Konu alan çok sayıda eser yazmışlardır



Yüklə 1,64 Mb.
səhifə18/33
tarix30.12.2018
ölçüsü1,64 Mb.
#87899
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   33

Kasidede genel olarak bahirler ve tef-"ilelerin tarifleri, Halîl b. Ahmed'in siste­minde önemli yer tutan daireler, bu dai­relere belli tertipte yerleştirilmiş olan on altı bahir ve bazı genel tariflerle zihaf ve illet çeşitleri, bunların on altı bahrin her biri için örnek olmak üzere meşhur beyit­ler üzerinde uygulanması, nihayet kafiye ve kafiye çeşitleri yer alır. Kasidenin muh­tevası, aruza dair kaleme alınmış man­zum veya mensur eserlerle (iv-xıi/x-xvııi. yüzyıllar arasında yazılmış benzeri eser­lerin bir listesi için bk. El2 (İng.j, I, 668), meselâ İbn Abdürabbih'in el-'İkdü'l-fe-rîd adlı kitabında aruza dair verilen bilgi­lerle karşılaştırıldığında esaslı bir deği­şiklik göze çarpmaz. Ancak burada, Halîl b. Ahmed'in "fe'ale" üçlüsünden hareket­le kullandığı feûlün, mefâîlün vb. tef ile-leri (cüz) remizle belirtmek üzere yoğun bir şekilde harflere, bahirleri ifade et­mek için de rakamlara yer verilmiştir. Do­layısıyla eserin kolayca anlaşılıp çözül­mesi güç, hatta imkânsızdır. Bu sebeple manzume üzerine birçok şerh yazılmış olup bilinen otuzu aşkın şerhinden bazı­ları şunlardır: Şerîf el-Gırnâtî, Şerhu'l-Hazreciyye; İbn Merzûk el-Hatîb, eJ-Mefâtîhu'l-Merzûkiyye îî halli akfâl ve habâya'l-Hazrecîyye; Ebü'l-Kâsım Fettûh b. îsâ es-Sanhâcî ez-Zemmûrî, Şerhu'1-Hazreciyye; İbnü'd-Demâmînî, el-'Uyûnü'l (fâhıratü'l)-ğâmize *alâ ha-bâya'r-Râmize; Zekeriyyâ el-Ensârî, Fethu Rabbi'l-beriyye bi-şerhi'1-Kaşî-deü'l-Hazreciyye; Ebû Ca'fer Ahmed b. Dâvûd el-Belevî, Şerhu'l-Hazreciyye,-Şemseddin Muhammed b. Muhammed ed-Delcî el-Osmânî, Ref'u hicabı [hâci-bi) tuyûni'l-ğömize can künûzi'r-Râmi-ze; Vahyîzâde Muhammed b. Ahmed el-İznîkî, el-İşârâtü'1-hâ'ize li-şerhi hal-Îi'r-Râmize (şerhlerin tamamı ve nüsha­larının bulunduğu kütüphaneler için bk.

Keşfü'z-zunun, II, 1135, 1337; Izâhu'l-mek-nûn, II, 230; Brockelmann, GAL, 1, 380; SuppL, 1, 545-546], BİBLİYOGRAFYA :

İbnü'd-Demâmînî, el-'Uyûnü'l-t-ğâmİze calâ habâya'r-Râmize [nşr. Hassânî Hasan Abdul­lah), Kahire 1994, s. 13, ayrıca bk. neşredenin önsözü, s. 3-11; Ph, Guadagnoli, Breeües Ara­bicae linguage institiones, Rome 3 642, s. 286-329; Keşfü'z-zunün, II, 1135, 1337; İbnü'1-Kâdî, Dürretü'l-h[içâl (nşt. M. el-Ahmedî Ebü'n-Nûr). Kahire, ts. (Dârü t-Türâs), III, 213-214; Hediy-yetü'i-'ârifın, I, 460; İzâhu'l-meknûn, 11, 230; Brockelmann. GAL, 1, 378, 380; SuppL, 1, 544-546; 11, 511, 537; Kehhâle. Mifcemü'l-mü'elli-fin, VI, 111, 117; Rene Basset. "al-Khazradji". El, IV, 939; a.mlf.. M, V/l, s. 416-417; G. Mere-dith-Owens. "cArûd", El2 (İng.). 1, 668; P. Smoor. "al-KJıazradjı", a.e., IV, 1187-1188; Nihad M, Çetin. "Aruz", DİA, lll, 429.

lifti Tevftk Rüştü Topuzoğlu

r

HAZRET



~l

ı_

İlâhî veya kevnî



herhangi bir hakikat

ve bunun âlemdeki tecellileri

anlamında bîr tasavvuf terimi.

Hazret sözlükte "yakında ve yanında olmak, Önünde bulunmak" anlamına ge­lir. Kavram, Rûzbihân-ı Baklî gibi bazı mutasavvıflarda da görülmekle beraber [Meşrebü'i-erüâh, s. 2531 Muhyiddin İb-nü'l-Arabî'de önemli bir tasavvuf terimi haline gelmiş, "varlığın genel mertebele­ri ve âlemdeki bütün tecellileriyle birlik­te İlâhî veya kevnî hakikat" anlamında kullanılmıştır. Meselâ kudret, ilâhî bir ha­kikat (sıfat) olup âlemdeki her çeşit kud­retin onunla bağlantısı vardır. Çünkü kâ­inattaki bütün kudretler ilâhî kudretin tecellî ve zuhur mahalleridir. Diğer ilâhî hakikatlerden farklı olan ilâhî kudret, bü­tün mazhar ve tecellileriyle birlikte bir hazret (birvarlıkalanı, bir makam) oluş­turur ve buna "hazretü' I -kudret" denir. Allah'ın her sıfatı, her ismi ve her fiili bir hazret meydana getirdiği gibi belli bir sı­fatın, ismin ve fiilin her bir tecellisine de hazret denir. Buna göre Allah'ın sıfat, isim ve fiillerinin sayısı kadar, diğer bir ifadeyle sonsuz sayıda hazretler (hazarât) vardır. Zira Allah'ın tecellilerinin sonu yok­tur [el-Fütûhât, II, 582). Bununla beraber İbnü'l-Arabî bu hazretleri çeşitli grupla­ra ayırır. Meselâ varlığın en genel beş ka­tegorisine "hazarât-ı hams" adını verir. Öte yandan bütün hazretlerin Allah, rab ve rahman adları altında üç grupta top­landığını, birincisine "ilâhî", ikincisine "ra-hîmî", üçüncüsüne "rahmani" hazret de-

146

HEBA


nildiğini söyler. Bazan hazret sözüyle sû-fînin içinde bulunduğu ilâhî isimle ilgili hal de İfade edilir. Meselâ sûfî Allah'ın rahman İsminin tecellîsine mazhar ol­muşsa o rahmânî hazrette sayılır (a.g.e., II, 176).

Hazret, değişik hakikatlerin özel bir bi­çimde birleşmesinden meydana gelen yeni bir hakikati ifade etmek için de kul­lanılır. Meselâ hayal, farklı birtakım haki­katlerin bir araya gelmesinden oluşan birleşik bir hakikattir. Bu birleşimin belli bir şekilde oluşu ona ayrı bir özellik kazan­dırır, buna da "hazret-i haya!" (hayal alanı) denir. Hazret-i insâniyye ve hazret-i İlâ-hiyye de böyledir. İbnü'l-Arabî rüya olayı­nı, bu arada Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'le ilgili olarak gördüğü rüyayı (bk. es-Sâffât 37/102) hayal hazretiyle açıklar. Ona gö­re haya! hazretindeki her tecelli, bunun yorumunu yapacak ve Allah'ın ondan ne­yi kastettiğini anlamayı sağlayacak baş­ka bir bilgiye ihtiyaç gösterir. Buna da "tâ­bir" adı verilir. Tâbir "görülen bir suret­ten başka bir hususa geçmek" demektir.

İbnü"l-Arabî, Hak'la halk arasındaki her nisbetin bir hazret meydana getirdiğine, kulun bu hazret nisbetinde Hak'la bulun­duğuna inanır. Meselâ müşahede, mükâ-leme ve semâ hazretleri böyledir {a.g.e., 11,601).

Hazret-i ilâhiyye Allah'ın zât, sıfat ve fiillerinden ibarettir. Hazret-i ilâhiyyenin mazhar ve tecellilerine "hazret-i insâniy­ye", akl-ı evvele "hazret-i ahadiyyet", ilâ­hî isimler mertebesine "hazret-i esmâiy-ye", Allah'ın zâtından başka hiçbir şeyin nazarı itibara alınmamasına da "hazret-i hüviyyet" denir.

Âlemin oluşumunu sudur ve tecellî te­orisine göre açıklayan sûfîlere göre var­lıklar Atlahtan zuhur etmek suretiyle de­rece derece O'ndan uzaklaşarak ve aşa­ğıya inerek meydana gelir. Bu durum "te-nezzülât" sözüyle ifade edilir. Allah'a ulaş­mak isteyen bir sâlik, aynı yoldan bu te-nezzülâtı teker teker aşarak yukarıya doğru çıkmak zorundadır. Bu çıkışlara da "hazarât" denir. Hazretin her basamağın­da gaip olan bir durum hazır, ötedeki bir makam beride, uzaktaki bir hal yakında olur. Bilinmeyen şeylerin bilindiği, görün­meyenlerin göründüğü, yani gaiplerin hazır hale geldiği bu mertebelere de haz­ret denilmiştir. Bir sâlik bu hazretlerden ne kadar çoğunu katederse manevî de­recesi o kadar yükselir ve kutsiyet kaza­nır. Velî ve şeyhlerin isimleri anılırken ba­şına "yâ Hazret-i Mevlânâ, yâ Hazret-i Abdülkâdir-i Geylânî" gibi hazret unvanı-

nın getirilmesinin sebebi budur. Burada hazret, "pek çok makamı aşarak en yük­sek hazrete, ilâhî huzura çıkan ve kutsi­yet kazanan şahsiyet" anlamına gelir.

Kuzey Afrika tarikatlarında semâ ve zi­kir meclislerine de hazret (hazre) adının verilmesi, kulun semâ meclisinde en ulvî haller içinde en kutsî makama ve ilâhî huzura çıktığı yolundaki inanca dayanır. İbnü'l-Arabî buna "hazret-i semâ" adını vermektedir. Kuzey Afrika'da hazreler, semâ ve zikir İçin düzenlendiği gibi ilim ve ders için de düzenlenir. Sadece ileri derecedeki müridler için düzenlenen özel hazreler de vardır (Hasan eş-Şerkâvî, s. 124).

Özellikle İbnü'l-Arabî'nin geliştirdiği hazret teorisi yavaş yavaş dinî ve siyasî hayatı da geniş ölçüde etkilemiş, bunun neticesi olarak terim sûfî olmayan din ve devlet adamları hakkında da kullanılmış­tır. Arapça'da "hazretü'ş-şeyh", Farsça'­da "hazret-i şeyh", Türkçe'de "şeyh haz­retleri" şeklinde kullanılan kelime son asırlarda daha çok Allah, peygamberler, sahabe, melekler, padişah ve devletin ile­ri gelen şahsiyetleri İçin de kullanılmaya başlanmıştır. Araplar ise hazret yerine daha çok "seyyidünâ" (efendimiz) ifadesi­ne yer verirler.

Edebî metinlerde kelime, daha ziyade dinî muhtevası ile ve genellikle Allah (Hakkıdır Hazret-i Hakk'ın ol mâl / Sen dahi etme edada İhmâl fNâbî); Ey Haz­ret-i Rahmân'ım / Tevfîk ü hidâyet et / Âlemlere sultânım /Tevfîk ü hidâyet et | Hüdâîl); Peygamber (Seyr eden mu'ci-ze-İ kametini / Dedi hep medh edüben hazretini jHâkânî|) ve velîler (Nakd olur gencûr-i hâs-ı himmet-i Zerkûb'dan / Ey­leyenler hazret-i hünkâra arz-ı ihtiyâç (İz­zet Molla]) hakkında kullanılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA :

Lisânû't-'Arab, "hzr" md.; et-Tacrîfât, "haz­ret" md.; Tehânevî. Keşşaf, I, 296; el-Mucce-mü'ş-şû/ı, "hazret" md.; Ca'fer Seccâdî, Fer-heng, "hazret" md.; Baklî, Meşrebü'l-ervâh, s. 253; Jbnü'l-Arabî, Fuşûş, s. 85, 90, 93; a.mlf., el-Fütûhât, il, 176, 582, 601; İbnü'l-Hatîb. Rau-zatü't-ta'rîf {nşr. M. İbrahim el-Kettânî}, Beyrut 1980, s. 162; Süleyman Ateş. İşârî Tefsir Oku­lu, Ankara 1974, s. 262-263; Ahmet Avni Ko­nuk. Fusûsu'l-hikem Tercüme ue Şerhi (haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın), İstanbul 1987-92, 1-111, hazırlayanların giriş bölümleri; Hasan eş-Şerkâvî, Mu'cemü elfâzi'ş-şûfiyye. Kahire 1987, s. 124; Celâleddin Âştiyânî. Şerh-i Mu-kaddime-i Fuşûşü'l-hikem-İ Kayseri Tahran 1370 hş., s. 447-455, 468; D. B. MacDonald. "Hadra", İA, V/l, s. 55; el-Kâmüsii'l-islâmî, II, 112; Dİhhudâ. Lıtğatnâme, II, 716.

İKİ Mehmet Demirci

r

HEBA


Allah'ın,

içinde âlemin suretlerini döktüğü

şekilsiz madde anlamında

tasavvuf terimi.

Sözlükte "toz, zerrecik" anlamına ge­len kelime. Kur'ân-ı Kerîm'de iki yerde (el-Furkân 25/23; el-Vakıa 56/6) âhirette hiçbir karşılık verilmeyip boşa giden, ge­çersiz sayılan ameller için kullanılmıştır. Bazı âlimler, buradan hareketle dünya­nın değersizliğini ve önemsizliğini heba kavramıyla ifade etmişlerdir.

Tasavvuf literatüründe ilk defa Sehl b. Abdullah et-Tüsterî'de rastlanan heba kavramını sonraki mutasavvıflar âlem-Allah, madde - suret ve zahir- bâtın ilişki­sini anlatmak için kullanmışlardır. Allah, heba denilen şekilsiz maddenin içine âle­min suretlerini (suver-i âlem, ecsâd-i âlem) açmıştır. İlk akıl, küllî nefs ve küllî tabiat­tan sonra varlık mertebelerinin dördün­cü ve en aşağı sırasında yer alan heba varlıktan o kadar az pay almıştır ki ona yok demek bile mümkündür. Nitekim is­mi duyulduğu, cismi bulunmadığı için ona anka da denilmiştir. Heba mertebesin­deki varlık ancak beyazdaki beyazlık ola­rak düşünülebilir: beyazlık sadece zihin­de, beyaz ise duyuda var olduğu gibi he­ba da sadece zihinde vardır. Toz ve zer­reciklerin varlığı güneş olmadan görül­mediği gibi hebanın varlığı da onda açı­lan ve tecelli eden suretler olmadan an­laşılamaz. Kendi kendine varlığı olmayıp suretlerle var olduğu için ona sebha da (üzerinde hiçbir şey bitmeyen çorak aia-zi) denilmiştir (Kâşânî, s. 45). Mutasav­vıfların anka veya sebha dedikleri bu kavram filozofların heyûlâ kavramını ha­tırlatmaktadır (bk. ANKA).

Muhyiddİn İbnü'l-Arabî hebayı "karan­lık cevher ve şekil kabul eden madde" di­ye tarif etmiştir. İbnü'l-Arabî'ye göre ta­biatla heba birbirini tamamlayan varlık­lardır; birincisi etkiler, ikincisi etkilenir; bu etkileşimden küllî cismin sureti doğar. Tabiat baba, heba anne gibi olup küllî cismin sureti bunların eseridir. İbnü'l-Arabî. madde anlamına gelen hebaya ka­bul ettiği suret tabii ise tabiî heba, sunî ise sınaî heba adını verir. Meselâ unsur­lar bitki ve canlı gibi şeyler için tabiî heba, demir de ondan yapılan bıçak, keser ve tel gibi nesneler için sınaî hebadır (el-Fü­tûhât, II, 433).

147


HEBA

BİBLİYOGRAFYA :

et-Ta'rîfât, "heba"' md.;Tehânevî. Keşşaf, 1, 92; 11, İ538; ei-Mu'-cemü'ş-şûfl, s. 1095-1097; Ca'fer Seccâdî, Ferheng, "heba"' md.; İbnü'1-Ara-bî. et-Fütûhât. II, 54, 153; II, 118, 433; İbnû'l-Hatîb. Ravzatü't-ta'rif{nşr. M. ibrahim ei-Kettâ-nî), Beyrut 1980, s. 597; Kâşânî. Iştttâhâtû'ş-şû-

ftyye, s. 45. m

İMİ Süleyman Uludağ

r

L



HEBBAR b. ESVED

(Ö. 15/636'dan sonra) Şair sahâbî.

~l

J

Hayatı hakkında fazla bilgi bulunma­makta, İslâmiyet'i kabul etmeden önce Hz. Peygamber'i ve müslümanlan hicvet­tiği bilinmektedir. Hebbâr, kendisi gibi bazı İslâm aleyhtarlarıyla birlikte, Bedir Gazvesi'nden bir ay kadar sonra Medine'­ye hicret etmekte olan Resûl-i Ekrem'in kızı Zeyneb'e yolda rastlamış, onu rahat­sız ederek devesinden yere düşmesine ve karnındaki çocuğu zayi etmesine sebep olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, görevlendirdiği askerî birliklere Hebbâr'ı ele geçirdikleri takdirde yakmalarını em­retmiş, ancak daha sonra bu tür cezalan­dırmanın Allah'a mahsus olduğunu söy­leyerek onu öldürmekle yetinmelerini is­temişti. Bir türlü ele geçirilemeyen Heb­bâr. Mekke'nin fethedildiği gün öldürül­meleri emredilen on kişi arasında yer al­dı, fakat yine bulunamadı. Bir müddet sonra müslüman olmaya karar vererek Medine'ye dönmekte olan Resûlullah'a Mekke yakınlarındaki Ci'râne mevkiinde yetişti. Hakkındaki Öldürülme emrinden dolayı müslümanlar onun üzerine hücum ettiyse de Resûlullah onlara engel oldu. Resûl-i Ekrem'in huzurunda kelime-i şe-hâdet getiren Hebbâr uzun süre kaçtığı­nı, hatta yabancı ülkelere sığınmayı dü­şündüğünü, fakat Resûlullah'ın kendisi­ne kötülük edenleri bağışladığını öğrenin­ce bundan vazgeçtiğini söyledi; hicivle-riyle onu çok üzdüğünü İtiraf ederek affe­dilmesini diledi. Hz. Peygamber onu din­ledikten sonra kendisini bağışladığını ve İslâmiyet'i kabul etmekle de daha önceki günahlarının affedildiğini belirtti.



Hebbâr. Hz. Peygamber'in vefatından sonra fetihler dolayısıyla Şam'a gitti. Bir müddet orada ikamet edip Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında haccetmek amacıyla Medine'ye döndü; fakat hac günlerinde Mekke'ye yetişemediği için halifenin tav­siyesine uyarak bir yıl sonra haccetmek üzere o yıl umre yapmakla yetindi (el-Mu-

ua((a\ "Hac", 154). Sind'i ilk defa ele ge­çiren Benî Hebbâr'dan Ömer b. Abdüla-zîzb. Münzir(ö. 250/864 |?|) Hebbâr b. Esved'in torunlarındandır.

BİBLİYOGRAFYA :

el-Muuaüa\"Hac", 154; Vâkıdî. el-Meğâzî, II, 825, 857-859; İbn Hişâm, es-Sîre2, II, 309-312; Zübeyrî. Hesebü Kureyş, s. 219-220; İbn Dü-reyd. et-İştİkâk, s. 95; Merzübânî, Mu'cemü'ş-şu'arâ* (nşr. P Krenkow). Kahire 1354 -» Beyrut 1402/1982, s. 310; İbn Hazm. Cemhere, s. 118-119; İbn Abdülber. el-İstfâb, IH, 609-610; İbn Beşkuvâl, Ğavâmizii't-esmâVl-mübheme (nşr İzzeddin Ali es-Seyyid-M. Kemâleddin İzzeddin], Beyrut 1407/1987, I, 119-120; İbniTI-Esîr. Üs-dü'l-ğâbe, V, 384-385; İbn Hacer, ei-İşâbe, İli, 597-599; Ziriklî, el-A'lâm (Fethııllah). VMI, 70.

Nuri Topaloğlu

r

HECE VEZNİ



~l

Türk şiirinde

çok eskiden beri kullanılan ve mısralardaki hece sayısının eşitliği esasına dayanan vezin.

Türk edebiyatının en eski metinleri Tur­fan kazılarında ele geçen, Uygur harfle­riyle yazılmış Budizm'e ve İslâmî döneme ait bazı parçalardır. Bunlar, sadece edebî dil ve üslûp Özellikleriyle şiir telakki edil­miş olup pek azında kafiye ve vezin var­dır. Bu bakımdan belirli bir düzene bağlı ilk şiir örnekleri olarak Dîvânü lugâti't-Türk'te yer alan manzumeleri kabul et­mek gerekir. Bu manzumeler, yalnız ese­rin yazıldığı XI. yüzyıla değil daha önceye de ait olduklarından hece vezninin Türk şiirinde İslâmiyet'ten önce de bulundu­ğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Dîvânü lugöti't-Türk'te\<Â manzumelerin ölçüsü beş ile on beş hece arasında değişmek­te, eserde vezin ve ölçü "küg, koşug" ke­limeleriyle ifade edilmektedir (Arat, s. XI-XX). Ancak bugünkü Türk halk şiiri­nin de temelini oluşturan bu dönem ede­biyatında hece vezninin canlı ve etkili bir gelenek halinde varlığını sürdürdüğünü ispat edecek yeterli sayıda metin yoktur. Bu durum, Orta Asya Türk şiirindeki he­ce ölçüsünün o devirde henüz pek belirli ve yaygın olmadığını, ancak Karahanlılar döneminde varlığının kesinlik kazandığı­nı düşündürmektedir.

İslâmiyet'in kabulünden sonra İran şii­rinin tesiriyle Türk edebiyatında kullanıl­maya başlanan aruz vezninin gittikçe yay­gınlaşmasına rağmen hece vezni de var­lığını devam ettirmiş, bu vezinle özellikle halk edebiyatı içinde önemli yeri olan eserler meydana getirilmiştir. İlk İslâmî

dönem eserlerinde aruzun "feûlün feû-lün feûlün feûl" (Kutadgu Biligve Atebe-tü 'l-hakâytk) gibi hece vezninin 6 + 5 ve­ya "mefâîiün mefâîlün feûlün", "fâilâtün fâilâtün fâilün" (Dîuân-ı Hikmet) gibi he­cenin 4 + 4 + 3 kalıplarına benzer ölçüle­rin tercih edilmesi, hece ile aruz arasın­da ortak yahut benzer bir kalıp arayışı olarak değerlendirilebilir. İslâmiyet etki­sindeki Türk edebiyatının ilk dönem eser­lerinden olan Dîvân-ı Hikmet'te hece ve aruz vezinleri bir arada kullanılmış, dörtlük nazım birimiyle yazılan manzu­melerde hecenin bugün pek kullanılma­yan 4+4+4= 12'li ve8 + 8= 16'lı ölçü­leriyle günümüzde yaygın olan 7 + 7 = 14'lü ölçüsüne yer verilmiştir. Türkler'in XI. yüzyıldan itibaren Anadolu'yu vatan edinmeleriyle buraya göç eden ozanlar ve mutasavvıf şairler "hikmet" veya "ilâ­hi" adı verilen dinî-tasavvufî halk edebi­yatı örnekieri yanında birçok millî unsu­ru, bu arada hece veznini de beraberle­rinde getirmişlerdir. Bu ilk ozanların ve mutasavvıf şairlerin şiirleri bugün elde bulunmamakla beraber Yûnus Emre'nin XIII. yüzyılın sonlarına doğru yazdığı şiir­ler, bu veznin daha önce bir hayli işlendi­ğini ve kurallarının belirlenip benimsen­diğini göstermektedir. XIV. yüzyıldan iti­baren bütün özellikleriyle varlığını kabul ettiren divan şiirinde XVIII. yüzyıla kadar yalnız aruz vezni, tekke şiirinde hem aruz hem hece vezni, saz şiirinde ise Âşık Ömer, Gevheri, Erzurumlu Emrah gibi "kalem şuarâsf adı da verilen birkaçı dı­şında tamamen hece vezni kullanılmış­tır. Divan edebiyatı şairlerinden ilk defa Nedîm XVIII. yüzyılda hece vezniyle bir koşma yazmış, diğer bazı divan şairleri de fantezi kabilinden birkaç örnekle onu ta­kip etmişlerdir.

Tanzimat'ın ilanıyla (1839) edebî yeni­leşmenin başlangıcı (1859) arasında da hece veznini kullanan şairler yetişmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanzimat'tan sonra hecevezninin rağbet kazanmasın­da Akif Paşa'nın küçük yaşta ölen torunu için yazdığı koşma tarzındaki mersiyesi­nin önemli rolü olduğunu söyler. Daha sonraki yıllarda Edhem Pertev Paşa ve Manastırlı Fâİk gibi şairler de hece vezniy-le bazı şiirler yazmışlardır. Tanzimattan sonraki yıllarda başta Ziya Paşa, Nâmık Kemal ve Recâizâde Mahmud Ekrem ol­mak üzere devrin şairleri hece vezninin değerini takdir ederek az da olsa bu ve­zinle bazı örnekler vermişlerdir. Bilhas­sa Ziya Paşa. Yeni Osmanlılar'la birlikte Londra'da bulunduğu sırada kaleme al-

148


HECE VEZNİ

dığı "Şiir ve İnşâ" adlı makalesinde (Hür­riyet, nr. 1 i, Eylül 1868) halk edebiyatı­na, dolayısıyla hece veznine ilk defa ciddi bir şekilde dikkat çekmiştir. Nâmık Ke­mal de birçok yazısında hece veznini sa­vunmuş, özellikle tiyatro eserlerinde aruz yerine hecenin kullanılmasının daha iyi olacağını belirtmiş, 1876 yılında Mago-sa'dan Abdülhak Hâmid'e yazdığı mek­tupta, "Manzum söze o kadar hevesin var, bir kere de tabiatını bizim parmak hesabiyle bir şey yazmaya şevket, bak ne güzel parlak oluyor. Ben tecrübe ettim. Niyyetim o yolda bir eser de meydana koy­maktır" demiştir (Tensel. Nâmtk Kemal'in Husûsî Mektupları, I, 426-435). Yine Ma-gosa'dan İrfan Paşa'ya yazdığı edebî ten­kit mahiyetindeki mektubunda. "Allah dedim yatağana dayandım / Ben senin-çin al kanlara boyandım" mısralarının yer aldığı "Sarı Zeybek" türküsündeki söy­leyişi söz oyunlarıyla süslü, yapmacık şiir diline tercih ettiğini belirtmektedir. Nâ­mık Kemal, Abdülhak Hâmid'e gönder­diği başka bir mektupta da aruz veznin-deki imâle ve zihaflardan söz ederek, "Dî­vâne şiiri bir zincirden kurtarmak ister­sen, kırılacak bend-i âhenîn Acem evzâ-nıdır" der (a.g.e., II, 454). Recâizâde Ek­rem, Türkçe kelimelerin aruz vezninde gereksiz imâlelerle bozulduğunu belirte­rek La Fontaine'den bazı manzumeleri hece vezniyle Türkçe'ye çevirmek istemiş, ancak pek başarılı olamayınca tekrar aru­za dönmüştür. Buna rağmen Mehmed Emin'in (Yurdakul) Türkçe Şiirlerim tak­dir ederek övmüş ve bu övgülerin yer al­dığı birde mektup yazmıştır (Tansel, Mehmed Emin Yurdakul'un Eserleri, s. 4). Bu dönemde Zİyâ Paşa'nın Moliere'-den Riyönm Encamı adıyla çevirdiği (İs­tanbul 1298) Tartulie piyesiyle Âlî Bey'in Letafet adlı üç perdelik operetinin 1874'-te yazılan birinci ve ikinci perdesinde de hece vezni kullanılmıştır. Aynı dönemde İbnürreşad Ali Ferruh. "Evzân-ı Milliyye-nin Terki ile Evzân-ı Arûziyyenin Kabulü" başlıklı yazısında hece veznini "vezn-i mil­lî, râbıta-i milliyye. mikyâs-ı mukaddes, mîzân-ı celîl-i terakki" gibi sözlerle öv­müştür [Mir'ât-ı Alem, sy. 8 |1884|). Ab­dülhak Hâmid de piyeslerinden Liberte ile Nesteren'in tamamını, İlhan'ın dört sayfasını, Turhan'ın ise kısa bir bölümü­nü hece vezniyle yazmıştır.

Dağınık yazı ve mektuplarla bazı mün­ferit Örneklerde kalan bu çalışmalardan sonra ilk defa Hazîne-i Fünûn dergisi, seri halinde yazılar ve şiir örnekleriyle he­ce vezninin savunmasını yüklenir (1894).

Veled Çelebi'nin (İzbudak) "Musahabe" adıyla muhavere şeklinde yazdığı imza­sız yazılarda hece vezni hakkında tarihî ve teknik bilgilerle çeşitli örnekler veril­miştir. Bir süre sonra Edhem Pertev Pa­şa ve Sâmih (Rıfat) gibi şairlerin hece ile yazılmış manzumeler yayımladığı bilin­mektedir. Aynı yıllarda Ahmed Cevdet Pa­şa da Kısas-ı Enbiyâ'nm 12. cüzünde ve Manastırlı Fâik'in Türkçe Aruz (İstan­bul 1314) adlı kitabına yazdığı takrizde hece veznini savunarak bu vezin hakkın­da bilgi vermiştir. Servet-i Fünûn şairle­ri, parnasizm ve özellikle sembolizmin et­kisiyle şiirde mûsikiyi ön planda tuttuk­larından, bunu da en iyi şekilde aruzla sağlayacaklarına inandıklarından Tevfik Fikret'in son yıllarında çocuklar için yaz­dığı şiirler istisna edilirse hece veznini denemeyi bile düşünmemişlerdir. Özel­likle Cenab Şahabeddin, hece vezniyle şi­irde ahenk sağlamanın mümkün olma­dığını belirterek Türkçe'ye en uygun vez­nin aruz olduğunu savunmuştur. Ser­vet-i Fünûn dergisinde A. Nâdir (Ali Ek­rem Bolayır) ve hece veznine daha müsa­mahalı yaklaşan H. Nâzım'ın (Ahmed Re-şid Rey) tartışmaları ile aynı dönemde Ma'lûmat ve Mekteb dergilerinde ko­nuyla ilgili yazıların çıktığı görülmektedir.

Servet-i Fünûn döneminde yazmakla beraber bu toplulukla herhangi bir İlgisi bulunmayan Mehmed Emin'in, "Ben bir Türk'üm dinim cinsim uludur" mısraıyla başlayan ve hece vezninin on birli (4 + 4 + 3) kalıbıyla yazılan "Anadolu'dan Bir Ses yahut Cenge Giderken" adlı şiiri 1897'-de Selanik'te Asır gazetesinde yayımla­nınca büyük yankılar uyandırdı (Tansel, Mehmed Emin Yurdakul'un Eserleri, s. XV-XXV1). Bu yankı, geniş ölçüde şiirdeki dinî ve hamasî duygulardan kaynaklan-mışsa da bunda dilinin sade olması ve hece vezniyle yazılmasının da önemli pa­yı olduğu muhakkaktır. Bundan sonra da aynı vezinle şiirler yazmaya devam eden Mehmed Emin bunları Türkçe Şiirler ad­lı kitabında topladı (İstanbul 1316). Bu­nun üzerine şiddetlenen hece-aruz tar­tışması 1905'te Selanik'te çıkan Çocuk Bahçesi, Meşrutiyetin ilk yıllarında Mu­savver Emel, Sırât-ı Müstakim gibi der­gilere yansıdıktan sonra 1911'de Ziya Gö-kalp'in millî edebiyat anlayışının da etkisi altında heceyi savunup aynı görüşteki gençleri yanına almasıyla yeni bir hüviyet kazandı. Bu yıllarda özellikle Rıza Tevfik'in (Bölükbaşı) hece veznini ustaca kullana­rak yazdığı lirik şiirler, birçok genç şairin Türk dilinin tabii vezni olarak hece vezni-

ni benimsemesinde büyük Ölçüde etkili oldu. Daha sonra bu gençlerden beşi Or­han Seyfi (Orhon). Enis Behiç (Koryürek), Halit Fahri (Ozansoy), Yusuf Ziya (Ortaç) ve Faruk Nafiz (Çamlıbel) önceleri aruz vezniyle yazmalarına rağmen. Ömer Sey-feddin ve Ziya Gökalp'in görüşleri doğrul­tusunda yeni şiirlerini tamamen hece vezniyle kaleme alarak Türk edebiyatın­da "Beş Hececiler" adıyla yer aldılar. Tan­zimat'tan başlayarak Cumhuriyet'e ka­dar uzanan dönem içinde hece-aruz tar­tışmaları ile Türkçe'nin sadeleşmesi me­selesi arasında paralellik bulunduğu, tar­tışmalara katılanların her iki konuyu da beraber ele aldıkları ve özellikle heceyle yazılan şiirlerin dilinde tabii olarak bir sa­deleşme ve halk diline yaklaşma eğilimi olduğu dikkati çekmektedir.

Vezin tartışmalarının devam ettiği bu sıralarda saf şiirin yahut şiirde estetik de­ğerlerin kaybolduğuna üzülen Yahya Ke­mal, veznin ancak bir araç olarak kabul edilmesi gerektiği ve asıl işin şiir yazmak olduğu görüşünü ileri sürmüş, ayrıca Ce­nab Şahabeddin'in, "Parmak hesabı bir çâre-i ahenk olamaz" hükmünü kabul et­mediğini belirterek parmak hesabı bir çâre-i ahenk olmasaydı Türk'ün dağlarda ve şehirlerde türkülerini, tekkelerde cez-beli nefeslerini bu vezinle asırlarca söyle­mesinin mümkün bulunmadığını ifade etmiştir.


Yüklə 1,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin