KENDİMİZ OLMAK
Yazan: Aliye Çınar Köysüren
Her şeyden önce, “kendimiz olmadan asla gelişemeyiz”. Biz toplum olarak da başkası değil, kendimiz olmanın yollarını ve imkânlarını öğrenmeliyiz.
İlkokula başlayan çocuğumuza, başka birini örnek ve model gösterip onun gibi olmasını telkin ediyoruz; ona yaklaştıkça ödüllendirip, ondan uzaklaştıkça sessizce cezalandırıyoruz.
Gariptir ki, çocuğumuzun yatkınlıklarını, yoksunluklarını ve fazlalıklarını hiç hesaba katmadan, çoğu zaman, sözde eğitim adına bol bol potansiyellerimizi buduyoruz.
Kendimiz olabilirsek, mutlu olabilmeyi de doğal olarak sergilemeye başlayacağız. Tolstoy’un dediği gibi, “mutluysak, suçlu hissetmeyeceğiz”. Bizdeki suçluluk duygusunun da temeline inilmesi gerekmektedir. Ödevlerimizi yapmadığımız için, bize biçilen rolleri oynamadığımız için suçluyuz her şeyden önce. Sonrasında da, mış gibi yaşamaya yazgılıyız adeta.
Çünkü bize hedefler konulmakta ve o hedeflere varılınca mutlu olacağımız sanrısı aşılanmaktadır. Pek tabii olarak da, hedefler dışarıdan konulduğu için, ona ulaştıkça hayalkırıklığı yaşıyoruz.
Bu sistem içinde, üreten değil kaçan; çalışkan değil kaytaran, kendi olabilen değil gösterişçi, kendiyle yarışan değil kıskanan bireyler yetiştiriyoruz.
Oysa üretmek ve sevmek sağlıklı olabilmenin iki kıstası derken, E. From, belirli bir dünyayı tasvir etse de, ilke olarak önemli iki gerçeğe işaret etmiştir.
Biz kişileri, mizacına uygun olmayan hatta sevemeyeceği işlere mecbur ediyoruz. Böylece üretkenliğin kanallarını anlamsızlık tıkacıyla tıkıyoruz. “Zorla yenilen aş, ya karın ağrıtıp ya baş ağrıtmaktadır.” Zorla yapılan iş ise, ya stres üretecektir ya da enerjiyi sömürecektir. Sonuçta ibre tükenmişliği gösterecektir.
Ne var ki insan severek, kendini ifade edebildiği bir işi icra etse, hayat bayram olmasa da en azından daha anlamlı olur. Dolayısıyla bizim eğitim sistemimiz, meslekleri ve eğitimi, mizaca göre değil, adeta yetenek tırpanlamak ve (insani) sermayeden çalmak üzerine kurmuştur. Başka bir ifadeyle iç çocuğumuzu ya da çocuksu yanımızı yok sayan bir sistem bu. W. James’ın ifadesiyle, çocukluğumuzu kaybettiğimiz için mutsuz oluyoruz.
Böylece kişinin yaşamında en önemli uğraklardan biri olan işi konusunda bir darboğaz belirince, onu adeta kilitliyoruz. İkinci uğrak diyebileceğimiz eş seçiminde de, başkasının taleplerini dikkate alıyoruz. Kendimiz olmayınca, etrafımızı gönüllüyoruz; başkası için yaşıyoruz. “Ne derler?” sorusu bizim için hâla çok önemli algı biçimi. Eskiden “konu komşu ne der” sorusu önemliyken; şimdi “facebook takipçileri beğenecek mi” kaygısı sarmıştır ruhumuzu.
Sonrasında gösterişçi oluşumuz da bu kodların bir devamı sanki. Başkaları için giyiniyoruz, başkaları için salonlarımızı döşüyoruz, başkaları için yürüyoruz yollarda bile...
Hâl böyle olunca, teferruatları merkeze alıp asıl meseleleri unutuyoruz. Çünkü kendimiz olamadıkça, merkezle değil çevreyle meşgul olur hâle geliyoruz; yavaş yavaş yetersizlik hissi kapımızı çalıyor.
Şu hâlde her şeyden önce insan varlığını tanımayı, köreltmeden varlık yapraklarına usulca dokunarak açıp canlandıracak cansuyuna ihtiyacımız var. Bunu öğrendiğimiz zaman, “fark etme” kelimesi bizde karşılığını bulacaktır. Fark ettikçe daha çok, fark etmek isteyeceğiz ve kendimizi anlamaya başlayacağız. Böylece keşke ve kaygı bizi teslim alamayacak; şimdiye dört elle ve gözle sarılacağız... Sonra özgüvenimiz gelecek... Eğreti bir yaşamın kıyısından, hayatın göbeğine yöneldiğimizde, eğitim, öğretim, çalışma hayatı bizler için zorunluluktan çıkıp, neredeyse hobilerimiz haline gelecek.
Dostları ilə paylaş: |