Masanın üstündeki çalar saat, tıkırtısına devam ediyordu, ama yüzü kollarının arasına gömülü olan Martin Eden bunu işitmedi. Hiçbir şey duymadı. Hayattan öylesine uzaklaşmıştı ki, tıpkı yıllar önce, Sekizinci Sokaktaki köprü üzerinde bayıldığı gibi bayılmıştı. Bir dakika kadar karanlık, mutlak bir karanlık hakim oldu her şeye. Sonra sanki mezardan kalkıyor gibi, gözleri alev alev, yüzü ter içinde ayağa fırladı ve bağırmaya başladı:
— Yedim seni Peynir Surat! On bir yıl sürdü; ama yedim seni!
Dizleri titriyordu, başı döner gibi oldu, yatağın kenarına çöküp, geriye yaslandı. Hala geçmişin pençesinden kurtulamamıştı. Şaşırmış, korkmuş bir halde gözlerini odanın içinde gezdirip çevresine bakınarak nerede bulunduğunu anlamaya çalıştı; sonunda, köşede duran yazılar yığınını görünce, hafızasının tekerlekleri onu hızla içinde yaşadığı zamana döndürdü. Ayağa kalktı ve aynadaki görüntüsünün karşısına geçti. Vakur bir şekilde:
— İşte Martin Eden, sen çamurların içinden böyle çıktın, dedi. Şimdi yüzünü yıka, bütün hayatın yaptığı gibi, omuzlarını yıldızlara vererek, var olan bütün kuv-
206
Jack London
vetlerden en yüksek hazineyi söküp al ve bırak maymunla kaplan, birbirini yesin!
Kendine daha yakından baktı ve güldü.
— Birazcık histeri krizi ve melodram, ha? diye sordu. Aldırma, boş ver. Peynir Surat'ı nasıl yediysen, editörleri de öyle yersin, isterse on bir değil, iki kere on bir yıl sürsün. Burada duramazsın. Devam etmen gerek. Bu kavganı sonsuza kadar sürdürmek zorundasın, biliyorsun.
207
XIV
Gündelik hayata ilişkin gelişmeler arttıkça insanoğlu tembelleşmektedir. Gündoğumundaki tatlı uykusunu çalar saatle çözmeye çalışan insanoğlu ne de çok tembelleşmişti. Çalar saatin ötüşü müdür insanı uyandıran, yoksa bilinçaltı mıdır insanı saatin çalgı-sıyla buluşturan? Saatin seriye bağlanmış ötüşüyle birlikte Martin uykusundan sıçrayarak uyandı. Sanki uykuların en güzelini uyuyordu da gaiplerden bir ses onun beynini, kulaklarını tırmalayıp zorla ayağa kalkmasını istedi. İşte Martin'in uyanışı da böylesine ani oldu. Bu ani uyanışı, bünyesi onunki kadar dayanıklı olmayan başka biri yapsa mutlaka başına ağrılar girerdi. Martin, çok derin uyuduğu halde, bir kedi gibi hemencecik uyanıverdi; beş saatlik bilinçsizlik halinin geçmiş oluşundan ötürü memnunluk duyarak, istekli bir şekilde kalktı, uykunun kendisini içine attığı o derin bilinçsizlik halinden nefret ediyordu. Yapılacak, yaşanacak o kadar çok şey vardı ki. uykunun, hayatından çaldığı bir dakikayı bile çok görüyordu; daha çalar saat susmadan o, banyosuna girmiş, soğuk suyun bedenine çarparak zihnine şaplak atması, sinirleri üzerinde hafiften ürperti yaratmaya başlamıştı bile.
209
Martin Eden
Bedeni bütün bütün uyanmış, yeni başlayan güne içten içe merhabayı göndermişti; ne var ki Martin'in uygulayacak bir programı kalmamıştı. Ne çalışmasını isteyen bitmemiş bir öykü, ne de anlatılmayı bekleyen yeni bir öykü vardı. Gece geç vakitlere kadar çalışmış, bitirmesi gereken yazıların son halini kontrol ettikten sonra yatmıştı, şimdi ise kahvaltıya az bir vakit vardı. Fiske'den bir paragraf okumak istedi, ama beyninin içi huzursuzdu, kitabı kapadı. Huzursuzluğun insanı beklentiler ve hayata karşı mutsuz ettiğini düşündü. Bugün, yeni bir savaş başlıyordu, bu dönem içinde bir süre yazı yazamayacaktı. İnsanın evinden ve ailesinden ayrılırken duyduğu üzüntüye benzer bir üzüntü duydu. Köşede durmakta olan el yazılarına baktı, çaresiz bir çocuk gibi öylece bakmaya devam etti. üzüntüsünün sebebi buydu. Onlardan, hiç kimsenin iyi karşılamadığı, lekeli, zavallı çocuklarından ayrılacaktı. Gidip, yazılarını karıştırmaya, en sevdiği yerlerini okumaya başladı. "Çömlek" adlı öyküsüyle, "Serüven"i yüksek sesle okudu. En çok beğendiği öyküsüyle bir gün önce bitirip de pul olmadığı için bir kenara attığı, son çocuğu "Sevinç" oldu.
Kendi kendine konuşmaya başladı.
— Anlayamıyorum, diye mırıldandı. Ya da belki de editörler anlamıyordur. Nesi var bu öykünün? Her ay bir sürü öykü basıyorlar, bastıklarının hepsi de bundan daha kötü şeyler, hemen hemen hepsi.
Kahvaltıdan sonra yazı makinesini kutusuna koyup Oakland'a götürdü.
Mağazadaki memura:
— Yazı makinesi için size bir aylık kira borcum
210
Jack London
var, dedi. Ama müdüre söyleyin, bir ay kadar bir yerde çalışacağım, o zaman gelir öderim.
Bir feribota atlayıp, San Francisco'ya geçti, iş ve işçi bulma bürosuna gitti. Memura:
— Hangi iş olsa yaparım, dedi. Mesleğim yok. Bu sırada kibarlığa özenen işçilerin giyindikleri gibi züppece giyinmiş yeni gelen biri, sözünü tamamlamasına engel oldu. Memur, başını ümitsiz bir tavırla salladı.
Yeni gelen adam:
Bana bugün mutlaka bir işçi lazım! diyerek döndü ve Martin'e baktı; bakışa bakışla karşılık veren Martin, adamın zayıf, yakışıklı, rengi uçmuş, iyice şişmiş yüzünü görünce, onun esaslı bir gece geçirmiş olduğunu anladı.
Diğer adam:
— İş mi arıyorsun? diye sordu. Ne iş yaparsın?
— Ağır iş yaparım, denizcilikten anlarım, daktilo yazarım, kıçım eğer tutar, steno bilmem ve ne iş olursa olsun yapar, hakkından gelirim.
Diğer adam başını salladı.
— Fena değil. Benim adım Dawson, Joe Dawson; çamaşırhanede çalışacak birini arıyorum.
Martin:
— Bu iş bana göre değil", dedi.
Martin, kadınların giydiği yumuşacık, beyaz şeyleri ütülediğini aklına getirdi; tuhaf olurdu. Ama öbüründen oldukça hoşlanmıştı.
— Ama belki yıkama işini kıvırabilirim, diye ekledi. Bu kadarını denizde öğrendim.
211
Martin Eden
Joe Dawson kısa bir süre düşündü.
— Bana bak, dedi. Gel anlaşalım da, şu işe bir şekil verelim. Dinlemeye niyetin var mı?
Martin başını salladı.
— Bu, kasabadaki küçük bir çamaşırhane, Sheliy Hot Springs Oteli var ya, işte o otelin çamaşırhanesi. İşleri iki kişi yapar; bir ustayla, bir yardımcı, usta benim. Sen, benim hesabıma çalışmayacaksın, ama benim emrimde çalışacaksın. Nasıl, canın öğrenmek istiyor mu?
Martin biraz düşününce, iş görünüşte ümit verici, çekici geldi. Bu işte bir iki ay çalışırsa, kitaplarıyla uğraşmak için bol bol vakte sahip olurdu. Hem işinde sıkı çalışabilir, hem de kitaplarının üstüne düşebilirdi.
Joe:
— Ayrıca iyi bir yemek ve sana ait bir oda veririm, dedi.
Bu konuyu hemen kafasında çözdü. İşin en güzel yanı, gece geç vakitlere kadar rahatsız edilmeden çalışabileceği bir odası olmasıydı.
Adam devam etti:
— Ama cehennem gibi bir çalışma vardır. Martin, şişkin omuz adalelerini okşayarak:
— Bunlar ağır işte çalışmaktan oldu, dedi.
— Öyleyse hadi bakalım.
Joe, elini bir an başına götürdü.
— Off, amma da başım dönüyor. Etrafı bulanık görüyorum. Dün gece o bar senin, bu bar benim dolaştım, her şeyi yaptım, her şeyi. Ha, işe gelince, iki
212
Jack London
kişiye verdikleri ücret yüz dolarla yatacak yer. Ben altmış dolara çalışıyorum; öbür adam da kırk dolara çalışıyordu. Ama o, işi biliyordu. Sen acemisin. Seni işe aldım mı, başlangıçta senin yapman gereken işin çoğunu ben yapmak zorunda kalacağım. Otuz dolarla başlasan nasıl olur? Sonra çalışarak kırk dolara yükselirsin. Ben sözümde dururum. Kendi payına düşen işi yapabildiğin gün, kırk doları alırsın. Martin elini uzatarak:
— Kabul, dedi.
Öbürü de Martin'in uzattığı eli sıktı. Martin sordu:
— Avans veriyor musun? Tren bileti gibi şeyler için?
Joe elini tekrar ağrıyan başına götürerek:
— Bütün paramı yedim, diye üzüntüyle cevap verdi. Cebimde sadece dönüş bileti kaldı.
— Pansiyon kiramı ödedikten sonra, ben de meteliksiz kalıyorum.
Joe:
— Atlat gitsin, diye fikir verdi.
— Yapamam. Kız kardeşime ödeyeceğim. Joe'nun kafası karışmıştı; uzun bir ıslık çaldı ve
Martin'in ne demek istediğini anlamak için kafasını boş yere zorladı.
ümitsizlik içinde:
— Bir, iki kadeh içki parası var cebimde, dedi. Hadi gel, belki bir şeyler düşünürüz.
Martin yanaşmadı.
— İçmez misin?
213
Martin Eden
Bu defa Martin evet gibilerden başını salladı, Joe ona büyük bir üzüntüyle:
— Keşke ben de içmeseydim, dedi. Sonra daha az üzüntülü bir şekilde:
— Ama yapamıyorum, işte, diye ekledi. Bütün hafta deli gibi çalıştıktan sonra, gidip içiyorum. Eğer içmesem ya gırtlağımı keserim, ya da sağı solu yakarım. Ama senin içmemen hoşuma gitti. Hep öyle kal.
Bu adamla kendisi arasındaki derin farkın bilincinde olan Martin, bu farkı kitapların oluşturduğunu da biliyordu. Ama uçurumu aşıp, geriye dönmek Mar-tin'e hiç zor gelmedi. Bütün hayatınca isçi sınıfının dünyasında yaşamıştı; çalışmak ona çok doğal geliyor, Martin işi bir arkadaş olarak kabul ediyordu. Taşınma problemini çarçabuk çözüverdi; diğeri, ağrıyan başıyla çözememişti. Sandığını Shelly Hot Springs'e Joe ile yollayacaktı; onun nasıl olsa tren bileti vardı. Kendisine gelince, onun da bisikleti vardı. Yetmiş mil uzaklıktaydı; pazar günü bisikletine atlar gider, pazartesi sabahı işe başlamaya hazır olurdu. Bu arada eve dönüp, eşyasını toplaması lazımdı. Veda edecek kimsesi yoktu. Ruth'lar uzun yaz mevsimini, ailece, Sierra dağlarındaki Tahce Gölünde geçirmekteydiler.
Pazar akşamı toz toprak içinde Shelley Hot Springs'e yorgun bir şekilde vardı. Joe, onu coşkun bir şekilde karşıladı. Ağrıyan alnına ıslak bir havlu sarmış, sabahtan akşama kadar çalışmıştı.
— Ben, burda olmadığım için geçen haftanın çamaşırlarının bir kısmı da yığılmış, diye açıklama yaptı. Kutun sapasağlam geldi. Odada. Ama buna sandık demek için bin şahit ister. Ne var içinde Allah aşkına?
214
Jack London
Altın külçeleri mi?
Martin, eşyalarını açarken O da yatağın üstüne oturdu. Bu kutu, içine sabah kahvaltısı konmak üzere hazırlanmış bir kutuydu ve Martin bunu Mr. Higginbot-ham'dan yarım dolara satın almıştı. Kutunun iki tarafına ipten, tutanaklar çivileyince, teknik olarak, bagaja alınmaya müsait bir sandık meydana gelmişti. Kutunun içinden, birkaç gömlek, bir sürü iç çamaşırı, ondan, sonra da durmadan kitap çıktığını görünce, Joe'nun gözleri fal taşı gibi açıldı.
— Dibine kadar kitapla mı dolu? diye sordu.
Martin, başıyla evet dedi ve kitapları, odada lavabo görevi gören bir mutfak masasının üzerine yığmaya devam etti. Joe:
— Vay canına, dedi. Ve kafasında bir monolog yaptı; bir an söyleyeceği şeyi düşündü, sonra:
— Şey, sen kızlara düşkün değilsin, değil mi? diye sordu,
Martin:
— Hayır, diye cevap verdi. Kendimi kitaplara vermeden önce epey kız peşinde dolaştım. Ama kitaplara düştüğümden beri vaktim olmuyor.
— Burada da pek zamanın olmayacak. Ancak çalışıp, uyumaya vakit bulabileceksin.
Martin, gecede beş saat uykusu olduğunu düşünerek gülümsedi. Odası, suyu pompalayan, elektrik sağlayan, çamaşırhanedeki makineleri çalıştıran motorun bulunduğu binada ve çamaşırhanenin üstündeydi. Bitişik odada kalan makinist, yeni gelen yardımcıya hoş geldin demek için odaya damladı ve masanın üzerinde yatağın tepesine sallandırdıkları uzatma tele
215
Martin Eden
ampul takmakla uğraşan Martin'e yardım etti.
Martin ertesi sabah altıyı çeyrek geçe, saat yediye çeyrek kala verilen kahvaltıya inmek için odasından çıktı. Çamaşırhanenin bulunduğu binada, hizmetçilere özgü bir banyo teknesi vardı. Martin soğuk suyla banyo yaparken Joe ürperdi.
Otelin mutfağında, bir köşede kahvaltıya oturdukları sırada Joe:
— Sen demir gibi adammışsın be, dedi.
Sofraya makinist, bahçıvan, bahçıvan yardımcısı ve ahırda çalışan iki, üç adam da onlarla birlikte oturdu. Kahvaltılarını hızlı hızlı, sıkıcı bir hava içinde, hemen hiç konuşmadan atıştırdı bu adamlar. Martin bir yandan yiyip, bir yandan da onları incelerken, kendisinin bunların durumundan ne kadar ileriye gitmiş olduğunu anladı. Bunların beyinlerinin ufacık çapı, onu sıkıyordu; Martin bir an evvel onlardan kurtulmak istedi. Gönül bulandırıcı, pis bir işmiş gibi, kahvaltısını onlar kadar hızlı yiyerek kalktı ve mutfağın kapısından çıkınca derin ve rahat bir nefes aldı.
Burası buharla çalışan, gayet iyi donatılmış bir çamaşırhaneydi; buradaki modern makineler, bir makinenin görebileceği hemen her işi görüyordu.
Birkaç defa nasıl yapacağı gösterildikten sonra, Martin kirli çamaşır yığınlarını çeşitlerine göre ayırdı, bu arada da Joe çamaşır makinesinin dövücüsünü çalıştırıp, makineye yeniden, keskin birtakım kimyasal maddelerden yapılmış bir miktar yumuşak sabun koydu; sabunun içindeki maddelerin keskinliğinden dolayı da, yüzünü gözünü, ağzını burnunu havlulara sarmış, bir mumyaya dönmüştü. Martin, çamaşırları
216
Jack London
ayırma işini bitirince, yıkananları sıkmaya yardım etti. Bu iş, dakikada birkaç bin devir yapıp, suyu çamaşırlardan santifrüj kuvvetiyle ayıran bir makinede yapılıyordu. Bundan sonra Martin, arada bir çorap v.s. yi dışarı alıp, silkeleyerek, sıkıcı makineyle kurutucu makine arasında mekik dokudu. Akşamüstüne kadar, biri makineye çorapları koymaya, biri de makineden çorapları buharlı presten geçirmeye ve yığmaya devam etti; bu arada da ütüler ısındı. Ondan sonra saat altıya kadar, sıcak ütülerle iç çamaşırları ütülendi. Saat altıda Joe, şüpheli bir tarzda başını salladı:
— Daha yapacak çok iş var, dedi. Akşam yemeğinden sonra da çalışmak zorundayız.
Akşam yemeğinden sonra, kuvvetli elektrik ışığı altında, son iç çamaşırı da ütülenip, dağıtım odasına konuncaya kadar çalıştılar; saat on olmuştu. Sıcak bir Kaliforniya gecesiydi; pencereler ardına kadar açılmış olmasına rağmen, sıcaklıktan kıpkırmızı olmuş ütü sobaları odayı fırına çevirmişti. Martin'le Joe, ta iç çamaşırlarına kadar, terden sırılsıklam bir halde, nefes almakta güçlük çekerek soluyorlardı.
İşlerini bitirdiklerinde Martin:
— Tropiklerde şilep yüklemeye benziyor, dedi. Joe:
— Başaracaksın, diye cevap verdi, işe iyi sarılıyorsun, aferin. Eğer böyle gidersen, sadece bir ay alırsın otuz doları. İkinci ay kırk dolarına kavuşursun. Ama bana daha önce ütü yapmadım deme. Ben anlarım.
Martin:
— Bugüne kadar bir bez parçası bile ütülemedim,
217
Martin Eden
diye itiraz etti.
Odasına gelebildiğinde, sabahtan beri ayakta olduğunu, on, dört saattir durmadan çalıştığını unutup, bu kadar yorgun oluşuna hayret etti. Saatini sabahın altısına kurdu ve altıdan geriye doğru beş saat sayınca, biri buldu. Saat bire kadar okuyabilirdi. Şişen ayaklarını rahatlatmak için ayakkabılarını sıyırıp çıkardı ve kitaplarını alıp, masasına oturdu. Fiske'yi alıp, iki gün evvel kaldığı yeri açarak okumaya başladı. Ama ilk paragrafı anlamakta güçlük çekip baştan, aldı. Sonra, pencereden giren rüzgarın üşütüp, katılaştırdığı adalelerinin ağrısıyla uyandı. Saate baktı, ikiyi gösteriyordu. Dört saatten beri uyumaktaydı. Elbiseleri çıkarıp, yatağa girdi ve daha yastığa başını koyar koymaz uyudu.
Ertesi gün de aynı şekilde çok çalışmak zorunda kalmışlardı. Martin, Joe'nun çalışma hızına hayran oldu. Ölesiye çalışıyordu Joe. Büyük bir uyum içinde çalışıyor, bir dakikasını bile israf etmiyordu. Kendini tamamıyla çalışmaya ve vakit kazanma yöntemleri keşfetmeye vermişti. Bu arada Martin'e de, onun beş harekette yaptığı şeyin, üç; üç harekette yaptığının da iki harekette yapılabileceğini gösteriyordu. Martin de onu gözleyip, aynı yöntemi uygularken bunu, "Hareket israfından kurtulma" diye ifade etti kendi kendine. Martin de iyi bir işçiydi; eli çabuk ve becerikliydi. Öteden beri de, hiçbir işçinin kendi çıkardığı işi, ya da daha fazlasını çıkaramayacağı ile övünürdü. Bu yüzden, iş arkadaşının uyarış ve öğütlerini büyük bir hırsla yerine getirerek, o da tıpkı Joe gibi, bir tek amaçla kendini işine verdi. Yaka ve kolların çift katları arasındaki kolayı, gömlekler ütülenmeye geldiğinde kabarcık kalmaması için silip çıkarıyordu ve bunu öyle hızlı yaptı ki,
218
Jack London
Joe'nun övgüsünü kazandı.
Yapılacak şey kalmadığında bile boş durmadılar. Joe, hiçbir şeyi beklemiyor, bir işten ötekine koşarak iş yaratıyordu. Bir tek hareketle, gömleğin yaka kenarı, iki omuz arasındaki parça ve kol yenleri ile göğüs kısmı yakalanıp, sağ elin kavisli bir hareketiyle çıkıntı meydana getirecek şekle koyulmak suretiyle iki yüz gömlek kolalandı. Sağ el, gömleğin bu kısımlarını bir tek hareketle sıcak kolanın içine batırırken, sol el de kola bulaşmasın diye, gövde kısmını yukarıda tutuyordu. Kola öyle sıcaktı ki, gömleğin kolaya batırılan kısımlarını sıkıp fazla kolayı akıtabilmek için ellerini her seferinde, soğuk suyla dolu bir kovaya sokmak zorunda kalıyorlardı. O gece hanımların süslü, gösterişli çamaşırlarını, "fantezi kola" yaparak on buçuğa kadar çalıştılar.
Martin gülerek:
— Bana kalırsa, en iyisi tropiklerde çalışıp, hiç elbise giymemek, dedi.
Joe ciddi bir tavırla:
— O zaman ben işsiz kalırım, diye cevap verdi. Çamaşırhane işinden başka bir şey bilmem ben.
— Ama bunu da iyi biliyorsun.
— Mecburen. On bir yaşımdayken Oakland'da, Contra Costa'da başladım bu işe; o zaman, buharlı prese girecek çamaşırları düzeltiyordum. On sekiz sene geçti aradan. Bu arada başka hiçbir iş yapmadım. Ama buradaki iş yok mu, şimdiye kadar yaptıklarımın en zorlusu. Bu iş için hiç değilse bir kişi daha lazım. Yarın gece de çalışıyoruz. Buharlı presi hep Çarşamba geceleri çalıştırırız yakalarla kol yenleri de o güne kalır.
219
Martin Eden
Martin, yine çalar saatini kurdu, masasının başına geçip, Fiske'yi açtı. İlk paragrafı bile bitiremedi. Satırlar bulandı, karıştı ve başı önüne düştü. Kalkıp, dolaşmaya ve yumruklarıyla başını şiddetle sarsmaya başladı, ama uykunun verdiği rehaveti bir türlü üstünden atamadı. Kitabı önüne çekip, arkasına bir destek koyarak dikti, parmaklarıyla göz kapaklarını açtı ve o durumda okumaya çalıştı. Sonunda uykuya teslim oldu ve ne yaptığını pek bilmeden, elbiselerini çıkarıp yatağa girdi. Yedi saat horul horul uyudu, çalar saat onu uyandırdığında da hala uykusunu almamış olduğunu hissetti.
Joe:
— Çok okuyor musun? diye sordu.
Martin, hayır gibilerden başını iki yana salladı.
— Boş ver. Bu gece buharlı presi çalıştıracağız, ama perşembe günü saat altıda bitiririz işi. O zaman belki okumaya fırsat bulursun.
O gün Martin tepesinden bir demir çubuğa tutturulmuş ve bir silindirin ucuna geçirilmiş bir vagon, tekerleğinin göbeği ile büyük bir varilin içinde yünlüleri yıkadı.
Joe, gururla:
— Bunu ben icat ettim, dedi. Bir sürü şeyi bir anda yıkar ve haftada en aşağı on beş dakika kazandırır. Burada da on beş dakika hiç küçümsenmemelidir.
Gömlek yakalarıyla, kol yenlerini buharlı presten geçirmek de Joe'nun fikriydi. O gece elektrik ışıkları altında terlerlerken, Joe açıkladı.
— Bunu, bu çamaşırhaneden başka hiçbir yerde bulamazsın. Cumartesi günü saat üçe kadar insan öl-
220
Jack London
se, bitiremez bunları başka türlü. Ama nasıl bitirileceğini biliyorum ben. İşte fark da burada zaten. Gerekli olan buhar ve sıcaklığı elde edip, ara sıra presin altına sokmaktan ibaret. Şuna bak! Joe, kol yenlerinden birini yukarı kaldırdı. Hiç kimse elle, ya da ütü tahtası üzerinde daha iyisini yapamaz bunun.
Perşembe günü Joe, öfkeden kudurdu. Bir çıkın dolusu daha "fantezi kolalı" çamaşır gelmişti.
— Bırakacağım bu işi, dedi. Dayanamayacağım artık. Hemen bırakacağım. Nedir yani böyle bütün hafta esir gibi çalışmamın faydası? Ben çalıştıkça, dakikaları bile israf etmemeye çalıştıkça, onlar durmadan üzerime fazla iş yığıyorlar. Şişko Hollandalı'ya hakkında, ne düşündüğümü söyleyeceğim. Hem de Fransızca söyleyeceğim ona. Resmen Amerikanca söyleyeceğim. Amerikanca da yeter bana. Bu ek fantezi kolalarla sömürdüğünü söyleyeceğim!
Bir dakika geçmeden, fikrini değiştirip, kaderine razı olarak:
— Bu gece çalışmamız lazım, dedi.
Martin o gece de hiçbir şey okuyamadı. Bütün hafta bir tek gazete okumamıştı, canı okumak da istememişti; buna kendi de hayret etti. Haberler onu ilgilendirmiyordu. O kadar yorgundu ki, canı hiçbir şey istemiyordu; ama yine de eğer cumartesi günü saat üçe kadar işlerini bitirebilirse, bisikletine atlayıp Oak-land'a inmeye karar verdi. Oakland, yetmiş mil uzaktaydı. Pazar akşamı dönüşte de bu yetmiş millik yolu alınca, geceyi ancak pazartesi günü işe taze kuvvetle sarılabilmek için dinlenerek geçirebilirdi. Trenle gitmek daha rahattı, ama gidiş dönüş iki buçuk dolar tutuyordu. Halbuki o, para biriktirmek niyetindeydi.
221
XV
Bir çamaşırhanede çalışma işi tek başına kapsamlı bir iştir. Aynı yönde gözüken ama bir sürü farklılığı içinde barındıran kapsamlı bir iş. Tek bir iş yapacağı ümidiyle işe başlayan Martin çamaşırcılık işinin çeşitli, yeni bölümlerini de öğrendi. Çalışma tempoları ise insanlara özgü değildi. Örneğin ilk hafta, bir akşamüstü Martin'le Joe, İki yüz beyaz gömleğin hakkından geldiler. Joe, çelik bir tele asılı, bol su veren sıcak bir ütü sistemi kullanarak yakaları, manşetleri ve yaka altlarını ütüledi; yaka altlarını ütülerken, bunları gömlekle bir dik açı meydana getirecek şekilde tutuyor ve gömleğin göğüs kısmına son ütüyü vurarak parlatıyordu. Joe, işini bitirir bitirmez, gömlekleri, Martin'le kendi arasında duran bir tahtanın üstüne fırlatıyor, Martin de bunları havada yakalayıp geri kalan yerleri tamamlıyordu. Bu iş de gömleğin kolalanmamış kısımlarını ütülemekten ibaretti.
Bu iş, saatlerce büyük bir hızla yapılıyor ve çok yorucu oluyordu. Dışarıda, otelin geniş verandalarında ise, serin beyaz elbiseleri içinde erkeklerle kadınlar, buzlu içkilerini yudumlayıp, kan dolaşımlarının hızını hafifletiyorlardı. Halbuki, çamaşırhanenin havası
223
Martin Eden
bunaltıcıydı. Koskoca soba, gümbür gümbür yanıyor, önce kıpkırmızı bir hal alıyor, sonra da akkor haline geliyor; öte yandan nemli kumaşlar üzerinde gezinen ütüler havaya buhar bulutları kaldırıyordu. Bu ütülerin sıcaklığı, ev kadınlarının kullandığı ütülerin sıcaklığından farklıydı. Genelde yapıldığı gibi, ıslak bir parmakla sıcaklığı denenebilen bir ütü, Joe veya Martin, için çok soğuk demekti, böyle denemelere ihtiyaçları da yoktu onların. Onlar sadece ütüyü yanaklarına yaklaştırıp, sıcaklığı, anlaşılmaz bir zihni yolla ölçüyorlardı; Martin, hayran olduğu bu işi bir türlü anlayamıyor-du. ütüler, gerektiğinden daha sıcak olursa, bunları demir çubukların ucuna takıp soğuk suya daldırıyorlardı. Bu iş de ölçüyü büyük bir kesinlikle ve ustaca kararlaştırma yetisini gerektiriyordu, ütünün suda, saniyenin yarısı kadar bir zaman fazla kalması demek, sıcaklığın istenilen kıvamının kaybolması demekti. Martin, bu işte kazandığı inceliğe hayret ediyordu, makine gibi, yanılmaz birtakım ölçüler üzerine kurulmuş, otomatik bir incelikti bu.
Ama şaşırmak için bile zamanı yoktu. Martin, bütün dikkatini işi üzerinde toplamıştı. Kafasıyla, elleriyle durmaksızın çalışan, bilgili bir makineydi sanki; onu insan yapan bütün yetilerini bu bilgiyi sağlamaya vermişti. Beyninde, evrene ve evrenin zorlu sorunlarına yer yoktu. Zihninin bütün, geniş ve açık koridorları kapanmış, lehimlenip mühürlenmişti. Yankılarla dolu o geniş ruhu, dar bir oda, bir kaptan kulesi halini almıştı; kolu, omuz adaleleri ve on çevik parmağı bu kuleden yönetiliyor ve hızla hareket eden ütü, buharlı yolu üstünde geniş, yalar gibi hamlelerle ve her hamlede gerekli olandan bir milim bile fazla kaçmamak
224
Jack London
şartıyla, tezgahın üstündeki, ardı arkası gelmeyen gömlek kolları, ardı arkası gelmeyen gömlek yanları, gömlek sırtları, gömlek etekleri üzerinde tek buruşuk yapmadan atılıyor, atılıyordu. Hatta aceleci ruhu, sendelediği zaman bile, ütü bir başka gömleğe uzanıyordu. Dışarıdaki bütün dünya, tam tepeye çıkmış Kaliforniya güneşinin altında baygınlık geçirirken, o, saatlerce böyle çalışmasına devam etti. Ama onların bulunduğu da yanılamayacak kadar sıcak odada baygınlık geçiren yoktu. Verandada serinleyen konukların temiz çamaşırlara ihtiyacı vardı.
Sırılsıklam tere batan Martin, durmadan su içiyordu, ama gün öylesine sıcaktı ve çalışmadan ötürü öyle bir sıcak basıyordu ki, su vücudunun bütün yarıklarından, bütün mesamelerinden akıp gidiyordu. Denizdeyken, yaptığı iş ona, pek ender zamanlar hariç, kendi kendisiyle bol bol sohbet etme fırsatı verirdi. Geminin kaptanı, Martin'in zamanına hakimdi; ama burada otel müdürü, aynı zamanda Martin'in düşüncelerine de hakimdi. Sinirleri harap eden, vücudu yok eden bu didinmeden başka şey düşünemiyordu.
Dostları ilə paylaş: |