Meal-tefsiR Çalişmasi



Yüklə 176,23 Kb.
səhifə1/4
tarix20.11.2017
ölçüsü176,23 Kb.
#32359
  1   2   3   4



MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI



* FATİHA SURESİ VE BAKARA SURESİ İLK 100 AYET

HAZIRLAYAN : ZAFER KARLI



GİRİŞ

Elinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır.


Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan Hanımefendiye hediye edilmiştir.

Kâinatın Efendisi Muhammed (asm)’ın emrindeki has bir hizmetkâr olmasını dilediğim



Nazan İnan Hanımefendi ve ailesinin dünya ve ahirette pırıl pırıl bir yaşam sürmesi

için Kur’an’ın dergah-ı ilahiye’deki kıymetini ve kudsiyetini

Cenab-ı Hakka şefaatçi yapıyorum. Âmin.
Zafer KARLI
28.Kasım.2010

  1. FATİHA SURESİ

Fatiha; giriş, açış, başlangıç demektir. Bir bitki tohumu nasıl o bitkinin dallarını, yapraklarını, meyvelerini ve diğer özelliklerini özünde barındıran bir çekirdek programı ise, Fatiha da Kur’an-ı Kerim’in özü ve özetidir. Peygamberliğin ilk yıllarında indirilmiştir. Bütün olarak gönderilen ilk sure olup, yedi ayetten oluşmaktadır.

Ahmed b. Hanbel'in, Müsned'inde rivayet ettiğine göre, Übeyy b. Ka'b Fatiha sûresini Rasulullah (s.a.v.)'a okumuş, bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a andolsun ki, bu okuduğunun bir benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'an'da (bundan önce) indirilmiştir. O seb'ul-mesânî (tekrarlanan yedi âyet) ve bana ve­rilen yüce Kur'an'dır."

Fâtiha, Kur'ân-ı Kerîm'in, dolayısıyla bütün semâvî kitapların ana gayesini, temel esaslarını ihtivâ eden, tam bir kitap genişliğinde mübârek bir sûredir. Kur'ân-ı Kerîm'deki ana esasları itikâd, ibâdet, muamelât veya hayat nizamı olarak hülâsa edecek olursak, Fâtiha sûre-i celilesinde, bütün itikâdî mes'elelere, ibâdetle alâkalı bütün hususlara ve bir hayat nizamına ya bir sarâhat, ya bir delâlet veya bir işâret, hiç olmazsa bir remiz bulmak her zaman mümkündür.

Fatiha, Yüce Yaratıcı huzurunda kulun, en içten şükran ve minnettarlık duygularıyla O’na yönelişi, O’nun sınırsız kudreti ve merhameti önünde saygıyla boyun eğişidir.

Fatiha, Allah ile kulu arasında ezelî ve ebedi, şerefli bir kulluk antlaşmasıdır.


1.Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Ey insan ! Sen İlahi hitaba muhâtap olabilecek kabiliyette ve ahsen-i takvim sırrına mazhar olacak şekilde yaratıldın ! Öyleyse, ferşi arşa bağlayan, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rapteden Rabb’inin adıyla başla.O isimler ki senin insânî arşa çıkmana bir vesiledir.
2. Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. Her şeyde rahmetinin yeni yeni eserlerini meydana çıkaran rahmet sıfatıyla vasıflanmış olan Allah'ın ni­metinin büyüklüğüne, lütuf ve keremine ve bütün âlemlerin beslenip büyütülmesinde görülen uçsuz bucaksız nimetler okyanusunu mahlûkatına veren ve bu hakikati tefekkür etmemi sağlayan Rabbime Hamd olsun. Her türlü övgü ve teşekküre lâyık olan âlemlerin Rabbi sadece O’dur.
3. O Rahmandır, Rahimdir. Rahmandır; çok şefkatli, çok merhametlidir. Sizi sizden çok sever, size sizden daha yakındır. O’nun sonsuz rahmet ve şefkati, bu dünyada mümin kâfir ayrımı yapmaksızın herkesi kuşatmıştır. Rahimdir; rahmetini tamamlamak üzere bu Kitabı (Kur'an-ı Kerim’i) göndermiş ve onun ışığında yürüyen takva ve ameli salih sahibi bahtiyarlara, âhiret hayatında sonsuz mutluluk ve kurtuluş müjdesini vermiştir.

O çok şefkatli, çok merhametli olmakla birlikte, hikmetli ve adaletlidir de:



4. Din (Ceza ve Mükafat) Günü’nün mâlikidir. Âlemlerin Rabbi, sürekli yenilenen bol merhameti ile birlikte, din gününde kullarına yaptıklarının karşılığını verecek, mahlûkatını hesaba çekecektir. "O gün hiç kimse, başkası için hiçbir şeye (fayda ya da zarar verme gücüne) sahip değildir. O gün herkesin işi Allah'a kalmıştır. Gerçekleşeceğinde asla şüphe olmayan Yargı Günü’nün mutlak hâkimi yalnızca Yüce Allah’tır.

O hâlde ey Rabb’imiz, sana tüm içtenliğimizle söz veriyoruz ve diyoruz ki:



5. Yalnızca sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz. Ey Rabbim ! Ben, senin hakîr ve zelil bir kulunum. Sana dua etmek için tek başıma bu kapıda durmak benim haddim değil. Ben sadece mü'min ve muvahhidlerin grubuna katılıyorum. Benim duamı da onlarla birlikte kabul buyur. Biz hepimiz sana kulluk eder ve senden yardım dileriz.

Fatiha suresini okurken “ben” yerine “biz” dememizin açılımını Bediüzzaman Said Nursî Hz. İşarat’ül İ’caz’da şöyle anlatır:

Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün aza ve zerrata râcidir (yöneliktir)ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur. İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriata itaat etmiş olur. Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur.”

6. Ey Rabb’imiz! Bizi dosdoğru yola, insanın doğal yapısıyla, duyguları, eğilimleri ve ihtiyaçlarıyla birebir örtüşen, her türlü aşırılıktan uzak, varlık kanunlarıyla tam bir uyum ve ahenk içinde olan o apaydınlık yola, insanlığı hem dünyada hem âhirette mutluluğa ulaştıran İslâm yoluna ilet.

7. Nimet verdiğin kimselerin, insanlık tarihi boyunca tevhid sancağını elden ele taşıyan Peygamberlerin ve onların izinden yürüyen âlimlerin, şehitlerin, sana yakın olan kimselerin yoluna...

Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil ya Rab!

Bizi, senin gazabına uğramış olan Yahudilerin veya hak yoldan sapmış olan Hıristiyanların zümresine katma. Çünkü onlar senin mukaddes şeriatından çıktılar ve böylece gazaba ve ebedî lanete müstahak oldular.

Allah’ın Elçisi (s) bu surenin sonunda “Âmin!” yani “Duamızı kabul eyle, ya Rab!” derdi.

2.BAKARA SURESİ

Bakara sûresi, Kur'an'ın en uzun süresidir. Bu sûre, Medine'de inen diğer sûreler gibi teşri (hukuk) yönü ağır basan sûrelerdendir. Medine'de inen sûreler, genellikle müslümanların sosyal hayatlarında ihtiyaç duyduk­ları prensipleri ve hukukî esasları ihtiva eder. Bu mübarek sûre itikat, ibadet, muamelât, ahlak, evlenme, boşanma, iddet ve benzeri şer'i hükümlerin büyük bir bölümünü kapsar.

Sûrenin ilk âyetleri, bahtiyar ve bedbaht kişiler arasında bir mukaye­se yapmak için, mü'min, kâfir ve münafıkların sıfatlarından bahseder; imanın, küfür ve nifakın hakikatini açıklar.

Sonra insanın ilk yaratılışını ele alır ve insanlığın babası Âdem (a.s.)'in kıssasını ve o yaratılırken meydana gelen ve Allah'ın insanoğluna yapmış olduğu lütfa delâlet eden enteresan olaylara değinir.

Daha sonra, Ehli kitap, özellikle İsrail oğulları "Yahudiler" konusunu geniş bir şekilde ele alır. Zira Yahudiler Medine-i Münevvere'de müslümanlara komşu idiler. Bu sebeple sûre, onların hile ve desiselerine, şerir ruhlarının hususiyetlerinden olan alçaklık, gaddarlık, hainlik, sözde durma­ma ve ahdi bozma gibi kötü huylarına karşı müminleri uyarır. Ayrıca bu fesatçı ırk tarafından işlenen ve onların büyük zarar ve tehlikelerini gösteren kötülüklerine ve çirkin davranışlarına karşı dikkat çeker. Bu mübarek sûrenin üçte birinden fazlası Yahudilerden bahseder. Onlarla ilgili olan bölüm, "Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın mealindeki âyetle başlar ve "bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım keli­melerle denemişti de, o da onları tam olarak yerine getirmişti.” mealinde­ki âyete kadar devam eder.

Sûrenin diğer bölümleri hukukî mevzuları ele alır. Zira müslümanlar İslam devletini yeni kurmakta oldukları için, gerek ibadet, gerekse muame­lat sahalarında hayatlarında takip edecekleri ilâhî esaslara ve semavî ka­nunlara daha fazla muhtaç idiler. Bundan dolayı sûrenin büyük bir kısmı hu­kukî mevzuları ele alır. Bunları şöyle özetleyebiliriz: "Oldukça geniş bir şekilde oruçla ilgili hükümler, hacc ve umre ile ilgili hükümler, Allah yo­lunda cihatla ilgili hükümler; evlenme, boşanma, süt emzirme, iddet, put­perest kadınlarla evlenmenin yasaklığı, ay halinde kadınlara yaklaşmanın sakıncaları ve aile hukuku ile ilgili diğer konular. Çünkü aile toplumun ilk nüvesini teşkil eder."

Yine bu mübarek sûre toplumu tehdit eden ve onun yapısını bozan "faiz günahı"ndan bahseder ve faizcilere şiddetle hücum eder. Faizle işlem yapan veya ona teşvik edenlere karşı Allah ve Resulü tarafından harp ilan edildiğini bildirir ve şöyle der: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız, halen mevcut faiz alacaklarınızı bırakın. Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasulu tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermaye­niz sizindir, ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

Faizle ilgili âyetlerin peşinden, insanların amellerine göre, hayırsa hayır, şer'se şer muamele görecekleri o korkunç günden sakındırma ile ilgili âyetler" gelir. "(Hep birden) Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da her şahsa hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğra­tılmayacak bir günden sakının. Bu âyet, Kur'an-ı Kerim'in son inen âyeti ve gökten yere inen vahyin sonuncusudur. Bu âyetin inişi ile vahy kesilmiş ve Rasulullah (s.a.v.) risalet görevini îfâ edip emaneti tebliğ ettikten sonra vefat etmiştir.

Bu mübarek sûre müminleri tevbe etmeye, Allah'a yönelmeye, üzerlerindeki ağır yüklerin kaldırılması için O'na yakarmaya, kâfirlere karşı zafer istemeye ve iki cihan saadeti için dua etmeye teşvik ile sona erer: "Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işleri de yükleme. Bizi af­fet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevla’mızsın, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.

İşte bu şekilde, bu mübarek sûre, başı ile sonu arasında güzel bir insi­cam sağlayarak ve sûreyi en güzel bir şekilde derli toplu olarak göstermek için, mü'minlerin güzel vasıflarını anlatarak başlamış ve onların duaları ile sona ermiştir.


Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!
Ey insan ! Sen İlahi hitaba muhâtap olabilecek kabiliyette ve ahsen-i takvim sırrına mazhar olacak şekilde yaratıldın ! Öyleyse, ferşi arşa bağlayan, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rapteden Rabb’inin adıyla başla.O isimler ki senin insânî arşa çıkmana bir vesiledir.

 

1. Elif, Lâm, Mîm. Kur’ân-ı Kerîm’in 29 sûresi huruf-u mukattaa denilen bu münferit harfler ile başlar. Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Sûrelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlâhî bir şifredir; Muhammed (asm)’a onlarla bazı gaybi işaretler veriyor. O şifrenin anahtarı, Muhammed (asm)’dadır, hem onun varislerindedir. Kur’ân-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitap ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi çok çeşitli boyutları, mânâları olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyan etmişler. Ehl-i velâyet ve tahkik, seyr ü sülûk-ü ruhaniyeye ait çok muamelât-ı gaybiye işârâtını onlarda bulmuşlar. “(29. mektub sadeleşmiş olarak.)

“Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın fevkalade bir zekâya malik olduğuna işarettir ki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, remizleri, imaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar. " (İ. İ'caz)
2. İşte bu kitap Kur'an-ı Kerim; büyük bir kitap hükmündeki kâinâtın, Allah’ın ezelden yapmış olduğu tercümesi, hakikatler ve hikmetler kaynağı olarak kendisinde hiç şüphe yoktur. İnsan aklını şüpheye düşürebilecek, kalp ve ruh dünyasını karartacak, toplum hayatını bozacak hiçbir çelişki, eğrilik ve tutarsızlık yoktur onda. Öyleyse, gönlünü aç ve onu içtenlikle oku. Okudukça göreceksin ki, bu sözler yüce Yaratıcıdan gelen hakikatin ta kendisidir. Fakat bu kitap, kötülüğü, çirkinliği tercih eden kimseler için değil, fenalıklardan sakınan, iman edip sâlih amel işleyen o takva sahipleri için bir kılavuz, bir yol gösterici, bir hidayettir. Şu hâlde, tüm insanlığa doğru yolu gösteren bu kitap, ancak takva sahiplerini yani Allah korkusuyla günahlardan korunan, iman edip sâlih amel işleyen mü’minleri hedefe ulaştıracaktır. Peki, kimdir bu takva sahipleri?

3. Onlar, duyu organlarıyla algılanamayan; ancak ilâhî vahiy sayesinde kavranabilecek gerçeklikler âlemi olan gayb’a inanırlar. Hakikatin sadece gözle görülenlerden ibaret olmadığını bilir; Allah, cennet, cehennem, melek, kıyamet, âhiret gibi ulvi hakikatleri imanları sayesinde hissedebilir, kavrayabilirler. Ayrıca, Müslümanlığın vazgeçilmez şartı olan namazı tadil-i erkânına özen göstererek, dosdoğru ve zamanında, aksatmadan kılar, Yaratıcıyla aralarındaki irtibatı —günde en az beş kere huzurunda durarak— sürekli canlı tutarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan, yani o güzel nimetlerden bir kısmını toplum yararına fedakârca paylaşarak Allah için yoksullara zekât ve sadaka olarak harcarlar.

4. Yine onlar, o takva sahipleri, hem sana gönderilen bu son ilâhî vahye, hem de senden önceki elçilere gönderilen Tevrat, Zebur, İncil gibi kitaplara ve diğer bütün ilâhî vahiylere —tahrif edilmiş kısımlarını Kur’an’ın hakemliğinde düzelterek— inanırlar. Bütün Peygamberlerin ve ilâhî kitapların aynı inanç ve ahlâk ilkelerini getirdiğini, hepsinin aynı kaynaktan geldiğini bilirler. Âhiretin varlığına da tüm kalpleriyle iman ederler. Dünya hayatının geçici olduğuna, Allah’ın şaşmaz adaleti gereğince tüm insanları yeniden diriltilerek iyilikleri ödüllendirip kötülükleri cezalandıracağına içtenlikle inanır ve bu inanca uygun davranışlar gösterirler.

5. İşte onlar, Rab’lerinin kalplerine verdiği hidayet nuru ile gösterdiği dosdoğru yolda yürüyenlerdir, dünya ve âhirette kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır.

Kur’an’ın sözü kısa tutması dahi mucizedir:

[ Hem meselâ اَُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ - kurtuluşa erecek olanlar- da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cennet'i düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-yı İlahîyi rica eder. Bir kısım, rü'yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hakeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur'an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok manaları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte اَلْمُفْلِحُونَ der. Neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: "Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem'den felah bulursun. Ey sâlih!.. Sen Cennet'e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rıza-yı İlahîye nail olursun. Ey âşık!.. Sen rü'yete mazhar olursun." ve hakeza... İşte Kur'an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin. 25. Söz ]



6. Allah’tan gelen bu mesajı örtbas ederek, hakikati bile bile inkâr edenlere gelince, sen onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Çünkü kibir, ihtiras, bencillik, inatçılık gibi psikolojik saplantılar, kendileriyle hakikat arasında aşılmaz bir engel olmuştur. Kalpleri îlahî nurun erişmesine imkan ver­meyecek şekilde örtülüdür. O kalplerde iman nuru parlamaz. Çünkü onlar hakka karşı, Allah'ın ayetlerine karşı görmezlikten gelmişlerdir. Hidayet ve öğüdün etkileri onlara ulaşmaz. Çünkü onlar bilmenin, düşünmenin, tefekkü­rün, işitme ve görme duyularını kullanmanın bütün yollarını işlemez hale ge­tirmiş, bunun sonucunda hakkı görmez duruma düşmüşlerdir. O bakımdan hakka uymazlar. Hakkı işitmezler, onu anlamazlar. Dolayısıyla onların cezaları da -Yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamalarından dolayı- sonu gelmez, çok çetin büyük bir azaptır.

Bunun sonucu olarak da:



7. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de, hakkı görmelerine engel bir perde bulunmaktadır. Allah’ın koyduğu yasalar gereğince, bilerek ve isteyerek inkârı tercih ettikleri için, doğuştan sahip oldukları ‘hakikati keşfetme’ yetenekleri zamanla körelmiş ve inkârları kendi dünyalarında haktan gelen mesajları nötralize ederek kalp ve vicdan işlevini göremez hâle gelmiştir. İşte onlara, dünyada da âhirette de büyük bir azap vardır. Kur’an’ın rehberliğinden yüz çeviren toplumlar, dünyada ahlâkî çöküntüler, ruhsal bunalımlar, toplumsal çalkantılar gibi felâketlerle yüz yüze gelecek ve nihayet âhirette, ebedî azaba mahkûm edilecektir.

Kâfirlerden daha tehlikeli olan münafıklara gelince:



8. İnsanlardan öyleleri de var ki, gerçekte inanmadıkları hâlde, Biz de Allah’a ve âhiret gününe inanıyoruz!” derler.

9. Böylece, Allah’ı ve inananları güya akıllarınca kandırmaya çalışırlar. Oysa yalnızca kendilerini kandırırlar, ama farkında olacak bir hisse bile sahip değillerdir.

10. Çünkü kalplerinde, kibir, inat, nankörlük, bencillik, ahlâksızlık gibi sebeplerle meydana gelen ve onları gerçek imana ulaşmaktan alıkoyan bir hastalık vardır. Allah da onların niyet planında kötülüklerle içli-dışlı olmaları, bununla da kalmayıp fırsat buldukça bu kötü niyetlerini gerçekleştirmeleri, sebeplerin artışı olarak hastalıklarını iyice artırmıştır. Doğru bir inanç ve güzel davranışlarla tedavi etmedikleri bu hastalık, ilâhî yasalara göre zamanla müzminleşerek onları feci akıbetle yüz yüze getirir: Sürekli yalan söyledikleri iman etmedikleri halde kendilerini mü'min gösterdikleri için, onlara can yakıcı muazzam bir azap vardır.

[Münafıkların hastalığı, bir akîde bozukluğu veya şüphe ve tereddüt ise, bu aynı zamanda potansiyel bir küfür ve ilhad demektir ki; inayet-i ilahi ile günahtan küfre uzanan halkalar kırılmadığı takdirde, masiyet katlanarak inkarı netice verebilir. Hatta bazen, Allah’tan nefsine uzanan çizgide her şeyden şüphe eden bir reybî başkalarını da kendine kıyas ederek o uğursuz düşüncesiyle, herkesi ve her şeyi aynı marazın pençesinde kıvranıyor görür ve bu marazı ruhunda kat katıyla yaşar. Dolayısıyla da, şüphe, tereddüt ve ilhadının katmerlenmesine denk hem kendi ruhundaki zikzaklarla kıvranır hem de başkalarını kendisi gibi imansız, izansız, itimat edilmez ve güvenilmez insanlar olarak gördüğünden, kendi vehm ü hayalinde icat ettiği müterâkim bir sürü hastalığın altında ezilir gider. -Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar- ]



11. Hasta kalpleri ve ardı arkası kesilmez yalanları ile çıkarmaya çalıştıkları fitneler dolayısıyla:

Onlara, “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, bireysel ve toplumsal hayatınızı menfaat ve kazanç ölçülerine göre değil, Kur’an’ın belirlediği adalet, doğruluk ve erdemlilik esaslarına göre düzenleyin! denildiği zaman, —ellerindeki değer ölçüleri bozuk olduğundan— “Hayır, ne münasebet biz ancak düzeltici, ıslah edici kimseleriz, iyilikten ve güzellikten başka bir amacımız yoktur!” derler.

Münafıklara: "Fitneleri alevlendirmek kâfirler adına casusluk yapmak, Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak suretiyle uygulamaya koyduğunuz son derece kötü ve çirkin planlarınız bir fesattır" denildiğinde: "Hayır! Durum zannettiğiniz gibi değildir. Bizler ancak ıslah eden kimseleriz. Biz ıslahtan baş­ka bir şeyin peşinde değiliz" derler.

Şanı yüce Allah fesat çıkartanların ancak kendileri olduğunu belirterek onların bu iddialarını reddetmektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları işin ne kadar tehlikeli olduğunu idrak edememekte ve bu fesadın farkına varamamak­tadırlar. Çünkü fesat artık onların tabî bir karakteri haline gelmiş ve tabiatla­rında yer etmiştir. -Tefsir’ül Münir-

12. Şunu iyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir fakat onlar gerçek idrak olan vahyin yol göstericiliğinden uzak olduklarından neyin ıslah neyin bozgunculuk olduğunun farkında değillerdir.

13. Yine onlara, “Gelin şu ikiyüzlülükten vazgeçin ve mümin insanların inandığı gibi siz de hak dine gereğince iman edin!” denildiği zaman, “Ne yani, şu akılsızların inandığı gibi mi inanalım? Sınırsız zevk ve eğlence içinde hayatı doyasıya yaşamak varken; doğruluk, erdemlilik, fedakârlık gibi safsatalarla ne diye keyfimizi bozalım? Hem o dar kafalı, yobaz insanlarla aynı inancı paylaşmak bizim gibi üstün kişiliklere yakışır mı? derler. İyi bilin ki, asıl kendileridir akılsız olanlar; ne var ki, bunun bilincinde değiller.

14. Hakkı batıldan, imanı nifaktan ayıramayacak kadar kalpleri bozuk olan o münafıklar; İnananlarla karşılaştıkları zaman, imanlı görünmek için riyakârane “Biz de inanıyoruz!” derler. Fakat şeytanlarıyla, yani onları perde arkasından yönlendiren liderleri ve akıl hocalarıyla baş başa kalınca da desteksiz kalmamak ve menfaatlerinin kesilmemesi içinde, “Aslında biz sizin yanınızdayız, bakmayın Müslümanlıktan dem vurduğumuza. Böyle yapmakla, onlarla sadece alay ediyoruz!” derler.

15. Oysa asıl Allah onlarla alay etmekte, hak ve hakikat karşısında takındıkları bu küstahça tavırlarından dolayı, yüreklerindeki son iman kalıntılarını da yok ederek onları azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde bırakmaktadır.

16. İşte bunlar, hidayeti verip doğru yolu terk ederek cehenneme giden dalalet yolunu, sapıklığı tercih eden birtakım akılsız kimselerdir ki bu değiş tokuştan dünyevî bir kazanç elde edemedikleri gibi, o zarardan kurtulmak için bir çıkış yolu da bulamazlar üstelik hidayete ermekten de mahrum kalmışlardır.

Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı ve zehirli şeyleri alır, satarsa, o tüccar alışverişinin sonunda ne bir fayda görür ve ne de bir kâr görür. Bilâkis, hasaret içinde boğulmakla beraber, kaçmak için yolu da kaybeder. İşte, münafıkların yaptıkları muamele de aynen buna benziyor.

- İ. İ'caz -

Kur’an ışığından yüz çeviren bu münafıkların durumunu, bakın şu misâl ne güzel anlatıyor:



17. Onların durumu, karanlık gecede korunmak ve ısınmak için ateş ya­kan kimse misâlidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, göremezler.

Bu âyet-i kerime müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiş­tir:

Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas’ın bu âyeti şöyle izah ettiğini söyle­miştir: Allah teala, münafıkları bir misalle izah etmiştir. Münafıklar, hakkı görürler ve onu kabul ettiklerini dilleriyle söylerler. Fakat inkârcılığın karanlığın­dan çıkmak üzere iken, kalplerinden yani içlerinden inkâr ederek hakkın nurunu söndürürler. Böylece de Allah onları inkârın karanlıkları içerisinde bırakır da onlar hidayeti göremezler ve doğru yolu bulamazlar.

Ali b. Ebu Talha da Abdullah b. Abbas’ın bu âyeti şu şekilde izah ettiğini söylemiştir. O Allah teala bu âyet-i kerimeyi, münafıkların halini beyan eden bir misal olarak zikretmiştir. Onlar dünyada iken İslam’ın izzet ve şerefinden fayda­lanırlar, müslümanlarla evlenirler. Onlara mirasçı olurlar, onlarla ganimetleri paylaşırlar, fakat öldüklerinde Allah onların İslam’ın lütuflarından faydalanmalarını keser. Aydınlanmak için ateş yakan kimsenin ateşin sönmesi halinde karanlıklar içinde kaldığı gibi, münafıklar da öldükten sonra azap içinde kalırlar. Taberi bu izahı daha isabetli bulmuştur.



18. Onlar aklen ve vicdanen sağırdırlar, vahyin mesajına kulak vermezler bu yüzden hakkı tasdik edip söylemede dilsizdirler inkârın karanlığında kaldıklarından hakkı görme konusunda kördürler, çevrelerindeki milyonlarca varlık Allah’ın kudret eserleri olduğunu görüp onların Yüce Yaratıcısını tasdik etmezler. Bu yüzden yani kendi tabii yeteneklerini kendi kötü hareketleri ve kalplerindeki bozukluk ile ellerinden çıkarmış oldukları için artık sapıklıktan kurtulup hidâyet yoluna dönmezler.

"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, körlerdir; bu sebeple onlar (içinde bulundukları halden) geri dönemezler." (Bakara, 2/18) "Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler." (Bakara/171)

Mealini verdiğimiz ayetlerin biri münafıklarla, diğeri de kâfirlerle alakalıdır. Görüldüğü gibi burada, hazımsızlık, bakış zaviyesi ve haksızlık düşüncesinde münafıklar ve kâfirler sağır, dilsiz ve körlükle (gerçekten kör olmaları gerekmez) aynı çizgide müşterek mütalaa ediliyorlar. Ancak ayetlerin fezlekeleri farklı; birinde fıtrat-ı asliye ve eski hallerini bulamama, diğerinde ise akıllarını kullanamama söz konusu. Onları sağır, dilsiz, kör fasl-ı müşterekinde birleştiren unsur, Yüce Yaratıcı'yı bulma adına önlerine bir meşher gibi serilmiş kâinat kitabını iyi değerlendirememe, varlığı hallaç edememe, hadiseleri iyi yorumlayamama, kitaplara kulak asmama ve vicdanının sesini dinleyememe gibi hususlardır. Eğer onlar bu unsurları iyi değerlendirebilselerdi, tıpkı mü'minler gibi gönüllerinden gele gele "La ilahe illallah" diyecek, akıllarını kullanmış olacak, fıtrat-ı asliyelerine dönecek ve hayatlarını Hakk'ın düsturları, emir ve yasakları çizgisinde sürdüreceklerdi. Evet, onlar sağırdırlar; Çünkü kâinattaki her şey kendi lisan-ı mahsusuyla Allah'ı haykırırken, onlar bunları duyamamaktadırlar. Dilsizdirler; zira vicdanlarının hissettiklerini bir türlü ikrar edememektedirler. Kördürler; çünkü Allah'ın varlığına ve birliğine giden yolları görememektedirler.

Fezlekelere gelince; kâfirler için "Lâ ya'kilûn" akıl etmez, akıllarını kullanmaz ve düşünmezler deniyor ki, zaten eğer düşünselerdi, düşünebilselerdi imânâ giden yolları rahatlıkla bulabileceklerdi demektir. Nitekim Mekke'nin o mütemerrid ve muannid kâfirleri, evet Efendimiz ve ashabına yıllarca kan kusturan o insanlar, Hudeybiye Sulhu sonrası o yumuşak ortamda, Müslümanları kendilerine has çizgileriyle tam tanıyınca, o eski şartlanmışlıklarını bir kenara bırakarak, tarihî bir yanılgı içindeymişiz dedi ve hakka yöneldiler. Evet, kâfirlerin bu noktayı yakalamaları, büyük ölçüde düşünmelerine ve değerlendirmelerine bağlıdır. Onun için Kur'ân onlarla alakalı hususu "Lâ ya'kilûn" sözüyle noktalıyor.

Münafıklar ise; Kur'ân'ın ifadeleri içinde "(kâfirler ile müminler) arasında gidip-gelmekte, ne tam onlardan olabilmekte ne de bunlardan." (Nisa/143) Yani zıp zıp orada, zıp zıp burada dolaşıp durmakta ve göz nurlarıyla beraber şuur ve idrak ziyasını kaybetmenin mahrumiyetini sergilemekteler. Ayrıca onlar, hayatı hep dünya yörüngeli yaşadıklarından hep günlerini gün etme sevdasındadırlar. İman veya küfür onlar için pek fark etmez; hayat standartları nerede yüksek nerede daha rahat ve rehavet içinde olabileceklerse, hemen orayı tercih ederler. Onun için, gerekli görünce mescide bile gelebilir, namaz kılabilirler ama; "Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar; sırf insanlara gösteriş yaparlar, yoksa aslında Allah'ı pek az hatırlarlar." (Nisa/142) fehvasınca, namazlarını tembel tembel ve gösteriş mülahazasıyla kılarlar. Demek ki onlar bir mânâda İslamî çizgide hayatlarını sürdürüyorlar; sürdürüyorlar ve Hz. Peygamberin arkasında yerlerini alıyorlar ama gözleri bakar-kör, vicdanları karanlık, düşünceleri imansız ve hiç de samimi değiller. Öyleyse onların en büyük talihsizlikleri samimiyetsizliklerindedir. İşte böylesi insanlar için Kur'ân, fezleke olarak "Lâ yerciûn; onlar hak ve hakikat çizgisine ve hilkatlerindeki safvete dönemezler" diyor. Zaten Münafikun Suresi'nde de ayetlerin fezlekeleri ya "Lâ ya'lemûn; bilmezler" veya "Lâ yefkahûn; anlamazlar" şeklinde verilmektedir. Bunlarla alakalı "Lâ ya'kilûn, lâ yetefekkerûn; akıl etmezler, düşünmezler" denmez; zira bu vasıflar inançsızlara ait vasıflardır. -Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar-

17 ve 18. ayetlerde, tamamen inkâra saplanmış ikiyüzlüler anlatıldı. 19 ve 20. ayetlerde ise, henüz inkârda karar kılmayan, fakat birtakım çıkar kaygılarıyla inanç ile inançsızlık arasında bocalayıp duran bir başka münafık tipi ele alınıyor:



Yüklə 176,23 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin