Ruth'a bitişik olan kolunu gizliden gizliye kıvırdı,
156
Jack London
davetkar olmayan, şöyle deneme kabilinden, sanki rastlantıymış, böyle yürümeye alışmış gibilerden bir büküştü bu. Derken, o harikulade şey oldu. Ruth'un elini kolunun üzerinde hissetti. Bu yakınlaşmayla birlikte içini tatlı heyecan dalgalan kapladı ve nefis bir iki dakika için bu dünyayı bırakıp Ruth'la birlikte havalara uçtu. Ama çok geçmeden yeni bir güçlüğün sıkıntısı içinde tekrar kendini dünyada buldu. O sırada caddenin karşı tarafına geçmek üzereydiler. Bu şekilde yürüdükleri takdirde Martin iç tarafta kalacaktı. Halbuki onun dış tarafta kalması gerekiyordu. Bu durumda, Ruth'un kolunu bırakarak yer değiştirmesi mi gerekliydi? Eğer yer değiştirirse, ondan sonra aynı manevrayı bir daha, bir daha tekrarlamak zorunda mıydı? Bunda sakat bir taraf vardı; Martin iki yana sıçramaktan vazgeçip, bilmemezlikten gelmeye karar verdi. Ama vardığı bu sonuç onu tatmin etmediği için, iç tarafta kalınca da, hızlı hızlı, istekli bir şekilde konuşmaya başlayıp sanki kendini konuşmaya kaptırmış hissini vermeye çalıştı, öyle ki, eğer yer değiştirmemekle bir hata yapmışsa, dikkatsizliğinin sebebi bu heyecanına verilebilecekti.
Martin Broadway caddesinin bir yanından öbür yanına geçtiklerinde yeni bir sorunla karşı karşıya geldi. Elektrik lambalarının, aydınlığında, Lizzie Co-mıolly ve onun fingirdek arkadaşını gördü. Bir an için tereddüt etti, sonra eli şapkasına gitti ve şapkasını çıkararak selam verdi. Martin kendi sınıfına vefasızlık edemezdi ve o şapkasını sadece Lizzie Connolly için çıkarmamıştı. Kız başıyla selama karşılık verdi ve Ruth'unki gibi yumuşak olmayan, güzel, haşin gözleriyle Martin'e cesaretle baktı; gözleri Martin'i yalayarak geçti. Ruth'un yüzünü, elbisesini dikkatle süzüp
157
Martin Eden
toplumsal statüsünü belirledi. Martin, Ruth'un da bir kumrununki kadar çekingen ve uysal, fakat bir bakışta gelip geçici bir bakışla, o devirde bütün işçi kızların giymekte olduğu acayip bir şapka bulunan işçi kızı, o ucuz şıklığı içinde görebilecek kadar hareketli olan gözleriyle gördüğünü fark etti.
Bir dakika kadar sonra Ruth:
— Me hoş kız! dedi.
Martin içinden memnun olduğu halde:
— Bilmem, dedi. Bence böyle şeyler zevk meselesidir, ama bana pek o kadar hoş gelmiyor.
— Ama bin kadın içersinde hatları onunki kadar düzgün bir kadına bile rastlayamazsın. Çok düzgün hatları var. Yüzü bir heykel kadar düzgün. Gözleri de güzel.
Martin, dalgın bir tavırla:
— Öyle mi? dedi.
Kendisi için dünyada bir tek güzel kadın vardı ve o kadın şimdi, eli Martin'in kolunda olduğu halde onun yanındaydı.
— Nasıl öyle mi? Eğer bu kızın eline fırsat geçse de iyice giyinebilseydi, Mr. Eden, ve eğer ona nasıl yürünüleceği öğretilmiş olsaydı, gözleriniz kamaşırdı; bütün erkeklerin gözleri kamaşırdı.
Martin:
— Konuşmasını da öğretmek gerekirdi, diye tamamladı. Yoksa erkeklerin çoğu ne dediğini anlayamazdı onun. Eğer her zaman konuştuğu gibi konuşsa, eminim sözlerinin dörtte birini bile anlayamazsınız siz.
— Lütfen yapma! Sen de fikirlerini savunurken
158
Jack London
Arthur kadar kötü oluyorsun.
— İlk karşılaştığımız zaman benim nasıl konuştuğumu unutuyorsun. O zamandan bu yana ben yeni bir dil öğrendim. Daha önce ben de bu kız gibi konuşuyordum. Ama şimdi sana, senin bu kızın konuştuğu dili bilmediğini açıklarken ne demek istediğimi yeteri kadar anlatabiliyorum. Sonra onun neden bedenini o şekilde tuttuğunu da biliyor musun? Daha Önce bu gibi şeyler üzerinde hiç düşünmediğim halde, artık bunların sebebini biliyorum çok şeyi anlamaya başladım artık.
— Nedir sebebi?
— Bu kız yıllarca, uzun saatler makine başında çalışmış. İnsan gençken, vücudu her kalıbı kolayca alabilir; ağır iş de vücudu camcı macunu gibi, işin niteliğine göre bir kalıba sokar. Yolda rastladığım birçok işçinin hangi işte çalıştıklarını bir bakışta anlayabilirim, bak bana. Neden yürürken sağa sola yalpa vuruyorum ben? Yıllarımı denizde geçirdiğim için. Bedenim gençken, eğilip bükülürken aynı yılları sığır çobanlığında geçirseydim, şimdi yalpalamazdım, ama bacaklarım eğri olurdu. İşte bu kız da öyle. Gözlerine dikkat ettin mi? Nasıl diyeyim, haşin gözleri vardı. O kız hiçbir zaman yakınlık görmemiş. Hep kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmış; genç bir kız ise kendini pek koruyamaz ve örneğin seninkiler gibi yumuşak, uysal gözleri de olamaz.
Ruth usulca:
— Galiba haklısın, diye mırıldandı, Ne yazık. O kadar da hoş bir kız ki.
Martin, Ruth'a baktı ve gözlerinin merhametle pırıldadığını gördü. Sonra onu sevdiğini hatırladı, onu
159
Martin Eden
sevmesini, onu koluna takıp konferansa götürmesini mümkün kılan şansına şaşarak hayallere daldı.
O gece odasına döndüğünde, aynada kendi kendine:
— Martin Eden, kimsin sen? diye sordu. Kendine merakla, uzun uzun baktı.
— Kimsin sen? Nesin sen? Sen nerenin malısın? Sen aslında, Lizzie Connolly gibi kızlara aitsin. Sen angarya alayının bir erisin; ne kadar aşağılık, kaba, güzel olmayan şey varsa senin yerin işte onların yanıdır. Senin yerin pis çevresini kötü kokular sarmış öküzlerin yanıdır, dalga geçilen yazarların yanıdır. Al işte sana çürümüş sebzeler. Patatesler çürüyüp duruyor. Kokla onları, Allah'ın belası, onları kokla. Bir de sen kalkmış, kitapları açmaya, güzel müzik dinlemeye, güzel tabloları beğenmeyi öğrenmeye, iyi İngilizce konuşmaya, senin sınıfından hiç kimsenin düşünmediklerini düşünmeye, kendini öküzlerden, Lizzie Con-nolly'lerden koparıp, senden milyonlarca kilometre uzakta, yıldızlarda yaşayan soluk ruh gibi bir kadını sevmeye yelteniyorsun! Sen kim oluyorsun, nesin ki sen? Allah'ın belası! Bir de kıvıracaksın ha?
Bunları söyleyerek aynada kendi kendine yumruğunu sallayıp yatağın kenarına oturdu ve büyümüş gözleriyle bir an daldı. Sonra defteriyle matematik kitabını aldı. Saatler akıp gider, yıldızlar donuklaşır ve şafağın gri aydınlığı pencereye vururken, o kendini çoktan iki bilinmeyenli denklemlere kaptırmıştı.
Sıcak akşamüstleri City Hail Park'ta toplanan geveze sosyalistlerle, işçi sınıfı filozoflar Martin'in büyük buluşunu yapmasına sebep oldu. Martin, ayda bir iki
160
Jack London
kere, kütüphane yolu üzerinde olan parktan geçerken bisikletinden iner, tartışmaları dinler ve her seferinde de oradan istemeyerek ayrılırdı. Buradaki tartışmaların tonu, Mr. Morse'un sofrasındaki tartışmaların tonundan çok daha aşağılıktı. Buradaki adamlar hiç de derin ve ağırbaşlı değildiler. Kolayca dengelerini kaybedip birbirlerinin isimlerini ağızlarına alırlar ve dudaklarından sövüp saymalarla iğrenç imalar eksik olmazdı. Bir iki kere bunların birbirlerine girdiklerini de görmüştü. Bununla beraber, neden olduğunu bilmeksizin, bu adamların düşüncelerinde yaşamsal bir şey bulunduğunu hissetmişti. Onların kullandığı kelimeler, Martin'in zihnini, Mr. Morse'un gururlu ve sakin dogmatizminden çok daha fazla kamçılıyordu. İngilizce'yi katleden, deliler gibi el kol hareketi yapıp birbirlerinin fikirlerine ilkel bir öfkeyle saldıran bu adamlar, Mr. Morse'la, onun kafa dengi arkadaşı, Mr. Butler'dan çok daha fazla bir canlılığa sahip gibiydiler.
Bir akşamüstü parka Spencer'in çömezlerinden biri çıkageldi. Martin, Parkta birçok defa Herbert Spencer'in adının geçtiğini duymuştu. Çömezi gömleğinin yokluğunu belli etmemek için paltosunu gırtlağına kadar sıkıca düğmelemiş, kılıksız bir serseriydi. Bir yandan sigaralar içilip, bir yandan balgamlar atılarak, hemen bir savaşa tutuşuldu. Bu savaşta, o serseri, sosyalist işçilerden biri alaylı bir şekilde:
— Bilinmeyenden başka Tanrı yoktur, bu Tanrı'nın peygamberi de Herbert Spencer'dir, dediği zaman bile balgamını tutmak başarısını gösterdi.
Martin tartışmanın ne üzerine yapıldığını bile anlamamıştı. Bisikletine atlayıp kütüphanenin yolunu tuttuğu zaman, içinde Herbert Spencer'e yeni baştan bir
161
Martin Eden
ilgi uyanmıştı; çömez sık sık prensiplerden bahsettiği için de, hemen kütüphaneden bu kitabı aldı,
İşte büyük buluş böyle başladı. Daha önce bir kere Spencer'i denemiş, ama "Psikolojinin Prensipleri" ile başladığı için, bunda da Madam Blavatsky'deki kadar kötü bir başarısızlığa uğramıştı. Kitap anlaşılır gibi olmadığından onu okumadan geri vermişti. Ama bu gece, matematik ve fizik çalıştıktan ve bir müzik denemesine giriştikten sonra yatağına uzandı ve "İlk Prensipler"i açtı. Sabah olduğunda o hala okuyordu, Mümkün değil uyuyamazdı. O gün yazı da yazmadı. Vücudu yatmaktan yoruluncaya kadar yatakta kaldı, sonra sırt üstü yere yatıp kitabı yukarıda tutarak, ya da bir o yana, bir bu yana dönerek okumayı denedi. O gece uyudu ve yazısını ertesi sabah yazdı. Sonra kitap onu yeniden çekti ve Martin her şeyi, hatta Ruth'un o akşamını kendisine ayırmış olduğunu bile unutarak okumaya daldı. Dış dünyayı ilk olarak, Bernard Higginbotham oda kapısını hızla açarak, ona, kendilerinin bir lokanta mı işlettiklerini zannettiğini sormasıyla fark etti.
Martin Eden bilmek istiyordu. Büyük bir merak içindeydi, işte onu dünya üzerinde macera aramaya yöneltmiş olan da bu arzuydu. Ama şimdi hiçbir şey bilmediğini ve gemilerle sonsuza değin gezmiş dolaşmış olsa bile hiçbir şey öğrenemeyecek olduğunu Spencer'den öğreniyordu. Şimdiye kadar sadece sorunların yüzeyinde kalmış, fenomenleri ayrı ayrı gözlemlemiş, gerçeklere ait parçaları toplamış, ufak tefek yapay genellemeler yapmıştı, onun gelişi güzel, düzensiz dünyasında her şey birbiriyle bağlantısız ve rastlantıydı. Kuşların uçma mekanizmalarını inceleye-
162
1
Jack London
rek anlayışla düşünmüştü; ama bir organik uçuş mekanizması olarak kuşların hangi yolu takip ederek geliştiklerini açıklamaya çalışmak hiç aklına gelmemişti. Böyle bir yolun varlığını düşünmemişti bile. Kuşların bir zorunluluk altında kuş haline gelmiş olduklarını düşünmemişti. Kuşlar her zaman kuştular. Bu doğal bir şeydi işte.
Kuşlar gibi, her şey için bu geçerliydi. Felsefe üzerindeki bilgisizce ve hazırlıksız giriştiği çalışma denemeleri meyve vermemişti. Kant'ın ortaçağ metafiziği ona hiçbir kapının anahtarını vermemiş, üstelik onu kendi zihin kuvvetlerinden şüphe etmeye götürmüştü. Aynı şekilde, gelişim teorisi üzerindeki çalışmaları da Romanes'in içinden çıkılamayacak kadar teknik olan bir kitabına denk gelmişti. Bu kitaptan da hiçbir şey anlamamış, edindiği tek fikir, gelişim teorisinin, koskocaman ve anlaşılmaz bir sözlüğe sahip bir sürü küçücük adamın kupkuru bir eseri olduğuydu. Ama şimdi, gelişimin sadece bir kuram değil, kabul edilmiş bulunan bir gelişim yolu olduğunu; alimlerin de artık bunu kabul ettiklerini, aralarında sadece gelişim yöntemi üzerinde ayrılmalar bulunduğunu öğrenmişti.
Bu Spencer denen adam, bütün bilgileri ona organize bir halde sunup, her şeyi bire çevirerek ve incelemelerin en sonunda ulaşılan gerçekleri bütün ayrıntıları ile inceden inceye işliyordu. Martin'in yuvalarından uğramış gözleri, önüne tıpkı denizcilerin yapıp da şişe içine koydukları minyatür gemi modeli kadar somut gerçekliğe sahip bir evren koyuyordu. Başıboşluğa, rastlantılara yer yoktu. Her şey bir kanuna bağlıydı. Kuşlar bu kanuna uyarak uçuyor ve yine aynı kanuna uyarak mayalanan o yapışkan madde kıvrılıp
163
Martin Eden
bükülerek bacakları, kanatlan meydana getiriyor ve bir kuş oluyordu.
Düşünce dünyası mertebe mertebe yükselmiş olan Martin, şimdi her zamankinden daha yüksek bir dereceye ulaşmıştı. Eskiden gizli olan her şey, sırrını ortaya dökmüştü. Anlamak onu sarhoş etmişti. Geceleri, uykusunda kabuslar içinde Tanrılarla birlikte yaşıyor; uyanıkken de, gündüzün yeni keşfettiği dünyayı seyrederek boş bakışlarla bir uyurgezer gibi dolaşıyordu. Sofrada aşağılık, dünyasal şeyler hakkındaki konuşmaları kulakları duymadı, istekli zihni, önündeki her şeyde hep sebep ve sonuç bağlantılarını arayıp bulmaya çalıştı. Tabaktaki ette parlayan güneşi gördü ve etteki enerjinin değişmesini, ta yüzlerce milyon kilometre ötedeki kaynağına kadar geriye doğru, ya da bu enerjiyi ileriye, kollarında hareket eden ve o eti kesmesini mümkün kılan kaslara, kol kaslarına eti kesme emrini veren beynine doğru izleyip, aynı güneşin kendi beyninde parladığını gördü. Martin aydınlıklar içindeydi; ne Jim'in fısıldadığı "Burjuva" kelimesini duydu, ne kız kardeşinin yüzündeki endişeyi gördü, ne de Mr. Higgtnbotham'ın, kayınbiraderinin kafasında tekerlekler döndüğünü ima eder yollu havada daireler çizen parmağına dikkat etti.
Martin'i en çok bilgilerin, bütün bilgilerin birbirleriyle olan bağlantıları etkiliyordu. Martin öteden beri öğrenmeye meraklıydı ve her öğrendiğini beyninin ayrı ayrı hafıza kompartımanlarında depolardı. Böylelikle denizcilik konusunda engin bir bilgi deposuna sahip olmuştu. Kadın konusunda da oldukça geniş bir bilgi deposuna sahipti. Ama bu iki konu arasında hiçbir zaman bir ilinti kurulmamıştı. Bilginin oluşumu içinde,
164
Jack London
histerik bir kadınla, sakin bir havada seyreden ya da fırtınaya baş vermiş bir yelkenli arasında herhangi bir bağlantı bulunabileceği fikri ona mutlaka saçma, imkansız görünürdü. Ama Herbert Spencer ona bunun sadece saçma olmadığını göstermekle kalmamış, aynı zamanda böyle bir bağlantının bulunmasının imkansız olduğunu da göstermişti. Ta ıssız boşluktaki en uzak yıldızlardan, insanın ayağının altındaki kum tanesinin on binlerce atomuna kadar her şeyin diğer her şeyle arasında bir bağlantı vardı. Bu yeni kavram Mar-tin'de şaşkınlıkla karışık devamlı bir hayranlık yarattı ve Martin artık güneşin altındaki ve güneşin ötesindeki her şey arasındaki bağlantıyı devamlı olarak izler oldu. Birbirine en aykırı şeylerin bir listesini çıkardı ve bunların hepsi arasındaki bağlantıları kurmayı başarmadan içi rahat etmedi. Aşk, zelzeleler, ateş, çıngıraklı yılanlar, gök kuşakları, kıymetli taşlar, canavarlıklar, gurup, aslanların kükremesi, ışık veren gazlar, yamyamlık, güzellik, cinayet, aşıklar, kaldıraçlar ve tütün arasındaki bağlantıları kurdu. Böylelikle, evreni birleştirdi, onu eline alıp kaldırarak seyretti, ya da onun, patikaları, ormanları, caddeleri arasında, bilinmeyen bir amacın peşinde esrar ağlarına düşmüş korku içindeki bir gezgin gibi değil, çevresini gözleyerek, haritalara göre ilerleyip, bilinmesi gerekli olan her şeyle gittikçe yakınlık kurarak dolaştı. Bilgisi arttıkça, evrene, hayata ve hepsinin ortasında kendi hayatına olan hayranlığı bir amaç halini aldı.
— Sen bir sersemsin! diye aynadaki görüntüsüne bağırdı. Yazmak istedin, denedin de; halbuki yazacak hiçbir şeyin yoktu senin. Me vardı kafanda? Birtakım çocukça fikirler, birkaç tanecik yarı olgunlaşmış
165
Martin Eden
duygu, kapkara bir cehalet yığını, aşktan patlayacak hale gelmiş bir yürek ve aşkın kadar büyük, cehaletin kadar boş, değersiz bir ihtiras. Sen de kalktın, yazmak istedin! Pöh, sen daha yazacak şeylere yeni yeni sahip olmaya başladın, daha bunun eşiğindesin. Güzellik yaratmak istedin. Peki ama, daha güzelliğin içeriğini bilmeden nasıl yaratabilirdin güzelliği? Daha hayatın esaslı özellikleri hakkında bir şey bilmeden, hayat hakkında yazmak istedin. Dünya senin için bir Çin bilmecesinden farksızken, sen tuttun dünya ve yaradılışın nasıl olduğu hakkında yazmak istedin; eğer yazsaydın, yazdıkların yaradılışın nasıl olduğu hakkındaki bilgisizliğini ortaya koyacaktın. Ama sevin oğlum, Martin. Artık yazacaksın. Azıcık biliyorsun, çok az biliyorsun, ama daha fazlasını bilmek için doğru yolda ilerliyorsun. Bir gün, eğer şansın varsa, bilinebilecek olanların hemen hemen hepsini bilme durumuna adamakıllı yaklaşacaksın. O zaman yazarsın.
Ruth'a bu büyük buluşunu hemen söyledi ve bundan duyduğu sevinç ve hayranlığı onunla paylaşmak istedi. Fakat bu sorun Ruth'u pek de o kadar sarmamış gibiydi. Bu keşfi kabul etti; okulda bunu daha önceden okuduğu anlaşılıyordu. Bu durum, Ruth'u, Martin kadar derinden heyecanlandırmamıştı. Eğer Martin, kendisi için yeni olan bu konunun, Ruth için yeni olmadığını düşünmemiş olsaydı hayret ederdi. Arthur ile Norman'ın Spencer'i okuduklarını ve gelişim teorisini kabul ettiklerini anladı. Spencer'in yine de bu onlar üzerinde derin bir etki yaratmadığını gördü, öte yandan gözlüklü, saçları karmakarışık olan delikanlı, Will Olney, Spencer'le aynı fikirde olmadığını belli eder bir şekilde alayla dudak bükerek:
166
Jack London
— Bilinmeyenden başka Tanrı yoktur, Herbert Spencer de onun peygamberidir, cümlesini tekrarladı. Ama Martin onun alay edişine aldırmadı. Zira Ol-ney'in Ruth'a aşık olmadığını anlamaya başlamıştı. Martin daha sonra ufak tefek bazı olaylardan, Ol-ney'in Ruth'a aşık olmak bir yana, üstelik ondan bayağı nefret ettiğini de anlayınca hayretten donakaldı. Bu, onun evrendeki bütün diğer fenomenlerle bağdaştırmayacağı bir fenomendi. Ama yine de bu delikanlının, Ruth'un mükemmelliğini ve güzelliğini takdir etmesine engel olan büyük yaradılış eksikliğinden ötürü, onun hesabına üzüntü duydu. Birçok pazar hep birlikte, bisikletlerle tepelere gezmeye gittiler ve Martin, Ruth'la, Olney arasındaki gerginliği bol bol görme fırsatı elde etti. Olney hep Norman'la gevezelik edip, Ruth'u Martin'le Arthur'a bırakmıştı; Martin ise bundan ötürü Olney'e son derece müteşekkirdi.
Bu pazar günleri, Martin için çok önemli günlerdi; çünkü o günlerde Ruth'la beraber oluyordu; önemliydiler, çünkü pazar günleri Martin'i, Ruth'un sınıfından olan delikanlılarla aynı mertebeye yükseltiyordu. Bu delikanlılar uzun yıllar disiplinli bir eğitim görmüş olmalarına rağmen, Martin, yavaş yavaş zihnen onlara eş bir duruma geldiğini görüyor ve onlarla konuşarak geçirdiği saatler, kendini o derece vererek çalıştığı grameri kullanması bakımından ona iyi bir pratik sağlıyordu. Martin artık görgü kitaplarını bir kenara bırakmış, yapılması gerekli olan şeyleri görerek anlamaya çalışıyordu. Kendini heyecana kaptırdığı zamanlar dışında, daima tetikte duruyor, gözlerini dört açarak, onların hareketlerine dikkat ediyor, davranış-lanndaki inceliği, zarifliği öğreniyordu.
167
Martin Eden
Martin'in şaşkınlığa düşmesine sebap olan bir şey de Spencer'i pek az kimsenin okuyor olması idi. Kütüphanedeki masada oturan adam:
— Herbert Spencer, dedi. Evet, büyük bir kafadır. Ama adamın bu büyük kafanın içindekileri pek bildiği yoktu. Bir akşam yemekte, Mr. Butler da oradayken, Martin konuşmayı Spencer'e getirdi. Mr. Morse, İngiliz filozofunun bilinemezciliğini acı acı suçladı, ama "İlk Prensipler"i okumamış olduğunu da itiraf etti; öte yandan Mr. Butler, Spencer'e tahammülü olmadığını, ondan bir satır bile okumadığını, ama Spencer olmadan da işlerinin bal gibi yolunda gittiğini söyledi. Martin'in kafasında birtakım şüpheler uyandı; eğer karakteri daha zayıf olsaydı, o da genel fikri kabul eder ve qoktan Herbert Spencer'den vazgeçerdi. Ama o, Herbert Spencer'in sorunları açıklayış şeklini akla yakın buluyor ve Herbert Spencer'den vazgeçmenin, bir denizcinin pusulasıyla, kronometresini atmasıyla aynı şey demek olduğunu düşünüyordu. Böylece Martin, kendini tamamıyla gelişim teorisi çalışmalarına verip, konuyu gitgide daha iyi öğrendi ve binlerce bağımsız yazarın kendisine yardımcı olan tanıklığıyla daha çok ikna oldu. Çalıştıkça, gözlerinin önünde henüz keşfetmediği daha çok bilgi alanları açıldı ve günlerin yirmi dört saat oluşu, Martin'in devamlı şikayet konusu haline geldi.
Böylece günlerin çok kısa oluşu yüzünden, matematikle, geometriyi bir kenara bırakmaya karar verdi. Trigonometriye başlamamıştı bile. Sonra çalışma programından kimyayı da kaldırdı, geriye yalnız fiziği bıraktı.
Ruth'a kendini savunmak için:
168
Jack London
— Ben uzmanlaşmıyorum, dedi. uzmanlaşmaya da niyetim yok. Herhangi bir insanın bütün hayatı boyunca ancak ufacık bir kısmını elde edebileceği bir sürü uzmanlık alanı var. Ben genel bilgiler elde etme yolunda yürümeliyim. uzmanların alanları içine giren bilgilere ihtiyacım olduğu zaman onların kitaplarına baş vururum.
Ruth:
— Ama bu, bilgiye kendin sahip olmana benzemez, diye itiraz etti.
— Bu bilgiye sahip olmaya lüzum yok ki. uzmanların eserlerinden faydalanırız biz. uzmanlar, biz onlardan faydalanalım diye uzmanlaşıyor. Buraya geldiğimde baca temizleyicileri bacayı temizliyorlardı. Onlar da uzman, işlerini bitirdikleri zaman sen kendin baca temizleme hakkında, ya da bacalar hakkında bir şey bilmemene rağmen, temizlenmiş bacalara kavuşacaksın ve bu hoşuna gidecek.
— Korkarım ki, sen kendine zoraki bir mazeret bulmaya çalışıyorsun.
Ruth böyle diyerek Martin'e soran gözlerle baktı. Martin onun bakışlarında ve tavrında bir sitem bulunduğunu hissetti. Ama kendisinin haklı olduğuna emindi.
— Aslında bütün düşünürler, dünyanın en büyük kafaları bile, uzmanların çalışmalarından faydalanırlar. Herbert Spencer böyle yaptı. Genellemesini birçok araştırıcının buluşlarına dayanarak yaptı. Bütün bu araştırıcıların yaptıklarını kendi başına yapmaya kalksaydı bin ömürlük bir hayat yaşaması gerekirdi. Darwin de öyle. Çiçek yetiştirenlerle, sığır yetiştiricilerin
169
Martin Eden
elde etmiş oldukları bütün bilgilerden faydalandı. Olney:
— Sen haklısın, Martin, dedi. Sen ne yapmak istediğini biliyorsun, Ruth bilmiyor. O canının ne istediğini bile bilmiyor.
— Evet, diye Ruth'un itirazını daha evvelden karşılayarak acele acele devam etti; biliyorum, sen buna genel kültür diyeceksin. Ama eğer genel kültür elde etmek istiyorsan, o zaman ne öğrendiğinin önemi yok. İstersen Fransızca çalış, istersen Almanca, istersen ikisine de boş ver, otur Esperanto öğren, yine de içerik itibariyle, kültür elde etmiş olursun. Hiç işine yaramamasına rağmen aynı amaçla, Latince yahut Yunanca da çalışabilirsin. Ama yine de kültür sahibi olursun. Örneğin, Ruth Sakson dilini çalıştı, adamakıllı da öğrendiydi, iki yıl önce yani, ama şimdi bundan aklında kalan tek şey, "Wan that Sweet Aprile with his schowers soote" dizesinden ibaret, böyleydi, değil mi dize?
Ruth'un sözünü ağzına tıkamak için tekrar güldü ve:
— Ama yine de sana bir kültür ruhu verdi, işte. Biliyorum. Çünkü aynı sınıflarda okuduk.
Ruth:
— Ama sence, kültür bir amaca hizmet etmeliy-miş gibi bahsediyorsun ondan, diye bağırdı. Gözleri alev alev yanıyordu, yanaklarına da hafiften renk gelmişti. Kültürün kendisi bir amaçtır.
— Ama Martin bunu istemiyor ki.
— Sen nereden biliyorsun?
170
Jack London
Olney, Martin'e dönerek:
— İstediğin nedir, Martin? diye sordu.
Martin son derece sıkıldı ve Ruth'a rica dolu gözlerle baktı.
Ruth:
— Evet, ne istiyorsun Martin? diye sordu, sorunu bu çözecek.
Martin bocalayarak:
— Evet, dedi, tabi ki kültür istiyorum, ben güzelliği severim, kültür de güzelliği daha iyi, daha mükemmel bir şekilde değerlendirmeme yardım eder.
Ruth başıyla doğrulayıp, muzaffer bir şekilde baktı.
Olney:
— Saçma, diye cevap verdi, saçma olduğunu sen de biliyorsun. Martin meslek istiyor, kültür değil. Onunkisinde kültür tesadüfen mesleğiyle ilgili bir durum gösteriyor. Eğer Martin bir kimyager olmak isteseydi, kültüre ihtiyaç kalmayacaktı. Martin ise yazmak istiyor, ama seni haksız çıkarmamak için söylemek istemiyor bunu.
Devam ederek:
— Peki Martin neden yazmak istiyor? Çünkü, Martin servet içinde yüzmüyor. Sen kafanı neden Sakson-ca ve genel kültürle dolduruyorsun? Çünkü hayatta kendi yolunu kendin açmak zorunda değilsin. Bu işi babacığın yapıyor. Elbiseni, her şeyini o alıyor senin. Senin, benim, Arthur'un ve Norman'ın, hepimizin kültürü ne işe yarıyor, söylesene bana? Hepimiz kültüre boğulmuşuz, ama babacıklarımız yarın ölse, öbür gün
171
Martin Eden
hepimiz, öğretmen olabilmek için sınavları aşındırmaya başlarız. Senin elde edebileceğin en iyi iş, olsa olsa bir kasaba, öğretmenliği, ya da bir kız yatılı okulunda müzik öğretmenliği olurdu, Ruth.
Ruth:
— Acaba sen ne yapardın? diye sordu. Doğru dürüst hiçbir şey. Alelade bir işte çalışır, belki günde bir buçuk dolar kazanabilirdin, sonra belki de Hanley'in özel dershanesine öğretmen olarak girer, dikkat et, belki diyorum, haftasında da aşırı yeteneksizlikten dolayı kapı dışarı edilirdin.
Tartışmayı yakından takip eden Martin, Olney'in haklı olduğuna inandığı halde, Ruth'a davranışındaki sertlikten dolayı ona kızdı. Onları dinlerken kafasında yepyeni bir aşk anlayışı şekillendi. Aşkın yargılamayla hiç ilgisi yoktu. Sevdiği kadının doğru veya yanlış yargı yürütmesinin önemi yoktu. Aşk yargıların üstündeydi. Eğer Ruth, Martin'in meslek sahibi olma zorunluluğunu daha az takdir etseydi bile, Martin'in sevgisinde bir azalma olmazdı. Ruth ne düşünürse düşünsün sevgiye layıktı; kafasındaki düşüncelerin, sevilmesine hiçbir etkisi yoktu.
Dostları ilə paylaş: |