Marksizm’in Sahiplenebileceği Katkıların Anti Marksistlerce Yapılması
Ama sorunlar sadece burada bitmiyor. Tarihsel maddeciliğe katkıları bağlamında buraya kadar sözü edilen sembolik isimler yine de iyi kötü Marksizm’e bağlı isimler, yani kendilerini Tarihsel Maddeci gelenek içinde tanımlayan isimler. Ama Tarihsel Maddecilik bakımından durumu daha da karıştıran gelişmeler bulunmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğe en önemli katkılar, son yıllarda, Tarihsel Maddeciliği reddedenlerce yapılmıştır. Çünkü Tarihsel Maddecilik diye bilinen, Tarihsel Maddeciliğin terminolojisini kullanan metafizik sosyolojiler olduğundan, kendini Tarihsel Maddeci gelenekten görmeyen birçok sosyolog, tamamen bilimsel kaygılara dayanan araştırmalarla, Tarihsel Maddeciliği geliştirmişlerdir. Ya da burjuva sosyolojileri, tarihsel maddeciliğin, en boş bıraktığı, en zayıf alanlara yüklenip bir üstünlük kurmaya çalışırken, ister istemez, Tarihsel maddeciliğin sahip çıkabileceği katkılar yapmıştır.
Yani ortada yaygın Tarihsel Maddeciliğe rağmen; büyük ölçüde kendiliğinden, bilimsel araştırmanın kendi iç dinamiklerinden doğan, Tarihsel Maddecilik karşıtı Metafizik Sosyolojiler dünyasında görünen ve kendini de öyle tanımlayan Tarihsel Maddeciliğe katkılar vardır. Yani Tarihsel Maddeciliğin özellikle son yıllardaki kimi kazanımlarını ancak onun karşıtlarının, daha doğrusu karşıt olduğunu düşünenlerin katkılarından öğrenebilirsiniz. Bu biraz, Morgan’ın Tarihsel maddeciliği bilmeden onu daha sonra Marks-Engels’ten bağımsız olarak, kendiliğinden keşfetmesi ve uygulaması gibidir de.
Bunu bir örnekle somutlayalım. Örneğin Uluslar ve Ulusçuluk Teorisi alanının Marksizm’in en az gelişmiş alanlarından biri olduğu; daha doğrusu Marksizm’in bu konuda dişe dokunur bir teorisi olmadığı, bir parça Marksizm’le haşır neşir olmuş aklı başında her Marksist’in kabul edeceği bir gerçektir. Ama Tarihsel Maddeciliğin hiçbir sorun olmadan benimseyebileceği bir ulus teorisinin temellerini, ayrıntılarda ne kadar düzeltmeler gerektirirse gerektirsin ve burjuva sosyolojisinin sınırlılıklarını ne kadar içinde barındırırsa barındırsın, Ernest Gellner adlı bir Tarihsel Maddecilik karşıtı bir sosyologa borçluyuz. Hatta bu ulus teorisinin temellendirildiği bölümler, Tarihsel Maddecilikle polemik içinde onun eleştirisi biçimindedir. Ama biraz dikkatli bir Marksist, bu eleştirilerin hepsinin aslında, Tarihsel Maddecilik namlı metafizik sosyolojilerin eleştirisi olduğunu görür. Yani Tarihsel Maddecilerin yapması ve sahip çıkması gereken eleştiri, Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde yapılmaktadır. Tarihsel Maddeciliği reddederken Tarihsel Maddeciliğin özünü savunmaktadır. Yani biraz gerçeğin özüne yönelen burjuva sosyolojisi bile, bilmeden Marksistlere rağmen Marksizm’i savunur durumda olmaktadır.
Yani bir bakıma yer değiştirme söz konusudur. Nasıl metafizik teoriler Tarihsel Maddeci bir terminoloji ile ortaya çıktılarsa, şimdi de tersi olmakta, Tarihsel Maddecilik, intikam almakta, metafizik sosyolojiler görünümü altında kimi ilerlemeler kaydetmektedir.
Ya da son yıllarda, kadın hareketinin, ekoloji hareketinin, ırkçılık üzerine inceleme ve katkıları göz önüne getirelim. Bu katkıların çoğu, Tarihsel Maddecilik bayrağı altında yapılmayan, hatta çoğu kez ona karşı bir söylemle gerçekleştirilen, katkılardır. Örneğin Marks’ın temel eseri olan Kapital’in sadece değişim değerini incelemesi Kullanım Değerini ihmal etmesi, teorinin özüne ilişkin değil, sadece konunun kendisinin yarattığı bir sorundur. Somut bir toplumun analizi elbette Kullanım Değerini analize koymayı gerektirirdi. Ama yukarıda değinildiği gibi, Marks’ın yaptığı somut bir toplumun analizi değil, soyut bir kapitalizmin analiziydi ve bunun da üretim ilişkilerine ilişkin yanıydı. Burada Tarihsel maddeciliğin yöntemsel yanlışlığı değil, ekonomi politiğin konusundan doğan bir “eksikliği” söz konusudur.
Ya da Foucault’un adeta tarihsel maddeciliğe karşı ideolojik saldırının bayrağı haline gelmiş, hastaneler ve hapishanelerin, yani kapitalist toplumda egemenliğin sadece devlet denen politik baskı aracıyla sürdürülmediği; aksine bu egemenliğin günlük yaşamın her anında ve yerinde olduğu; diğer bir deyişle maddi araçlar, kurumlar ve örgütlenme biçimlerinin bu egemenliğin bir parçası olduğu ve tarafsız olmadığı anlamına gelen çalışmaları ve genellemeleri, Tarihsel Maddeciliğin hiç korku duymadan, üstüne üstlük bir de “benim yapmam gerekeni yaptınız beni yükten kurtardınız” diye teşekkür ederek sahiplenmesi gereken çalışmalardır. Hatta bu çalışmaların İşçi Sınıfının önüne çıkmış, başka bir uygarlığı programlaştırmak sorunun cevaplarının ipuçlarını içerdiği çok açıktır.
Marksistler bu işleri yapmaları gerekirken, bu yapılmamıştır ve şimdi bu katkılar Marksizm’e karşı bayraklar altında yapılmaktadırlar ama Marksizm’e katkıdırlar.
Hâsılı özler ve görünüşler adeta tamamen birbirine zıt görünümler içindedir. Tarihsel Maddeciliğe katkılar, Tarihsel Maddeciliğe karşı sosyolojiler ve akımlar içinde ortaya çıkıyor; Tarihsel Maddeciliğe karşı ideolojiler, metafizik sosyolojiler Tarihsel Maddeciliği savunma biçiminde ortaya çıkıyor. Tarihsel maddeciliği savunduğu iddiasında olanlar, Marksist olduğu iddiasında olanlar ise tam anlamıyla bir skolastik ve pozitivist denecek, en küçük bir eleştirellikten ve yaratıcılıktan yoksun bir şekilde fiilen Marksizme, yani Tarihsel Maddeciliğe karşı mücadele ediyor.
Özlerin ve görünüşlerin böylesine ters yüz olduğu bir dünyada kim Tarihsel Maddecilikle karşılaşabilir, onu tanıyabilir ve anlayabilir ki?
Görüldüğü gibi, Tarihin Maddeci Öğretisinin, kör topal, darma dağınık, yukarıda kısaca değinilen ilerlemelerle ulaştığı durum bile önümüze birçok devasa görevler koymaktadır. İlk kurucularının, uygulamalarında içkin teorinin, kör bağırsaklarından arındırılması, formülasyonu; sonra buna o gelenek içinde yapılan katkılara aynı işlemin uygulanması, daha sonra burjuva sosyolojileri çerçevesinde yapılan katkıların sistemleştirilmesi gibi muazzam, birkaç kuşağın enerjisini yutacak görevler ortada durmaktadır.
Yani Tarihin Maddeci anlayışının kendisinin bizzat muazzam bir teorik çabanın konusu olması gerekir ki, Tarihsel maddeciliğin bu gün bulunduğu yerin bir bilançosu çıkarılabilsin.
Ve bütün bu işlerin yapılması aslında Tarihsel Maddecilikte bir gelişme anlamına da gelmez, sadece şimdiye kadar yapılmış, başarılmış, dağınık olanın toparlanması, sistemleştirilmesi, arındırılması gibi işlemlerdir. Ama sadece bu bilanço, bu derleme, bu “El Kitabı” ya da “Giriş” hazırlama çabası ya da Büyük harflerle bir “Tarihsel Maddecilik Teorisi” veya “Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji” bile muazzam bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Bu gerçekleştiğinde, Tarihsel Maddecilikte bir ilerleme sağlanmış olmaz, sadece Topluma İlişkin bilimin durumu hakkında bir bilgimiz olur.
Hâlbuki bu teori geliştirilmeyi beklemektedir. Hem olgular yığını muazzam ölçeklerde arttığı için hem de toplum hızla değiştiği için.
Bilinen Olgulardaki Değişme ve Marksizm’in Gelişmesi Gereği
Olgular bilimin ham maddesidir. Bilim onları kavramlar aracılığıyla işler. Olgular hakkındaki bilgilerimiz ise, müthiş bir hızla, katlanarak artmaktadır. Örneğin Marks ve Engels, Tarihsel Maddecilik teorisini ortaya attıklarında, insanlığın bilinen tarihi eski Yunan ve Roma’dan başlıyordu. Çin ve Hint tarihi büyük ölçüde onlar için bilinmezdi. Daha sonra öğrendikleri Tarih öncesi hakkındaki bilgi ise, Morgan, Beachefon gibilerle sınırlıydı. Bu çok sınırlı alanın çok sınırlı bilgisinden yola çıkarak bu teorinin temel kavramları belirlendi. Hatta teorinin temel kavramlarının çoğu, esas olarak, batı Avrupa tarihinin son birkaç yüz yılından çıkmıştı. (Jakobenizm, Bonapartizm gibi kavramlar göz önüne getirilsin. )
Daha sonra Kıvılcımlı’nın Sümer’den beri gelen 5000 yıllık tarihe dayanarak bu teoride başardığı bir gelişmeden söz edilebilir. Ama Kıvılcımlı’nın dayandığı veriler ise, eni sonu 1950’lerin ve altmışların dünyasının sonuna kadar geliyordu. Sadece o dönemden bu güne, bu tarih ve tarih öncesi hakkındaki bilgilerimiz birçok kez katlanmış bulunuyor.
O zaman şu soru ortaya çıkar: “Bu yeni bilinen olgular, Tarihsel maddeciliğin Kavram sisteminde ne gibi zorluklar yaratmaktadır? Varsa bunlar nelerdir? ”
Soruyu böyle soran ve cevap arayan gördünüz mü? Maalesef yok. Hâlbuki ister Paleontoloji- Biyoloji (Canlılar Tarihi) ister Astronomi ve Fizik (Evrenin Tarihi) aynı dönemde, olgular yığınında benzer bir çoğalmanın yarattığı birçok teorik sorunla karşılaştılar ve bunları çözmeye yönelik yeni teoriler ortaya koydular. Sosyoloji (Toplum Tarihi) bakımından durumun farklı olabileceğini nasıl söyleyebiliriz ki?
Görüldüğü gibi, ortada sadece Tarihsel Maddeciliğin bir bilançosunun çıkarılması, bir el kitabının hazırlanmasından öte, gerçekte onun yapması gereken devasa bir iş bulunmaktadır, bu teorinin eldeki yeni zengin veriler ışığında tekrar kontrolü; eğer gerekiyorsa yeni teorilerle desteklenmesi veya eski teoriyi de özel bir hal olarak içeren yeni ve daha gelişmiş bir teorinin formülasyonu.
Böyle bir teori, ya Newton ve Relativite fiziği arasındaki gibi, Marks’ın teorisini Newton fiziği gibi, özel bir hal olarak içeren, bir tür Tarihsel Maddeciliğin “Rölativite” teorisi gibi bir gelişme olabilir ya da Darvin’in teorisi ile DNA teorisi gibi; DNA’nın keşfi Darvin’in teorisini doğrulamış ama onun işleyiş mekanizmalarını anlama olanağı sağlamıştır. Benzeri türden, toplumsal değişimin mekanizmalarını açıklayan ama daha derine inen teorik katkılar olanağı ve gerekliliği olabilir. Belki bunların hiç birine de gerek yoktur. Bilmiyoruz, çünkü ortada sorunu böyle koyan veya böyle koyup çalışan yok bu terk edilmiş madenci kasabasında.
Toparlarsak, tarihte gerçekleşmiş olanlar hakkındaki olgular yığını içinde bildiklerimizin işlenmesinde durum bile böyle umutsuz. Ama zorluk burada bitmiyor. Toplumun ne canlılar ne de evren tarihiyle kıyaslanamayacak; onlarda pratik olarak olmayan başka bir yanı var.
Yeni Olgular ve Marksizm’in Gelişmesinin Sorunları
Evrende değişimler yüz milyonlar, milyarlarca yılda gerçekleşiyor. Dolayısıyla astronominin doğuşundan beri, evrende bir şeyin değişmediğini, bilimin konusu olabilecek yeni fenomenler ortaya çıkmadığını veri kabul edebiliriz. Bilgimiz sadece zaten var olanlar hakkında derinleşmekte; zaten var olanlar hakkında daha fazla bir veriler yığını birikmektedir. Bilmediğimiz yeni olgunun bu kadar kısa zamanda ortaya çıkması mümkün değildir. Birkaç yüz hatta bin yıl evrenin tarihi bakımından, toplum tarihindeki birkaç saniye bile değildir. Bu bir saniyede maddenin yeni var oluş biçimlerinin rotaya çıkması söz konusu değildir. Olsa bile bunu algılamak fizik olarak mümkün değildir.
Canlılar tarihi bakımından da, durum böyle kabul edilebilir. Biyoloji ve paleontolojinin doğuşundan yani şu birkaç yüz yıldan beri, hatta neolitik devrimden beri yeni bir canlı türünün ortaya çıkmadığını kabul edebiliriz. Biyolojik değişimler yüz binlerce yıl gerektirir. (Genetik cerrahi ile bu durum değişebilir.)
Ama toplumda böyle değil, toplumun değişim hızı, onlarla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Tüm insanlık tarihi, biyolojik ve astronomik tarih göz önüne alındığında, bir göz açıp kapayıncaya kadar zamandır. O göz açıp kapayacak kadar zamanda, insanlık, bir yığın üretim biçimini yaşamıştır. Yani birkaç yüz yıl içinde evrende maddenin yeni bir var oluş biçimi ya da yeni bir tür çıkmaz ama pek ala birkaç uygarlık yıkılabilir, birkaç üretim biçimi değişebilir.
Ama sadece bu kadar da değil, toplumsal değişimin zaten hızlı olan hızı da artmaktadır. Kapitalizme kadar böyle değildi. Ama kapitalizmle birlikte, nispi artı değer oranını yüksek tutabilmek ve bu nedenle de tekniği geliştirme zorunluluğu ve buna bağlı olarak yeni teknik buluşlar ve onların geniş uygulanması, bunların ekonomi, kültür, politika vs. üzerindeki etkisi, baş döndürücü bir hızla, moda deyimiyle “gerçek zamanda” gerçekleşmektedir. Binlerce yıl boyunca, kapitalizm öncesinde, ilk uygarlığın doğuşundan, kapitalizmin ortaya çıkışına kadar, insanlığın, bu günkü hıza göre neredeyse bir kaplumbağa hızıyla değişimi söz konusudur. Ama son beş yüz yıldır, artan bir hızla değişim sürmektedir. Bu hız özellikle elektronikte baş döndürücüdür ve oradan hareketle tüm toplumsal yapıyı alt üst etmektedir. Yani benzetmeye bağlı kalırsak, sürekli olarak ve artan bir hızla, yeni “canlı türleri” maddenin yeni “var oluş biçimleri” ortaya çıkmaktadır. Bu astro-fizikte ya da biyoloji-paleontolojide olmayan bir sorundur.
Ve bunların incelenip anlaşılması pratik bakımdan, olmuş olanlar hakkındaki olgular yığınının incelemesinden çok daha büyük bir öneme sahiptir. İnsanlar bu hızla değişen dünyada, sürekli yeni “türlerin”; “maddenin yeni var oluş biçimlerinin” ortaya çıktığı bir dünyada yaşıyorlar ve bu yeni ortaya çıkanların onların hayatı üzerindeki etkisi, daha önce var olanların etkisinden aşağı değil. Bu Toplumun Bilimine has ek sorunlar yaratmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin bir astronomi gibi, bir paleontoloji gibi bilançosunun çıkarıldığını, sistematik hale getirildiğini; ayrık otlarından temizlendiğini; var olanlar hakkındaki bilgi ile teorinin sürekli kontrol altında tutulduğunu var sayalım. Ortaya çıkan ek zorluk sürekli yeni olguların, yeni fenomenlerin ortaya çıkmasıdır. Bunların görülmesi, kavranılması, anlaşılması ve açıklanması gibi çabaların kendisinde, bütün ek problemlerden ve sapmalardan soyutlanmış olarak düşünsek bile, olgu ile onun anlaşılması arasında ciddi bir zaman farkı ortaya çıkmaktadır. Bu zaman farkı ise, (Tarihsel Maddecilik son duruşmada, toplumu değiştirme iddiasındaki insanların bir mücadele aracı olarak iş göreceğinden), onun bu işlevini görmesini ek olarak güçleştirmektedir.
Hegel bu soruna, Minerva’nın kuşu akşamın alaca karanlığında öter diye değinmişti. Yani bizler olaylar olup bittikten sonra, sonuna doğru olup bitenin ne olduğunu anlamaya, ayaklarımız suya değmeye başlardı. Ama bu günün bitişi ile kuşun ötüşü, olgu ile onun anlaşılması arasındaki makas da giderek açılmaktadır. Yani kuşlar artık gün biterken, akşamın alaca karanlığında değil, ertesi gün ya da birkaç gün sonra ötebiliyor. Yani biz daha olguları anlamaya uğraşırken, toplumsal pratik bakımından onlar olaylarca aşılmış bulunuyorlar.
Örneğin Kültür sosyolojisi alanında bu son yıllarda çok açık görülüyor. Her hangi bir davranış kotu, müzik veya giyimin anlamını sosyologlar daha araştırmaya başlarken, verileri toplanıp sınıflanmaya çalışılırken, birkaç yıl geçiyor ve bu birkaç yıl içinde başka bir kuşak başka kotlarla ortaya çıkıyor. Öbürküler ise, yaşları büyüdüğü için başka kotlara yöneliyor ve araştırma konusu olan fenomen ortadan yok oluveriyor, tarihe karışıyor.
Sorun elbette kültür sosyolojisiyle ilgili değil, toplumu değiştirme mücadelesiyle de ilgili. Toplumsal ve sınıfsal memnuniyetsizlikler ve protestolar kendini genellikle kültürel formlarda dışa vurmaktadır. Hatta politika bile çoğu kez bu kültürel dışa vuruşun bir aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla toplumu değiştirme mücadelesinde bu sorunların pratik bir önemi vardır. Ama olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile onun anlaşılması için gereken zaman arasındaki oransızlık, adeta anlaşılma olanağını yok etmekte, anlaşıldığı an ise olgunun kendisini anlamanın pratik bir anlamı kalmamaktadır.
Bu kültür sosyolojisiyle ilgili örnek aşırı bir örnek gibi görülebilir. Daha başka bir örnek verelim.
Örneğin yirminci yüzyıla damgasını vuran Bürokratik Diktatörlükleri ele alalım. (Ki bunlar yine de bir uzun dönem kapsıyor. ) Bunların kapitalist mi, bürokratik olarak yozlaşmış bir işçi devleti mi ya da başka bir şey mi oldukları üzerine henüz çok ciddi bir tartışma yapılmadan, (Yapılanlar aslında sadece Troçkist, yani klasik Marksist gelenekten gelenler arasındadır. ) mahiyetleri hakkında el yordamıyla bir şeyler bulunurken bu devletler fiilen yok oldu. Artık pratik politik mücadele, sosyal pratik bakımından bir anlamları yok, onları şöyle ya da böyle tanımlamanın. Diyelim ki, bu arada, her türlü veriye daha rahatça girilebildiği için, çok daha zengin ve doğrudan malzemeye dayanılarak, bu devletlerin ne olduğu hakkında daha gelişmiş ve tutarlı bir teori ortaya koyulsa bile, bunun pratik politika bakımından, Sümer toplumunun sosyo ekonomik karakterinin ne olduğundan daha fazla bir önemi olmayacaktır, ancak metodolojik düzeyde yeni sonuçlara yol açarsa, bu sonuçların dolaylı bir etkisi olur.
Ama burada bizzat bu gelişmeyi engelleyen başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Engels’in dediği gibi, bilimlerin ilerlemesinde ihtiyaçlar, onlarca üniversiteden daha büyük etki yaparlar. Yani o yok olan bürokratik devletler hakkında gelişkin bir teorinin ortaya çıkabilmesi için, onların biraz sorun olarak, toplumsal mücadelenin bir sorunu olarak ortada olmaları gerekir. O ülkelerin kendileri tarihe karıştığında, toplumsal mücadelenin bir konusu olarak ortadan büyük ölçüde kaybolduklarında, onlar hakkında gelişmiş bir teoriyi zorlayacak itici güçler yok olur.
Bu toplum bilimin gerçekten yeni bir sorunudur. Karşısına her an öylesine muazzam bir yeni olgular yığını çıkmaktadır ki, bunların her hangi birine yönelme fırsatı bulamadan onlar yok olmaktadır. Ava giden bir avcının, önünden birden bire onlarca kuşun havalandığını düşünün. Avcı daha bunların her hangi birini seçip, tüfeğini doğrultuncaya kadar kuşlar gözden yitmekte bu arada başka kuşlar havalanmaktadır.
Böylece sosyoloji ciddi bir açmazla karşı karşıya bulunmaktadır. Var olanı daha açıklayamadan o değişmekte, toplumsal pratik bakımdan giderek daha geriden geldiğinden, toplumsal pratik ile teori arasındaki ilişkide bir kopukluk ortaya çıkmaktadır. Ama sabitlenmiş yani olup bitmiş olgular yığını ise giderek akademik bir ilginin alanına kaymaktadır. Bu gün Sovyetler Birliğinin Karakteri, Babil veya Sümer toplumunun karakterinden daha fazla canlı politik mücadeleyi ilgilendirmemektedir.
Tabii burada eğilimlerden söz ediyoruz, bunları mutlaklaştırmamak gerekir. Elbette Sovyetlerin karakteri hakkında bir şeyler söyleyecek durumdaydık. Elbette yeni olgular hakkında belli bazı hükümlere varabiliyoruz. Ama burada eğilimleri ele almak, onları anlamak için kabartmak durumundayız.
Yeni ortaya çıkan olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile ve onun anlaşılması arasındaki zaman makasının açılması, ister istemez, toplumsal ve politik mücadelede “sezginin”, “içgüdünün” öne çıkmasına yol açmaktadır. Ama politik “seziş” ya da “içgüdü” dediğimiz nedir? Bu sadece sınıfsal konumdan kaynaklanmaz, aynı zamanda içselleşmiş tortusu kalmış, adeta kültür gibi içimize işlemiş metodolojidir, mantıktır. Ama bu mantık ve metodolojinin böyle bir “içgüdü” ya da “seziş” haline gelebilmesi için mükemmelleşmiş ve bu biçimiyle özümlenmiş olması gerekir.
Böylece Tarihsel Maddeciliğin, günümüzün olgularıyla doğrudan ilgisi olmayan kavramları ve yasaları, metodoloji ve mantık kanallarından sosyal pratik alanında tekrar bir pratik işlev kazanırlar bizlere kazandıracakları “iç güdüler”, “sezgiler” aracılığıyla. Yani bizlere zaman kazandırırlar, kredi açarlar. Teori pratik bağlantısı, bu derin dip akıntısı aracılığıyla yeniden kurulur. Ama bu bağlantı artık bir “sezgi”, bir “içgüdü” gibi görünür.
Farklı Alanlardaki Farklı Gelişmişliklerin Sorunları
Ama sorun bu kadarla bitmiyor. Teorinin bu günkü durumundan gelen başka sorunlar da var. Teorinin bir bilançosu ortaya çıkarıldığında şu görülür. Çeşitli alanlara ilişkin teoriler arasında da, onun en temellerinde de kullanılan kavramlar ve teoriler, bir tek bütünsel kavram sistemi içinde toparlanmaya muhtaçtırlar.
Bunu bir analoji ile açıklamayı deneyelim. Modern astronomi ve fizik aslında bir tek bilim olarak kaynaşmış, aynı alanı farklı araçlarla izleyen farklı araştırma yöntemleri düzeyine kadar inmiştir farkları. Evrende uzaklara baktıkça onun eski haline bakılmış olmakta; çekirdek fiziği araştırma merkezlerinde ise parçacıklara daha büyük enerjiler yüklendikçe, daha büyük sıcaklıklara ulaşıldıkça da yine evrenin deha eski dönemleri hakkında yeni veriler toplanmaktadır. Bütün bu veriler ışığında de bunları açıklayan teoriler geliştirilmektedir.
Şimdiye kadar yirminci yüzyılın başında ortaya koyulan iki büyük teori bütün bu deneyler ve yeni olgular imtihanını başarıyla geçmiş bulunuyor. Kuantum ve Rölativite teorileri. Eğer kaba bir şekilde ifade etmek gerekirse, hızlandırıcılarda atom altı parçacıklarla uğraşanlar, daha çok Kuantum teorisinin kavramlarıyla iş görüyor ve ön görülerde bulunuyorlar; evreni gözleyen astronomlar ise Rölativite teorisinin araçlarıyla. Diyelim ki, hızlandırıcıda yapılan deneyde, ölçümler birbirine uymayınca, nötrino adı verilen bir parçacığın olması gerektiği var sayılıyor; bu parçacıkların yıldızlardaki, dolayısıyla Güneş’teki reaksiyonlarda ortaya çıkması gerektiği ön görülüyor. Ve gerçekten de, kullanılmaz maden ocaklarında büyük sıvı kütleleri ve dedektörlerle yapılan ölçümlerle bunlar bulunuyor. Her iki teori de parlak bir biçimde doğrulanıyor.
Ancak, bu ikiz doğru teori bir tek kavram sistemi içinde değil. Bu bütün fizikçilerin rahatsızlığını hissettiği ve aşmaya çalıştığı bir durum. Bu iki teoriyi aynı kavram sistemi içinde toplayacak ama hala bulunmamış ve keşfedilmeye çalışılan teorinin kendisi olmadan adı bile var: “Evren Formülü” veya “Her şeyin Teorisi”. Buna önceden “Birleşik Alanlar Kuramı” da deniyordu. Fizikçiler bu ikisi de doğru, deneylerin ve olguların sağlamasını başarıyla geçen bu iki teoriyi bir tek bütünsel kavram sistemi içinde tanımlamayı temel hedeflerinden biri olarak koymuş bulunuyorlar.
Benzer sorunlar, Tarihsel Maddecilikte de var. Örneğin bunların en önemlisine Perry Anderson, Tarihsel Maddeciliğin tarihini ele aldığı, Türkçe’ye “Batıda Sol Düşünce” diye çevrilen, “Batı Marksizmi” adlı eserinin devamı olan, “Tarihsel Maddeciliğin İzinde” adlı çalışmasında değiniyor: Özne ve Yapı ilişkisi. Yani tarihi bir sınıflar mücadelesi olarak ele alabilir ve sınıflı toplumlar tarihini bu açıdan inceleyebilirsiniz. Ama aynı zamanda aynı tarihi, Ekonomi ve Üst Yapılar olarak da inceleyebilirsiniz ve yine doğru sonuçlara ulaşabilirsiniz. Ama bu ikisi, bir kavram sistemi içinde değildir, farklı paradigmalar, farklı sistemler olarak bir aradadırlar. Tıpkı Kuantum ve Rölativite gibidirler, ikisi de geçerlidir ama aynı zamanda farklıdırlar.
Bu sorunla Hikmet Kıvılcımlı, bilinçsizce yüz yüze gelmiş ve bir çözüm denemesinde bulunmuştur. Bu Özne ve Yapı paradigmalarının farklılığı ve bir tek kavram sistemi içinde tanımlanmış olmaması, Antik tarihin ele alınmasında ve açıklanmasında ciddi bir sorun yaratmıştır, (çünkü antik tarihte devrimleri sınıflar değil barbarlar yaparlar, sınıfı Kapitalizmde ekonomi dolayımıyla nispeten yapıya bağlamak mümkündür ama barbarla karşılaşılınca bu öznede, temeldeki farklılıktan doğan sorun daha olgun bir biçimde ortaya çıkar) ve bu ayrılığı bilinçsizce aşma çabası, Kıvılcımlı’nın Üretici Güçler kavramlarını daha farklı yorumlarla tanımlamasına yol açmıştır. Özne ile Yapı arasındaki bu farkı, Üretici Güçler kavramına, Tarih ve Kollektif Aksiyon’u sokarak çözmeyi denemiştir. Yani Yapının en derindeki özü, yani Üretici Güçler aynı zamanda Özneler olarak (Kollektif Aksiyon, İnsan, Barbarlık) tanımlanmıştır. Elbette bu kafadan uydurma teori, bir tahrif değildir, büyük ölçüde Marks-Engels’e ve her şeyden önce de olgulara dayanmaktadır ama onlarla ciddi bir farklılığı da içermektedir ve Antik Tarihi açıklamakta son derece başarılı işlev görmektedir, tıpkı kuantum teorisinin atom altı parçacıklar alanında gördüğü gibi.
Öte yandan Troçki, Sovyet Devleti’nin sınıf karakterini ele alırken Kıvılcımlı’dan daha farklı, daha ziyade Marks-Engels’inkine daha yakın bir kavram sistemine dayanmakta, ama korkunç benzer sonuçlara ulaşmaktadır. Kıvılcımlı’da “Devlet Sınıfları” Troçki’de “Bürokrasi” birbiriyle uyumlu ve ele aldıkları olaylar da uyumlu ama aynı zamanda farklı sistemlere dayanan kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır. Yani tıpkı Kuantum ve Rolativite teorileri gibi, biri mikrokosmosta diğeri makrokosmosta iyi iş gören teoriler olması ama bu teorilerin bir tek kavram sistemi içinde bulunmamamsı gibi; Kıvılcımlı’nın Antik Tarih’te çok iyi iş gören Troçki’nin Kapitalizm ve sonrasında iyi iş gören kavram sistemleri bulunmaktadır ama bunlar bir bütünsel kavram sistemi içinde birleşmiş değillerdir. Bütün bunlar Yapı ve Özne arasındaki, yani tarihi sınıflar mücadelesi, toplumsal güçler arasındaki bir mücadele olarak kavrama ile toplumu bir yapı olarak kavrama arasındaki farkın yansımalarıdırlar.
Ama sadece bu mu? Daha ikincil düzeylerde de başka paradigmalar bulunmaktadır. Örneğin, Feminist paradigma, Ekolojik paradigmayı ele alalım. Bunların tarihsel maddeciliğin bir tek kapsayıcı kavram sistemi içinde birleştirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
Toparlarsak, bütün olgulara, teorinin tanımına, arındırılmasına, geç kalmasına vs. ilişkin sorunları halletsek bile, ortada aşağı yukarı bu gün fizik-astronominin karşı karşıya olduğu türden çok ciddi devasa bir görev durmaktadır. Bütün farklı paradigmaları bir bütünsel kavram sistemi içinde kapsayacak daha yetkin ve gelişkin bir teori.
Peki, kim yapacak bunca işi?
Dostları ilə paylaş: |