Kompozisyon kavraminin tanimi ve çEŞİtleri tanimi



Yüklə 2,75 Mb.
səhifə13/34
tarix27.05.2018
ölçüsü2,75 Mb.
#51867
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   34

5.Sayfa sayısı : Kitabın kaç sayfa olduğu yazılacak.

6.Kitabın Ebatları : Kitabın en, boy ve kalınlık ölçüsü cetvelle ölçülerek, yazılacak.
B – KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:

1.Yazarın Hayatı : Yazarın hayatı değişik kaynaklardan araştırılarak yazılacak.

2.Yazarın Edebi Kişiliği : Yazarın eserlerinde kullandığı dil, üslup, eserlerinde işlediği konular, anlattığı olaylar vb. yazılacak.

3.Yazarın Eserleri : Yazarın yazdığı bütün eserlerin isimleri yazılacak.
C – KİTAPTA GEÇEN KAHRAMANLAR:

1.Hikayenin veya Romanın Baş Kahramanı : İsmi varsa ismi yazılarak fiziki ve ruhi portresi yazılacak.Yani kişisel tasviri yapılacak.

2.Hikaye ve Romanda Geçen Diğer Yardımcı Kahramanlar : İsimleri varsa her birinin ismi

ayrı ayrı yazılarak fiziki ve ruhi portreleri yazılacak.Yani kişisel tasvileri yapılacak.



Fiziki Portre : Kişilerin gözle görülen dış özellikleri, vücut yapıları, davranışları vb. (Mesela; boyunun kısa olması veya uzun olması, asık suratlı veya güler yüzlü olması, topal ve aksayan birisi olması, giyim şekli, giysileri, gözünün veya saçının rengi vb.)

Ruhi Portre : Kişilerin ruhi yani iç yapıları anlatılacak.(Mesela; sinirli, asabi, sıkılgan, zeki, utangaç, akıllı, sevecen, hoşgörülü, mütevazi olması gibi.)
D – KİTAPTA KULLANILAN MEKANLAR : Okunan hikaye veya romanda anlatılan olayların geçtiği yerler ayrı ayrı yazılarak, buraların özellikleri yani tasvirleri anladığımız, öğrendiğimiz kadarıyla yazılacak.
E – KİTAPTA ANLATILAN OLAYLAR ZİNCİRİ : Okunan hikaye veya romanın başından sonuna kadar olayların anlatılışı ana hatlarıyla, maddeler halinde yazılacak.
F – KİTABIN ÖZETİ : Hikaye veya roman yukarıdaki plana göre incelenip, okunduktan sonra genel özeti, fazla uzun olmamak şartıyla, akılda kalan kısmı ana hatlarıyla yazılacak.


ŞİİR İNCELEME TEKNİĞİ
A.Biçim (Şekil) Unsurları:
1.Nazım Şekli:(Gazel ,Kaside ,Mesnevi; Koşma ,Semai ,Mani;Serbest)

2.Nazım Türü:(Epik,Lirik,Pastoral,Didaktik,Satirik,Dramatik)

3.Nazım Birimi:(Dörtlük;Beyit,Bent; Serbest)

4.Nazım Ölçüsü:(Hece ölçüsü; Aruz ölçüsü;Serbest)

5.Uyak(Kafiye)-Redif:(Tam,Yarım,Zengin,Tunç,Cinaslı Kafiye ; Redif )


B.İçerik (Muhteva) Unsurları:
1.Şiirin Konusu :Aşk ,Kahramanlık, Ayrılık…

2.Şiirin Teması :Şiirde asıl üzerinde durulan duygu,düşünce; vurgulanan unsur

3.Şiirin Ahenk Unsurları :Armoni ,Ritim,Aliterasyonlar…

4.Şiirde Kullanılan Üslûp(Dil ve Anlatım ):Şaire ,yazıldığı döneme ve edebî akımlara göre değişebilir.




C.Şair Hakkında Bilgi:
1.Hayatı

2.Sanatı (Edebî kişiliği )

3.Eserleri


HİKÂYE İNCELEME TEKNİĞİ

 

A. HİKÂYE HAKKINDA BİLGİLER



Hikâyenin adı

Hikâyenin yazarı

Hikâyenin basım yeri ve basım yılı

Hikâyenin sayfa sayısı


B. HİKÂYEDEKİ OLAYIN İNCELENMESİ

Olayın özeti

Olaydaki kişiler,kişilerin fiziksel ve ruhsal özellikleri

a)   Asıl kişiler (kahramanlar)

b) Yardımcı kişiler (kahramanlar)

Olayın geçtiği yer

Olayın meydana geldiği zaman

Olayı anlatan kişi (anlatıcı)

Hikâyenin dil ve anlatım özellikleri

Hikâyenin ana fikri

 

C. HİKÂYE YAZARININ HAYATI, SANATI VE ESERLERİ HAKKINDA KISA BİLGİ



 

D. FAYDALANILAN KAYNAKLAR



ROMAN İNCELEME TEKNİĞİ
1.İÇERİĞİ
a.Özet

b.Konu


c.Tema

d.Mesaj
2.PLAN


a.Serim

b.Düğüm


c.Çözüm

3.TEKNİK ANALİZ
a.Olay

b.Kişiler

c.Zaman

d.Mekan


e.Romanın Türü
4.DİL ve ANLATIM (ÜSLUP )

a.Eserde yazar nasıl bir dil ve anlatıma başvurmuştur?

b.Bakış Açısı(olaylar kimin ağzından anlatılmaktadır?)

“ Yazar ,Müşahit ,Kahraman Bakış Açısı “
5.YAZAR HAKKINDA BİLGİ
a.Hayatı

b.Sanatı (edebî kişiliği)

c.Eserleri
6.KAYNAKÇA
ödev hazırlanırken hangi kaynaklardan yararlanılmışsa ,alfabetik sıraya göre yazılacak.

ŞİİR İNCELEME ve DEĞERLENDİRME PLÂNI
ADI ve SOYADI :

NO. :


SINIFI ve KISMI :

 

DEĞERLENDİRME TÜRÜ TAM PUAN VERİLEN PUAN DÜŞÜNCELER

 

BİÇİM YÖNÜNDEN 25



Nazım Ölçüsü: 10

Nazım Birimi : 5

Kafiyesi : 10

İÇERİK YÖNÜNDEN 25

Konusu : 5

Ana Düşüncesi : 10

Orijinal çağrışımlar: 10

DİL ve ÜSLUP YÖNÜNDEN 25

Dili : 10

Edebî Sanatları : 10

Ahenk Unsurları : 5

(Aliterasyon, Asonans)

VURGU ve TONLAMA YÖNÜNDEN 25

Vurgu : 10

Tonlama : 10

Vücut Dilini Kullanma: 5

 


TAHKİYELİ ESERLERİ İNCELEME ve DEĞERLENDİRME PLÂNI

ADI ve SOYADI :

NO. :

SINIFI ve KISMI :



 

DEĞERLENDİRME TÜRÜ TAM PUAN VERİLEN PUAN DÜŞÜNCELER

 

1. Olay (Vak'a) : 50



a. Ara Düğüm: 10

b. Ana düğüm: 20

1) Zaman: (5)

2) Mekân: (5)

3) İnsan unsuru dışında kalan figürlerin faktörü: (5)

4) Dil ve Üslûp: (5)

c. Ana Fikir: 20

2. Figürler : 30



a. Merkez figür (kişi): 10

b. Karşıt figür : 10

c. Yardımcı figürler : 10

3. Kavramlar, Kabuller : 20

 

DÜZYAZI TÜRLERİ
Düzyazılar işlenen konu ve konunun işlenme tekniğine göre iki ana grupta incelenir:
A. Olay yazıları
B. Düşünce yazıları
A)OLAY YAZILARI
1.ROMAN

Yaşanmış ya da yaşanabilir olayları, insanların iç dünyasını, serüvenlerini , karakterlerini; yer, kişi ve zaman göstererek anlatan uzun olay yazılarına Roman denir. Diğer türlerden ayrılan en önemli özelliği, uzunluğudur. Romanlarda, toplumsal olaylar ve ilişkiler gerçeklere uygun bir tarzda ele alınır.


"Roman" kelimesi, Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan halk kitlelerinin konuştuğu halk Lâtincesine verilen addır. Sonraları herkesin anlayabilmesi için bu dille yazılan destan ve hikâyelere "roman" adı verilmiştir. Kelimenin aslı buradan gelir.

İyi bir roman ilgi çekici olmalı, herkesi ilgilendiren insancıl bir tema taşımalıdır. Romandaki olaylar arasında dengeli bir sıralama ve bağ bulun-malıdır. Olaylar akla yakın olmalı, romanın konusundan doğmalıdır. Romandaki varlıkların kişilikleri baştan sona dek konuya uygun nitelikte olmalı, birbiriyle çelişmemelidir.

Roman yazarı; romanda yarattığı kişilerini kendi kişiliği içinden görebilmelidir. Romandaki davranışlar ve konuşmaların, kişilerin karakterlerinden çıkmasını sağlamalıdır.

Okuyucu, romanı iş olsun diye okumaz. Roman okurken avunmak, kendinden uzaklaşmak ister. Romandaki kişilerle ilgilenmeye başlar. Olaylar karşısındaki davranışlarının ne olacağını merak eder. Onların başarılarından mutluluk duyar. Onların sıkıntılarına üzülür. Kendisini onların yerine koyar. Onların davranışlarını eleştirir. Bu davranışlar içinde yapılmaması gerekeni, yapılmamış olanları bulur. Romanı okuyup bitirince genel bir yargıda bulunur.


Türk edebiyatında önceki yüzyıllarda roman türüne benzer edebî eserler mevcuttur. Bunlar:

(1) Halk Hikâyeleri (Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin gibi.)

(2) Meddah Hikâyeleri

(3) Dinî Hikâyeler (Hz. Ali'nin Cenkleri gibi)

(4) Destanî Hikâyeler (Dede Korkut Hikâyeleri, Battal Gazi Destanı gibi)
Avrupaî tarzda ilk roman, Tanzimat döneminde yazılmıştır. Namık Kemal'in "İntibah", ilk Türk romanıdır. Nabizâde Nazım'ın "Karabibik", ilk köy romanıdır. Yusuf Kâmil Paşa'nın Fenelon'dan çevirdiği "Telemak", ilk çeviri romandır.
Romanlarda, şu ögeler üzerinde önemle durulmalıdır:

Konu, kişiler, çevre, zaman, ana düşünce ve anlatım tarzı (üslûp).
Romanlardaki olaylar, bir plâna uygun olarak anlatılır. Bu plân şöyledir:

Giriş (Serim): Roman olayının başı, burada verilir.

Gelişme (Düğüm): Roman olayının gelişip, açıldığı bölümdür.

Sonuç (Çözüm): Romandaki olayın açıklığa kavuştuğu, düğümün çözüldüğü bölümdür.

Konularına göre roman şöyle adlandırılır:


Psikolojik roman, töre romanı, macera romanı, tezli roman, köy romanı, tarihi roman, egzotik roman, mektuplu roman, bilim-kurgu romanı, biyografik roman...

ROMAN TÜRLERİ

Tarihsel roman

Uzak bir geçmişte yaşanan olayları konu alır. Ama tarihten daha derinlerde yatan insanla ilgili daha evresel bir gerçeği araştırmak amacıyla da yazılmış olabililer. Tarihi romanların örnekleri arasında Walter Scott’un romanlarını, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, Stendhal’in Parma Manastarı’nı sayabiliriz.



Duygusal roman

İnsanın duygusal yaşamını yüksek ve özenli bir üslupla betimleyen romanlardır. Bazen bu türde yazarın kendi duygularıyla, okurun duygularını sömürmesi ön plana çıkar. Laurence Sterne’in Fransa ve İtalya’da Hissi Seyahat adlı eseri, Rousseau’nun romanları, Madame de La Fayette’in Prenses de Cleves’i bu türe dahil edilebilir.


Psikolojik roman

Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon Lasko adlı eseriyla Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe girer.



Töre romanı

İnsanların en dolaysız biçimde toplumsal olan davranışlarını, adetlerini, geleneklerini ön plana çıkarır. Moda, yaygın konuşma ve ifade biçimleri, toplu olarak yapılan her şey bu tür romanların konusunu oluşturur. Toplumun derin yapısından çok, yüzeysel görüntüleriyle ilgilenir. En tipik temsilcileri olarak Arnold Bennet ve Evelyn Waugh’tur.



Romantik roman

Kişilerin duygularını, arzularını, düşüncelerini yalnızca kendilerine ait, içten gelen doğal ve gerçek olgular gibi görür. Örneğin Sir Walter Scott’un tarihsel romanları, Jean Jack Rousseau eserleri ve Goethe’nin Genç Verther’in acıları romanı gibi.



Gerçekçi roman

Romantik romandan ayrı olarak kuru ve kuşkucu bir anlatım ve düşünce yapısı taşır. Balzac ve Stendhal’in romanları bu üsluptadır.



Doğalcı roman

Üslup bakımından gerçekçi romana benzer. Olanın olduğu gibi yazılmasını öngörür. Emile Zola ve Maupassant romanları doğalcı eserlerdir.



Estetik roman

Belli biçim ve anlatım kaygıları ile yazılmış romanlardır. Gustave Flaubert estetik romanın en önemli yazarıdır.



İzlenimci roman

Diğer üsluplardan ayrı olarak eşyanın ve dış olayların kendi nesnel gerçeklikleriyle insanların bunları algılama biçimleri arasındaki farkları ortaya çıkarmaya yönelir. Yani dış gerçeklerden çok, duyu ve duygulara, iç yaşantının betimlenmesine öncelik verir. Ford Madox Ford’un romanları izlenimciliğin en sistemli ürünleridir.



Dışavurumcu roman

20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dışavurumculuk toplumsal kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne çıkarılmasıyla belirlenir. Dışavurumculuk, şiddetli, fırtınalı ve tanımsız duyguları vurgulamasıyla, abartma, karikatürleştirme, çarpıtma ve soyutlama tekniklerinden yararlanmasıyla bir tür “yeni romantizm” olarak da değerlendirilir. Dostoyevski, Kafka, Beckett ve Brecth’in romanları bu üslubun örneklerindendir.



Yeni roman

Aslında dışavurumculuğun izlerini taşır. Özellikle 1930 yıllar sonrasında bundan önceki akımlardan hiçbirine benzemeyen, yazma deneyini, hatta romanın olanaksızlığını romanın asıl konusu haline getiren eserlerdir. Yeni roman, yazma eyleminin kendisini sorgulamaya yönelir. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bunu denemişlerdir.


Konusu açısından ise “tarihsel roman”, “pikaresk roman”, “duygusal roman”, “gotik roman”, “ruhbilimsel roman”, “töre romanı”, “oluşum romanı” olay sıralanabilir.

Pikaresk roman

İspanyolca alt tabakadan serüvenci ya da serseri anlamına gelen sözcükten alır. Çoğunlukla ahlaksız, rezil bir kahramanın başıboş gezginlik yaşamında yaşadığı olayları gevşek ve rahat bir üslupla anlatır. Bu türün önemli örnekleri arasında Lesage’nin Gil Blas de Santilane’ın Berüvenleri, Defoe’nun Talihli Metres’i, Thomas Mann’ın Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları’nı sayabiliriz.



Gotik roman

Gotik roman, İngiliz ve Amerikan romancılığına özgü bir türdür. 18. yüzyılın akılcılığına karşı çıkan bir türdür. Karanlık, korkutucu, çılgınlıklarla dolu bir ortamda geçen kanlı, şeytani, büyülü olayları konu alır. Horace Walpole’un Otranto Şatosu, Mary Shelley’in Frankenstein adlı romanları bu türün örnekleridir. Gotik romanın günümüzdeki uzantıları bilimkurgu ve fantastik roman olarak gösterilebilir.



Ruhbilimsel roman

Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon Lasko adlı eseriyla Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe girer.


Roman örneği:

MAİ VE SİYAH (Halit Ziya UŞAKLIGİL)
Romanın Özeti :

Romanın başkahramanı Ahmet Cemil, Mülkiye'de öğrencidir. Baba-sının ölümünden sonra annesinin ve kız kardeşinin geçimini de sağlamakta-dır. Bir ara okulu bırakmayı düşünür; ama, sonra vazgeçer. Edebiyata düşkündür. Hem geçim sıkıntısı hem de ilgisinden dolayı kitap çevirileri yapar. Zengin aile çocuklarına paralı dersler verir. Mirat-ı Şuun gazetesine roman çeviricisi olarak işe girer. Bu arada Mülkiye'yi de bitirir. Boğaz'ın mavi sularına bakarak, çeşitli hayaller kurar:

Bu hayaller, şunlardır:

1. Büyük bir edebiyatçı olmak ister.

2. Yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi'nin kız kardeşi Lamia'ya ilk gördüğünde âşık olur. Lamia ile evlenmek ister. Bu duygularından Lamia'nın haberi yoktur. (Kendi kendine gelin güvey olur.)

3. Kız kardeşi İkbâl'in mutlu bir evlilik yapmasını diler.

4. Zengin olmak, annesini ve ailesini rahat ortamda yaşatmak ister.
Ahmet Cemil, kurduğu bu hayallerini bir türlü gerçekleştiremez. Hayatın gerçekleri karşısında yenik düşer. Çalıştığı gazetenin sahibi ölünce yerine oğlu Vehbi Efendi geçer. Ahmet Cemil, kız kardeşini Vehbi Efendi ile evlendirir. Fakat, Vehbi Efendi, ahlâksız bir insandır. İkbâl'i döver. Hatta, İkbal, hamile iken karnına teper ve bebeğin düşmesine neden olur. Ayrıca, başka kadınlarla düşüp kalkar. Ahmet Cemil, dayanamaz, kız kardeşini kendi evine getirir. Ona özenle bakmasına rağmen, İkbâl bir süre sonra ölür. Bu durum, Ahmet Cemil'in ilk hayalinin yıkılışıdır.

Vehbi Efendi ile arasının açılması sonunda çalıştığı gazeteden kovulur. Yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi, dış işlerinde iyi bir görev alarak Avrupa' ya gideceğini söyler. Ayrıca, kız kardeşi Lamia' nın da bir subayla nişanlandığının haberini verir. Bu haber, Ahmet Cemil'i oldukça yaralar. Çünkü, ikinci hayali de yok olmuştur. Bütün bu olaylar, Ahmet Cemil'i o kadar sarsar ki, uzun zamandır üzerinde durduğu eserini ocağa atıp yakar. Büyük edebiyatçı olma hayali de böylece kaybolur.

Nihayet, annesini alarak uzak bir yerde kaymakamlık yapmak üzere İstanbul'u terk eder. İstanbul'dan uzaklaşırken bir zamanlar mavi renkte gördüğü boğaz, ona siyah görünür. Çünkü, hiç bir hayalini gerçekleştirememiştir.
(Okuyacağınız parçada, Ahmet Cemil'in, babasının ölümünden sonra duyduğu boşluk, geçim sıkıntısı ve hayallerinden bazıları yansımaktadır.)

MAİ VE SİYAH

...


Ahmet Cemil, babasının ölümünden sonra bütün duygu kabiliyetleri mahvolmuşçasına donmuş bir ruh gibi oldu. Artık yatılı devam edemediği okula gidip geliyordu. Okuyamıyordu, hatta, sevgili şiirlerini, ruhunun o en samimî yardımcılarını bile dostluğa yaraşır bulmadı. Hüseyin Nazmi'den de eskisi kadar hoşlanmıyordu.

Yalnız bir şeyden haz ederdi: Sükût! Evde de bu sükût hazzına hürmet olunurdu. Babasının ölümünden beri aralarında hiç bir önemli mesele meydana gelmemişti. Fakat bir gün geldi ki, bu sükûtu bir hayatî vazifeyi hatırlatmak için annesi bozmak mecburiyetinde kaldı.

Bir akşam ona:

-- Oğlum, seninle biraz ciddî konuşmam gerekiyor, dedi.

O vakit bu ana ağzından çıkan her kelimeden sonra ağlamak arzusuna mağlubiyetinden korkarak; bazen bir köşede büzülmüş, siyah tasalı gözlerini annesine dikmiş bakan İkbâl'e; bazen göğsü kabara kabara duran Ahmet Cemil'e bakarak, baktıkça tıkanarak, bazen de hiç birisine bakmaya kuvvet bulamayarak, perişan, dağınık, birbirini tutmaz, yarım yarım cümlelerle babalarından bir şey kalmadığını, kalan ufak tefeğin bitmek üzere olduğunu söyleyebildi. Sonra gene sustular, bir aralık o sükûtun içinde kısa fakat kısalığında derin bir anlam gizlenen şu soru ortaya atıldı:

-- Diplomanı ne vakit alacaksın?

Ahmet Cemil, artık gözlerini kapadı, sanki dün sütüyle beslediği çocuktan bügün ekmek isteyen bu ananın perişan hâlini görmek istemiyordu. İkbâl'in de üzerinden bir bulut geçerek siyah gözleri, indi. Bu akşam ancak bu kadar konuşulmuştu, fakat ilk defa ciddî bir mesele üzerinde söyle-nen şu birkaç söz Ahmet Cemil'i tamamen kendisine getirmişti.

Bir yasın üzüntüsü altında ezilip kalan kalplere kuvvet vermek için hayat vazifelerinin hâkim sedası kadar etkili şey olamaz.

O geceyi Ahmet Cemil, kâbuslar içinde geçirdi. Ertesi gün Hüseyin Nazmi'yi bulmaya karar verdi. Erenköy'e gitmek, her gizli şeyini bilen dosta bol bol derdini dökmek istedi.

İnsan, kederli ve sevinçli zamanlarında kalbinin tahammülünden fazlasını diğer hassas bir kalple bölüşmek ister. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki, hiç bir maddî fayda beklemeksizin Ahmet Cemil'i Hüseyin Nazmi'ye sevk ediyordu.

Sabahleyin erken kalktı. Beynini anlaşılmaz meselelerin halli çaresi Hüseyin Nazmi'nin elinde imiş gibi gidip onu bulmakta istical (acele) gösteriyordu. Sanki oturursa, geç kalacakmış gibi vapurda, bir yerde duramadı. Zihninde bütün hatıralar, fikirler donmuş, yalnız bir nokta yaşıyordu. ANNESİYLE KARDEŞİNİ YAŞATMAK... Fakat nasıl?.. Daha okuldan çıkmak için bir sene var. Üç yüz bu kadar gün eder ki, her birini geçirebilmek için ekmek gerek... Bu ekmek sözü kalbinden soğuk bir iz bırakarak geçerdi. O ihtiyar anne... O henüz çocukluktan tamamıyla çıkmamış genç kız... Onlar daha neler isterler? Ah! Onlara neler vermek isterdi, ama imkânları yoktu ki, istenenleri alıp götürsün, o iki sevgilinin önlerine döksün. "Bakınız, bunlar sizin için, evet, bunları sizin için, size ben aldım!" desin.

Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mutluydu! Servet ve onur sahibi bir babanın oğlu, bugün düşünmeğe mecbur olmadığı gibi yarın da geçim kaygısı henüz saadet parıltılarıyla parlayan alnını elem çizgileriyle bozmayacak. Fakat, ne zararı var! Ahmet Cemil çalışmaktan kaçan yüreksizlerden miydi ki, henüz hayat kavgasına ilk adımı atmadan bezginliğe mağlup olup kalsın. Hayat ile uğraşmak, bu geçim mücadelesinde o da yumruğunu sıkarak payına düşeni almağa çalışmak gerekiyorsa, ne için çalışmasın? Bu sorulara zihnen cevap verdikçe sanki dövüşmeye hazırlanıyormuşçasına ayaklarının üstünde biraz daha metin duruyordu.

Haydarpaşa'dan katara atlamak, Erenköy'de inmek; istasyondan epeyce uzak olan Hüseyin Nazmi'nin gök rengi boyalı, bahçesi demir parmaklıklı zarif köşküne kadar yürümek için geçen zaman müddetince düşüncelerini hep bu konulara ayırmıştı. Fakat, köşkün parmaklıklı kapısının yanındaki

zili çekeceği sırada eli istemeyerek titredi. Ara sıra buraya geldikçe cesaretle içeriye girmek âdetiyken bugün yardım dağıtılan bir kapının karşısında zavallı bir dilenci gibi cesareti kırıldı. Birden, arkadaşına yüreğinin acılarını döktükten sonra onun manalı bir bakışla: "Ne demek istiyorsun? Para mı lâzım?.." demek isteyeceğinden şüphelendi.

Şu dakikada duyduğu cesaretsizlik bir türlü elindeki zilin ipini çekmeğe kuvvet bırakmamıştı. Geri dönmek, buradan, bu güzel köşkün, gözlerinin önünde servetin bir örneği gibi yükselen bu binanın kapısından kaçmak, tâ o Süleymaniye'deki evceğizin kucağına atılmak, babasının henüz hayalini gör-düğü o köşeciğe kadar giderek:

"Baba! Sen bizi bırakmamalıydın!..." demek istedi. Sonra bütün bu düşünceler silsilesini kuvvetli bir hamle ile alt üst etti. Buraya para istemek için mi gelmişti?. Onun istediği, kendisini dinleyecek bir adamdan başka bir şey miydi?..

Halit Ziya UŞAKLIGİL, (Mai ve Siyah'tan - 1980)


AÇIKLAMA
Şüphesiz, her insan hayal kurar. Bu doğaldır. Yalnız, kurulan hayaller, gerçeklere her zaman teslim olmamalıdır. Roman kahramanı Ahmet Cemil, kurmuş olduğu hayallerini teker teker kaybeden bir insandır. Ahmet Cemil, hayatın yükü altında ezilmiş, kurtuluş yolları arayan, çoğu zaman yalnız bir insandır. Babasının ölümünden sonra, ailenin geçim sıkıntısını omuzlaması, onu büsbütün yıkar. Kurtuluş çareleri arar. En yakın dostu Hüseyin Nazmi'ye gider. Yegâne amacı, içinde bulunduğu olumsuz ortamı kendisine anlatmaktır. Ama, bunu bile lâyıkıyla yapmaktan çekinir, korkar.

Bu durumuyla Ahmet Cemil, sağlam, mantıklı ve güçlü bir kişilik yansıtmaz. Kurmuş olduğu hayallerin birer birer yıkılması da bu kişiliğinin bir sonucudur. Romanın adında geçen "Mai" ve "Siyah" kelimeleri de semboldür.



2.HİKAYE (ÖYKÜ)

Olmuş veya olması mümkün olayları kişi, yer ve zaman bildirerek anlatan kısa yazılara hikaye denir. Günümüzdeki hikâye anlayışı bu tarifin hudutlarını aşmıştır. Vakayı geri plâna itip, karaktere ağırlık veren, okuyucunun âleminde bir duygu atmosferi teşkil etmeye çalışan hikâyelerin sayısı günden güne artıyor. Önemli farklılıkları olmakla birlikte "küçük roman" şeklinde görülebilir. Millî kültürümüzün önemli parçalarından "Dede Korkut Hikâyeleri", "destanlar" ve "halk masalları" nı saymazsak, Avrupaî tarzda ilk hikâyeler, Tanzimat Edebiyatı döneminde görülür.İlk hikâye kitabı, Emin Nihat'ın "Müsameretnâme" sidir. Bu kitapta toplanan hikâyelerin kuruluşu, işlenişi "Binbir Gece Masalları" na benzer. Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatım türlerinden ayrılır.Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir, ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı yoluyla yaratılan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.


Hikâyelerde hayattan kesitler verilir, karakterlerin en belirgin tarafları gösterilir. Bu vasıtayla okuyucu, dışarıdan gördüğü, hususî dünyasını bilmediği insanları yakından müşahede etmek imkânını bulur; ona karşı içinde bazı duygular uyanır. Zaten yazarın istediği de budur.Hikâye, romana benzer. Romana oranla şahıslar daha az, hacim daha küçüktür. Burada, bir büyük bina ile maketi arasındaki farkı görmek mümkündür.
Hikâye konuları bulmak için hayata dikkatli bir gözle bakmak yeterlidir. iyi bir yazar, çevresine araştırıcı bir gözle bakarak konular çıkarmasını bilir. Bunları, şahsî üslûbunun da yardımıyla işler ve orijinal eserler meydana getirir. Hikâyenin hem tabii, hem de orijinal olması gerçekten zor bir iştir. Bu sebeple, başarılı, güzel hikâyeler yazmak çok az yazara nasip olmuştur.

Olumlu temalar seçmek hikâyelerin okunma şansını artırır. Bu durum okuyucu için daha faydalıdır. insana ümit verir, çalışma azmi ve yaşama şevki kazandırır. Şüphesiz hayatın tatsız anları da vardır. insanların başına felâketler gelebilir. Şahısların acı çektiği veya bunalıma sürüklendiği durumlar olur. Fakat hayat bunlardan mı ibarettir? Her zaman acıları, çirkinlikleri görmek ve hiçbir çıkış yolu olmadığını göstermek doğru olamaz. insanlar, içine düştükleri tatsız hallerden sıyrılmak için çaba sarf eder, çoğu zaman da başarılı olurlar.

Memleketimizde, maalesef, sanatı ideolojisi için bir araç olarak gören nice yazarlar yetişmiştir. Halbuki ideoloji, sanatı öldürdü. Tabii hayatı aksettirmekten ziyade, onu kendi anlayışına göre değiştiren, çarpıtan yazar, gerçeğe ihanet eder. Karakterler, felsefesini temsil eden birer kukla olur, olaylar maksadı doğrultusunda tertip edilir. Her şey tabii halinden çıkarılır, ideolojik bir maksada hizmet için, başka türlü kullanılır.

Şüphesiz, her hikâyenin vermek istediği bir mesaj vardır. Fakat bu açıkta kalmamalı, okuyucunun yüzüne karşı sırıtmamalıdır. Eserin dokusuna işleyen, meyvedeki vitamin gibi görünmeden bünyeye giren mesajlara ancak hakiki sanat eserlerinde rastlanır. Yazar, bir fikrin mensubu olmasa bile, kendine has bir sanat anlayışı vardır ve bu anlayış eserine aksedecektir.

Her hikâyenin kendine has bir plânı varsa da, şöyle bir genellemeye gitmek mümkündür: Giriş kısmında karakterler tanıtılır, olaylar başlatılır. Gelişme kısmında olaylar karmaşık bir yapı kazanır, karakterler, gerçek yüzleriyle görünür. Okuyucunun kafasında soru işaretleri teşkiline çalışılır. Son bölümde, hadise açıklık kazanır, meraklar tatmin edilir. Yeni tip hikâyelerde ise, çok daha değişik plânlar uygulanmaktadır.

Her türde olduğu gibi, bu türde de giriş çok önemlidir. Bu hususta tavsiyeye şayan en iyi usûl şudur:

Eseri, olay veya diyalogla başlatmak, asla tasvirle giriş yapmamak. Sonuç da önemli bir kısımdır. Okuyucunun, eser boyunca aklına gelebilecek suallerine cevap vermek gerekir. Ayrıca, sonucun olumlu olması eseri güzelleştirir. Kahramanlar, acı bir hayat da yaşasalar, tabii bir olaylar zinciri sayesinde iyi bir sonuç teşkili, okuyucunun eserden daha çok istifade etmesini sağlar. Fakat bu kurtuluş ve başarı olmayacak tesadüflerle gerçekleşmemeli, yapmacık izlenimi uyandırmamalıdır.

Hikâye için iyi bir plâna ihtiyaç vardır. Sahne sahne plânlamak, karakter hususiyetlerini önceden tayin etmek, olayların nasıl bir akış içinde cereyan edeceğini önceden bilmek gerekir. Bu durum, yazma esnasında büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Fakat plâna kesinlikle bağlı kalınacak diye bir kural yoktur. Yazar, konuyu işlerken bazı eklemeler ve çıkarmalar yapabilir.

Bu tür eserlerde bir de “bakış açısı” meselesi vardır ki, olaylara kimin gözüyle bakıldığını ifade eder. Çeşitli bakış açıları vardır. Her yazar, kendine en uygun olanı seçer ve kullanır. Bir eserde bütün bakış açılarının kullanıldığı da olur. Bunlardan birincisi, “herşeyi bilen bakış açısı”dır. Yazar anlatıcı durumundadır. Bütün olayları bilir, her kahramanın düşündüklerinden haberdardır. Geleceği bile bütün ayrıntılarıyla anlatır. Bu tarz bakış açısı, tabii olmadığı için, son zamanlarda pek kullanılmamaktadır. Bir insanın, herşeyi bilmesi mümkün değildir. Bazan yazar, kahramanlardan birinin gözüyle bakar, o ne görüyorsa, yazar da onu görür. Kahramanın bilmediğini yazar da bilemez. Yazar, olayları kendi başından geçmiş gibi anlatıyorsa, bu bakış açısını kullanmaya mecburdur. Bazı eserlerde bakış açılarının hepsi birden kullanılır. Yazar, bir kahramanın gözüyle değil de, bir çok kahramanın gözüyle bakabilir.


Yüklə 2,75 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin