Martin'in düşüncesini yarım bırakarak bir soru soran Olney'e,
— Nasıl? diye cevap verdi.
— Latince çalışmak budalalığını göstermezsin, inşallah diyordum.
Ruth onun sözünü keserek:
— Ama Latince kültürden de fazla bir şeydir, dedi. Latince araçtır.
Olney ısrarla sordu:
172
Jack London
— Peki, Latince çalışacak mısın, çalışmayacak mısın?
Martin fena halde kapana kıstırılmıştı. Ruth'un, büyük bir sabırsızlıkla cevabını beklediğini görüyordu. Sonunda:
— Ne yazık ki buna zamanım olmayacak, dedi. İsterdim, ama vaktim yok.
Olney sevinçle, övünerek:
— Gördün mü, Martin'in istediği kültür değil, dedi. O bir şeye ulaşmaya, bir şey yapmaya çalışıyor.
— Oh, fakat Latince zihni çalıştırır, aklı disipline sokar. Disiplinli bir akıl Latince ile elde edilebilir. Ruth, sanki cevabını değiştirmesini bekliyormuşçasına, Martin'e ümitle baktı.
— Biliyorsun, futbol oyuncuları önemli maçlarına çıkmadan önce antrenman yaparlar. Latince de düşünür için aynı şey demektir. Zihni idmanlı kılar.
— Palavra! Bu söylediğin, bize çocukken söyledikleri şeydir. Ama o zaman bize söylemedikleri bir şey var. Onu ilerde bulmayı bize bıraktılar. Olney etkiyi arttırmak için bir an sustu, sonra ekledi:
— Bize söylemedikleri şey, her centilmen Latince çalışmaya zorunlu olduğu halde, hiçbir centilmenin Latince bilmeye zorunlu olmadığıydı.
Ruth:
— Ama bu, dürüstlük değil, diye bağırdı. Bir oyun oynamak için konuşmayı başka tarafa çevirmeye çalıştığını biliyordum, zaten.
Olney:
— Bal gibi zekice, işte, diye cevap verdi. Ama aynı
173
Martin Eden
zamanda da dürüstçe. Latince çalışmış olup da Latince bilenler sadece eczacılar, avukatlar ve Latince profesörleridir. Eğer Martin de onlardan biri olmak istiyorsa, ben tahminimde yanılmışım demektir. Ama o zaman da Herbert Spencer'i niçin okuyor? Martin Spencer'i daha yeni keşfetti, üzerine de fazla düşüyor. Neden? Çünkü Spencer onu bir yere ulaştırıyor. Spencer ne beni, ne de seni bir yere ulaştırabilir. Bizim ulaşmak istediğimiz bir yer yok. Sen günün birinde evleneceksin, ben de avukatlarla, babamın bana bırakacağı parayı işletecek olan iş ajanlarını kollayacağım.
Olney gitmek üzere kalktı, ama kapıya gelince, ayrılmadan önce bir darbe daha indirdi.
— Martini yalnız bırak Ruth. O kendi için en iyi olanı biliyor. Şu kadarcık zamanda neler yaptığına bir bak. Bazen Martin beni hasta ediyor ve kendi kendimden utandırıyor. Dünya, hayat, insanların yeri, her şey, her şey hakkında Arthur'dan da, Norman'dan da, senden de, benden de çok daha fazla şeyler biliyor; hem de bizim Latincemiz'e, Fransızcamız'a, Sakson-camız'a ve kültürümüze rağmen.
Martin şövalyevari bir davranışla:
— Ama Ruth benim öğretmenim, diye cevap verdi. Şu bir parçacık bilgimi de onun sayesinde öğrendim.
— Hadi oradan! Olney, Ruth'a kinli bir ifadeyle baktı. Zannederim, arkasından da bana, Spencer'i, Ruth'un tavsiyesiyle okuduğunu söyleyeceksin, ama kazın ayağı öyle değil. Ruth, Darwin'le, gelişim hakkında, ben Hazreti Süleyman'ın hazineleri hakkında
174
Jack London
ne biliyorsam o kadarını bilir. Geçen günkü, hani neydi canım, şu bize bahsettiğin Spencer'in bir açıklaması vardı, şu belirsiz, uygunsuz, bir cinsten olmak sorunu hani? Anlat ondan Ruth'a da bak bakalım, bir kelimesini anlıyor mu? Kültür değilmiş, gördün mü? Hadi bakalım, eğer Latince çalışırsan, Martin, sana zerre kadar saygım kalmaz.
Bütün konuşmaları ilgiyle takip eden Martin, bu tartışmada kendisini tiksindiren bir taraf olduğunu da hissetti. Bu tiksinti, bilgilerin ilk esaslarıyla, ilgili derslere, çalışmalara karşıydı ve bir okullu ruhuyla yapılan bu çalışmaları içinde onu iten büyük şeyler, hayatı bir kartalın tırnakları gibi kıvrılan parmaklarıyla kavramaya yönelten, onu kozmik heyecanların sancısıyla kıvrandırıp, bütün bunları kavramak için içindeki arzuyu yeni doğan bir bilinçle alevlendiren bir kuvvet karmaşık hale getiriyordu. Kendini, yabancı bir ülkenin kıyılarında kazaya uğramış, dili dolaşıp, kekeleyerek boş yere yeni ülkedeki kardeşlerinin barbar diliyle şarkı söylemeye çalışan, içi güzelliğin kudretiyle dolu bir şaire benzetti.
O da tıpkı öyleydi. Büyük, evrensel şeylere karşı uyanıktı, acı duyacak kadar uyanıktı, buna rağmen mektepli konulan üzerinde oyalanıp, bu konular arasında körü körüne dolaşmak ve Latince çalışması lazım mı, değil mi tartışması yapmak zorunda kalıyordu.
O gece aynasının önünde:
— Allah'ın belası Latince'nin bununla ne ilgisi var? diye sordu. Ben ölülerin mezarlarında kalmasını istiyorum. Niçin beni ve içimdeki güzellikleri ölüler yönetecekmiş? Güzellik canlı ve sonsuz bir şeydir.
175
Martin Eden
Dillerse gelip geçicidir. Ölülerden arta kalan tozdur diller.
Hemen arkasından da fikirlerini pekala ifade edebildiğini düşündü ve Ruth'un yanındayken neden aynı şekilde konuşmadığına hayret ederek yatağına girdi. Ruth'un yanındayken okullu gibi oluyordu, dili de bir okullunun diline benziyordu.
Yüksek sesle:
— Yeter ki zamanım olsun, dedi. Yalnız zamanım olsun yeter ki. Sonu gelmeyen şikayeti. Zaman! Zaman! Zamandı!
Bu Latince tartışmasından bir hayli etkilenen Martin, belki yalnızca Olney'in sözleri yüzünden olmasa bile biricik sevdası Ruth'a ve Ruth'a olan aşkına rağmen Latince çalışmamaya karar verdi. Vakit nakitti, Martin için. üstelik yapması gerekenlerin en sıradanı bile Latince'den çok daha önemliydi, Martin'i gürültücü sesleriyle çağıran, etkileyen çalışılacak o kadar çok şey vardı ki. üstelik Martin'in düzenli yazması da gerekiyordu. Yaşamak, geçinmek ve öğrenmek için para kazanmalıydı. Bugüne değin hiçbir yazısı kabul edilmemişti. Kırk kadar yazısı magazin dergilerini dolaşıp duruyordu. Diğer yazarlar nasıl yapmışlardı bu işi? Kütüphanenin okuma odasında, diğerlerinin yazdıklarını defalarca elinden geçirerek, onların yapıtlarını dikkatli bir eleştirmen gözüyle inceleyip, kendi yaz-dıklarıyla karşılaştırarak bu yazarların eserlerinin satılmasını sağlayan keşfettikleri gizli hüner acaba nedir diye düşünerek saatler geçirdi.
Martin'in sürekli kafasını kurcalayan, kanını donduran şey ölü yazıların çokluğuydu. Bu yazılarda ne
176
Jack London
bir ışık, ne bir yaşam, ne de bir renk vardı. Bunlar nefes almıyor, yaşamıyordu, ama yine de kelimesi iki sentten satılmışlardı; bini yirmi dolardan. Gazete kupürlerinde öyle yazıyordu. Renkli bir üslupla ve ustaca yazıldıklarını itiraf ettiği, fakat içinde hiçbir canlılık ve gerçeklik eseri bulunmayan kısa öykülerin sayısız denecek kadar çok oluşu onu adamakıllı şaşkına çevirdi. Hayat o kadar değişik, o derece harikulade iken, sürü sürü problemlerle, rüyalarla, kahramanlık isteyen güçlüklerle doluyken, bu öyküler sadece sıradan şeyleri anlatıyordu. Hayatın şiddetini ve baskısını hissetti; hayattaki hummayı, ter döküp, didinmeleri, vahşi isyanları... İşte bunlardı yazılması gereken şeyler! Fedailer takımının önderlerini, çılgın aşıkları, terör ve trajedinin ortasında durup, gayretlerinin kuvvetiyle hayatı çatırdatarak, şiddet ve zor altında dövüşen devleri kutlamak istedi. Halbuki magazin dergilerindeki kısa öykülerin Mr. Butler'lan, kupkuru dolar avcılarını ve sıradan insanların, sıradan ufak aşk öykülerini yüceltmek amacını güttükleri anlaşılıyordu. Acaba bu dergilerin editörleri de sıradan kimseler olduğu için mi böyle bu? diye kendi kendine sordu. Yoksa bu yazarlar, editörler ve okurlar hayattan korkuyorlar mıydı?
Ama onun asıl derdi, hiçbir editörü ve yazarı tanımıyor olmasıydı. Sadece herhangi bir yazarı tanımamış olmakla kalmıyor, aynı zamanda yazı yazmaya kalkışmış bir adam da tanımıyordu hayatta. Ona yol gösterecek, bir kelimecik öğüt verecek tek kul yoktu. Martin, editörlerin insanlıklarından şüphe etmeye başladı. Editörler, Martin'e sanki bir makinenin çarklarıy-mış gibi geldi. Evet, tamam, makine.
177
Martin Eden
Martin ruhunu öykülere, makalelere, şiirlerde döktü ve bu makineye teslim etti. Onları katlayıp katlayıp verdi, uzun zarfın içine yazılarla birlikte gerekli pulları da koyup zarfı mühürledi, dışına daha fazla pul yapıştırarak posta kutusuna attı. Zarf kıtayı baştan aşağı dolaştı ve bir zaman geçtikten sonra postacı el yazılarını, üzerinde kendi yolladığı pullar bulunan başka bir uzun zarf içinde geri getirdi, öbür tarafta iyi bir editör yoktu; sadece, yazılarını bir zarftan çıkarıp diğerine koyan, üstüne pul yapıştıran, ustalıkla bir araya getirilmiş birtakım çarklar vardı. Tıpkı, içine peniyi atınca tablet çikolata veren otomatik makineler gibi. Çiklet veya çikolata almak isteyenin parayı hangi makineye atacağına bağlıydı bu. Editörlük makinesi de öyle işte. Bir makine çek veriyor, öbürü ise ret pusulası. Martin şimdiye kadar hep ikinci makineye rastlamıştı.
Ret mektupları bu işin korkunç mekanikliğini tamamlıyordu. Basılı formlar halinde hazırlanmış olan bu mektuplardan Martin yüzlerce almıştı, eski yazılarının her biri için bir düzine veya daha fazla olmak üzere. Bu ret mektupları ile birlikte bir satırcık bireysel bir yazı da alsaydı eğer, sevinecekti. Ama hiçbir editör çıkıp da bir tek satır yazmamıştı. Bunun üzerine Martin diğer yanda sıcak yürekli insanların değil, sadece bir makinenin içinde, iyi yağlanmış, mükemmel işleyen çarklar bulunduğu kararına vardı.
Martin savaşçı ruhluydu. İnatçı ve gözü pekti. Makineyi yıllarca beslemeye razı olurdu, ama şimdi kan kaybediyordu ve savaşın sonunu yıllar değil, haftalar belli edecekti, ödediği pansiyon kirası, onu her hafta bitişe biraz daha yaklaştırıyor, diğer yandan kırk yazı-
178
Jack London
sı için ödemekte olduğu posta masrafları da en aşağı pansiyon kirası kadar büyük bir kayba sebep oluyordu. Artık kitap satın almaktan vazgeçti ve ufak tefek şeylerde tasarruf yaparak kaçınılmaz sonu geciktirmeye çalıştı; yine de, nasıl ekonomi yapılacağını bilmediğinden kız kardeşi Marian'a elbise alması için beş dolar verince, sonunu bir hafta daha yakınlaştır-mış oldu.
Cesareti kırılmak üzere olan ve hiç kimseden de öğüt ve cesaret sözleri duymayan Martin karanlıkta vuruşuyordu. Artık Gertrude bile ona yan yan bakmaya başlamıştı. Başlangıçta, Gertrude, budalalık deyip geçmiş, bir kız kardeş düşkünlüğü ile onu hoş görmüştü; ama şimdi, yine bir kız kardeş yüreğiyle endişe duymaya başlamıştı. Gertrude'a göre Martin'in budalalığı bir delilik halini almaya başlamıştı. Martin bunu biliyordu ve ona durmadan dır dır eden Mr. Higgin-botham'ın açıktan açığa yaptığı hakaretler bile bu kadar üzüntü vermiyordu. Martin kendine güveniyordu, ama bu güveniyle yapayalnızdı. Ruth bile ona inanmıyordu. Martin'in kendini çalışmalara vermesini istemiş ve onun yazı yazmasına açıkça muhalefet etmediği halde, hiçbir zaman da bunu desteklememişti.
Fazlasıyla hassas oluşu engel olduğundan Martin, hiçbir zaman Ruth'a eserlerini göstermeye cesaret edememişti, üstelik de Ruth harıl harıl derslerine çalışıyor, Martin de bu yüzden Ruth'un zamanını çalmaktan çekiniyordu. Ama Ruth mezuniyet sınavını verince Martin'den yazdıklarını kendisine göstermesini istedi. Martin hem sevindi hem de utandı. İşte bir yargıçla karşı karşıyaydı. Ruth sanat tarihi mezunuydu, usta öğretmenlerden edebiyat okumuştu. Belki
179
Martin Eden
editörler de birer yetkili yargıçtı, ama Ruth herhalde onlardan başkaydı. Ruth kalkıp da ona basılı bir ret pusulası vermezdi; eserinin tercih edilmemiş olmasının, eserinde mutlaka değer bulunmadığı anlamına geldiğini de söylemezdi herhalde.
Ruth söylerdi ona, o pırıl pırıl, aceleci konuşma tarzıyla sıcacık bir insandı o, en önemlisi de genç kız, gerçek Martin Eden'den bir şeyler bulmaya çalışırdı. Ruth, Martin'in eserlerinden, onun ruhunun, kalbinin ne biçim olduğunu çıkarır, onun rüyalarını, gücünün derecesini, azıcık, birazcık anlardı.
Martin kısa öykülerinden bir kısmının daktiloda yazılmış kopyalarını topladı, bir an tereddüt ettikten sonra "Deniz Lirikleri"ni de bunlara ekledi. Bir haziran sonu öğleüstü, bisikletlerine atlayıp tepelere gittiler. Bu Martin'in, Ruth'la ikinci defa yalnız çıkışıydı. Henüz çıkan bir meltemin serinletmeye başladığı sıcak, tatlı bir havada bisikletlerini sürerlerken dünyanın iyi düzenlenmiş bir dünya olduğu, yaşamak ve sevmenin çok güzel bir şey olduğu gerçeği Martin'i son derece duygulandırdı. Bisikletlerini yolun kenarına bırakıp, güneşten kavrulmuş otların memnun kuru bir hasat havası teneffüs ettiği açık bir tepeciğin üstüne çıktılar.
Ruth, Martin'in ceketi üzerine oturdu. Bunun üzerine Martin:
— Otlar görevini tamamladı, dedi. Yanık renkli otların beynine dolup, orada düşüncelerini özel olandan evrensel olana doğru hızla götüren tatlılığını kokladı. Var oluşlarındaki amaç gerçekleşmiş, diyerek otları sevgiyle okşadı. Geçen kışın kasvetli yağışları altında, ihtirasla hızlandı, ilkbaharın şiddetli soğuklarıyla savaştı, çiçek verdi, böceklerle arıları kendine çekerek
180
Jack London
tohumlarını etrafa yaydı, kendisini görevine ve dünyaya göre hazırladı.
Ruth:
— Sen niye olan bitene hep korkunç denecek kadar pratik bir gözle bakıyorsun? diyerek onun sözünü kesti.
— Herhalde gelişim kuramına çalıştığım için. Eğer doğruyu söylemek gerekirse, gözlerim ancak şu son birkaç zamandan beri görmeye başladı.
— Ama bana öyle geliyor ki bu derece pratik olmakla sen güzellikleri görme olanaklarını kaybediyor, tıpkı kelebek yakalayıp da onun güzel kanatlarındaki renkleri çıkaran çocuklar gibi güzelliği yok ediyorsun. Martin başını salladı.
— Güzelliğin bir anlamı vardır, ama daha önce bu anlamı bilmiyordum. Güzelliği, anlamı olmayan bir şey, mantıksız, sebepsiz bir şey olarak kabul ederdim. Güzellik hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Şimdi bunun neden olduğunu bildiğim, otu ot yapan güneşin, yağmurun ve toprağın bütün gizli duygularını öğrendiğim için otu daha çok seviyorum. Bir otun hayat hikayesi içinde aşk da yer alır, macera da vardır. İşte bu düşünce bana heyecan veriyor. Madde ve kuvvetin karşılıklı etkisini ve bunların arasındaki müthiş savaşı düşündüğüm zaman, içimden, ot üzerine bir destan yazabilecekmişim gibi geliyor.
Ruth dalgın dalgın:
— Me güzel konuşuyorsun, dedi. Martin onun kendisine bir şeyler arar gibi baktığını gördü. Bir anda sıkıntı içinde kalıp, zihni bulandı, kanı boynuna ve alnına hücum etti.
181
Martin Eden
— Galiba konuşmasını öğrenmeye başladım, diye kekeledi, içimde söyleyecek çok şey var. Ama bunlar öylesine büyük ki. Gerçekten de içimdekileri anlatacak bir yol bulamıyorum. Bazen bana öyle geliyor ki sanki bütün dünya, bütün hayat, her şey benim içime yerleşmiş, bağırıp çağırarak benden onlardan bahsetmemi, onları anlatmamı istiyor. Bunun büyüklüğünü hissediyorum, ama konuşmak istediğim zaman da küçük bir çocuk gibi kekeliyorum. Duygulan ve heyecanlan, konuşma ya da yazılı birer söz olarak ifade etmek zor bir iş. Tanrısal bir iş bu. Bak işte, yüzümü otların arasına gömüyorum, burun deliklerime çektiğim nefes içimi binlerce düşünce ve hayalle ürpertiyor. Benim çektiğim nefes, evrenin nefesi. Şarkı ve kahkaha nedir bilirim ben; savaş ve ölüm nedir bilirim. Bu otların kokusu da beynimde bir sürü hayal canlandırıyor işte. Bunları sana ve bütün dünyaya anlatmak isterdim. Ama nasıl anlatabilirim? Dilim bağlı. İşte biraz önce sana otların üzerimdeki etkilerini konuşma yoluyla betimlemeye çalıştım. Ama başaramadım. Acemice bir konuşma ile birkaç imada bulunabildim, o kadar. Kelimelerim bana bile karmakarışık görünüyor. Buna rağmen, anlatabilmek arzusu ile boğuluyorum. Oh!. Ellerini ümitsiz bir tavırla yukarı kaldırdı:
— İmkansız! Anlaşılmaz, anlatılamaz bir şey bu! Ruth ısrar etti:
— Ama gerçekten de güzel konuşuyorsun, dedi. Ben seni tanıdığımdan beri, kısa zamanda ne kadar ilerlediğini düşün bir kere. Mr. Butler ünlü bir halk ko-nuşmacısıdır. Devlet komisyonu tarafından seferberlik sırasında birçok defa kendisinden politik söylevler vermesi rica edildi. Bununla beraber sen de en aşağı
182
Jack London
geçen gece onun yemekte konuştuğu kadar güzel konuştun. Ne var ki o kendine biraz daha hakimdi. Sen çok heyecanlanıyorsun; ama pratik yapmak suretiyle bunu da yenebilirsin. Doğrusu iyi bir halk konuşmacısı olursun sen. Çok ilerleyebilirsin, istersen eğer. Çok yeteneklisin. Sen insanlara önderlik edebilirsin, eminim; elini attığın herhangi bir şeyde de, gramerdeki gibi bir başarı kazanmaman için hiçbir sebep yok. İyi bir avukat olabilirsin. Politika alanında dahisin sen. Seni Mr. Butler'inki gibi başarıya ulaşmaktan alıkoyacak hiçbir şey yok. Gülümseyerek ekledi: — üstelik sende çekememezlik de yok. Böyle konuşmaya devam ettiler; Ruth dönüp dolaşıp daima o nazik fakat ısrarlı tavrıyla eğitimde sağlam bir temelin gerekliliğine ve herhangi bir meslek edinmede temel unsurların bir parçası olarak Latince'nin faydalarına geldi. Ruth, idealindeki, başarılı adamın portresini çizdi; bu, Mr. Butler'a ait olduğu besbelli bir iki çizgi ve renk darbesi taşıyan, babasının portresi idi. Martin sırt üstü yatmış, onun dudaklarının her hareketini zevkle seyrederek, birer alıcıya benzeyen kulaklarıyla dinliyordu. Ama beyni o anda alıcı değildi. Ruth'un çizdiği portrelerde onu çeken hiçbir şey yoktu; üstelik içinde kasvetli bir hayal kırıklığı ve eskisinden daha keskin bir aşk acısı duyuyordu. Ruth'un bütün söylediklerinin içinde Martin'in yazılarından tek bir söz bile yoktu; okumak için getirdiği yazıları bir kenarda öylece duruyordu.
Bir süre sonra Martin güneşe bir baktı, ufkun üzerindeki yüksekliğini ölçtü ve yazılarını alarak Ruth'a hatırlattı.
Ruth aceleyle:
183
Martin Eden
— unutmuştum, dedi, Dinlemeyi çok istiyorum.
Martin ona bir öyküsünü okudu ve bunun en iyi öykülerinden biri olduğunu söyleyerek böbürlendi. Öyküye, "Hayat Şarabı" adını vermişti. Bu öykünün onu yazarken beynine süren şarabı, şimdi onu okurken de beynine sürmüştü. Öyküdeki orijinal kavramda bir dereceye kadar bir büyü vardı ve Martin bunu daha da büyülü birtakım tanımlar ve dokunuşlarla süslemişti. Öyküyü yazdığı zamanki ateş, ayni ihtiras benliğinde yeniden uyandı ve Martin bunlara öylesine dalıp gitti ki, öyküdeki kusurları ne gördü ne de işitti. Ama Ruth aynı durumda değildi. Onun terbiyeli kulakları eksiklikleri, abartmaları, acemilere özgü aşırı şiddetleri bulup, aksayan cümle ahenginin derhal farkına vardı, uyum fazlaca gösterişli bir hal almadıkça buna önem bile vermedi, ama abartılı bir hal alınca, bunun amatörce oluşunu beğenmediğini belli eder şekilde yüzünü buruşturdu. Öykü hakkındaki hükmü genel olarak buydu. Ama bunu Martin'e söylemedi. Onun yerine, Martin okumasını bitirince ufak tefek aksaklıklara işaret ederek, öyküyü beğendiğini söyledi.
Martin hayal kırıklığına uğramıştı. Ruth'un verdiği hüküm dürüsttü. Martin buna müteşekkirdi, ama içinde öyle bir his vardı ki, Ruth onun eserini onunla paylaşmıyor, bir öğrenci ödevi düzeltir gibi düzeltmeyi tercih ediyordu. Martin için ayrıntıların önemi yoktu. Bunlar kendiliğinden düzelirdi. Martin bunları düzeltebilirdi, düzeltmesini öğrenirdi. Martin hayattan bir şey yakalamış ve onu öyküsünde hapsetmeye çalışmıştı. Onun Ruth'a okuduğu şey, hayattaki büyük şeylerden biriydi, yoksa cümle tertibi ya da noktalı virgül falan
184
Jack London
değil. Martin Ruth'un da, kendi gözleriyle gördüğü, kendi beyniyle kavrayıp, sayfaya kendi elleriyle yazı halinde geçirdiği onun olan bu büyük şeyi hissetmesini arzu etmişti içinden, eh, diye geçirdi, ne yapalım başaramadık. Belki de editörler haklıydılar. O, büyük şeyi hissetmiş, ama onu ifade etmeyi becerememişti. Hayal kırıklığına uğradığını belli etmedi ve Ruth'un eleştirilerine öyle rahat katıldı ki, Ruth onun içinin derinliklerinde, kendi fikirlerine tamamen aykırı bir cereyanın kuvvetle aktığını anlayamadı bile.
Martin el yazısının bulunduğu katlı kâğıdı açarak:
— Bu ikincisine, "Çömlek" adını verdim, dedi. Şimdiye kadar dört beş dergi tarafından geri çevrildi, ama ben yine onun iyi olduğu fikrindeyim. Aslında, bu öyküde bir şey yakaladığımı düşünüyorum. Belki de bende yarattığı etkiyi sende yaratmaz. Kısa bir şey, iki bin kelimecik.
Martin bitirdiği zaman, Ruth:
— Aman ne korkunç! diye haykırdı. Korkunç, ifade edilemeyecek kadar korkunç!
Martin onun gerilmiş soluk yüzüne, büyümüş gözlerine ve parmaklarının, gizliden gizliye tatmin olunduğunu anlatan kıvrılışına dikkat etti. Başarmıştı. Beynindeki hayal ve duygulan anlatabilmişti. Hedefi on ikiden vurmuştu. Ruth öyküyü ister beğensin, ister beğenmesin, öykü onu sarmış, içine işlemiş, onu orada oturup dinlemeye ve ayrıntıları unutmaya zorunlu kılmıştı.
Martin:
— Bu hayattan bir kesit, deyip devam etti. Ve hayat her zaman güzel değildir. Ama belki de ben acayip
185
Martin Eden
bir yaradılışa sahip olduğumdan, bunda da bir güzellik buluyorum. Bana öyle geliyor ki güzellik, on bükümlü bir büyüye sahiptir, zira...
Ruth onun söyledikleriyle hiç ilgisi olmayan bir sözle Martin'in sözünü kesti:
— Peki ama, neden o zavallı kadıncağız... Sonra isyan eden düşüncesini ifade etmeden bırakıp, Oh, al-çaltıcı bir şey bu! Hiç de hoş değil! Çok açık! diye bağırdı.
Bir an için Martin'e kalbi durmuş gibi geldi, (çok açık!) İşte bunu hiç tahmin etmiyordu. Martin, öyküsü açık olsun istememişti. Bütün karalama gözlerinin önünde alevden harfler halinde belirdi ve Martin bu alevlerin aydınlığında boş yere çıplaklık aradı. Sonra kalbi yeniden çarpmaya başladı. O suçlu değildi.
Ruth:
— Neden güzel bir konu seçmedin? diye soruyordu. Dünyada açık şeyler var biliyoruz, ama bu sebep olamaz ki.
Ruth ateşli konuşmasına devam etti, ama Martin onu dinlemiyordu. Ruth'un masum, insanın içine işleyecek kadar masum, bakire yüzüne bakıyordu. Bu yüz öylesine saftı ki, onun bu saflığı sanki durmadan Martin'in içine dolup da oradaki bütün süprüntüyü dışarı atarak, onu bir yıldız pırıltısı kadar serin, yumuşak, kadife gibi göksel bir nur içinde yıkıyordu. Dünyada çıplak şeyler olduğunu biliyoruz! Onun bunu bildiği düşüncesini aklına getirdi, sanki bir aşk şakasıymış gibi kıkırdadı. Bir an sonra da kendi tanıdığı, bildiği üzerinde seferler yaptığı çıplaklık denizine ait bir sürü hayal gözlerinin önünde canlandı ve Ruth'un öyküyü anlaya-
186
Jack London
mamış olmasını hoş gördü. Ruth'un anlayamaması onun kabahati değildi. Martin, Ruth'un böylesine masum kalacak kadar korunmuş olmasından ötürü Tan-rı'ya şükretti. Ama kendisi hayatı biliyordu; hayatta dürüstlüklerin yanında pislikler bulunduğunu, hayatın, her yanını kaplayan pisliğe rağmen büyük olduğunu biliyordu ve Tanrı tanıktır ki, bunun üzerinde diyeceklerini bütün dünyaya söyleyecekti Cennetteki azizler için saflıktan, temizlikten başka bir şey düşünülebilir miydi? Onları yok etmeye lüzum yok. Ama ya çirkefin içindeki azizler. Ah, işte asıl harika olan, sonsuza değin harika kalacak olan şey buydu! Hayatı yalanmaya değer kılan buydu işte. Çamurların içinden, pislik çukurları içinden manevi bir haşmetin yükseldiğini görmek ne kadar güzeldi. Kendi kendini yükseltmek ve üzerinden çamur sızan gözlerle ilk defa, belli belirsiz, uzak bir güzelliği görmek; manevi zaaflar içinden, kolayca günaha düşen insan yaradılışı içinden, kötülük ve bütün canavarlıkların dipsiz kuyusu içinden kuvvetin, hakikatin ve Allah vergisi bir manevi üstünlüğün yükseldiğini görmek!
Ruth'un ağzından birbiri ardınca çıkan cümleler kulağına çarptı.
— Bunun ruhu baştan aşağı, düşük. Halbuki yüksek olan o kadar şey var ki. Örneğin 'in Memoriam'i al.
Martin'in dilinin ucuna, "Locksley Hail da var," demek geldi; eğer tekrar hayallere dalmasaydı söyleyecekti de. Başlangıç halindeki mayalanmadan ayrılıp, binlerce ve binlerce yıl ucu bucağı belli olmayan hayat merdivenine emekleyerek, sürünerek tırmanıp en üst basamağa ulaşan ve saf, güzel, ilahi Ruth halini
187
Martin Eden
alarak, kuvvetiyle onu kendisi de aynı hayret verici yolla halk kitleleri arasından, çamurlar içinden, sonu gelmeyen yaradılışın çarpıklıkları ve sayısız hataları içinden çıkarak yükselen Martin Eden'e aşkı tanıtan, onu saflığa yöneltip, içine tanrısallığı tatma arzusu veren kıza, dişi hemcinsine bakıyordu. Bunda aşk vardı, bir harikuladelik, bir ihtişam vardı. Bunda yazılacak şey vardı; yeter ki o demek istediğini ifade edebilsin. Cennetteki azizler: Onlar sadece birer azizdiler ve onlar başlarının çaresine bakamazlardı. Ama o bir erkekti.
Dostları ilə paylaş: |