarılmıştı. İnsan aklına ve mantığına sığmayacak bir takım efsaneler bile önde gelen şahsiyetlerce gerçek kabul edilebiliyordu. Örneği, gördüğü ve duyduğu eski ve yeni tüm bilgileri hiç sorgulamadan toplayan ve kaydeden Roma’lı Plinius (M.S. 23-79) olmayacak rivayetleri aktarmasıyla ünlüdür. Her şeye merak salan Plinius’un Historia Naturalis adındaki ansiklopedisinde yer alan bilgiler arasında garip yaratıklar, tuhaf yapılı insan ve hayvanlar tasvir edilmiştir. Bu eser sonraki nesillerce tekrar tekrar çoğaltılmış ve gerçeğe uymayan pek çok bilgi Ortaçağ boyunca kabul görmüştür. Bu kaynak günümüzde eski çağların düşünce ve geleneklerini anlamamıza yardımcı olmaktadır.


Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin