TE'VİL : Döndürmek, rücû' mânâsınadır. Müfessirlerce bir âyetin mânâsını bir şeye döndürüp ircâ ettirerek anlatmaktır. Bazan da kelimenin sırrın, maksadı olan mâ-nânın, söyleyenin kasdı belli olacak şekilde ifadeye çalışmaktır. Tefsir ile te'vil arasındaki fark ise, tefsir, âyetin nüzûlü sebebinden bahsederek lügat bakımından kelimenin bu sebebe uygun mânâlarını verir. Te'vil ise, âyetlerin sırları ile kelâm perdesini kaldırmaya çalışarak, âyetin mânâ ihtimallerinden birini tercih etmektir.
Rüyâ tâbirlerine de te'vil denilmesi, te'vilin bu özelliğinden gelir.
TÛL-İ EMEL : Emel, arzu ve istekler, ricâlar demektir. Meşrû hadler dahilinde arzu ve ricalar herhangi bir yasak hükmüne girmez. Yalnız tasavvuf erbabı, emeli beden ve nefsin istekleri, ricayı da kâlb ve rûhun dilekleri olarak ifade etmişlerdir. Bu sebeple de:
"Emeller avutup aldattı beni
Karanlık geceler uyuttu beni"
diye, istenen bir emelin başka bir emeli doğurmasını ve böylece zincirleme emellerin de hak ve hakîkatı örten bir karanlık gece uykusuna benzediğini ifade etmişlerdir. Tûl-i emel, bitmek tükenmek bilmeyen, biri yerine getirilmeden öbürleri sıraya giren arzulardır. Kanaat edip, kifaf-ı nefs edip bu dünya yolculuğunda mümkün olduğu kadar az eşya ve arzu ile yolculuğa çıkmak lâzımdır. Aksi halde, gaye olan menzile varmak, ağır beden, kafa ve gönül yükü ile imkânsız olur. Bunlar, emel sahibinin yolunu kesen nefis tuzakları olur, nefsi bile beden ve rûhla birlikte ezen yük olur. Yük taşımak ise merkeplere aittir.
Ucub (Kendini beğenme), hırs ve tamah (aç gözlülük) ile kibir ve mal, mevki sevgileri kâlbi istilâ edince nefis bu kötülükler ile vücudu dünya uykusuna yatırınca, tûl-i emelin zehirli meyvesi kendini gösterip sahibini hakîkat dışına atar. Kârun gibi mal, Firavun gibi mevkii, Nemrut gibi ucub ve Ebucehil gibi de küfür girdabına sürükler. Tûl-u emel (uzun emeller), hırs, tamah, tükenmez arzu ve olmayacak dilek ve hülyalara sürükleyip manen çürütür. Tûl-u emelin ilâcı, ölümdür. Ölümü hatırlamaktır. Emeli kısa, ricayı da uzun tutmak tasavvuf sahiplerinin tavsiyesidir. Hak yolda, bütün gayret ve mahviyetini kullananlara, Allah yolundaki ilerleyişte, en üstün dereceleri talebetmek, tasavvuf ehlinin yükselip kavuşma âletlerindendir.
TÜRÂB : Toprak demektir. Toprak maddeleri, bedeni meydana getiren maden ve cansız cisimlerdir. Buna eskiler (cemad) demişlerdir ki bu cansız maddelerin de zâhir ilmi ile bilinip beş duygu ile anlaşılamayan bir canı, rûhu olduğu ve bunların da yine -keşif sahibi olmayanlarca- idrak edilemeyen bir zikri bulunduğu şüphesizdir. Yer ve taşların Peygamberimize selâm verdiği, çakılların O'nun ve Sahabilerinin elinde zikrettiği pek çok sahih haberle bildirilen gerçeklerdendir. Âdem Aleyhisselamın bedeni, dünyanın her tarafından Cebrail Aleyhisselam tarafından alınan topraktan yaratılmış ve bu toprak maddelerinden yoğurulan balçığın (tın tın) edecek şekilde kurumasından sonra, Cenâb-ı Hakk'ın o kurumuş balçığa rûh ilkâsı ile insan hâsıl olmuştur. Rûh yüce âlemlerden, arş nûrundan, toprak da süflî âlem olan bu dünyadandır. Tasavvuftaki seyri sülûk iki yönlüdür. Biri ve ilki, rûhun kısımları olan kâlb, rûh, sır, hafi ve ahfa ile bunun üstündeki gayb âlemine ait maddeleri hakîkatine kavuşturmak üzere, gayb âlemin-deki asıllarına çıkarmaktır. Bu hâl velâyetin genel şeklidir. Bu çıkış insanları meleklerle aynı seviyeye çıkarmıştır. Ne var ki, insanları irşad edecek zâtın meleklerden üstün ve onların âmiri olmaları gereklidir ki melekler de neticede (insan) a hizmet etmekle mükelleftir. Semâları ve âlemleri aşarak aslına kavuşan rûh maddelerinden sonra topraktan olan nefs, su, hava, ateş ve toprağın da hakîkatına kavuşması ve zararlı ve noksan sıfatlarından kurtularak ilâhî sıfatlara ulaşması gerekmektedir. Birinci çıkışta bir yönü ile temizlenen nefsin de toprağa bağlı yönlerinin de ıslah ve temizlenmesi şarttır. Velâyetle hâsıl olan rûhani temizlikle (Ehlullah) olunmuş, ilâhî memuriyetin (irşad) dışındaki binlerce çeşidi bulunan ve şekli hakkında pek az bilgi kırıntısı verilen çok büyük bir bölümü tahakkuk etmiştir.
Peygamberlere mahsus olan rûhânî ve beşerî seyirlerin her ikisini de hâsıl eden ve çıkıştan sonra inişi, (uruc) dan sonra (nüzûl) u ifade eden ve meleklerden üstün olup -beşere mahsus olan- irşad için rûhun temizlenmesinden sonra geri dönüş olan seyrin de yapılması gerekmektedir. Mürşîdlere has olan bu seyir, su, hava, ateş ve toprağın da hakîkatı kabul edip yüksek ve ilâhî sıfatlara bürünmesidir. Bu dünyaya ait olan su, hava, ateş ve topraktan en sonra toprak maddesi asliyetine kavuşur ki (kulluk) yani (Abdiyet) makamı budur. Toprağı aslına ulaşan kimsenin bu temizliği kemâline ne kadar fazla kavuşmuşsa, o nisbette mahviyet hâsıl olur ki bu kimse en yüksek dereceli (Evliyâullah)dır. Mürşîdlerin ulusu, velîlerin de kutbu budur. Kendisinde en nadir güllerin biteceği toprak gibi mütevazi bir Allah kulu olmuştur. Nimetin her çeşidi burada bittiği gibi her çeşit yaradılışın da rahatlıkla dolaştığı saha bu tertemiz toprağın muhitidir.
Bilenler hemen teslim etmektedir ki, tevâzu âbidesi ve mahviyet okyanusu olan Dede Paşa Hazretleri, böyle bir temiz toprağın mâlikidir. Paşa Hazretleri:
- Yaradılış toprağı nereden alınmışsa, kabir orası olacaktır.
- Toprak ahlâka teşbihtir, toprak ahlâk olursa nimet tamam olur.
- "Toprak ol toprak ki gül bitsin sende"... buyurmuştur.
UCB : Kendini beğenmek demektir.
Tasavvufta, nefsani hastalıkların en kötüsü, kibir, gurur, hased, kin gibi kötü sıfatların başı ve azılısıdır. Nefs-i emmârenin Allah'ı tanımayan, hiçbir şeyin emir ve irâde-sine uymak istemeyen ve neticede Allah'a kafa tutup (Sen sensin, ben benim) dedirten sıfatı ucubdur. Halbuki, ucub sahibinin nefsi dahil, vücudu, ameli, mevkii, şekil ve kabiliyetinin tamamı Allah'ın yaratmasıyla olmuş ve kendine ait bir varlığı mülkü yoktur. Şekil ve sıfat Allah'ın yaratmasiyle meydana gelmiş ve yakında da aslına dönüp toprağa karışacaktır. Taaccüb edilecek, şaşılacak bu hâli ile kendini beğenip hayvandan aşağı bir seviyeye düşüşünü hâlâ anlayamayan inad nefse Allah imdad etsin.
Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz buyuruyor ki: "Üç şey insanı helâk eder: Bahillik (cimrilik), nefsine uymak ve ucub ve Günah işlemeseniz de sizin için günahtan fenâ olan şeyden korkarım, o da ucubdur."
Büyükler: (Ucub cahilliktir. İlâcı da ma'rifettir) demişlerdir.
ULÜ'L EBSAR : Basiret sahipleri demek olup Basiret maddesinde izah edilmiştir.
UŞŞÂK : Âşıklar demek olup Âşık'ın çoğuludur. Edebiyatta geçen uşşâk sözü, çoğunlukla mecazi âşıkları ifade eder. Âşık ise, mânevî ve ilâhî muhabbeti kâlbini kaplayan kimselerdir.
"Uşşâk-ı Hüdâ rü'yet-i dîdâra giderler"
UZLET : Yalnızlık demektir. Halktan ayrılıp tefekkür ve ibadetle uğraşmayı halvet ve uzlet müşterek tabirleriyle ifade ederler. Gayr olanların, mâsivâ yüklerinin sıkıntısından ve fitnesinden ayrılmak uzleti, bu niyetle tenha bir yere çekilmekte halveti ifade eder. Nakşî büyükleri (Cemiyette hayat vardır) diyerek, uzlet ve halveti bâtında başarıp zâhirlerini de halka vermişler ve bu üstün işe Halvet Der Encümen demişlerdir. Halvet Der Encümen hâli ile hallenen büyükler için (Ârif hem makamında, hem de onun dışındadır) vecizesi söylenmiştir.
ÜM : Ana, anne, valide demektir. Çoğulu analar mânâ-sına (Ümmehât)dır. Peygamberimizin pâk zevcelerinin hepsi mü'minlerin anneleridir. Ümmehât-ı nisvan, sahabe oldukları gibi, ahirette de Peygamberimizle aynı evde oturacak olan üstün ve temizler topluluğunun sıfatıdır. Peygamber efendimizin mübarek ve mukaddes rûhu da bütün rûhlarının anası denilmiştir.
Ümmü'l-Kitab'da kitabın anası, aslı orada mevcut olması, herşey orada kayıtlı bulunması dolayısıyla da Levh-i Mahfuz'a denilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in (müteşabih olmayan) (muhkem olan) âyetlerine de Ümmü'l-Kitap denildiği gibi, bütün sûrelerin aslı ve anası olmasından da Fatiha Sûresine de Ümmü'l-Kur'ân denilir.
Beldelerin (Şehirlerin ) anası mânâsı ile (Mekke-i Mükerreme) ye Ümmü'l-Bilâd veya Ümmü'l-Kura, Mısır'a Ümmü'd-dünya, kötülüklerin anası olması sebebinden de içkiye Ümmü'l-Habais denilmiştir.
Cemaat, kavim, taife ve bir dilde konuşan millet lügat mânâsına gelen (Ümmet) de, bir peygambere inanıp onun getirdiklerine uyan insan ve cinler topluluğuna tâbir edilmiştir.
ÜMMÎ : Anasından doğduğu gibi kalıp tahsil görmemiş, hiç kimseden ders almayıp mektep ve medresede okumamış kimsenin, okuyup yazması olmayanın sıfatı. Yalnız okumayı bilen yarı ümmî sayılmıştır.
Âlemlerin varlığıyla öğündüğü Hâtemü'l-Enbiyâ Hazretleri, hiçbir mektep ve kitaptan okumamış, insan ve cinlerin hiçbirisinden ders görmemiş olduğu halde, yani tam ümmî olduğu halde, evvel ve âhir, zâhir ve bâtın bütün ilimlerde bütün kemâliyle âlim bulunuyordu. Peygamberliğinin de büyük delillerinden olan bu ümmîlik, hiçbir yaradılmışa nasip olmayan bir ilâhî lütuf ve şereftir. Aşk âleminde Cenâb-ı Hakk'ın ilim sıfatından binlerce dünya yılı boyunca ve vasıtasız okumuştur. Bütün vehbî ilimler onun ilminden bir damla, manevî çağlayanların hepsi o uçsuz bucaksız okyanustan birer kadeh, o sonsuz güzelliklerden bir anın görüntüsüdür. Peygamberimizin en üstün vasıflarından olan beşeriyeti ümmîliği ve kulluğudur.
ÜSTAD VE ÜSTAZ : İlim ve sanatta âlim ve mâhir olan zâtlara denilir. İlimde mahâreti olana üstad, sanatta mahâreti olana da üstaz denildiği söylenmiştir. Mürşîde üstad denilmesi pek tabiidir.
ÜVEYS - ÜVEYSÎ : Veysel Karânî Hazretleri, Yemen'in Karn köyünden bir deve çobanı. Asr-ı saadet'te yaşadığı halde, Peygamberimizi ziyaret etmek için Medîne'ye gelmesine rağmen, annesinin beklemesine izni olmaması dolayısıyla görüşüp sahabe olamamış, Hz. Ali R.A.'nın rivayeti ile sabit olduğu gibi, tabiinin en büyüğü... "Rahmân'ın kokusunu Yemen tarafından alıyorum" buyuran Peygamberimizin Üveys'in ilâhî yakınlıklarını kastettiği tasavvuf kitaplarında kayıtlıdır.
Makam-ı Üveys, velâyette bir büyük makamın adıdır. Üveysî tabiri ile de, şeyhi vefat ettikten sonra onun rûhaniyetinden irşad edilen veya zâhirde hiç görüp tanımadığı halde, hayatta olsun olmasın bir mürşîd tarafından irşad edilen zâtların hâline denilmektedir. Şâhı Nakşîbendi Efendimizin Abdülhâlik Gücdevani hazretlerinden feyiz alması, Terzi Baba'nın bir mürşîde bağlı olmadığı halde Aliyyüsseptî hazretlerince irşadı bunun misalleridir. Paşa Hazretleri de Beşir Efendi Hazretlerinin vefatından sonra, Bayburt'taki kubbesinde baca gibi penceresi olan evindeki sülûkundan sonra hilâfete ulaştığını gayet dolaylı bir tarzda ve bir mürîde atfen anlatmıştır ki kendisi de Üveysîlerdendir.
Ayrıca Üveysî, Buharî ve Maruf irşad şekillerindendir.
VÂCİB - VÜCÛB - VÜCÛD : Lügatta lüzumlu, yapılması gerekli, bırakılması mümkün olmayan demektir. Zâruri olan da kastedilir. Fıkıhda, kat'i derecede bir delil ile sabit olmamakla beraber, kuvvetli delil ile sabit olan şeylere denilir. Vitir, Bayram namazları ve kurban kesmek gibi.. Yapılmaları sevap, terkedilmesi ise azaptır. Kelâm ıstılahında ise, yokluğu düşünülemeyen, varlığı zaruri ve kendinden olan demektir ve (kıyam bi nefsihi) olarak Allah'ın zâtına ait bir keyfiyettir. Vücudu mutlak ve kendiliğinden olan zâta (Vâcibû'l-vücûd) denilir.
İşte, hakiki vücud, Allah'a aittir. Varlık hakîkatta O'ndan ibarettir. Görünen ve bilinen herşey ondandır ve onun yaratmasiyledir. Buna kısaca (Vahdet), bu hâlin sekir erbabını istilâsına (Vahdet'i-vücûd), bu sekir hâlini geçipte Allah'ı bütün üstün şânı ile bilmekle birlikte, yaratı-lanların varlığını da yerli yerinde bilmeye (Vahde't-i şuhud) denilmiştir. Fenâ ve bekânın çiçekleri olarak birer hâl ifadesi olan ve seyri sülûkun konaklarında görülen bu halleri (Vahdeti vücud nazariyesi) gibi garplı ve maddeci ağzı ile söyleyenlerin (hâl) le ilgisi olmayan ve inkârcılara meyilli (kâl) ehli olduğu şüphesizdir.
VAKİT : Zaman, an, içinde bulunduğumuz, nefes alıp vermekte olduğumuz kısa zaman. Demek bahsinde temas edilmiştir. (Sofi vaktin oğludur) vecizesi ile, tasavvuf erbabının vakti değerlendirenlerden olduğuna işaret edilmiştir.
VAHY veya VAHİY : Cebrâil Aleyhisselâm aracılığı ile Peygambere lütfedilen ilâhî hitaplardır. Değişik şekillerde olduğu tarih ve siyer kitaplariyle kelâm kitaplarında çok uzun şekilde izah edilmiştir.
Evliyânın kâlbine ilham meleği vasitasiyle yapılan ilâhî lütuflara da vahiy denilmiştir. (Vahyi hâfi) veya (gönül vahyi) de denilen bu keşifler, başkalarına delil olmaz ise de, mürîdan ve tasavvuf erbabı ile sülûk ehline cezbedici bir hazînedir (ilham) veya (firâset) de denilen keyfiyetler bunlardır.
VÂRİD - VÂRİDAT : Bir kasıt ve gayret olmadan mürîdin kâlbine gelen manevi tecellîlere denilmiştir. Lügat mânâsı, gelen, erişen demektir. (Vird, vârid içindir) kâi-desine göre, virdine devam eden salike, bu virdin manevî lütfu olarak bir ilâhî lütuf doğacaktır ki buna varidat denilir. Kâlbe gelen varidat lisanı da açarsa, Sâlih Baba'da olduğu gibi, bilmediği sırları söyler, şiirlerle şerh ve izahlar yapar. İlim yoluyla olduğu gibi sohbet yoluyla da varidat neticesi aktarılabilir. Rüya ve keşifler de varidat olarak sayı-labilir.
Evrad maddesine bakınız.
VASL : Kavuşmak, birleşmek, âşıkın sevdiğine kavuşması demektir. Sofiye lisanında. Hakk'a kavuşmanın adıdır. Cenâb-ı Hak, bir şeyle birleşmek, ona hulûl etmek (içine girmek) gibi cisimlere ait fiillerden münezzeh, müberrâdır. Buradaki kavuşup birleşmeden maksat, keşif sahiplerinin basiretlerinden zulmânî perdelerin kaldırılarak yakınlık sırlarına vâkıf olmaları kastiyledir. Bu nurlarla keşiflerin hâsıl olması vasl sayılmıştır.
Vuslat ise, kavuşup buluşmanın adıdır. Kavuşmanın mutlaka olduğunu gösterir. Visal de vâsıl olma, kavuşma mânâsınadır.
VECD : Muhabbet sahibinin kâlbinde ilâhî heyecan anında doğan bir hâldir. Bu hâl fenânın başı ve ilâhî cezbenin öncüsüdür. Vecid hâli, hareket ve sekir hallerini, semai kuvvetle doğurup böyle vaziyetlere sahibini zorlayan önüne geçilmez bir yüksek heyecandır. Izdırapla ah çekip inlemek şeklinde olanı vezinli ve güzel sesle beyit söylenmediği veya sema ve raks yapılmadığı zaman hasıl olur. (Şeyh Cafer İbni Halevi anlatıyor: Hicaz yolunda Hz. Cüneyd'le beraberdik. Tûr'a çıkıp Hz. Musa'nın makamında durduk. O makamın heybeti bizi kapladı. Cüneyd'in işaretiyle beraberimizde bulunan sözcü bir beyt okudu ki, o beytin simaından Cüneyd tevacüd etti (vecde geldi). Biz de ona iştirak ettik. O tevacüdün şiddetinden yerde miyiz yahut göktemiyiz kendimizi bilmeyecek hale geldik. Yanımızda bulunanan kiliseden bir Papaz: Ey ümmet-i Muhammed, cevap veriniz, demişse de, iltifat edilmedi. İkinci nidası da cevapsız kaldı. Üçüncü nidasında, Mabudunuz hakkı için cevap veriniz sözüne birimiz cevap verdi. Sema nihayet bulduğunda, Papaz'ın cevap istediğini Cüneyd'e söyledik. Cüneyd'in istemesi üzerine papaz gelerek selâm verdi ve şeyhiniz hangisidir dedi. Biz de Cüneyd'i gösterdik. Dedi ki: Bu işlediğiniz şey ümmet-i Muhammed'in hepsine mi mahsus, yoksa bazısına mı ? Cüneyd dedi ki : Bazısına mahsustur. Papaz : Ne niyetle sema ediyorsunuz? Cüneyd de : Cenâb-ı Hakk'a reca ve muhabbetle halk-ı âlemi ervahda "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim" hita-bından hâsıl olan lezzeti bulmak niyetiyle sema ederiz, dedi. Papaz: Bu hitap nedir, dedi. Cüneyd'de, ezelî bir nidadır, buyurdu. Papaz: Ne niyetle sahva gelirsiniz, dedi. Cüneyd : Rabbimize icabet niyetiyle cevabını verdi. Papaz, Cüneyd'in elini tutup kelime-i şahadet getirdi ve îman eyledi. Papaz, îman ettikten sonra dedi ki: İncil'de de böyle yazılmıştır ki ümmeti Muhammed'in hasları Sema'da dünyevî garazlardan kesilirler...)
Ashâb ve Tabiînden bir çoğunun ağlayıp, bazısının bayıldığı ve bir kısmının da vecdden öldüğü kesin rivayetlerdendir. Ne varki, Nakşîler vecd ve semâı, tarîkatlarında kullanmamışlar fakat usulünce yapan diğer tarîkatlara da -pektabii- hürmet etmişlerdir.
VELED-İ KÂLB : Kâlbin çocuğu mânâsına gelir. Bir mürîdin zikri kâlbini çalıştırmaya başlayınca bu hâle veled-i kâlb denilmiş ve bu kâlb çocuğu kâlbin hakîkatinde büyüye büyüye neticede esrâra âşina olup Hakk'a yaklaşacak olan ve zikrin hakîkatını ifade eden bir hâldir. (Mürşîd-i Kâmil mürîde terbiyet memesinden günde bir defa süt verir. Manen bebek gibi olan mürit bu feyiz sütü ile büyüye büyüye mükellef olacaktır. Tarîkatta mükellefiyete ulaşınca, yani Fenâfillah olunca, bu mürit tarîkatta sorumlu olur ve kâlbi uyanır. O zamana kadar mürit çocuktur. Tarîkat ahvalindeki kabahati için ceza verilmez ve terbiyet beşiğinde sallanır. Çocuklara ait muameleye tâbi tutulur.
"Geldi yetişti nev bahar taze bitti bostanımız
Bülbül gibi şâm u seher arttı bizim efgânımız"
Dede Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.
VELÎ - VELÂYET : Evliyâ, Evliyâullah, Mürşîd, Şeyh, Kılavuz, Kâmil, Mükemmil, Ârif, Sofi ve Mutasavvıf tabirlerinde izahı yapılanların hepsi de velîdir, evliyâdır. Allah'ın dostu ve yardım ettiği memurudur. Genel anlamda, mü'minlerin tamamıdır ki Allah'ın yardımı bunlara erişmiştir. Özel anlamda ise, tevbe, inabe ve evbe ile Cenâb-ı Hakk'a yaklaşıp O'nun hitabına mazhar olarak O'nun ikramlarına nâil olmuş Allah'ı seven o O'nun tarafından da sevilen bahtiyârlar topluluğudur.
Cenâb-ı Hakk'ın kendi sûretinde yarattığı insandan murat velîlerdir. Velîlerin nihayetteki gayesi ve son tekâ-mülü de Mürşîdi Kâmildir.
(Kâmil insan Allah kokar, Allah tadı ve lezzeti verir, insanları kâmil insan kemâle ulaştırır. "Var mıdır dünyada bir can kâmil insandan leziz" diyen Sâlih Baba bu hakîkatı ne güzel ifade etmiştir.) Dede Paza Hazretlerinin sohbetlerinden.
VERÂ : Takvânın sonunda hâsıl olan ve âriflere mahsus bir yüce hâldir. (İttika) Allah'dan korkup çekinmenin kemâl hâlidir. Haram olup olmadığı hakkında tereddüd edilen şeylerden ve serbest olsa da yakışıksız hallerden çekinmek demektir. (Şüphe ve tereddütleri terketmek) şeklinde de tarif edilmiştir. İnsanın kendisine lüzumu olmayan ve fayda belirtmeyen işleri bırakması, islâmiyetinin güzelliklerindendir. Verâdan Allah korkusu hâsıl olur. Verâsı olmayan ise sonunda rezil olur.
VİRD : Mürîdin hergün tekrarladığı dersidir. Allah'ı satın alacak hazine bununla hâsıl olacaktır. Zikir ile aynı mânâya gelecek şekilde vird edinilenlere de vird tabir olunmaktadır. Vird ise aslında, zikir yapılanla birlikte ve ondan ayrı olarak, hergün tekrar edilen ve zikrin dışında emredilen âyet, salavât ve nâfile namazlardır. Vird, sünnete uygun ve şeyhin emridir.
Bizim kıldığımız Evvabin namazı ile Teheccüd namazı, namazlardan sonra söylediğimiz beşer adet istiğfar ve "Fa'lemennehu" diye başlayıp "Salâten Tuncinâ" ile biten duâmız ile varsa herkesin şahsına emredilen diğer (ders harici yapılanlar) hep virddir.
Evrad maddesinde de izahat vardır.
VUKÛF-U ADEDÎ : Nakşî tabirlerindendir. Zikir olarak yapılan virdin sayısına hâkim olup onu emredilenden fazla yapmamaktır. Müritlerde, Allah ismi celilini kaç adet emredilmişse o kadar yapıp bir adet olsun fazla yapmamaktır. Letâif çekenlere has olarak emredilen ve (21-301) ara-sında söylenen Kelime-i Tevhîdi bir tek nefeste (Haps-i nefs ile) yirmibir adet zikredip kâlbe tesirini duyurmaktır. Buna nefesi tutmak mânâsına (Haps-i nefs) denilmiştir. (Bazı keşt) de böyledir.
Her nefese âgâh olup, her nefeste alınıp verilen soluğu gafletle değil uyanıklıkla ve zikirle alıp vermek, nefesine vâkıf olmaktır. Nefsine âgâh olmak, nefesine âgâh olmanın sonucudur. Nefsini bilen ise Rabbini bilir.
VUKÛF-U KALBÎ : Kâlbe vâkıf olmak demektir. Her nefeste nefesine vâkıf olurken, aynı zamanda ve nefes hâkimiyeti ile birlikte kâlbe de nazar edip ona da vâkıf ve hâkim olmaya çalışmaktır. Vukufu kâlbî ile meşgul ola ola neticede kâlb çocuğunun rüşde ermesi mümkün olacaktır. Vukufu kâlbi ile, havatır ve mâsivâ kâlbden çıkarılıp bir daha da konulmamanın idmanı yapılacaktır. En üstün şekli, râbıtayı kâlbe oturtup öylece nefese ve kâlbe nazar ile vukuf yapmaktır.
VUKÛF-U ZAMANÎ : (Hûş der dem) (Zararlı işlerin en büyüğü vaktini israf etmektir.) Hükmünü hatırlatıp içinde olunan anı, zamanı yani bu demi yerli yerinde kullanmaktır. Her vaktin işini o vakit içinde yapmaya azmedip asla ihmale düşmemek lâzımdır. Gecesini sabahleyin, gündüzünü de geceleyin muhasebe ve muhakeme edip hataları ıslah ve Hakk'ı ihyâ etmek de zamana vukufun şartlarıdır.
Vukufu zamani ile gündüzünü oruçlu, gecesini de ibadetle geçirenlerin ecrinin çok üstünde ecir ve sür'atli yol alınır.
Böylece, vukûf-u adedî ile nefese, vukûf-u kâlbî ile gönüle, vukûf-u zamanî ile de zamana hâkim olunarak maneviyat füzesi harekete hazır olup yükselip ulaşmanın sayılarına başlanmış demektir.
YÂD-DÂŞT : Yine özel Nakşî tabirlerdindendir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri; (Zikir ve huzurun kâlbe yerleşmesine) Yâd-Dâşt buyuruyor ki (Veled-i kâlb) hâsıl olduktan sonraki hâldir. Yine Mektûbât'ta, (Yâd-Dâşt, isimler, sıfatlar, şu'ûn ve itibarlar araya girmeksizin hâsıl olan tecellî-i zâtidir ki daimidir) denilmektedir.
YÂD-KERD : Mektûbat'ta, (Yâd-gird, Cenâb-ı Hakk'a yönelmeye çalışmak) şeklinde tarif edilmiştir. Bunun başı nefesine vâkıf olup onu kontrol ettikten sonra kelime-i tevhîdi haps-i nefs ile zikretmektir.
YAKAZA : Uyanıklık demektir. Kâlb ve rûh uyanıklığı asıl murâdedilen uyanıklıkdır. Hz. Ali'nin : (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) hikmetli kelâmı bu uyanmanın gaflet erbabı için ancak ölüm sonunda olacağına işaret etmektedir. Peygamberimiz de : (Benim gözlerim uyur da kâlbim uyumaz) buyurarak kâlbin hiç uyumayacak bir yaradılışının da bulunduğunu bildirmektedir. Âgâh olma ve âgâhlık halleri de yakın mânâlar taşımaktadır.
İnsanlar gaflet uykusundadır. Onları bu uykudan uyandıracak bir uyanığa muhtaçtırlar.
YAKÎN : Zihnî ve kâlbî bir duygu ve bir itminan (gönül itimadı) hissidir. Bir şeye ilim gözü ile bakarak şüpheyi kaldırmak ve o şey üzerinde itminan sahibi olmaktır. Bütünün parçadan büyük ve on adedinin üç adedinden fazla olduğuna kanaat etmek bunun misali olabilir.
Yakîn üç kısımdır. İlme'l-yakîn, Ayne'l-yakîn ve Hakke'l-yakîn.
Hakke'l-yakîn maddesinde izahat verilmiştir.
ZÂHİD ve ZÜHD : Zühd, bir şeye karşı olan meyil ve alâkayı terketmektir. Sofiye, (Dünya ve ona bağlı olanlardan uzaklaşmak) şeklinde ifade etmişlerdir. (Âhiret rahatlığını isteyebilmek için, dünya rahatlığından geçmek) diyenlere de, dünya ile âhiretin her ikisi de sivâdır diyenler olmuş, buna karşı da, Allah Kur'an-ı Kerim'de (Ahireti isteyin, cenneti ve nimetlerini taleb edin) buyurduğundan, âhireti istemek sivâ olmaz demişlerdir. Ne var ki, zühdün aslı, gayesine bağlıdır. Allah için olan iş, Allah'la birliktedir.
Avâmın zühdü, haramı; havvasın zühdü zarûri ihtiyaçların dışındakileri; Ehassın zühdü de, Cenâb-ı Hak'dan meşgul eden herşeyi terketmektir.
Zühd sahibinin, zâhidin alâmeti ise şunlardır: Bulduğuna sevinmeyip kaybettiğine üzülmemek, metheden ile zemmedeni aynı görmek, Cenâb-ı Hakk'a yakınlık bulması sebebinden ibadetlerinden lezzet almak.
Şeyh Şiblî zâhidin birisine: (Bizim indimizde zühd yoktur. Zira, sineğin kanadına bile bedel olmayan dünyanın ne kıymeti var ki onun hakkında zühdedelim) buyurmuştur.
(Dünya, Hüdâ'dan gafil olmaktır.) Onun için gaflettir dünya ve mâsivâ olan. Gafleti olmayan, her şeyin şâhı ve mâliki olsa ona ziyan ulaşmaz.
ZÂHİR : Zuhur kökünden gelen ve görünen, baş gözü ile görünen, açıkta olan, sûret ve dış yüz mânâlarına kullanılan bir tâbirdir. Gözle görünüverene göre hüküm verenlere (Zâhiriyyûn) denilir. İşin iç ve özüne ulaşıp da gerçek sebep ve maksadı anlamaya uğraşmadan, hemen dış yüzdeki görüntülere göre hâdiseyi izaha çalışanlar zahiriyyundur. Halbuki (Ve'z-zâhir ve'l-bâtın) âyeti kerimesi ve benzerleri ile hadîs-i şerîflere göre, zâhir ile birlikte ve onun derûnunda bâtın da mevcuttur. Cenâb-ı Hak, bu âlemleri basit bir görünüşten ibaret yaratmamıştır. Görülen ve bilinenlerin içinde, onların bâtınında bir rivayete göre yetmiş, diğer bir rivayete göre de hadsiz hesapsız olan şekil, mânâ ve sırlar mevcuttur. Bunların tamamını Allah bilir..
Şerîatın kelime ile ifade edilen ve yazı ile tesbit edilmiş olan bünyesi içinde; nice gizli ve derin mânâ, sebep ve hikmetler mevcuttur. Hemen verilen bir hükümde de vaziyet böyledir. Kur'an'da "Akletmiyormusunuz", "Anlamıyormusunuz", "ibret almıyormusunuz", "İdrak etmiyormusunuz" diye zâhirde kalınmadan bâtına inilmesi, batne ve ilerisindeki esrâra eğilme lüzumu sık sık ihtar edilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |