Kıbrıs Yazıları sayı Güz-Yaz 2006 BİLİm mi- sanat mi- propaganda mi?



Yüklə 217,96 Kb.
səhifə2/4
tarix16.12.2017
ölçüsü217,96 Kb.
#35069
növüYazı
1   2   3   4

“ Biz, yalnız bir tek bilim tanıyoruz o da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi doğa tarihi ve insan tarihi olarak ikiye ayırabiliriz. Bununla birlikte bu iki yön birbirinden ayrılamazlar; insanlar varoldukça, insanlar tarihi ve doğa tarihi karşılıklı olarak biribirini koşullandırırlar. Doğa tarihi, yeni doğa bilimi ile belirtilen şey, burada bizi ilgilendirmez. Buna karşılık insanların tarihi ile ayrıntılı bir biçimde uğraşmamız gerekecek...”25

Bu pasajdan, Marx’ın “tarih” deyince ne anladığı da ortaya çıkar. Bu anlayış, çağdaş tarihçilerden yalnız Braudel ile örtüşüyor. Braudel’in, üç kattan oluşan devinimli “tarih’i”, “değişimin bilimi” dediği tarih anlayışı, anlayış olarak Marx’ınkinin aynısı!26 Ama o bir Marxist değil! Ona göre, zeminde doğanın değişimi yatar. Bu çok yavaş gelişen bir değişimdir ve insan gözü ile takibi mümkün değildir. Orta katta, toplumun değişimi, üretim biçiminin değişimi bulunur. Bunun da hızı, ilkinden süratli ama en üsttekinden yavaştır. En üst katta ise bireysel ve politik değişiklikler yaşanır. Siyasi tarih, bu kattadır ve en süratli değişim de burada olur. Tarih bu değişimleri inceleyen bilimdir, Braudel’e göre...

Bunun yanında, 19.yy pozitivistlarinin başını çektiği bir tarihçiler grubu, tarihin bir sosyal bilim olarak sayılabileceğini ileri sürerler. Bu görüş Ranke’nin önderliğindeki pozitivistlerle sınırlı olmayıp, örneğin Carr, Braudel, Collingwood gibi çağımızın büyük tarihçileri de tarihin bir bilim olduğunu ileri sürerler. Ne var ki Carr, tarihin bir bilim olmadığını ileri sürenlerin dayanaklarına saygı duyduğunu belirtir.27 Öte taraftan Tosh, tarihin bilimsel yöntemleri kullanarak araştırma yapan bir disiplin olduğunu söyler. İggers, tarihin sanat da değil, zenaat olduğu görüşündedir.28 Post - modernistler zaten üniversitelerde böyle bir kürsünün gereksiz olduğu düşüncesindedirler.29 Jenkins, bu tartışmanın bile modasının geçtiğini ileri sürer.30 Ama tarihin bir bilim olmadığı konusunda, kuşku duymaz. Ona göre tarih, ideolojik bir faaliyetten ibarettir. Evans’ın bu konudaki düşüncesi ise tarihin bilimsel yasanın değişmez kesinlikteki kestirim gücüne yaklaşmasının bile sözkonusu olmadığıdır.31 Evans da tarihin bir sanat olduğunu düşünüyor. Durkheim, böyle bir bilim bulunmadığını, bunun ancak sosyolojinin ilerlemesine yarayacak bir yardımcı bilim olarak ele alınabileceğini ileri sürer.32 Fernand Braudel, “ Tarih bana toplumsal bilimin bir boyutu olarak görünmektedir” der.33 Hayden White, “bilimsel yöntemler kullanan bir zenaattir” diye yazar.34

Bence tarih, bağımsız bir bilim, değildir. Tarihçilik, bilimsel bir disiplinle geçmişe değgin araştırmalar yapan ve bunları yeni baştan günümüzün bakış açıları ile kurgulayan bir sanattır. Ne var ki “ Tarihçilerin metinleri kurguysa (bir anlamıyla edebi kompozisyonlar olarak öyledir) bu kurguların hammadesi de doğrulanabilir olgulardır.”35

Ancak bütün o “doğrulanabilir olgular”, zaman içerisinde, ayni nedenlerin, ayni sonuçları yaratacağına ait genelleyici yasalar vaz edemediklerinden, tarih bir bilim değildir. Peki, o zaman romancı ile tarihçinin farkları nedir?

Hobsbawm, bu konuyu şöyle açıklar:

Tarih bir tahayyül etme sanatı olsa bile bulunmuş nesneleri icad etmeyen, onları düzenleyen, bir tahayyül sanatıdır. Gerçi tarihçi olmayan insanlar, özellikle de tarihsel malzemeleri kendi amaçları doğrultusunda kullananlar, aradaki bu ince ayırımı vurgulamayı, bilgiçlik taslamak ve önemsiz bir çaba olarak görebilirler.”36



Bir başka büyük İngiliz tarihçi, Collingwood, “ İmgelemin işleri olarak, tarihçi ile romancının işleri, farklı değildir. Farklı oldukları yer, tarihçinin işinin doğru olduğunun söylenmesidir.”37 diye yaklaşır konuya. Ve “tarih bir bilim olsa bile, özel türden bir bilim olurdu” diyerek, tarihin felsefi bir sanat olduğunu ileri sürer.

İşte bu aktarılanlardan dolayı, tarihçinin kendi zihninde yeniden canlandırdığı geçmişin, gerçeğe ne kadar benzediği, onun bitirdiği okullar ile değil, kendi zihni ile ilişkilidir. Bunun için, geçmişe ait kaynaklara ulaşabilmek, bunları yorumlayacak bir dünya görüşüne sahip olmak ve geçmişe ait bu kaynakları ele alırken, tarih metodolojisinden yararlanacak zekâ ve bilgiye hakim olmak, gerekir…

Collingwood, “ Tarihsel soruşturma, tarihçinin önüne kendi zihin güçlerini serer. Tarihsel olarak bilebildiği herşey, kendi kendine düşünebildiği düşünceler olduğundan...”38 Yâni, ayni kanıtlar karşısında, her tarihçi kendine göre ve kendi kadar düşünür, her hangi bir tarihsel olgu ya da belgeyi, her tarihçi ancak ve yalnızca, kendi gibi kavrar.

Burada metodoloji ile ilgili bir opsiyon bıraktığımızı belirtmekte de ayrıca yarar var. Zira Metod sorunu da ayrıca ele alınması gereken, başlı başına bir önemli sorundur. Konuyu, Evans’tan bir pasajla bitirelim:

Tarih yalnızca terimin zayıf anlamıyla bir bilim değil, yetenekli ellerde edebi bir biçim ya da dille ortaya konulabilen ve diğer edebi sanat ürünleriyle kıyaslanabilecek ve böyle olduğu geniş ölçüde teslim edilebilecek bir sanattır ya da öyle olmalıdır. Ve büyük Fransız tarihçisi Marc Bloch’un ısrarla belirttiği gibi bir zenaattır; çünkü onun uygulayıcıları malzemelerini ve aletlerini nasıl kullanacaklarını iş üstünde öğrenirler... Gerçekten bilimsel bir tarih arayışı içinde olmak, bir serap peşinde koşmaktır. ”39





TARİHSEL OLGU NEDİR VE NASIL SEÇİLİR:

Ranke’ci tarih yazımının bir başka ustası, C.P. Scott “Olgular kutsal, kanılar özgürdür” der. Çok doğru gibi görünen bu sözler hakkında, Carr şunları söyler:

“ Sağduyucu tarih görüşü(ne göre)... Tarih doğrulanmış bir olgular kümesidir. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar vb içinde olgular hazır dururlar. Tarihçi onları alır evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar... Şimdi, besbelli ki böyle şey olmaz... Olgular yalnızca tarihçi onlara başvurunca konuşurlar: hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde söz hakkı verileceğini kararlaştıran, tarihçidir... Sezar’ın o küçük çayı, Rubicon’u geçişinin bir tarih olgusu olduğuna karar veren tarihçidir... Bu binaya yarım saat önce, bisikletle ya da yürüyerek gelmiş olmanız da Sezar’ın Rubicon’u geçmesi gibi, geçmişe ait bir olgudur fakat büyük ihtimalle tarihçiler bunu görmezlikten geleceklerdir... Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihi olguların oluşturduğu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel sert bir çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça fakat silinmesi çok güç bir yanılgıdır....’ Bizim okuduğumuz tarih, doğrusunu söylemek gerekirse hiç de olgusal değildir. Bir dizi kabul edilmiş yanılgıdan ibarettir.’... Çağdaş tarihçinin iki görevi birden vardır: Az sayıdaki anlamlı olguları bularak onları tarihin olgularına dönüştürmek ve pek çok olguları tarihi değildir diye bir kenara bırakmak.40

“ Olgular gerçekte hiç de balıkçının tablasındaki balıklar gibi değildir. Olgular uçsuz bucaksız ve hatta bazan sınırsız bir okyanusta dolaşan balıklara benzerler, tarihçinin ne yakalayacağı kısman şansa, fakat asıl avlanmak için okyanusun neresine gideceğine ve hangi oltayı seçeceğine bağlıdır... Genellikle tarihçi, istediği türden olguları elde edecektir. (Zira NB) Tarih, yorum demektir...”41

Geçmişte yaşanmış tarihsel yaşanmışlıkların herbiri; bir olaydır! Ne var ki geçmişte yaşanmış olayların tümü de birer tarihsel olgu değildir. Bir olayın tarihsel olgu nitelemesine hak kazanması için, o olayın yaşandığı dönemi etkileyen, ona damgasını vuran olaylardan biri olması da yetmez, geleceği de etkilemiş olması gerekir. Doğal olarak, geçmişte yaşanmış sayısız olaydan, hangilerinin tarihsel olgular olduğuna, tarihçinin kendisi karar verir. Tosh “ ... Her tarih seçicidir ve bu seçmede kullanılan ilke özünde diğerinden daha doğrudur diye bir şey de yoktur.” der. Ayni tarihçi devamla ekler ki: “ Dolayısıyla tarihçilerin şurada bir yerde bulunan olgulara kendi kimliklerini silerek yaklaştıkları şeklindeki inanış (pozitivizmin temel ilkesi) yanılsamadan başka birşey değildir.”42

Tarihçi, sadece ele aldığı olgunun nesnel olduğunu garanti edebilir. Yâni, ele aldığı olayın gerçekten geçmişte yaşandığını kanıtlayabilir. Ama onun o olayı, olgu olarak kabul etmesi bile öznelliğin ta kendisidir. Zira, o olayı “tarihsel olgu” olarak ele almak ya da almamak, bütünüyle, tarihçinin inisiyatifine kalmış bir şeydir.

Tarihçi “nasıl olduysa” değil, “ nasıl anladıysa” da değil; “nasıl olduğunun sanılmasını isterse” onu haklı çıkaracak olayları, olgu olarak seçebilir. Birine “olgu” olarak görünen bir olay; ötekinin gözünde “önemsiz ayrıntı” olarak beliriverir ve genellikle hangi olayın kendi dönemine damgasını vurduğunu, bilimsel bir kesinlikle vurgulayacak herhangi bir kural da henüz vaz edilebilmiş değildir.
KAYNAKLAR:

Yalnız amatör tarih meraklıları değil, pek çok ciddi tarihçi de tarihin kaynaklara dayalı olarak yazılmasının, onun nesnel olmasının bir kanıtı olarak ileri sürülebileceğini, iddia eder. Aslında bu düşünce de Leopold von Ranke’nin, 20.yy tarih yazıcılarına musallat ettiği bir yanılsamadır. Ranke, Comte’un toplumbilim’i kurmasından esinlenerek, o güne kadar edebiyat içinde yer alan tarih yazıcılığından, yeni bir toplumsal bilim yaratmağa sıvanmış, Prusyalı bir aristokrat olarak, arşive kapanıp bir takım kurallar geliştirmekle, bilim dünyasına yeni bir disiplin hediye edebileceğini düşünürken, aslında bütün yazdıklarının Prusya’da ulus devlet ideolojisi yaratmak üzere kaleme alındığının, gözlerden uzak kalabileceğini sanmıştır.43 Onun katı kuralcılığı, sonunda tarihsel kaynak olarak devlet arşivlerinde tutulan belgelerden başka hiçbirşeyin değerli olamayacağına değgin bir yanlış inanış ortaya çıkarmıştır. Oysa, Evans’ın deyimiyle, “bir sonraki kuşaktan tarihçilere, Ranke yeterince Rankeci gelmiyordu”!44 “... Onun yazıları kimilerinin düşündüğü gibi renksiz olmaktan çok, metaforlarla doluydu. Nesnel tarih yazdığına ilişkin inancı, büyük ölçüde çalışmalarının önemli bir kısmını Venedik sefirlerinin çeşitli Avrupa devletlerine gönderdikleri, tarafsızlık ve değer yargısından yoksunluk havası veren belgelere ve raporlara dayandırmış olmasından kaynaklanıyordu.”45 Devlet arşivlerindeki belgelerin ne kadar nesnel olabileceğini yukarıda tartıştık ama bütün bir yirminci yüzyıl tarih yazıcılığına egemen olan anlayışın, üniversitelerin tarih bölümlerinde lisans öğrencilerine dayattığı metod bilgisi, bugün hala geçerliliğini koruyor. “Meslekten tarihçiler”, tarihsel kaynakları ikiye ayırıyorlar:

Tarihsel olaya bizzat tanık olmuş kişilerin kaleminden dökülen belgelere, Birincil Kaynaklar deniyor.

Tarihsel olayı, nispeten geç zamanda başkasından işiterek kaleme almış olanların yazılı mirasları ise, İkincil Kaynak diye adlandırılıyor.

Bu türden kaynaklarla, “nesnel tarih” yazılacağını öngören Ranke’nin izinden giderek, belgelerin tersten de okunması, çağdaşı başka belgelerle karşılaştırılması, yazıldığı çağın genel tarih bilgisi ile irdelenmesi ve böylece mutlak gerçeğe yaklaşılmasının mümkün olabileceği öğretiliyor.

Birincil Kaynaklar söz konusu olduğu zaman, sırf kaynağa dayanarak doğru tarih yazmanın kesin garantisi de yoktur. Örneğin 1425 Hirokitya Savaşı ile ilgili olarak, elimizde hem Memlük vak’anüvislerinin ve hem de Lüzinyan kroniklerinin birinci elden kronikleri bulunmaktadır. Birinin ak dediğine ötekinin kara diyeceği açıktır. Gerçeği yazan, bunlardan hangisidir? Ya da bunların gerçek olması mümkün müdür? Sırf belgesel kaynaklara, birincil kaynaklara dayanarak Hirokitya savaşını yazmaya kalkan bir tarihçi, sadece savaşın galibinin Memlük ordusu olduğunu yazıp, noktayı koymak zorunda kalacak değil midir?

Elbette ki tarih, kanıtlanmış tarihsel olgulara dayanarak geçmişi bugün yeniden inşaa etmek için, tarihsel kaynaklara ve belgelere muhtaçtır ama tarih belgelerde yazanlardan ibaret değildir. Ve dahası, belgelerde bulunabilenler, tarihin çok küçük bir kısmıdır. Kaynakların bize aktardıkları da öyle...

Tarihsel anlatıların çoğu, tarihsel geçmişe ilişkin ve tarihçinin kafasından çıkan, açıklanmış, yeniden işlenmiş, inşa edilmiş ve yapısı bozulmuş öykülerin bileşiminden çıkar... Malzemenin sınırlılıkları ile çalışmak zorundayız. Ve bu sınırlılıklar, katı ve şiddetlidir... Tarihçiler yalnız başka tarihçilerin anlattıklarının değil fakat ayni zamanda geçmişin de yapısını bozarlar.”46

“ Tarihsel yorum sadece olgulardan çıkmaz.”47

İşte bundan dolayı, Lucien Fabvre, insana ait bütün kalıntıların kaynak olduğunu ileri sürer. Tarihçi bunlar arasından işine yarayacak olanları anlayıp, kavrayıp seçebildiği oranda iyi ya da kötüdür. Ayni Lucien Fabvre şöyle der:

“ Ben kendi hesabıma, arşivler ve kütüphanelerde, herhangi bir kimse hakkında, herhangi bir önfikir veya yönlendirici plan olmaksızın – veya çözülecek bir problem olmaksızın- ne bulurlarsa onu arayan allamelere şiddetle itiraz ettim”48

Eric Hobsbawm ise: “ Biz soruların ve yanıtların, materyallerin incelenmesi sonucunda kendiliğinden ortaya çıkacağına inanan pozitivistler olamayız. Genellikle bizim sorularımızla açığa çıkana kadar, hiçbir materyalden sözedilemez.” 49 diye yazar.

Kuşkusuz tarih yazılı belgelerle yapılır. Ama yazılı belgeler yoksa, onlarsız da yapılabilir ve yapılmalıdır. Balı alınacak her zamanki çiçeklerin yokluğunda, tarihçinin zengin buluşları içinde ne varsa, hepsi kullanılarak yapılmalıdır. Sözlerle de tarih yapılabilir, resimlerle de. Toprak parçasıyla da, çatı kiremitiyle de. Tarla biçimleri ve yaban otlarıyla da. Ay tutulmasıyla da, at yularıyla da. Jeologların uzmanca taş kanıtlarıyla da, kimyacıların kılıçların madeni üzerine yaptıkları araştırmayla da... İnsandan kalma olan, insana bağlı olan, insana yarayan, insanın dile getirdiği ve onun varlığını, uğraşlarını, zevklerini ve yaşam biçimlerini anlatan ne varsa, bunların hepsiyle de tarih yapılabilir ve yapılmalıdır.”50 de der Fabvre... Öğrencisi Fernand Braudel’in neden bütün sosyal bilimlere hakim olmadan sadece “kaynak” okunarak tarih yazılamayacağını savunduğu da böylece ortaya çıkar. Günümüzün Türk “tarih yazarlarını”, özellikle de “meslekten tarihçi” olanlarını okudukça, insanın Fernand Braudel’i dönüp dönüp yeni baştan okuması gerekiyor.

Jenkins, “Birincil, ikincil kaynak tartışmaları özgün kaynağa öncelik tanımakla, belgeleri fetişleştirmekte ve tüm tarih yazma sürecini çarpıtmaktadır.”51 demektedir. Onun bu saptamasını aktaran Evans da ona hak vererek, “artık bundan vazgeçilmelidir.”52 diye eklemektedir.

Manuel Moreno, “Gerçeklere hepten uzak, yalnızca geçmiş üzerine çalışan, ölü belgeleri toplayan, arşiv ve kitaplıkların duvarlarıyla maddi nesnelerin üretiminden kopmuş bulunan günümüzün tarihçisi, kentsoylu sınıfının büyük zaferi, en bağlı, en ucuz ve en verimli memurudur. Toz, nem ve güve ortamının sabırlı işçisidir.53 diye yazıyor. Ve Fontana da ona katıldığını dile getiriyor. Ayni yazarın katıldığını belirttiği bir başka görüş de Guy Dhoquois’a ait. Dhoquois, arşivlerden çıkamayan ve “birincil kaynak” arayan günümüzün “tarihçileri”ni şöyle tanımlıyor:

...tüm ideoloji şamataları karşısında sağır kalan, arşivler içinde körü körüne kendisine bir çıkış yolu kazmaya çalışan yaşlı köstebekler.”54

Jenkins, bu konuda daha da ileri gider ve “kaynak” lâfına itiraz eder. O, bunun yerine “geçmişe ait izler” denilmesinden yana olup, tarihsel gerçeğin yakalanmasının mümkün olmadığını düşünür. Dolayısıyla, bütün tarih bölümlerinde okutulan paleografi ve diplomatikin (eski yazılar ve belgelerin içten, eleştirel gözle okunması) tek başlarına hiçbirşey ifade etmediklerini söyler. Jenkins’e göre, aslolan kaynakların anlattıklarının temelinde yatanları meydana çıkarabilmektir.55

Evans’ın da bir saptamasını daha ekleyelim:

“ Artık kesin tarih olamaz.”56

Marc Bloch ise şöyle yazar:

“ ...Tarihçi hiç de özgür bir insan değildir. Geçmişe dair ancak bu geçmişin kendine açıklamak istediklerini bilebilmektedir.”57

Jenkins’in yukarıda aktardığımız görüşlerine ulaşmanın sırrı, Fabvre’ın sözlerinde yatmaktadır.

Tarih, ölü belgeler, donmuş zaman kesitleri, Evans’ın deyimi ile “akademi koridorlarunda dolaşan Ranke’nin ruhu”58 etkisi ile değil; insana ait herşeyle; arşiv duvarlarının dışında devam eden yaşamın da farkında olarak, yazılabilir.

TARİHTE NEDENSELLİK:
Karl Marx’ın tarih yazıcılığı düşüncesine bir katkısı olan Nedensellik, yani her olayın bir olayın sonucu ve bir başka olayın nedeni olduğu düşüncesi, sosyolojide bir kural olarak ele alınsa da tarihte rastlantıların da rolü olduğu için, (bazı istisnalara da pay ayırmak gerektiğinden,) kural değildir. Kendi pratik tarih çalışmalarımda, bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmış olmakla birlikte, (zira ele aldığım konularda bu türden geleceği belirlemiş rastlantılara rast gelmedim ya da onları farkedemedim) tarihte bu çaşit bir genel kaide aramanın, bir zorlama olacağını düşünüyorum. Zira tarihte genel olarak olayların ve olguların bir sonuç olduğu ve bu sonucun da bir başka olay ya da olgunun nedeninin oluşturduğu düşüncesi elbette ki doğrudur ama; benzer nedenlerin, benzer sonuçlar doğurduğu kesinlikle söylenemez. Zira o benzer nedenlerin ortaya çıktıkları koşullar, her zaman için farklı olduğundan; farklı ortamlardaki ayni nedenler, farklı sonuçlar doğururlar. Bu bakımdan ünlü “galat-ı meşhur”un tam tersine, “tarihte tekerrür yoktur”! Yine düşünceme göre, Marx’ın kendisi de böyle düşünmekteydi. Ama onu anlamayan indirgemeciler, düşünürün “tanrı beni marxistler’den korusun” demesine hak verdirerek, onun adına onun hiç düşünmediği birşeyi ileri sürmektedirler.

“Doğrudan Marx’ı ya da eserlerinin akademik eleştirilerini okumuş bir avuç denilebilecek insan dışında herkes onu, insan tabiatına ait koyu bir determinizm ve katıksız bir sinizm ile özdeşleştirir... Bu önermelerin hepsi de Marx’ın ölümünden bu yana geçen yüz yıl boyunca... matxistlerce benimsenmişlerdir, ama aslında hepsi de Marx’ın gerçekten yazdıklarının kaba bir şekilde basitleştirilmesinden ibarettir.”59

“ Marx’a geri dönmek mi istiyorsunuz? Gerçek Karl Marx’a, aslına uygun Marx’a, zor bir yazar olan Marx’a, olabildiğince Alman, bir Alman filozofları soyuna ve bu nedenden dolayı çok az vülgerleştirilebilen Marx’a, terminolojisi kuşkusuz kusursuz olmayan Marx’a mı geri dönmek istiyorsunuz? O zaman Marx’ı okuyunuz. Onun zor nüfuz edilebilen düşüncesini kavrayabilmek için eserlerini okuyunuz. Ve onu dokunulmaz bir varlıkmışçasına savunmaktan vaz geçiniz” der Lucien Fabvre.60
EMPATİ ve DÜŞGÜCÜ:

Leopold von Ranke’den beri, tarih yazımında Empati’nin üzerinde durulmaktadır. Ranke’nin kendisi bile, tarihçinin kendisini, ele aldığı dönemde yaşayan insanların yerine koymadan, onların neyi nasıl algıladığını anlayamayacağını ve dolayısıyla da anlayamadığı şeyi anlatamayacağını, öngörmekteydi.

Empati ve düşgücü ise son derecede kişisel şeylerdir ve tarih yazıcılığını, bilimden sanata doğru götüren özelliklerdir.

“Geçmişin insanlarına empatiyle yaklaşabilme yeteneği, kendi kimliğine ilişkin belli bir bilinci gerektirir ve kimi tarihçiler, çırak tarihçinin eğitiminde psikanalize de yer verilmesini önerecek kadar ileri götürmüşlerdir işi...”61

Max Weber, anlamayı Ranke gibi sezgisel-empatik bir süreç olarak tanımlamayı reddeder ve bunun nedensel-analitik son derecede aktif bir süreç olduğunu ileri sürer. Ne var ki Weber’in tanımı da anlama sürecini subjektif olmaktan kurtaramaz. Onun tanımı da esas alınsa, anlama süreci son derecede kişisel bir süreç olmaktan, kurtulamaz. Herkes, kendi kadar anlayabilir. Ve elbette ki anlayabildiği kadar anlatır... Bazan da onu bile başaramaz...

Collingwood ise tarih yazarlığı ile empati arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar:

“ Tarih çoğu kez yanlış olarak betimlendiği gibi ardarda gelen olayların öyküsü ya da değişmenin açıklaması değildir... Tarihsel bilgi, aklın geçmişte ne yaptığının bilgisidir ve ayni zamanda bunun yeniden yapılması, geçmiş edimlerin şimdide sürdürülmesidir. Dolayısıyla nesnesi salt bir nesne değil, onu bilen zihnin dışında birşeydir... Tarihçi için, tarihini incelediği etkinlikler, seyredilecek gösteriler değil, kendi zihninde, içeriden yaşanacak etkinliklerdir.”62

Jenkins, empatinin olanaklı birşey olmadığını, son tahlilde onu da egemen ideolojinin yönlendirdiğini düşünür. Yâni tarih yazımında ana yönlendirici, ideolojidir Jenkins’e göre. Ne var ki, ideoloji de eninde sonunda, kişisel birşeydir.

Tosh, “Geçmiş, arkasında bıraktığı belgelerde hiçbir zaman bütünüyle yakalanmaz. Tarihçiler kayıtlarda hep boşluklarla karşılaşırlar ve bu boşluğu da ancak , geçmişte neler olmuş olabileceğine dair bir his ya da içgüdü ile tamamlarlar.” der ve bunu Tarihsel Düşgücü olarak adlandırır.63 Ona göre bu düşgücü olmadan tarih yazılamaz ama bunu öğretebilecek bir yol da yoktur. Keskin zekâ, empati ve sağlam bir teorik bilgilenme ile bu düşgücünün geliştirilebileceğine inanan John Tosh, yine de sonucu itibarı ile bir hikâye kurgulama olan tarih yazımının, salt birincil kaynaklara vakıf olmakla başarılabilecek bir iş olmadığını, son yüzyılda bu anlayış ile yığınla okunmayan tarih kitabı yazıldığını ve lise öğrencilerinin de tarihten soğutulduğunu belirterek, sanatsal duyarlılığı olan bir tarih yazarı olarak, Fernand Braudel’i örnek gösterir ve “bunlardan çok fazla sayıda yoktur” der.

Collingwood, “imgelem”e ayrı bir bölüm ayırır. “ İmgelemin işleri olarak, tarihçi ile romancının işi farklı değildir...Romancının yalnız tek işi vardır: Tutarlı bir resim kurmak. Tarihçinin iki işi vardır: Hem bunu yapması ve hem de gerçekte olduğu gibi şeylerin ve gerçekte olup bittikleri gibi olayların bir resmini kurması gerekir... Tarihçinin resmi, zaman ve uzaya oturmalıdır... Sanatçınınki bunu gereksinmez... Her tarih kendi kendiyle tutarlı olmalıdır...Tarihçinin resmi kanıt denilen birşeyle kendine özgü bir ilişki içinde (yazar NB)”64

Yüklə 217,96 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin