JACQUES LACAN
I.İMGESEL ve SİMGESEL
A.Ayna Evresi-İmgesel kayıt
1936’da Lacan, gerçeküstücü yöneliminin bir ürünü olarak görülebilecek “ayna evresi” kuramını geliştirdi. Roger Caillois’in yaptığı çalışmalar kendilerini ortama uyduran canlıların bunu kendilerine bir avantaj sağlamak için yapmadıklarını (örn. Çubuk sineği) aksine “organizmaların çevreye tutsak edildiklerini” ileri sürüyordu. Bu düşünceden esinlenen Lacan, bebeğin kendisini aynada veya başka bir bebekte gördüğü andan itibaren imgesel bir özdeşleşmeye girdiğini ileri sürdü. Çocuk kendisine yabancı imgede Caillois’in kuramındaki gibi adeta hapsoluyordu. Bebeğin uzam ve hareket dünyasına girişinin gereği ve bedeliydi imgesel dönem. Bu “yabancılaştırıcı” özdeşleşmenin amacı aslen parçalanmış/eşgüdümsüz beden parçalarını gizlemek ve sahte bir bütünlük ve tutarlılık görüntüsü vermesiydi. Ego işte bu yabancılaştırıcı özdeşleşme ile ve bu maksatla ortaya çıkmıştı. Salvador Dali de bedensel bütünlükteki parçalanmayı gizleyen sahte benliğe gönderme yapan eserler verdiler. Lacan paranoyada görülen yansıtılmış imgeler, dışsal eziyet ve telepati motiflerinin böylesine bol görülmesinin aslında bütün bunların yabancılaştırıcı özdeşleşme ile oluşan ego’nun asli öğeleri olabileceği fikrine kapıldı. Psikozdaki dünyanın çözülüşü aslında onun bir imgesi olan egonun çözülüşü idi.
Freud’a dönüş
II. Dünya savaşı sırasında askeri hastanede görev yaptıktan sonra Lacan Freud’a dönüşe dair bir seminer dizisi başlattı. Freud’un ifade ettiği gibi nevrozun kelimeler ve onların arasındaki ilişkiler ile belirlendiğini, sözcüklerin ve sözcükler arası ilişkilerin semptomların ve ruhsal acının nedeni haline geldiğini söyledi.
İmleyen ve imlenen…
Dil söz konusu olduğunda “akustik imgeler” imleyenler, onların işaret ettiği kavramlar ise imlenenlerdir. Örneğin “su” sözcüğü su diye bilinen bir kavrama işaret etmektedir. Anlamlar sözcükler arasındaki bağlantılar ile belirlenir. Lacan imleyen ile imlenen arasındaki ilişkinin basit bir ilişki olmadığını her imleyenin (sözcüğün) dilsel bir zincir içinde öteki sözcüklere ve dolayısıyla anlamlara götürdüğünü ifade etti. Bu sözcüklerin gittiği “ötekinde” uyandırdığı çağrışımlara bağlıydı. Hatta imleyen bir sözcük değil jest dahi olabilirdi. Sözcükler onları kullananların anlayışının ötesinde anlamlar üretir. Günlük yaşamın yanlış anlamalar, kastı aşmalar ve özür dilemelerle dolu olmasının nedeni budur.
İdeal ile özdeşleşme
Lacan, imge ile özdeşleşmenin önemli bir versiyonunun çocukla ebeveyni arasında geçtiğini söylüyor. Çocuk belirli bir süreç içersinde bir aile büyüğü veya üyesi ile aynı rolü üstlenmeye karar verir. Bu merkezi bir özdeşleşmedir ve öznenin nasıl olup da anne babanın öngörüsüne uyduğunu veya onların hatalarını tekrarladığını ortaya koyar. İdeal nesne ile böylesi bir özdeşleşme simgesel düzeyde ortaya çıkar. Bu noktada ortaya çıkan psikanalitik düzeyde iki kavram görüyoruz. İlki ego ideali diğeri ideal egodur.
İdeal ego: Özdeşleşmenin gerçekleştiği düzlemdir. Söz gelimi özdeşleşilen bir yazar veya aktör gibi.
Ego ideali:Gerçekleştirilen özdeşleşmenin kimin için(kimin görmesi için) yapıldığı ile ilgilidir..Özdeşleşme bir anne veya baba yahut ağabey için mi yapılmıştır?
Sözcükler ve belirtiler
Sözcükler iç organların hissiyatının (ki zamanında ebeveyn veya yakın kişilerden kurulmuştur) yerine geçer. Semptom(belirtiler) bastırılan sözcüklerin yerine geçen metaforlardır (metafor: bir kavramı bir başka yakın kavram ile ilişkilendirmek, onun yerine koymak) Nevroz kelimeler ve onların arasındaki ilişkiler tarafından belirlenir. Belirti ile bastırılan sözcüğü ilişkilendirmek semptomu çözebilecektir.
B.Simgesel düzen/kayıt ve bölünme
Çocuk, ayna evresi esnasında dil ile önce kendisine konuşulduğunda karşılaşır. Sonra kendisi de konuşmaya başlayarak dilin içine girer. Lacan, bebeğin ilk özdeşleşmelerinin kendisine konuşulması ile birlikte gerçekleşmeye başladığını söyler. Çocuk imgeler ile sözcükleri birbiriyle ilişkilendirerek anlamlar üretir. Bebek kendi imgesine sözcükler ve isimlerle, dilsel temsilcilerle bağlanır. Simgesel düzene geçen çocuk imgesel kayıttan kopmuştur. Burada ortaya çıkan bir “yarılma-bölünme durumudur”(splitting) Simgesel düzene dahil olan “özne” artık kendisiyle ilişkili bilgileri başkalarının söylediklerinden öğrenmeye başlar.
Dil bir yapıdır. Lacan’a göre “özne” ise her şeye rağmen dili kullanan ancak özerkliğe sahip bir varlıktır.
Saussure dilin yapısalcı kuramı ile ilgili önemli çalışmalar yapmıştır. Dilin sözcükleri yerine yerleştiren bir iskeleti/yapısı vardır. Ancak özne dili kullanmakla birlikte ona yabancıdır. Sözcükler insan etkinliğinin bir ürünü olsa da bizler için yaratılmamıştır. İnsanlar dil içerisinde sayısız tuzaklara düşerek düşe kalka yol almaya çalışır. Yapısalcılık simgesel yapıların özerkliğini koyarak özneyi ve öznel etkinliği ortadan kaldırır. Oysa Lacan simgesel yapının özerkliğinde hemfikir olmakla birlikte özneye bir yer bulmak ister.
Bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır
Yapısalcı dil biliminin başını çeken Ferdinand de Saussure, metafor ve metonimi denilen tekniklerin dil bilimin temel koyucu eksenini oluşturduğunu iddia etmişti.
Metafor ve Metonimi anlamları şöyledir:
Metafor(mecaz) bir kelime yada tabirin yerine aralarındaki benzerlikleri göstererek anlamı anlaşılır ve güçlü hale getirmek için başka kelime yada tabirlerden faydalanmak Yani söylemin anlamını güçlendirmek için aralarındaki benzerlikten faydalanmak yoluyla bir bütünü(ifadeyi) başka bir bütünün yerine kullanmak “Tanrının kanunu, ayaklarınızdaki ışık ve yolunuzdaki lambadır.”; “Bir küfür yağmuru patladı aniden” Metafor eşzamanlıdır.
Metonimi (düz değiştirmece), aralarında ilişki olan ibareleri birbiri yerine kullanma ,soyut bir kavrama onun etkileriyle işaret etmek .Örneğin "yüzüğü taktı mı" diye sorulduğunda o kişi için "evlendi mi" denmek istenmektedir.."tacı taktı mı" denildiğinde "imparator oldu mu" denmek istenir.Metonimi artzamanlıdır.
Saussure’ün Dil’in yapılanmasına ilişkin temellendirmesi, daha sonra Claude Lévi-Strauss ve Roland Barthes, Antropoloji alanına da taşındı. Kültür’ün de bu iki temel koyucu eksen üzerinden, yani tıpkı Dil gibi, yapılandığını gösterdiler.Yani kültür dil gibi yapılanmıştır.
Bilinçdışının da Dil gibi yapılandığını gösteren ise, Jacques Lacan oldu. Lacan, Freud’un Rüya İşleminde temel koyucu işlev olan ‘Yoğunlaştırma’ (‘Condensation’) ile ‘Yerdeğiştirme’nin (’Displacement’), metafor ve metonimiye karşılık geldiğini ileri sürdü. Bu da, ruhsal yapının örgütlenmesinin bu iki düzlemde gerçekleştiği anlamına gelir. Yani bilinçdışı da dil gibi yapılanmıştır. Bilinçdışı Lacan’a göre konuşmaya başlandıktan sonra oluşur. Yani bastırılmış gösteren zincirlerinden oluşmuştur bilinçdışı. Sözcükler tıpkı dil de olduğu gibi düz değiştirmece (metonimi) ve eğretileme (metafor) yolları ile birbirleriyle bağlantılaşır. O yüzden Lacan bilinçdışının tıpkı dil gibi yapılandığını söylüyor.
İmgesel ve simgesel düzenin içerisinde büyük ve küçük “öteki”
Küçük öteki çocuğun aynada gördüğü kendi imgesi ve diğer çocukların imgesini bu imge ile bütünleyerek oluşturduğu kavramdır. Küçük öteki, imgesel düzeyde “yabancılaştırıcı özdeşleşmenin” bir sonucudur. İmgesel düzeyde bölünmüşlüğünü (parçalanmış beden imgeleri) telafi eden bir “tamlık-bütünlük” yanılsaması doğuran küçük öteki üzeri çizili bir “a” (Fransızca, autre=öteki) ile ifade edilir. Üzerinin çizilmesi bu durumun bir bütünlük yanılsaması olduğuna-bir eksikliğe-yoksunluğa ve iktidarsızlığa- işaret eder.
Büyük öteki ise simgesel düzene giren çocuğun düzenin kendisi için beklentilerini görmesiyle vücut bulur. Çocuktan davranması için açık talepler vardır. Büyük ötekinin belki Freud’çu anlamda toplum vicdanına(süperego) denk düştüğü söylenebilir. Ancak burada özellikle ebeveynin etkisiyle oluşan kişisel vicdandan çok ideolojik anlamda bir “öteki”nden ötekinin talepleriyle oluşan vicdandan bahsedildiği eklenmelidir. Topluma hükmeden ideolojik bakış açısı neyse, bunlar “öteki”nin talepleri olarak bireye ulaşmaktadır. Simgesel düzen kültürel etkilerin bir toplamıdır ama tek bir muhatap da değildir. Bir eksiği olmayan, tamamen arzu edilebilir değerler sistemi (arzunun mekanı) olarak gösterilen “büyük öteki” üzeri çizili “A” (büyük a olduğuna dikkat edelim) ile ifade edilir. Büyük öteki imgesi “devlet”, “tanrı”, “yasa”, “babanın adı” gibi simgesel düzenin bütünlüğünü temsil eden herhangi bir şey ile doldurulabilir. Çocuk simgesel düzene girerek büyük öteki ile karşılaştıktan sonra ancak “özne” olabilecektir. Özne “büyük ötekinin” gözünden kendisine doğru bakarak nasıl birisi olmak istediğini-beklendiğini görür. Böyle bir özne (istendiği gibi) simgesel düzene (ideolojiye) tabi bir varlıktır.
Babanın adı
Lacan Freud’un “Ödipal kompleks” kavramına ona paralel ama kültürel düzeyde farklı bir yorumla katılır. Çocuğun rekabet ettiği baba gerçek bir baba olmak zorunda değildir.Lacan’a göre “odipal baba” yaşadığı düzlemi -onunla karşılaşma noktasına geldiğinde- çocuğa tanıtan ve ona uyması gereken kuralları gösteren “simgesel düzen-kültürdür”.Böylece gerçek bir baba olmasa da çocuk için mutlak bir “baba’nın adı” vardır.Böylece Lacan,Freud’un ailevi-kişisel “odipal babasının” yerine “simgesel düzeni”,“kültürü” ve “babanın adını” koyar.Bu baba,çocuğa cinsel ve kültürel kimliğini kabul etmesine paralel olarak sahip olacaklarının müjdesini verir.Bu ne denli arzunun doyurulması noktasında nihai anlamda “eksik” bir vaat olsa da çocuğu cezbeden ve gelecekte arzularının gerçekleşeceği yanılsaması yaratan bir vaattir.Kız ya da erkek çocuk simgesel düzende yerini almak üzere annenin evrenini (imgesel) terk edecektir.Bu esnada kendilerine vaat edilen” Lacan’cı anlamda “fallus” olmaktan vazgeçtiğinde “sahip olacağı” fallustur.
Psikoz ve babanın adı
Lacan, psikotik vakalarda “babanın adı”nın kaydı olmadığını ileri sürdü. Freud’tan aldığı “önyadsıma” terimini kullanarak böyle bir kaydın zihne kabul edilmediğini söyledi.Bu durumda simgesel düzenin dünyayı anlamlandıran yapısında bir boşluk bulunuyordu.Psikotik hastaların baba olmak veya kadın için doğum sonrası bebeğini ele almak gibi simgesel düzene ait parental anlamlar ile karşılaştığında semptomlar geliştirdiğine dikkat çekti.Sanrıların anlam dünyasını düzenleyen görevi babanın adının kaydının yerine geçerek, belirli temel anlamların yokluğunu gidermeleriydi.
II. Gerçek
Lacan 1953’de yeniden formüle ettiği “simgeselleştirmeye mutlak anlamda direnen” “Gerçek’ten” bahseder.Böylece insan gerçekliğinin üç kaydından ,imgesel ve simgeselden sonra üçüncüsü “gerçek” ifade edilmektedir.Gerçek günlük yaşamımızda baktığımızda bize anlamsız-tekinsiz görünen şeydir.Anlamlandırmaya direnendir.Simgesel düzen deneyimlerin tümünü anlamlandırma çabasındadır ancak her zaman anlamlandırma çabasından kaçan-ona direnen,keşfetmekte başarısız olduğumuz bir olgu olarak gerçek karşısına çıkacaktır. Gerçekliğin gerçek ile aynı anlama gelmediğini de belirtmeliyiz.Zira gerçeklik imgesel ve simgeselin bir ürünüdür oysa gerçek bu iki kategoriye de girmeye direnendir.Yani gerçek’in zihinde imgesel ve simgesel bir kaydı bulunmamaktadır.Örneğin ölüm ve yaşlılık fenomenlerine bakacak olursak her ikisinin de simgesel düzeyde bir anlamlandırmaya tabi tutulduğunu görmekteyiz.Ancak ölüm tüm çabalara karşın anlamlandırma edimlerinin dışında bir gerçektir.Anlamsız ve tekinsiz bir görünümü vardır.Dinsel çabaları “ölüm” olgusunu simgesel düzenin “gerçekliğine” çekme çabaları olarak görebiliriz.Ancak tüm bu çabalar ölümü gerçek anlamda simgesel kayda sokmaya yetmeyebilir.Hakkında hiçbir şey tam olarak bilinmeyen ölüm üzerinde ritüeller ve inançlar ile hakimiyet kurulmuş sanılır.Oysa olanca gerçekliği ile ortaya çıkan ölüm her türlü anlamı yerle bir eder.İşte bu tekinsiz,nüfuz edilemeyen hadise gerçeğin müdahalesidir.Tamamen kontrol altında olduğunu düşündüğümüz gerçeklik zaman zaman gerçeğin müdahaleleri ile yerle bir olur.Savaşlar, doğal afetler, ölüm, kazalar ,hastalıklar ortaya çıktıklarında kontrol edilemez kuvvetleri ile her türlü anlamlandırma çabasını yerle bir ederek derin bir şaşkınlığa neden olurlar.
Özne ve gerçek konusunda ilişkiye ise şöyle bakılmaktadır.Gerçek der Nasio,her türlü imkan ,ihtimal ile tamamen dolu bir gezegen gibi düşünülebilir.Birey ise varlığıyla bu dopdolu gezegen üstünde bir boş alan açar.Zira bireyin varlığı gerçeğin üstünde ihtimallerin ,imkanların artık gerçekleşmeyeceği “imkansız” bir alanı temsil etmektedir.Bu anlayış hiçliğin ortasında yükselen varlığın doluluğu-gerçekliği anlamında pozitif ontolojik varlık anlayışından farklıdır. Burada söz konusu olan negatif ontolojik anlayıştır.Varlık ihtimallerin arasından bir boşluk açarak var olmaktadır.
Özne
Gerçeği de tanımladıktan sonra “özne” olgusuna yaklaşabiliriz.”Ego” Freud’çu bir kavramdır ve Lacan’cı bakış tarzıyla imgelemsel ile ilgilidir.Oysa “Özne” , yine Lacan’cı bir kavram olarak simgesel kayıt ile ilgilidir.Hasta “ben” dediğinde öncelikle bunun imgelemsel özdeşimlerin bütünü olan Freud’yen “ego” olmadığı,simgesel düzene kayıtlı “özne” olduğu anlaşılmalıdır.Özne, “ben” dediği halde bilinçdışı bir düzeyde özdeşleştiği bir “arkadaşın, anne ya da babanın” yerinden konuşuyor olabilir.Analistin bulması gereken de tam olarak budur.
Freud’un “Dora” vakasında Dora, babasıyla ilişki kuran bayan “K”nın iktidarsız kocası bay “K” tarafından takip edilmektedir.Dora kendisini takip eden iktidarsız “bay K” ile özdeşleşir ve bir adamın cinsellik dışında bir kadında arzuladığı şeyin ne olduğunu bulmak ister.Dora’nın analizde konuştuğu yer Lacan’a göre bay “K” nın yeridir.
Freud’un bir vakasından aktardığı örneğe göre isteyen ,ama arzusu yönünde harekete geçemeyen hastanın özdeşleştiği yer babasının ölmüş halde olduğunu “tasavvur ettiği/ arzuladığı” imgesidir. Mücadele etmenin gereksiz olduğu bu imge hastanın hayatını yönlendirir.Bu olumsuz özdeşim nedeniyle ne tasarladığı başarıya ne arzuladığı kadına dair bir adım atamamaktadır.(Gerçekten ölmemek için savaş alanında ölü taklidi yapan asker ile sabit fikirli kişi aynı konumdadır .Sabit fikirlerde “çürümüşlük” düşünceleri bu nedenle böyle fazladır)
III.Arzu ve Kayıp Nesne
Freud’çu dürtüsel libidinal enerjiye karşı Lacan’cı arzu
Psikanalizin “arzulamanın” bilimi olduğunu unutmadan devam edelim.Lacan Freud’un libido kavramını hiç ağzına almaz.Zira “libido”nun dürtüsel düzeyde de olsa bir “enerji” kavramı ile karşılanmasını Lacan uygun bulmaz.Freud ile farklılaştığı en önemli nokta da burasıdır belki de.Enerji ile ilgili terimler Lacan’a göre bilimsel düzeyde hesaplanmayı gerektirir.Oysa ortada hesaplanacak türde görünür bir enerji yoktur.O yüzden Lacan “arzu” kavramını “libido ve enerji” kavramlarının yerine kullanır.Lacan’ın bu tavrı Freud’un birbirine karşıt yönlerde hareket eden dürtüsel enerjilerini onaylamayışıyla ve psikanalitik çerçeveyi oturduğu biyolojik yönelimden çıkartarak “kültürel” olana yöneltmesiyle ilgilidir.Bir niceliğe sahip olmayan “arzu kavramını”, Freud’un niceliksel birimle ifade edilmesi gereken “dürtüsel enerji” kavramı yerine bu yüzden koyar.Nasio,Lacan’ın bu tavrını onaylamakla birlikte arzunun kaynağı söz konusu olduğunda bunu “bilinç dışının güttüğü yineleme kompülsiyonu” ile karşılanabileceğini söylüyor.O halde Lacan’cı bilinçdışı Freud’çu “boşalım arayan enerji yönelimleri ile değilse” bile , “yineleme kompülsiyonuyla” malüldür (Nasio).
Nesne
Bebek için önemli/özdeşleşilebilir ilk nesneler vücuttan ayrılabilir (ısırılarak koparılabilir) ve çevresinde bir zevk halesinin oluştuğu ağzımsı erotejenik yapılardır.Meme,dışkı,ses ve bakış bu tür nesnelerdir.Bu nesneler “varlık-yokluk” kaydına yerleştirilir ve çocuğun oynadığı oyunlar esnasında bu kayıtta sınanırlar.Bu nesneler bilinçdışı hazzın yoğunlaştığı yerlerdir.Annenin çocuğa haz ile baktığı ve seslendiği durumlarda ,yahut tuvalet terbiyesi esnasında çocuğun dünyasını abartılı biçimde oturak çevresinde düzenleyen annenin çocuğun haz dünyasını da bu çevrede kurduğuna dikkat edimelidir.
Arzu ve talep arasındaki fark
Lacan,ihtiyaçların kendisini ifade ettiği talepler ile “arzu” arasındaki ayrıma dikkat çekiyor.İhtiyaçlar şüphesiz talep ile ifade edilecektir.Ancak ihtiyaç doyurulduğu halde geriye bir fazla kalacaktır,o da arzudur.Lacan,çocuğun annesinden istediği (talep ettiği) şeylerin açık ve somut “talepler” olmasının yanı sıra “bir koşulsuz kabul” ve “anlaşılma” yanı olduğuna dikkat çeker.Yani çocuk anneye yöneldiğinde su isterken aynı zamanda “annesinin varlığının, onun için orada olmasını” ve “kendisini koşulsuz sevmesini/kabul etmesini” beklemektedir.Meme isteyen çocuğun ihtiyacı açlığının doyurulmasıdır.Bu ihtiyacını ağlayarak belirtir yani talep eder.Ancak işin ilginci açlığı doyurulduğu halde çocuğun memeyi sanrılamaya devam etmesidir der Lacan.Bu durum çocuğun meme ile kurduğu özdeşleşmenin bir sonucudur.Meme özdeşleşme esnasında ayrı bir parça değil kendiliğin bir parçası olarak algılanır..
Bu “arzu” anneden doğumla birlikte ayrı düşmenin sonucudur.Ve anne ile birlikte olma arzusunun bir versiyonudur.Anne’nin istediği şeyi bilemeyen çocuk ,onun istediği şeyi hayal etmeye yönlenir.Lacan, annenin arzusunu tahmin etmeye çalışan çocuğun sonunda onun için bir “fallus” olmaya yöneldiğini söyler.”Fallus” ,Freud’çu yorumla erkeklik organı anlamına gelir.Ancak Lacan “fallusu” “zevkin yörüngesini” işaret fişekleriyle donatan (ve böylece görülmesini/fark edilmesini sağlayan) bir gösteren olarak tanımlar.Arzu asla gösterilmese bile (gösterilmeye direnir çünkü) “fallus göstereni” onun varlığına işaret eder.O halde çocuk annenin arzusu için bir tatmin aracı olmak ister:Yani bir fallus olmak istemektedir.Bu görevin imkansız bir görev olduğu ve yerine getirilemeyeceği bellidir.Çocukta ise şu soru baki kalır “O (anne) ne istiyor?”…Annenin arzusunu bilme ihtiyacı çocuğun anne ile görünür ilişkilerinde başlıca sorun haline gelir.Çocuğun arzusu ”anne için bir fallus olmak” tır.Yani onun bütün arzusunu karşılamaktır.Lacan’a göre “odipal dönemin sonu” anlamına gelen “babanın adı’nın devreye girmesi” ile birlikte görünüşte geride bırakılan bu “imkansız arzu/görev” çocuğun giderek hayatında “eksik olanı/kayıp nesneyi” arama arzusuna dönüşür.Kayıp nesneye terminolojide “nesne a” denmektedir.Kayıp nesne ,tüm hayat boyunca aranan ve gerçekte yanılsamanın bir ürünü olan hedeftir.Bu hedef arzunun her daim ayakta tutulmasına sebebiyet vermektedir.Kayıp nesne figürü ,Lacan’cı anlam ile özdeş tutulmuyorsa da pek çok “roman-anlatı-filmde” geçmektedir. Burada geçen anlamı ile kayıp nesne ele geçirilmesi ile arzu probleminin çözüleceği bir nesne olmaktadır.Sanki kayıp nesne ele geçirilebilirse (tüm problemde bunun hangi yolla mümkün olacağıdır) anne ile birleşme arzusu gerçekleşecek-çocuk anne için eksiksiz bir fallus (arzu nesnesi) olacaktır.Öyle ise her talep/soru sadece sorulan/talep edilen ile sınırlı değildir.Bu anne ile bir bütün olma arzusuna denk gelen “koşulsuz kabullenilme” ihtiyacıdır.Oysa ki sorun tam da burada başlamaktadır.Zira ne anne ne de hayatta anne ikamesi yerine geçen bireyler bu ihtiyaca yanıt verecek durumda bulunmazlar.Herkesin kendisine özgü arzuları ve bakış açıları vardır.Bu yüzden “taleplere /arzunun anne tarafından koşulsuz kabullenilme taleplerine” her zaman “eksik/yanlış” cevaplar verilir.O yüzden bu arzu hiç doyurulamaz ve “ötekinin arzusu” denilen anne-ebeveynin arzusu her zaman yalan-yanlış tahmin edilmeye çalışılır.Bu esnada ötekinin bilinmeyen arzu nesnesinin peşinde iken fanteziler üretilir.Fnatazilerin temeli “ben neyim ve öteki için nasıl bir yer işgal ediyorum şeklindedir”.Talep ve arzu arasındaki gerilim nevrozu açıkça ortaya koyan unsurdur.Yemek yemeyen “anoreksik hasta” aslında kendisine yönelik “yemek ye” talebine arzu düzeyinde “yemek yemeyeceğim” arzusuyla simgesel bir yanıt veren ,arzusunu tatminden koruyarak canlı tutmaya çalışan kişidir.
Lacan’ın kuramında arzu çok tuhaf bir şeydir.Belirli unsurları başka unsurlara çeviren ve çarpıtan dilbilgisel mekanizmalardan oluşur.Bu hal dil sürmelerinde açıkça yaşanır.Bir sözcük ağızdan çıkarken arzunun araya girmesiyle çarpıtılır ve istemeden başka bir kelime ile yer değiştirir.Aynı şey rüya imgelerinde de görülür.Genellikle arzuyu açığa vuran rüyanın konusu değil bu konuyu işlerken ortaya dökülen ayrıntılardadır.Bir sınava girme rüyasında arzuyu ortaya koyan sınava girilen yer ve şartlardır.Arzunun izi mesajda değil ,daha çok fazlalık noktalarındadır.
IV.Semptom
Lacan’cı psikanalizin günümüz takipçilerinden Nasio “Bilinçdışı bilgi dinamiği” kavramından söz ediyor.Bu dinamiğin tek hakimi, ”birbiriyle ilişkili olayları,sözleri,jestleri vs. toplayan, bunları yoğunlaştıran,birinin diğerine yerine diğerini geçirerek işleyen (metafor ve metonimi) bilinçdışı işlemcisi (ya da işçisi) yeri geldiğinde bu örüntüye dahil olan öğeleri dışarı bir semptom olarak sızdırıveriyor.Çocukların bedenleri ile ilgili bilgilerinin anne babalarının söyledikleri sözcüklerden oluştuğunu biliyoruz.Yani bedenlerin içleri de sözcüklerden oluşur.Psikosomatik hastalıklarda bilinçdışı cehennemi bir çeviri makinesi gibi sözcükleri belirtilere dönüştürür.Ağrı gibi semptomla ilişkili bilinçdışı imleyen zincirine ulaşıldığında-(bilince doğru çeviriye tabi tutulduğunda) semptom kaybolur.
Lacan’a göre semptomun anlamı…
Semptom bir bozukluktur ve acı çektirir, durmaz hastalık durumuna gönderme yapar.Psikanalitik anlayışta semptom tıpta ya da felsefede kullanılan anlamından farklı bir noktaya işaret eder.
Gayrı iradidir semptom ve bizim ötemizden gelerek bizi uyarır.Bilinçdışı olması analist için diğer her şeyden daha önemlidir.Bilinçdışı kendini semptomda ele verir.
Semptomun üç ayırt edici özelliği vardır Lacan’ a göre.
a.Semptom hastanın ızdırabını söyleme-ifade biçimidir. İfade gücünü ortaya koyan ayrıntılar değerlidir. Nasio,bir hastasından bahseder.Köprü geçme fobidi olan hastası o köprüyü eğer yanından biri olursa geçebilmektedir.Ya da diğer yanda onu bekleyen bir silüet,bir üniformalı görevli silüeti gördüğünde…Üniformalı görevli silüeti –ayrıntısı dikkat çekicidir Nasio’ya göre…Zira hastanın ızdırabına ilişkin bir ayrıntı ve semptomun anlamına giden yolda bir ipucudurç.
b.Semptomun ikinci ayırt edici özelliği,analiz edilenin ızdırabını ifade etmek üzere oluşturduğu bir “kuram” olmasıdır.Nasio Freud’un çocuk cinselliği kuramının semptom oluşumunu anlatmak üzere inşa edildiği gibi ,analizandın da kendi ıstırabını anlamlandırmak ve ifade etmek üzere küçük bir kuram geliştirdiğini söylüyor.
Semptom nedenlerine dair “yorumun” ipuçlarına sahip ızdırap dolu bir olaydır. Bu tanım temeldir.O yüzden eğer analitik çalışmada ,analizant tarafından ıstırap araştırılmıyorsa,sorgulama yapılamıyorsa,kuramın ne’liğine dair bir teşvik analistden gelmelidir.
c.Semptomun bir parçasını(hatta nedenini) oluşturan analist
Hasta ne zamanki semptomunun yorumunu yapmaya başlar,ıstırabının anlamına dair içgörüler sunar o andan itibaren analist semptomun muhatabı,ötekisi(l’Autre) ,üçüncü kişi haline gelir.
Epeydir süren bir kürde analist semptomun bir parçasıdır.Öylesine ki ıstırap çektiğim zaman onu hatırlarım ve onu düşündüğümde aklıma ıstırabım gelir.Analitik aktarım bu sayede mümkün olur.
Tam olarak eğer bana psikanalizde aktarımın ne olduğunu sorsaydınız,olası cevaplardan biri,onu analitik ilişkinin hastanın semptomunun bir parçası olduğu özel bir an olarak tanımlamak olurdu.Bu Lacan’ın bildiği-varsayılan-özne ismini verdiği şeydir.Bildiği-varsayılan-özne ifadesi.Sadece analist edilenin analistini kendisi hakkında bir “bilgiyi elinde tutan” olarak varsaydığı anlamına gelmez.Söz konusu olan hastanın analistin bildiğini varsaymasından ziyade onun özellikendi ıstırabının ya da beklenmedik tüm olayların kökeni olduğunu varsaymasıdır.Istırap çektiğim zaman ya da yine beni hazırlıksız yakalayan bir olay karşısında analisitimi hatrılarım;o derece ki kendime onun bunların nednelerinden biri olup olmadığını sormaktan kendimi alamam.İlerlemekte olan bir analizde, örneğin falan hasta “buraya geldiğimden beri öyle bir izlenimim var ki,sanki başıma gelen her şeyin sizinle yaptığım çalışmayla bir bağlantısı var” diye ifade eder.Hamile kadın size diyecektir ki:” hamile kaldım,ama hamileliğimin doğrudan analizime bağlı olduğuna eminim.” Ama “doğrudan analizime bağlı” ne demektir?Belli bir bakış açısından bu,analisitin çocuğun ruhsal babası olduğu,olayın nedeni olduğu anlamına gelecektir.Analistin semptomun bir parçası olması o halde onun semptomun nedeninin yerinde bulunması anlamına gelir.
Semptomun görünüşte biri anlamlı diğeri anlamsız görünen iki yanı bulunur.Anlamlı görünen yanı gösterge oluşu anlamsız görünen yanı ise gösteren oluşudur.Gösterge birisi için bir şeyi temsil edendir. Hamileliğinin süre giden analizinin bir sonucu olduğundan emin olan hastayı ele alalım.Hamilelik hasta için analizin meyvesidir,analist için de tedavinin terapötik etkilerini gösterir.Gösterge olarak semptom anlamlıdır.
Gösteren olan semptom ise anlamsız görünür.Sadece biçimseldir.Bir dil sürçmesi,bir rüya,jest,sessizlik anı hepsi anlamsız ve biçimsel gösterenlerdir. O kendisine sıkı sıkıya bağlı ,yinelenmelerle kendisini gösteren diğer “semptom/gösterenler” arasında “BİR” dir. Semptomun ve ona bağlı olanların şaşırtıcı bir şekilde yinelenmesi hastayı hayrete düşürür.Bir semptom ortaya çıkar,hastayı şaşırtır,ıstırap verir ,sonra hasta üzerinde düşünür ,onu yorumlar ve semptom bir süre sonra kaybolur.Ama birkaç sene sonra geri döner.Hasta şaşkın sorar:Bende ne var ki bu semptom böyle aşılmaz biçimde tekrar tekrar karşıma çıkıyor?Burada Lacan’ın söz ettiği yinelenme problemiyle karşı karşıyayız .
Farklı semptomlar hastanın “bireysel gerçekliği” bakımından farklıdırlar.Ancak gösteren değerleri ve biçimsellikleri açısından aynıdırlar.
Sonuç:Semptom ne nedenine hakim olabildiğim(gayri iradi),ne anlamını çözebildiğim (anlamsız) ne de yinelenmesine engel olabildiğim bir gösterendir.
Semptom görünürdeki olumsuzluklarına karşın potansiyel bir faydayı beraberinde getirir.Semptom, bilinçli düzeyde kişisel hikayemizde yer aldığından haberdar olmadığımız, bir soruna dikkat çekmek üzere oradadır.
Hasta şakın sorar:”Peki bunu kim biliyordu?.Şaka sözünün yada beklenmedik semptomun nihayet ben farkına varayım diye bu gün ortaya çıkmasını sağlayan kimdi.?Bu bilgi neredeydi de ben farkında değildim.
Kim sorusunun karşılığı “bilinçdışıdır”.Bilinçdışı öznenin taşıdığı ama habersiz olduğu bilgi düzenidir.Bilindışı ayrıca yinelemeyi sağlayan bir bilgi düzenidir. Hatta şöyle söylenebilir. “Bilinçdışı yinelemenin bilgisidir.”
Bilinçdışı, Lacan’ın “S1” sembolü ile gösterdiği “BİR” in işgal ettiği yeri(açık gösteren veya gösteren boşluğunu) , yeri geldikçe diğer “S1” lerle dolduran ve bu semptomatik devinimi düzenleyen bir bilgi olmalı.
S1 sembolü ile simgelenen “BİR” ifadesi ile hastanın bireysel gerçekliği içinde algıladığı “her bir semptomun özgünlüğüne” vurgu yapılıyor.Yukarıda bahsedildiği gibi semptomun diğer semptomlar ile “gösteren değeri ve biçimselliği” bakımından aynı olduğu öngörülmektedir.
“Bilinçdışı bilgi dinamiği” kavramından söz ediyor Nasio.Bu dinamiğin tek hakimi, ”birbiriyle ilişkili olayları,sözleri,jestleri vs. toplayan, bunları yoğunlaştıran,birinin diğerine yerine diğerini geçirerek işleyen” bilinçdışı işlemcisi (ya da işçisi) yeri geldiğinde bu örüntüye dahil olan öğeleri dışarı bir semptom olarak sızdırıveriyor.
Üst Dil tartışmaları ve Lacan’ın “üst dil yoktur sözü”
Lacan’ın “üstdil” yoktur fikrini Nasio kitabın biraz daha ilerleyen sayfalarında işliyor.Ancak “zevk” ile ilgili bölüme geçmeden bu konuya değinelim.Zira bilinçdışı üzerine olan bahis konusu faraziyeler ile “üstdil yoktur” cümlesi yakından ilgili.
Önce tartışmanın odağında görünen “üstdil”in neliği ile ilgili bir açıklama yapalım.
İlksel anlamı ile “üst dil” bir lisanın başka bir lisan tarafından anlaşılması çalışmalarında kullanılan dil idi.Üstdil ,temelleri Saussure ile atılan dil bilim ve semiyoloji(im-işaret bilim) temelinde ve mantık bilimlerinde eğitsel amaçla kullanıldı. Levi Straus’un çalışmaları ile kurulan yapısal antropoloji de bir üstdil kullanıyordu.
Ancak böylesi “imtiyazlı üstdil” konumlarına itirazlar gelmekte gecikmedi.Roland Barthes Saussure’nin iddiasını tersine çevirdi.Semiyolojinin (im bilimin) bir parçası olarak anılan dilbilimin, aslında semiyoloji doğurduğunu söyledi.Yani söylenenlerin tersine imbilim dilbilimin ürünüydü.
Barthes 1967’de “yazarın ölümünü” ilan etti.Yazarın niyeti ne olursa olsun,okuyanlar kendi anlamlarını üretiyorlardı.Metinler her zaman kayan,karasız ve sorgulamaya açık şeylerdi.Barthes’in terimiyle “yazı anlamın sıfır derecesine yöneldiğinde “ anlam askıya alınıyordu.
Fransız filozof Jacques Derrida ,batı felsefesinin merkezindeki akıl varsayımını hedef aldı.Aklın iktidarında sözmerkezli yaklaşımlarla aranan “kesinlik” ya da “hakikat” ulaşılması imkansız şeylerdi.Platondan Kant,Hegel ve Heidegger’e kadar felsefe her zaman sözmerkezci(logosentrik) olmuştu. Derrida,dünyanın mevcudiyetinin,özünün felsefecilerin, bilim adamlarının, din adamlarının kullandığı “akıl diliyle” gözlemci özneye tam bir kesinlikle sunulabileceği tezine karşı çıktı.Söz dünyanın özünü temsil etmeye muktedir değildi.
“Aklın kesinliği,ancak kesin olmayanın,yerine oturmayanın,farklı olanın bastırılması ya da dışarıda bırakılması yoluyla sürdürülebilen bir tiranlıktır.Akıl ötekine karşı kayıtsızdır” diyordu.Akılcı batı kültürlerinin savaşlarla ve soykırımlarla yarattığı utanç tablosu düşünüldüğünde Derrida’nın sözleri anlam kazanıyordu.
Anlam imlerde ve onların gönderme yaptığı şeylerde içkin değildi.Anlam yanılgısı imler arası ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkıyordu.
Anlam yapıları onları gözleyenleri de içermekte ve işe karışmaktaydı.Gözlemlemek ,etkileşimde bulunmaktı.Yapısalcıların ve diğer rasyonalist görüşlerin kendileriyle gözlemlenen arasına “bilimsel bir uzaklık” koymaları,savunulabilir bir tutum değildi.
Anlamlar ve kimlikler;evrensel,zaman dışı ve durağan değildi,göreliydi.Daha önceki farklılıklar ağına kadar izlenebilir,oradan da daha öncesine götürülebilir ve bu durum sonsuza ya da “anlamın sıfır derecesine “ kadar uzatılabilirdi.
Ve Derrida ünlü söz “metnin dışında hiçbir şey yok” u söylüyordu.Metin sözcüğünü semiyolojideki “genişletilmiş söylem” anlamında kullanıyordu.Yani dili de içeren ama onunla sınırlı olmayan bütün yorumlama etkinlikleri anlamında.
Derrida’nın yapıçözümü metnin içinde ,metnin tam da o şekli alabilmesi için gerekli bastırılmış ya da kabul edilmiş anlam alt katmanlarını ortaya çıkarmaya yarayan stratejiydi.
Difference:Anlam kimlik ve farklılık içerir.Anlama ulaşmak için bir şeyin ne olduğu ve ne olmadığı anlaşılmalıdır. İşte bu süreçte çelişkiler ve çatışmalar anlamın kesinliğe ulaşmasını hep erteler.
Derrida aklı reddettiği ,hiçbir şeyin gerçekliğini kabul etmediği ,değerleri reddettiği suçlamalarına şöyle yanıt verir.O aklı değil,dogmatik bir şekilde kendini zaman dışı bir kesinlik olarak betimlemesini rddeder.Gerçeklik ise kültürel,dilsel ve tarihsel olarak kurulmuştur ama böyle kurulması onun gerçekliğini azaltmaz hele bir de referans noktası olarak alınabilecek zaman dışı bir gerçeklik yoksa.Ve değerleri reddetme sadece şeylerin değerleri her zaman yeniden tanımlamaya açıktır demektedir.
Şimdi Lacan’n “üst dil (metalangage) diye bir şey yoktur” önermesine bakalım.
Nasio bu sözün(bu formülün) şu anlama geldiğini söylüyor:”Hem üst dil hem de nesne dili yoktur”
Ancak konu bir bakımdan çetrefilli görünüyor.Nasio üstdil ve nesne dili kavramlarındaki ayrılığın mantıkçılarca icat edildiğini ve onlar tarafından önermelerin biçimsel kuruluşunda kullanıldığını söylüyor.Oysa analist mantıkçının önermeler arasında mantıksal biçimlendirme çalışması yaptığı yerde kendisine şunu sorar:”Bu önermelerin arkasında konuşan hangi öznedir?”Psikanaliz ve bilim arasında(mantık) farka dikkat çekiyor.Bilimin söylemi özneyi reddeder.Bilimin formülünde öznenin arzusuna yer verilmez.Tamamıyla biçimsel bir görüş açısından hesabın(formülün) kimin tarafından geliştirildiğinin bir önemi yoktur.Bir hesapta bizi ilgilendiren şey,onun yeni elemanların üretilmesine ve dahil edilmesine olanak tanıyarak ilerlemesidir.Oysa analist için her zaman bir özne sözkonusudur.”Analist için öznesi olmayan gösteren yoktur,bilim içinse aksine gösteren özneyi dışlar.”
Yukarıdaki paragraf ile Nasio,”üstdilin yokluğu iddiasının analiz için,gösterenin (semptomun) arkasında her zaman bir özne bulununan (ve asla bilinçdışından muaf tutulamayacak hatta “bilinçdışı öznesi statüsüne sahip” bir özne bulunan ) analitik etkinlik için geçerli olduğunu anlatmak istiyor gibidir.
“Üst dil yoktur sözü” ile Nasio’ya göre Lacan ,bilinçdışı onu kırmaksızın,bilinçdışına gönderme yapan güya dışsal ve kapalı bir dil olmadığını ifade eder.Her dil bilinçdışının etkilerini yüzeye çıkışına açık bir dildir.Bilinçdışı tarafından etkilenmeyen bir söz yoktur.Ağırlığı olan kelimelerle,bu sözün kendisi bilinçdışı tarafından etkilenmeksizin,bilinçdışınd an bahsetmenin yolu yoktur.
Bir dil kendini dışsallaştırmak ve bir nesne dili hakkında konuşmak istediği andan itibaren başarısızlığa uğrar.Asla tam olarak kendi içine kapanmayı başaramaz.Metalangage her dilin dışarıya açıldığı faydan kaçıp kurtulamaz ve bu nedenledir ki bir nesne dili varsayımını kapsamak ve içermek konusunda başarısız olur.
Özet ile Nasio,üstdil yoktur ifadesinin, mantık bilimi gibi öznenin dışlandığı durumları değil, analitik etkinlik gibi gösterenin arkasında her zaman bir özne bulunan durumlar için geçerli olduğunu ifade ediyor.Pek tabi felsefe ,edebiyat,resim ,sinema vb.alanların hepsi,yaratıcılarının söylemleri,yorumları arkasında bilinçdışı etkinliğin faal olduğu alanlar ve bu nedenle üstdil yoktur ifadesinin kapsama alanına giriyorlar.
V. Jouissance (zevk) ve Haz kuramı
Bu kavramı Lacan 1950’lerden itibaren geliştirmeye devam etmiştir.İngilizceye “enjoyment” kelimesi ile geçirilen Jouissance Fransızca Jouir fiilinden gelir,temelde “cinsel doyuma ulaşmak” anlamına gelirse de,Lacancı kuramda zevk tam da doyuma ulaşamayandır.Lacan’ın fransızca terime çevirilerde dokunulmasını istemediği biliniyor.Bu terimi “zevk” kelimesi ile karşılayalım.Lacan kuramının günümüz uygulayıcılarından Nasio, zevk ile kuram da kastedilenin “cinsel zevk ve orgazm” olmadığının altını çizerek devam ediyor.Bu dışlama,kuramda kastedilen zevk kavramının, her ne kadar bir parçasıyla onu içerse de “cinsel doyumdan alınan zevk/orgazm” ile karışması ve damgalanmasının önüne geçilmesi adına yapılmış görülmelidir diyorLacan'ın Freud'un "haz ilkesinin" ötesine yerleştirdiği bir kavramdır. Freud'da haz (Lust) bedensel/ruhsal bir gerilimin boşalmasından ibarettir (aynı şekilde Unlust da bu gerilimin sürekli kılınmasıdır) Bu kavram bedenden akan yoğun uyarılmaya haz ve acı karışımı bir kavrama işaret etmektedir. Biz jouissance ile doğarız.Büyüdükçe bedenimize nasıl yön vereceğimiz ile ilgili direktifler azalır ve üüzerimizden akan jouissance miktarında düşme olur.
Nasio,zevk ile kuram da kastedilenin “cinsel zevk ve orgazm” olmadığının altını çizerek devam ediyor.Bu dışlama,kuramda kastedilen zevk kavramının, her ne kadar bir parçasıyla onu içerse de “cinsel doyumdan alınan zevk/orgazm” ile karışması ve damgalanmasının önüne geçilmesi adına yapılmış görülmelidir diyor Nasio:
“O halde sizden,benden “zevk almak” ya da “zevk” kelimesini telaffuz ettiğimi duyduğunuz her seferinde onun orgazm ile ilgili hazza yaptığı göndermeyi unutmanızı isteyeceğim”
Semptom gösterenden acı çekmeyi içerir içermesine ama bilinçdışı için tam tersine,bir tatminden zevk almak anlamına da gelir semptom.Zira semptom acı çekmek olduğu kadar yatışmadır da. Semptom bu yatıştırıcı ,baskıdan kurtarıcı etkisi nedeniyle zevkin ana figürlerinden sayılır.
Nasio Lacan’cı zevk kuramını izah edebilmek için önce Freud’un psişik enerjiye dair tezini hatırlatıyor.
“Önce bir öncül koyalım.Freud’a göre ,insan,mutlak mutluluğa,ensest sırasında duyulan hipotetik (varsayımsal) bir “mutlak cinsel hazzın” farklı figürlere bürünen mutluluğuna ulaşma şeklindeki daima sabit ve asla gerçekleşmeyen özlemin nüfuzu altındadır.
Bu arzudur.
Arzu, bedenin erojen bölgelerinde doğan bu atılım,psişik gerilimin zorlu bir halini yaratır.Arzu,gerilimi yatıştırmak üzere bastırma engeli ile karşılaşır.Arzu basınçla bastırmayı aşarsa eneji boşalır .Aşamazsa enerji tortul bir halde korunur ve birikir.Bastırmayı geçen enerji rüya,lapsus/dil sürçmesi ve diğer semptomlara eşlik eder.Geçemeyen enerji erojen zonları “aşırı uyaran” bir enerji fazlası halinde birikir.
Üçüncü olasılık tam bir boşalımdır.Bastırma ya da başka bir engelle engellenmeyen tam bir boşalım hipotetik kalır.
Psişik enerji üç yolla boşalmaya yazgılıdır.Bu boşalma şekillerine göre Lacan’ın şu zevk terimlerine tekabül eder.Fallik zevk,zevk fazlası (artı keyif) ve ötekinin zevki.
Fallik zevk,kısmi boşalım esnasında dağılan enerjiye ve sonuçta ortaya çıkan yatışma duyumuna karşılık gelir.Fallus zevkin dışarı açılan kapısını açar yada kapar.Enerjinin boşalımında bir baraj işlevi gördüğü düşünülebilir Dışarısı ile kastedilen,beklenmedik olayları,sözleri,düşlemleri ve bilinçdışının dışsal yaratımlarının bütünüdür.
Boşaltılmamış enerji ,tortul enerji zevk fazlasını oluşturur.Zevk fazlası erojen bölgelerde ve “bedenin delikli bölümlerinde” (ağız,anüs,vajina,penis ucu) demir atmış olarak kalır.Arzunun tazyiki bu bölgelerde doğar ve bu bölgeler sürekli uyarım halinde bulunur.
Son zevk kategorisi , gerilimin engelleme olmaksızın tamamen boşaltıldığı ideal duruma tekabül eden , hipotetik(varsayımsal) bir hal olan Öteki’nin zevkidir.Bu ideal hal,mutlak ve imkansız mutluluk ufku yerleşilen açıya göre farklı şekilller alır.Takıntı nevrozlu bir hasta için bu eksiksiz zevki ölüm,odipal dönemdeki çocuk için “ensest düşlemi “temsil eder.Bu düşlemler arzuyu devam ettiren yanıltıcı ve büyüleyici kurgu ve serap biçimleridir.
Psikanalizin öncelik verdiği bu seraplardan sadece birisidir.İnsanın serap tarafından büyülendiği yerde psikanaliz kendi bilgisinin sınırını görür.Ama bu serap nedir?Bu,odipteki çocuğun gözlerini,onu mutlak zevkin var olduğuna ve bunun mümkün olan ensest bir ilişki esnasında duyulacağına inandıran,büyüleyen ve yanıltan bir aldatmacadır.Tam da bu nedenle biçimi ne olursa olsun,zevk daima cinsel bir zevk olarak kalır.Genital anlamda değil ama zevkin kendisini ensest bir edim esnasında tüketeceği,mutlak bir cinsel zevk halinde Öteki tarafından deneyimlenen mitik bir zevk olma yazgısıyla damgalandığı anlamda.Bu mitik varlık tanrı da olabilir,anne de,kadir-i mutlak halde tasarımlanan öznenin kendisi de.Söz konusu ensest düşleminin ebevyn tarafından gerçekleşrtirilen bir taciz ya da tecavüz şeklindeki gerçek bir edimle ilgisi olmayıp düşlemsel olduğunu belirtmek gerekir.
Böyle bir Öteki ve Ötekinin ideal ve mutlak tatmini diye bir şey yoktur.Öznenin de cinsel ilişkiyi gerçekleştirmesi mümkün değildir.Psikanalizin ise hiç gerçekleşmeyecek bir edim için zevkin doğasını, sınırlarını belirlemesi,biçimsel olarak kavramsallaştırması mümkün değildir.Psikanalizin bilgisine erişmesi mümkün olmayan zevk bilinçdışında ve gösterenden yoksundur.İşte bu şartlarda Lacan ünlü önermesini ortaya koymaktadır:”Cinsel ilişki yoktur”
Zevki gösteren gösterenler olmadığı için bu böyledir.Ne eril ne dişil zevki gösteren bir gösteren yoktur.Dolayısıyla gösterenler arasında sembolik bir ilişki de yoktur.Bu durum zevkin bir psişik enerji ise doğasının bilinemez derecede bize kapalı olmasından ileri gelir.
Bedenin erotojenik zonlarındaki arzunun tazyiki nedir peki?Evet ama bu bir gösteren değil göstergedir olsa olsa .Zevkin saf halini göstermez,gösteremez ama onun var olduğunu bildirir bize. İki cins arasındaki bildik buluşmanın(cinselliğin) ne olduğu sorusuna ise bu buluşmanın varlıkların arasındaki değil bedenleri kuşatan yerel zevklerin arasındaki buluşma olduğu yanıtını verir Nasio.
Lacan’ın Freud’tan farklı olarak,fizikçinin karşı karşıya bulunduğu açık,ölçülebilir türden bir enerji ile karşı karşıya olmadığımızdan,zevki matematiksel olarak sayısal bir sabitle kaydedemediğimizden zevk için enerji deyimini kullanmaktan kaçındığını ifade eder Nasio. Zevkin doğasının bilinmediği,temsil edilmeye direndiğini vurgular.
Psikanaliz zevkin doğasını,Ötekinin zevkinin(bütünsel),fallik olanın(yerel),tortul olanın doğasını bilmez.Ancak zevkin bedensel merkezlerini çevreleyen göstergesel sınırları bilebilir.
Fallus:Lacancı kuram içinde fallus erkek genital organının belirtmez.Fallus uzaktan ya da yakından cinsel boyuta dayanan her şeyi gösteren çok özel bir gösterendir.Fallus zevkin göstereni değildir,zira tekrar etmek gerekirse zevk temsil edilmeye direnir.
Fallus zevkin değil ama başka pek çok şeyin gösterenidir.Gösterdiği şey zevkin kendisi değil ama zevki bir enerji akışı olarak düşünürsek onun yörüngesidir.Bir yandan erojen zonlarda hissedilen gerilimi yaratan yerel zevkin,tortul zevkin,bastırılmış zevkin varlığına, kaynağına işaret eder,diğer yandan zevkin semptom,düşlem ve edimler şeklinde dışsallaştırılmalarını damgalar.Nihayetinde de Ötekinin zevkine açılan eşiktir.
Neden erkek cinsel organına gönderme yapan fallus zevkin yörüngesine işaret eden bir gösteren olarak seçilmiştir.Nasio,bu tercihin ,psikanalizin insan cinselliğinin gelişiminde kastrasyon deneyimine,ekseni fallus olan bu deneyime verdiği öncelikte yattığını ifade eder.
Nasio,Lacan’ın zevkin enerji olarak alınması karşısında gösterdiği katılığı bilmesine rağmen,zevkin klinik ve dinamik yanının göstermek için Freud’un ruhsal enerji kavramının bir yorumuna başvurur..
Bilinçdışı ile ilgili bölümde ,onun yinelenmeyi güvence altına aldığını ,semptom ve düşlem,lapsus vb başka gösterenlerle kendisini sürekli dışsallaştırarak çalıştığını belirtmiştik. Nasio işte, bilinçdışının çalıştıran enerjinin zevk olarak uslamlanabileceğini söyler. Lacan’ın “Encore” seminerinde söylediği bir sözü alarak zevk ile bilinçdışının çalışması arasında bir bağlantı kurar.Lacan bu seminerde “Bilinçdışı varlığın konuşarak zevklenmesidir” demişti.Nasio da “zevk,varlığın bir hata işleyerek bilinçdışını edimselleştirmesidir” demektedir.
Ne demektir bu sözler.Kanaatimce,bilinçdışının ancak konuşma eyleminde kendini ele verdiğinin altını çizer.Üstdilin olmadığını söyleyen Lacan,bilinçdışının müdahale etmediği “izah edici bir dilin” mümkün olmadığını söylemiyor muydu? Konuştukça bilinçdışı faaliyet kendisini ortaya koyar. İşte bilinçdışı varlığın konuşarak süzgecinden kaçırdığı düşlemler,lapsuslar ,bilinçsiz göndermeler ile(hata işleyerek) “sürekli gerilimi boşlattığı ve yatıştığı”nı ifade etmiş oluyor Nasio da. “tortul zevk” veya “zevk fazlasının” analitik kürün motoru olduğunu da eklediğini ifade edeyim.
Zevkin deliği…
Bilinçdışı bir “fiili gösterenler zinciri” ise ,zincirde bir öğe eksiktir.Bu öğe zevki temsil etmiş olması gereken öğedir.
“Bilinçdışında zevkin belli gösteren temsili yoktur ama zevkin bir yeri vardır;deliğin yeri”
Gösteren sisteminin içinde,düşlemlerin ve semptomların örtüsüyle üstü kapanmış bir deliğin yeri.Ancak bilinçdışındaki zevki işaretleyen bir gösteren yokluğunun imgesi olan bu deliği zevkin hangi ana biçimini kastettiğimize göz önünde tutarak imgeselleştirmeliyiz.
Eğer yerel zevkleri (fallik ve tortul) kastediyorsak ,sınırları tıpkı erojen beden bölgeleri gibi iyi çizilmiş bir deliktir.(“erojen zonların deliği” ile bilinçdışı zevki gösteren bir imge yokluğunun yarattığı “ontolojik boşluk” arasında anlamlı ve ironik bir analoji)
Eğer bütüncül zevki(Ötekinin ölçüye gelmez zevkini) kastediyorsak sınırları belirsiz, çevrelenmemiş, bir sisteme bağlanmamış,ufku açık bir nokta olarak beliren,bir serap gibi belli belirsiz farkına varılan bir imgeden söz etmemiz gerekir.
Haz ve Zevk
Haz bir bilinçöncesi figürüdür.,gerilimin boşlaması ile oluşan rahatlama hissi,hoş bir duyumdur.
Zevk ise bilinçdışının figürüdür doğrudan hissedilmez.Gerilimin artışı veya korunması söz konusudur.Sınır deneyimlerde ortaya çıkar.Çevresinde arkadaşları bulunan ve eğimli çatıya çıkıp kendisini düşme tehlikesiyle baş dönmesine bırakan çocukta zevk vardır.Analiz deneyiminde konuşarak rahatladığını hissetmek hazdır.Oysa gerilimin arttığı,acılı anlarda zevk ortaya çıkar.Zevk doğrudan hissedilmez ama sonradan hissedildiği anlaşılır.Zevkin kız kardeşi eylemdir,hazzınki ise imgedir.Zevk kendini kör eylemlerle hissettirir,bu eylemler bir ressam,kendisi dışında bir tuval yarattığında yapıcıdır,ölümle burun buruna gelmiş bir sürücü örneğinde ise yıkıcıdır.
Zevk Öznesi yoktur
Zevki gösterebilecek bir gösteren yoktur bilinçdışında.Gösterensiz özne ise olmaz.O halde zevk öznesi olmadığı söylenebilir.Nasio’nun bu çetrefil durumu açıklarken kullandığı ifade ilginçtir:Özne zevklenmediğine göre zevklenen kimdir?Pekala,hiç kimse zevklenmez,biz bir şeyden zevkleniyor değiliz,ama bir şey bizde,bizim dışımızda zevklenir diye cevap vereceğim.
Sözün başarısızlığa uğradığı yerde zevk ortaya çıkar ve zevk olarak beden
Beden dile boyun eğer.Biz konuşan varlıklarız ek bir adım daha atarsak biz dilin yerleştiği varlıklarız.Ve dil tarafından aşılan varlıklarız da.Bizden önce gelen,bizi altüst eden,bizi yakalayan sözün taşıyıcılarıyız..Özne söz tarafından ters düz edilirken beden de söz tarafından yaklanır.Hangi beden?Zevk olarak beden.Beden organizmanın olarak değil,ama organik bedenin bunların sadece yankı kasası olacağı arı zevk,arı prişik enerji olarak tanımlanır.
Bilinçdışının belirişi anında,enerjiye değin çifte bir fenomen yaşanır.Bir yandan enerji boşalır (fallik zevk) diğer yandan ,eşzamanlı olarak iç psişik gerilim yeniden etkin hale gelir(zevk fazlası)
Arzu neden tatmin edilemez? Ve arzunun tatminsizliği insanın özlemlerine dair psikanilizin karamsarlığınımı gösterir.
Arzunun tatminsizliği konuşan varlıklar olduğumuz gerçeğine dayanır.Konuşmak,sembolik dünyanın bir parçası olmak demektir.Her şeyin kendisinden başka ikricikli pek çok anlama geldiği semboller dünyasında, arzunun tam tatminine giden yol binbir labirentten oluşan sonsuz bir alana açılır.Sözler ve edimler açılan yan anlamlardan kurtulamaz ve buradan arzunun hedefi olan tam tatmine asla ulaşılamaz.
Ancak karamsar olmak için gerek de yoktur.Zira arzunun peşinden atılan her adım belki ona ulaşmamızı sağlamayacak ama kendi ölçeğinde yaratıcı bir edim ortaya koyacaktır.Önceden çizilmemiş bir yol her deneyimde yeni bir yola açılır.Varılan her sınır sonsuza uzanan bir diziye açılan eşiktir.
Lacan’cı psikanaliz…son sözler
Lacan ,çağdaşı yapısalcı antropolog Levi Strauss’dan önemli derecede etkilenmiştir (ancak bu durum onun yapısalcı olduğuna yorulmamalıdır)..Strauss’un başını çektiği “yapısalcılık” , bilinçli kavranamayan simgesel yapıların nasıl olup da toplumun işleyiş ve bireyin düşünüşünü etkilediğini-düzenlediğini ortaya koymaya çalışıyordu.
Lacan’da imgesel kayıtların simgesel metinlerle nasıl bütünleştirildiğine tıpkı bir yapısalcı gibi dikkat çekmiştir.Hastanın geçmişi Lacan’a göre bilinmelidir ki bu sayede terapide özne “ego”nun yerini görmeli,egonun imgeleri(imgesel kayıt) ile simgesel kayıt arasındaki bağlantıları kavramalıdır.
Dostları ilə paylaş: |