Hikâyede, "anlatıcı" meselesi de önemlidir. Teknik bir unsur olan anlatıcı kişi, eserin yapısına göre değişir. Bir kısım eserlerde anlatıcı, yazarın kendisidir ve kendini bir kahraman gibi gösterir, olayları, "geldim, yaptım, konuştum" fiilleriyle hikâye eder. ikinci durumda anlatıcı yine yazardır, fakat olay kahramanlarından biri değildir. "Geldi, yaptı, konuştu," fiilleriyle anlatır. Bir başka tarz da şudur: Eserin ikinci derecedeki bir kahramanı, müşahit sıfatıyla olayı hikâye eder. Eserde kendisi de vardır, ama geri plândadır. Konuya ve olayın hususiyetine göre bunlardan birini seçmekte, yazar serbesttir.
Hikâyede üslûbun yeri, diğer türlere oranla daha önemlidir. Sanat ağırlıklı olan bu türde yazar, hususî uslûbunu kazanmak için büyük çabalar sarfeder. Bunu kazanamayan yazarlar taklit seviyesinde kalmaya mahkûmdur. iki ayrı yazar, aynı olayı anlatsa ve aynı karakterleri de kullansa, eserin sanat değeri farklı olur. Biri zevkle okunurken, diğeri dikkat bile çekemez. işte, bu keyfiyet farkını meydana getiren en mühim unsurlardan biri, üslûptur.Hikâyelerde tercih edilmesi gereken üslûp, sâde olanıdır. Akıcılık, kıvraklık gibi hususiyetler de vazgeçilmez üslûp özellikleridir. Bir “sıfat üslûbu”ndan kaçınmak gerekir. Hareketlilik için “fiil üslûbu” kullanılmalıdır. Çok sayıda sıfat kullanmak, akışa mânidir, yazıyı okunmaz hâle getirir. Kaçınılması gereken bir başka unsur da tamlamalardır. Bunlar ifadeyi ağırlaştırır, okuyucuyu sıkar.
Bazı yazarlar, olur olmaz her yerde edebî sanatlara başvururlar; buna hiç gerek yoktur. Edebî sanatları, arada sırada, doğrudan doğruya anlatımı mümkün olmayan durumları anlatmak için kullanmak gerekir. O zaman, yapılan sanatlar daha belirgin olacak, daha çok beğenilecektir.
Olayların uzay boşluğunda değil de bir "mekân"da geçtiği unutulmamalıdır. Bu yüzden hadisenin geçtiği yerin lüzumu kadar tanıtılması gerekir. Yazar, hikâyesinin veya romanının geçeceği yeri gezip görmelidir.
Çoğu hikâyelerde, olayların akışı zaman sırasına göredir, fakat bu şart değildir. Hadisenin herhangi bir yerinden başlayıp geçmişe dönmek, yahut gelecekteki olayları hayal ettirmek mümkündür. Maziye dönüş, genellikle çağrışımlar yardımıyla olur. Zaman, hikâyelerde kısadır, fakat uzun bir süreyi kaplayan hikâyeler de vardır. Bazen da zaman kısa tutulur, fakat çağrışımlar ve hayaller yardımıyla ileriye ve geriye doğru gidiş gelişler olur. Bu hal, esere derinlik ve genişlik kazandırır. Modern hikâyelerde daha çok bu usûl uygulanmaktadır.
Hikâye unsurları:
Bunlar tasvir, tahlil, karakter, olay ve konuşmadır.
a)Tasvir
Bir objeyi, yazar üzerindeki tesirlerini de belirterek tanıtmaktır. Bu bir insan olabileceği gibi, bir hayvan veya eşya da olabilir. Gaye, olayın geçtiği yeri ve olay kahramanlarını okuyucunun gözünde canlandırmaktır. Tasvir, esere bir katkıda bulunmalıdır. Aksi halde lüzumsuz bir yük olur. Tasvir yazmaktaki asıl gaye, kahramanların ruh hallerini aksettirmektir. Bakılan, bakana göre değişir. Üzgün bir insan, kâinata karamsar bir gözle bakar. Çevre tasvirinde bu karamsar bakış hissettirilebilmelidir. Eğer yazar, bir gül çiçeğindeki damlayı “gülün gözyaşı” olarak tasvir etmişse, bu, kahramanın üzüntülü olduğunu gösterebilir.
Yazar, ancak kahramanının gördüğü yeri tasvir edebilir. Şahıs bir binanın önündeyse, olay burada geçiyorsa, arka cepheyi tasvire gerek yoktur.
Çoğu yazarlar, ilk devrelerinde tasvire ağırlık verirler. Uzun uzun tasvirler yapmaktan, sanatkârane ifadeler kullanmaktan kendilerini alamazlar. Daha sonra anlarlar ki, hikâyenin başarısında tasvirin rolü çok azdır. Tasvir, harekete ve akıcılığa mânidir, canlılığı siler süpürür. Hatta fazla tasvir; ifadenin de, eserin de en büyük düşmanı olur. Gerekmedikçe tasvir yapmamak, lüzumu halinde kısa tasvirlerle yetinmek ve bunları olayların ve konuşmaların arasına serpiştirmek yazarı başarıya götürür.
b) Tahlil
Yazar, olay kahramanlarının ruhî portrelerini çizebilir. Onları manevî yönleriyle tanıtır, huylarını, mizaçlarını, dünyaya bakışlarını, hayat hakkındaki düşünüşlerini anlatır. Bunlar da bir tür tasvirdir. Fakat tabii olmadığı için, modern romancılar tarafından pek kullanılmamakta, mânevî çehrenin olaylarla ve konuşmalarla ortaya çıkması istenmektedir.
Bu tür eserlerde "tahlil"lere de yer verilir. Yazar, olayları yorumlar, sebep ile sonuç arasındaki münasebetleri gösterir. Karanlık kalan noktaları açıklamaya çalışır. Bunun için felsefî, psikolojik ve benzeri izahlara girişir. Son devirde yetişen yazarlar, yazarın devreye girmesini, arada bir ortaya çıkıp açıklamalar, felsefî yorumlar yapmasını hoş görmüyorlar. “Bırakalım, söylenmek istenen fikri, okuyucu görsün ve anlasın” düşüncesi ağır basıyor. Bunun için de, olayları tertibe çok ehemmiyet veriyorlar. Bu anlayışın yabana atılamayacak cinsten olduğunu söylemek lâzım. Yazarı sık sık karşısında gören okuyucu sıkılır, kendini tam olarak eserin içinde hissedemez. Eğer mutlaka bir tahlil yapılması gerekiyorsa, bunu yazar yapacağına, kahramanlarından biri yapmalıdır.
c)Karakter
Hikâyenin de, romanın da esas unsuru, "karakterdir," dersek mübalâğa etmiş olmayız. Usta yazar, karakter yazmayı çok iyi bilir. O , kahramanlarını hayattan alır, fakat onları öyle özelliklerle canlandırır ki, okuyucunun karşısına bambaşka bir insan çıkar. Esasen her fert, ayrı bir dünyadır. Yazar, bu şahsî dünyayı keşfetmekle vazifelidir.
Eski tip eserlerde karakterleri tanıtan yazardı. Günümüzün yazarları ise, genellikle şahısları hemen tanıtmıyor ve kendilerini devreden çıkartıyorlar. Okuyucu, olaylar geliştikçe şahısları tanımaya başlıyor. Seviyor, acıyor, yahut nefret ediyor onlardan. Günlük hayatta da böyle değil midir? Biz insanları ilk karşılaşmada bütün yönleriyle tanıyamayız. Zamanla onlar hakkında malûmat sahibi olur, karekterini olaylar ve konuşmalar vasıtasıyla anlarız. işte bu durum, esere de aksettirilmeye çalışılmalıdır.
Şahısların, gerçek hayattaki insanlara benzemesi, eserin gerçekçi olmasını sağlar. Usta yazar, bunu bildiği için, kahramanlarını serbest bırakır, onları uzaktan takip etmekle yetinir. Hayatlarını, kendilerinin yazmasına izin verir. Yemelerine, içmelerine, uyumalarına, gezip tozmalarına, kızıp bağırmalarına müsaade eder. Çünkü bunlar, hayatın normal veya anormal, ama gerçek yönleridir. Kahramanları bir cendereye almak, hareket serbestisi vermemek, tabii hayata ters düşer. Okuyucuda, şahısların hür ve müstakil oldukları, birer robot gibi vazife görmedikleri, kendi başlarına karar verebildikleri intibaını uyandıran yazar, başarılı olmuş demektir. Yazar objektif bir tavır takınmalı, taraf tutuyormuş gibi bir izlenim vermemelidir.
Karakterler hakkında söylenmesi gereken bir önemli nokta daha var: Çizilen karakter, eser boyunca mizacına uygun tarzda hareket etmelidir. Bir cimriden cömertlik, korkaktan kahramanlık beklenemez. Peki, insanlar değişemez mi? Değişebilir. Bir cimri, huyundan tamamen vazgeçmese bile, zaman zaman cömert davranabilir. Ahlâk düşkünü kişilerin, bu olumsuz özelliklerini terk ederek, iyi bir insan haline geldiği, gözlenen olaylardandır. Bununla beraber, dikkat edilmesi gereken husus, bu değişmelerin aniden yapılmaması ve bir sebebe dayandırılmasıdır. Bazı tabii olaylar veya dokunaklı bir konuşma, insanları değiştirebilir. Yazar, böyle sahnelere yer verdikten sonra, kahramanlarının özelliklerini değiştirebilir.
Bu arada önemli bir gerçeği de gözden uzak tutmamak lâzımdır; insanlar tamamen iyi olmadıkları gibi, tamamen kötü de değildirler. Bir kimse hem iyi, hem de kötü sıfatları aynı anda taşıyabilir. iyi bir insan, kötü hareketler yapabileceği gibi, kötü bir kimse de iyi davranışlarda bulunabilir. insanları yüzde yüzlük bir ayrıma tabi tutmak, yaratılışa aykırı bir tavırdır.
Yazarın insanları iyi tanıması meselenin özünü teşkil etmektedir. Hikâyeci, insanı ne derecede tanıyorsa, hayatı ne kadar derinden kavrayabiliyorsa o nisbette başarılı olur. Bu safhada devreye kültür girer. Edebiyatla kültürü ayrı düşünmek mümkün değildir. Hayatı kavramak ve değerlendirmekle vazifeli olan yazar, bunu derin ve geniş bir kültür birikimiyle yapabilir.
Hikâyenin iskeleti olaydır. Diğer unsurlar bu iskeletin çevresinde teşekkül eder. Eseri devam ettiren, gerilimi sağlayan, merak hissini tahrik eden, hep vakadır. Olaylar olmasa, hikâye yürümez, kahramanlar gözümüzde canlanmaz, heyecanlar doğmazdı. Hayatla eser arasındaki benzerliği sağlayan mühim unsurlardan biri olan vaka kesinlikle ihmal edilmemelidir.
Vakalar da karakterler gibi hayattan alınır. Yazar bazı olayları çıkarmakta, bazılarını eklemekte serbesttir. Bir sanat eseri, hayatı taklit eder, ama bütün ayrıntılarıyla değil. Ana unsurları yakalayabilmek, lüzumlu ayrıntıları keşfederek yerinde kullanabilmektir hüner. Gerçi yazar bir kopyacıdır, ama kendinden de çok şeyler katar. Yeni bir terkip ve senteze ulaşmak için nice çabalar sarfeder.
Vakalar tabii olmalıdır. Olmayacak tesadüflerle olay yürüten yazara, okuyucu itimat etmez. Gerçi hakikata muhalif, tabii olmaktan uzak vakalara yer veren yazarların eserlerini okuyan ve seven okuyucular da vardır. Ama bu bir ölçü olamaz. iyi bir okuyucu, eseri ilk okuyuşunda aldığı zevke göre değerlendirmez. Çünkü tekrar okumayı, bu yolla eserin inceliklerini, gizli sırlarını, derunî güzelliklerini görmeyi öğrenmiştir.
d) Konuşma
Hikâyede, en az vaka kadar ehemmiyeti bulunan bir unsur daha vardır: Konuşma. Usta yazar, kahramanlarını konuşturur. Bu vesileyle, eserin akışı ve hareketliliği sağlanır. Okuyucu, karakterlerin hususiyetlerini öğrenir. Bir insanı tanımakta, onu dinlemenin önemi inkâr edilemez. Kahramanlarını konuşturan, hislerini, fikirlerini ifade imkânı veren yazarın başarı ihtimali daha fazladır. Dikkat edilirse, günlük hayatta da insanlar, konuşarak karar vermekte, heyecanlarını açığa vurmakta ve olaylara karşı aldıkları tavrı, daha çok konuşarak göstermektedirler. Bundan dolayı, eserinde gerçeklik intibaı uyandırmak isteyen yazar, kahramanlarını kendisi tanıtmak yerine, onları konuşturarak hedefine ulaşabilir.
Konuşmaların günlük hayattakine benzemesi gerekir; sıcak, samimi, kısa, canlı.. insanlar, bir sohbette, uzun hitabeler halinde konuşmazlar. Keza, uzun, kompleks cümleler kurmazlar. Sözleri kesik kesiktir. işte bu nevi hususiyetleri esere de aksettirmek gerekir.
Bir önemli nokta daha var: Kahramanları, kültür seviyelerine, sosyal durumlarına ve yaşlarına uygun şekilde konuşturmak gerekir. Bir hukukçu kabadayı ağzıyla konuşamaz, bir çocuk nutuk söyler gibi söz söyleyemez. Konuşmalara, mizaç, huy, o andaki ruh hâli ve çevre şartları tesir eder.
Kahramanlar bazan içinden konuşurlar. Eserde buna da yer vermek gerekir. Fakat “diyalog” adı verilen karşılıklı konuşmalara daha çok rastlanır. Hikâyedeki diyaloglar, hayattaki gerçek diyaloglara benzemelidir. Bir sanat eserinde gevezeliğe yer yoktur. Kelâm israfı, eserin kıymetini azaltır. Az sözle çok mâna ifade etmek bir meziyettir.
Eğer diyalogların arasına bazı vaka ve tasvir parçaları eklenerek kahramanlar canlandırılmışsa, konuşma unsuru daha başarılı bir şekilde kullanılıyor demektir.
Titiz çalışmaların ürünü olan bir hikâye veya roman, eğer arzu edilen başarıya ulaşabilmişse, “Kim? Ne? Nerede? Ne zaman? Nasıl? Niçin?” sorularının cevabını verir. Aklın yanında duygulara da hitap eder, olayları okuyucuya yaşatır. Kahramanları canlıdır, günlük hayattaki insanlara benzer. Konuşmalar tabiidir. Vaka merak uyandıracak cinstendir. Gerilim, heyecan vardır. Onda hayatın karmaşıklığını görmek mümkündür. Üslûp sade ve kıvraktır. Olayların akışı kuvvetlidir. Gerçeğe uygun sebepler dolayısıyla olumlu bir sona ulaşılır. Okuyucuya sağlıklı fikirler, duygular ve kanaatler telkin eden bu türlerin başarılı örnekleri, kültür hayatımızın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Eski Yunan'daki fabl ve kısa romanslar, Binbir Gece Masalları öykünün habercileridir. Ama öykü ancak 19. yüzyılda romantizm ve gerçekçilik akımlarının yaygınlaşmasıyla edebi bir tür haline gelebildi.19 . yüzyıl sonlarında başlayıp günümüze doğru daha da gelişen hikâye, özellikle Alphonse DAUDET (1840-1897) ve Guy de MAUPASSANT (1850-1893) gibi büyük Fransız yazarlarının tekniğiyle tekâmüle ulaşmıştır. Bu iki yazar "realist" akımın yetiştirdiği zamanın ileri gelen romancılarındandır. Fransız hikâyeciliği Guy de MAUPASSANT'ın izinden gelişmiştir. Amerikan edebiyatında özellikle mizahî hikâyeleriyle Mark TAWİN (1835-1910), O. HENRY (1862-1910) ve bunları takiben John STEİNBECK, Erskine CALDWEL Batılı ünlü hikâyecilerdendir.
Dünya hikâyeciliğinde iki hikâye biçimi hâkimdir. Bunlar:
1.Maupassant Biçimi : Hikâyede asıl olan "olay" dır. Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya da böyle yorumlamasına imkân verilmez. Çünkü, hikâyedeki olay, mantıklı bir seyir hâlinde takip eder. Kişilerin portreleri, özenle ve ayrıntılı olarak çizilir.
2.Çehov Biçimi: Hikâyede asıl olan "olay" değildir. Hikâye, sona erdiği zaman her şey bitmiş değildir. Hikâye, asıl bundan sonra başlıyor demektir. Zira, kişiler tamamıyla tanıtılmadığı, olaylarda kesinlik hâkim olmadığı için okuyucunun hayal kurması devamlı hareket hâlindedir ve kendine göre yorumlar yapmaya uygundur.
Çehov, hikâye anlayışını şöyle anlatır:
"Kaleme alınan konular, "sade" olmalı. Piyer Semenovi, Maira İvanovna ile nasıl evlendi gibi... Hem sonra, yok psikoloji tahlilleri, yok hikâye, yok bilmem ne imiş! Bunlar hep özenti... Hatırınıza ilk gelen başlığı koyun, kılı kırk yarmayın, tırnak, çizgi gibi işaretleri çok az kullanmaya bakın, gösteriştir bu. Benim işim anlatmaktır. Ancak, onu başarabilirim. "
Türk hikâyeleri, şu dört ana grupta değerlendirilir:
(1) "Serim, düğüm, çözüm" bölümlerinin düzenli olduğu hikâyeler. Ömer Seyfettin, Samet AĞAOĞLU, Haldun TANER, Oktay AKBAL, Mustafa KUTLU' nun hikâyeleri bu grup içindedir (Maupassant Biçimi)
(2) İstanbul'da yaşayan insanların özel hayat ve özelliklerini veren hikâyeler. Hüseyin Rahmi GÜRPINAR, Ahmet Rasim, Osman Cemal KAYGILI, Sermet Muhtar ALUS'un hikâyeleri bu grup içindedir. (Maupassant Biçimi)
(3) "Serim, düğüm, çözüm" bölümlerine önem vermeyen, olayın herhangi bir yerinden başlayan hikâyeler. Memduh Şevket ESENDAL, Sait Faik ABASIYANIK, Tarık BUĞRA, Sevinç ÇOKUM gibi yazarlarımız bu gruptandır. (Kısmen, Çehov Biçimi)
(4) Varoluş çizgisinde oluşturulmuş, aydın bunalımı ve çaresizliği anlatan soyut hikâyeler. Bu tür hikâyeler, ülkemizde 1955'ten sonra görül-dü. Hikâyelerde, hiç bir toplum kaygısı görülmez. Aydın bunalımının nedenleri yansıtılır. Sanat adı altında çoğu zaman "müstehcen"e kaçan konulara yer verilir. Hikâyecilik, sanattan ayrılmış ve ideolojiye kaydırılmıştır. Bu grupta hikâye yazan yazarlarımızın başında ise; Yusuf ATILGAN, Demirtaş CEYHUN, Ferit EDGÜ ve Erdal ÖZ gelmektedir.
Türk edebiyatında öykü
Türk edebiyatında Batılı anlamdaki ilk öyküler Tanzimat döneminde yazıldı. İlk öykü yazarları, Ahmed Midhat, Emin Nihat, Samipaşazade Sezai ve Nabizade Nazım'dı. Türk öykücülüğünü yetkinliğe kavuşturan yazar ise Halit Ziya Uşaklıgil oldu. Edebiyat-ı Cedide döneminde yalın diliyle dikkat çeken Uşaklıgil, titiz gözlemciliğiyle gerçekçi öykü geleneğini başlatan yazar oldu. Bu dönemin diğer yazarları Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Saffeti Ziya idi.
Meşrutiyet'in ilanından sonra gelişen yeni edebiyat akımıyla birlikte öyküde toplumsal ve siyasi sorunlar işlenmeye başladı. Türkçe'de yabancı sözcüklerin temizlenmesi, yazımda konuşma dilinin hakim olması, taşra yaşamının gerçekçi bir üslupla edebiyata taşınması gibi özelliklerle bilinen bu dönemde Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünde yeri bir çığır açtı. Onu Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay izledi. F. Celaleddin, Selahattin Enis, Sadri Ertem, Cemal Kaygılı, Sabahattin Ali, Kenan Hulusi Koray, Nahit Sırrı Örik, Bekir Sıtkı Kunt, Mahmut Şevket Esendal Cumhuriyet dönemi öykücülüğünü hazırlan isimlerdir.
Cumhuriyet dönemi 1930'lar sonrasını kapsar. Bu dönemde alışılmışın dışında bir öykü dünyası kuran Sait Faik Abasıyanık, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaç), diyalogların usta yazarı Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Samet Ağaoğlu, Sabahattin Kudret Aksal, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar öykü yazarları olarak ön plana çıktı. Günümüzde Türk öykücülüğü geniş bir konu ve üslup zenginliğiyle sürmektedir.
Hikaye ile Roman Arasındaki Benzerlikler
a) Her ikisinin de yazarı bellidir.
b) Her ikisinde de giriş, gelişme ve sonuç bölümleri vardır.
c) Her ikisinde de gerçek veya gerçeğe yakın olaylar anlatılır.
d) Her ikisinde de olağanüstü özelliklere sahip olmayan, normal yapıda kahramanlar (kişiler) vardır.
e) Her ikisinde de olayların geçtiği zaman ve mekan bellidir.
Hikaye ile Roman Arasındaki Farklar
a) Hikaye kısa ve orta uzunlukta bir yazı türüdür. Roman ise uzundur.
b) Hikayede kişi sayısı romana göre daha azdır.
c) Hikayede genellikle bir tek olay anlatılırken, romanda birbirine bağlı olaylar anlatılır.
d) Hikayede olaylar kısa bir zamanı kapsar, romanda ise genellikle uzun bir zaman söz konusudur.
e) Romanlarda olayın geçtiği dönemin siyasi, sosyal, tarih durumu hakkında bilgi edinilir. Bu durum hikayelerde pek yoktur.
f) Hikayelerde sınırlı bir mekan söz konusudur. Romanlarda ise olaylar daha geniş bir coğrafyada meydana gelir.
Hikaye örneği:
ESKİCİ
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
-Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul'daki gibi:
-Hasan gel!
-Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun ya Hassen,
diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh ya Hassen...
derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
-Ya habibi! Ya ayni!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.
Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul'dan geldim.
-Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu?
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
-Ağlama diyorum sana! Ağlama.
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
REFİK HALİT KARAY
Dostları ilə paylaş: |