III. İÇTİMAİ DELİL
İnsanlık tarihini başlangıçtan itibaren takib ettiğimiz zaman, vahşî-medenî bütün beşeriyetin bir Allah'ın varlığında ittifak etmiş olduklarını görürüz. Şu halde bu ittifak, beşer aklının varlığın esasını sezebildiğinin bir tasdikidir.899 Allah ismi bütün kâinata hakkedilmiştir. Fakat hiç bir yerde, insanın ruhunda ve netice olarak insanî münasebetlerde olduğu kadar sade ve okunaklı değildir. Allah'ın ismi, ne kadar ibtidâî olursa olsun, her lisanda vardır. Hiç bir kavim gösterilemez ki menşe' ve tarihinde bu kelimeye tesadüf edilmesin. Bütün bunlar beşer tabiatında, Allah fikrinin mündemiç ve fıtrî olduğunun kesin işaretleridir.900Tecrübî ilimler, her hususta, nasıl vakıalara dayanarak, tecrübe ve müşahede ile neticeler çıkarmayı kendisine metod kabul etmişse, insanlık tarihindeki bu sosyolojik ve tarihî vakıayı da gözden uzak tutmaması gerekmez mi?901
İşte bu yüzden olmalıdır ki, umumiyetle din tarihçileri, Allah'ın var oluşunu, bütün insanların kabul etmiş olması delili ile ispat etmişlerdir. İngiliz tekâmülcülerinden Andrew Lary, antropoloji bilginlerinden P. Schimidt, A. Eymieu gerek ibtidâî, gerek yüksek kavimlerden Tanrısız bir kavmin var olmadığını söylemişlerdir.902 Bu yüzden insan için, düşünen, konuşan hayvan gibi tarifler .yapılırken, insan dindar bir yaratıktır veya dindar olmaya müstait bir yaratıktır,903 kanaati de gerçeklere uymaktadır. Şu halde kabul-ü âmme delili adı verilen bu içtimaî delil, insanlığın bu husustaki ittifakının, delil kuvvetine yükselmesi vakıasıdır.904 İnsanlığın normal davranışı budur. Eski çağlardan beri insanlardan geriye kalan eserlerin çoğunu, mabed-lerin teşkil etmesi, bu gerçeğin tarihî şahidleridir.905 İnkarcılar daima, insanlığın bu âlemşümul idrâk ve temayülünden istisna teşkil eden marazî ruhlu kimselerdir.906 Dün olduğu gibi bugün de bir ulûhiyet fikri etrafında Örülen din gerçeği, her türlü hücumlardan daha gençleşmiş olarak çıkmakta, en yüksek sosyal teşkilata ve en yüksek hayat seviyesine sahip cemiyetlerde bile "ilâhî devlet" ideali, dalgalar halinde insanlığın duvarlarında gedikler açmaktadır.907
İnsanlık tarihinde görülen bu içtimaî ve kevnî şuur ve idrâk insan fıtratının tabiî bir tezahürüdür. Yüce Allah enfüs ve âfak-ta kendi varlığına delâlet eden pek çok deliller diktiği gibi, insan ruhunda da akıl ve basiret denilen, bu delilleri anlayacak garizî kuvvetlerle, insanı teçhîz etmiştir. Bu, mıknatısın demiri çekmesi gibi bir şeydir. Bu gizli şuuru, peygamberler "ve vahiy mesajları uyarır ve inkişâf ettirir. Onun için din hem aklî hem naklîdir.908 "O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olamaz. Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm, 30). İşte Kur'ân'ın öğrettiği fıtrî din İslâm dinidir. Demek ki, yaratılışın yaratanına delâleti tabiî olduğu için, her insanın fıtratında, nefsinin şuurunun temelinde, vicdanının derinliğinde bir hakk duygusu, bir marifetullah gizlidir. Bu şuur bütün insanların, insan olmak bakımından yaratılışında esas ve hepsinde müşterek olan küllî fıtrattır. Buna fıtrat-ı ûlâ veya fıtrat-ı asliyye denilmektedir.909
Bu yaratılıştaki fertlerden meydana gelen insan toplulukla-rındaki ulûhiyet şuuru, insanlık çapında ma'şerî vicdan haline gelerek, bir içtimaî delil mahiyeti iktisâb etmektedir. Bu cihanşümul şuurun dışına çıkanlar, sonradan muhitin, şeytanî telkin ve kültürlerin tesiriyle fıtratını bozan inkârı ve şüpheyi kendisine ikinci bir fıtrat {fıtrat-ı saniye) haline getiren hasta ruhlu kimselerdir. İnsanın ağzı, midesi, vücûda faydalı besinleri hazım için yaratılmıştır; fakat müstesna olarak bazıları, israf ile, onları kötüye kullanarak zehir yutabilmektedirler. Aynı şekilde asıl yaratılış da Hakk'ı tanımak ve O'na kul olmak için verilmiştir. Yoksa insana ruh, yanlış duysun, şeytana uysun diye üfürül-memiştir. O halde dinsizlik fıtrata aykırı bir sapıklık olduğu gibi, Allah'tan başkasına tapmak da öyledir.910 Bunlar insanlann umûmundan sapan azınlıktır. Güzelliğin bazı insanlara perdelenip diğer bir kısmına açılması, onun varlığını yahut sıfatlarını hissetmeye manî değildir.911 Bu istisnalara bakılarak, insanlıktaki bu umûmî ulûhiyet şuuru geçiştirilemez. Bu şuur öylesine örtbas edilecek şeylerden değildir.
Allah'a inanma duygusu insanlarda umûmî olduğu için Kur'ân, bu tip münkirlere fazla önem vermemiştir. Daha çok müşriklere yönelerek onlann ulûhiyet hususundaki sapmalarını düzeltmeye çalışmış.912 Kur'ân'ın da bu delili kabul etmiş olduğunu söyleyebiliriz.913 "Andolsun, onlara: O gökleri, o yeri kim yarattı? (diye) sorarsan, muhakkak "Allah" diyecekler. De ki; O halde bana haber verin, Allah bana herhangi bir zarar dilerse, sizin Allah'ı bırakıp da taptıklarınız O'nun bu zararını giderebilici midirler? Yahut (Allah) bana bir rahmet dilerse onlar O'nun bu rahmetini tutabiîici midirler? De ki; Bana Allah yeter, güvenip dayanacaklar da ancak O'na güvenip dayanır(lar)" (Zümer, 8). Yine Allah buyurur ki: "Onlar hep o zulümleri yüzünden âyetlerimizi bile bile inkâr etmişlerdir" (Nemi, 14). "Âyetlerimizi sadece o selim yaratılış ahdini bozan nankörler, hem de bir inad uğruna inkâr ederler" (Lokman, 32).
Kur'ân'da cemiyetin ferd üzerindeki ırsî hakimiyeti, görüş ve inançlarındaki tesiri de dile getirilir (Bakara, i70; Mâide, ıo4; Zuhmf, 22). Cemiyetin kötü şartlandırmalannı Kur'ân ayıplar.914 Allah'ın insan topluluklarını peygambersiz bırakmaması (Yunus, 47; Nahi, 36) bu kollektif şuurun, tam istikâmetine yönelmesi hikmetine mebnîdir. Allah Tealâ adetâ bütün insanların fıtratlarında meknuz ulûhiyet şuurunun bir ikrarı mâhiyetinde şöyle buyurmuştur; "Andolsun onlara, kendilerini kim yarattı? diye sorsan, elbette "Allah" derler. O halde nasıl (Haktan) çevirili-yorlar? " (Zuhmf, 87). Bir sıkıntıda kalınca da Allah'tan başka sığınılacak varlık olmadığını kabul ederler.915
Nesilden nesile insanlar arasında vâkî olan, mabedler yapmak, heykeller dikmek, dinî ayinler tertip etmek ve kurbanlar takdim etmek bütün devirler boyunca Allah'a ibadet için duran insanlığın tüm birikimi, Allah'ın varlığının hakikat oluşuna karşı çıkılmaz şâhid ve delillerdir.916 İnsanlık bunda icmâ etmiştir. Bu küllî ve kevnî vicdanın şu şehâdeti karşısında insaflıca düşünecek olursak, gerçeği anlamak zor değildir.917 Ulûhiyet gerçeğinin uydurulmuş, mevhum ve hayalî bir şey olduğunu iddia etmek, beşeriyetin iğfal edilmiş bir sürü budala olduklarını kabul etmek mânâsına gelir. Aynı zamanda bu aldanışın nasıl olup da bugüne kadar devam ettiği ve hâlâ da devam etmekte olduğu sorulmaya değer bir husustur. Mülhidin Allah'a iman mevzuunda, bu icmâ karşısındaki durumu, ancak kendi düşüncesindeki hastalığı ve sapmayı ifade eder. İşin doğrusu, gerçekten aklananların, beşer tarihini iğfallerin devamı gibi göstermek isteyen sapıklar olduğudur.918
Dostları ilə paylaş: |