Nefs-i nâtıkanın daha çok isimleri vardır. Bu cevhere kâlp veya gönül de derler. Bir idrak edici âlemdir ki şerîat emirlerini yerine getirmekle yükümlü, ibadet yapmaya ve bilgi kazanmaya isteklidir. Bu cevherin dış tarafı şehvani nefis, iç tarafı rûhtur. Rûhun bâtını (içi) sırdır. Sırrın içi de vardır ki bu da hafîdir. Hafînin de bâtınında hakîkat, hakîkatın içine (bâtınına)'de ahfâ denilmiştir. Nefsin bir yüzü ulviliklere, diğer yüzü de süfliliklere bakar. Onun için temizlenip paklanan ve kötü vasıflardan kurtulanı meleklerden efdal olup ilâhî yakınlığa ulaşır, emmârede kalanı da şeytandan aşağı olarak ve kendisinin benzeri bulunan cehenneme iletir. Çünkü bu nefis cehennemin bir küçük parçası, cüzüdür... Cüzler de daima aslının hükmünü tutup ona döner. Bu nefs cehenneminin öldürülmesi, ancak Hakk'ın tecellî sıfatına mazhar olan bir kâmilin himmet ve irşâdı ile mümkündür.
(Mürşîd-i kâmil, rûhun olduğu gibi nefsin de âmiridir. Onlara hükmünü geçirir. Mürîdin nefsi, yarısına kadar su ile dolu bir tenekeye düşen fareye benzer. Çırpınması durmaz ama tenekeden çıkmaya gücü de yetmez. Zamanı gelince, su yutmaktan şişen o nefis faresini suya garketmek, mürşîdin bir himmetine bağlıdır.) Paşa Hz. nin sohbetlerinden.
NEFS-İ EMMARE : İnsanı çirkin şeylere, dünya lezzetlerine sevkeden tabii kuvvet yerinde kullanılır. (Öyle bir şeydir ki tabiat-ı bedeniyeye meyleder ve lezzet ve şehvet duyguları ile emreder kâlbi süflî cihete çeker. Cümle şerlerin ve kötü ahlâkların membaıdır.) şeklinde tarif edilmiştir. (Nefs, şehvetlere ve şeytan iğvâlarına itirazsız tâbi olursa buna emmâre denir) şeklinde de izah edilmiştir.
İmâm-ı Rabbani Hazretleri nefs-i emmâre hakkıda şunları buyurmaktadır: (Nefs-i emmâre, şerîatlara inanmaz, hiç kimsenin emri altına girmeyip herkese emretmek ister. Nefs-i emmâre insanlara mahsus olup hayvanlarda yoktur. Nefs-i emmâre ademden olduğundan, kötülükleri de ademden gelmiş, iblisten ders almış fakat onu geride bırakmıştır. Nefs-i emmârenin azgınlık zamanı olan gençlikde az işe çok sevap verilir.)
Sıfatları, cehâlet, cimrilik, hırs, kibir, ucub, şehvet, şer, kıskançlık, kötü ahlâk, mâlâyâni, alay etme, incitmek ve azarlamaktır. Nefs-i nâtıka nefs-i emmare demektir ve hayvanlarda yoktur. Nefsi emmare kimsenin emri altına girmek istemediğinden şerîatlara inanmaz. Nefsi emmare iblisin talebesi fakat, ondan çok daha kötüdür. Nefsi emmareye şerîata uymaktan daha güç bir şey yoktur. Onun için, nefsi emmareyi islâhın tek ilâcı şerîata uymaktır.
NİGÂH DAŞT : Nakşîlere has tâbirlerden biridir. Havâ-tırı murakabe etmenin adıdır. Bu da hatırdan mâsivâyı geçirmemek, bilhassa göz ve kulağı dış âlemin ilgisinden korumak, beş duygunun hepsi ile kâlbi de muhafaza etmek, havatırı önleyici başlıca sebeptir. Râbıta, zikir ve halvet de bu ilgileri kesmenin âletleridir. Havatırı kesemeyen ise Allah'ın nûrunu, esmâ ve sıfatlarını müşahede edemeyip tecellîyâta nâil olamaz.
NÛR : Aydınlık, ışık demek olup Allah'ın esmalarından biridir. Allahu Teâlâ maddi ışıklar yaratıp eşyayı görmemizi temin ettiği gibi, manevi ışıklar da yaratıp Hakk'ı müşahede etmemizi irade buyurmuştur. İlk önce bir îman nûru lütfetmiş ve bu nûrla kendisine ulaşmamızı muradetmiştir. Nûrun nûr olan Cenâb-ı Hak, nûrların nûrudur. Nûrların şereflisi Hakk'ın künhü bilinmeyen zât nûrudur. Sıfat ve esma nûrları bundan sonradır ki, zât ile eşya arasında ne kadar zulmet varsa, o kadar nûrla nurlanmak gerekir. Hakk'ın zâtından ayrılan nurdan Habîbinin nûru ve rûhu yaradılmış, bu nûrdan da kâinat halkolunmuştur. Onun için her şeyde -gören göz için- Hakk'ın nûru mevcuttur. Bunlardan sonraki nûr akıl nûrudur. Daha sonra rûhun nûru, ondan sonra ise kâlbin nûrudur. Bu nurlar da kendi aralarında çok nûr yelpazelerine taksim edilmiştir. Sülûk ehli, bu nûrlarla nurlanarak nimetine ulaşacaktır. Râbıta nûru ise, mürşîd-i kâmilden aksedip mürîdi ihata ederek makbuliyete hazırlayan, koruyup temizleyen bir lütuftur. Nûr, hadsiz hesapsız bir ilâhî ışıktır. Nûr olan yere şeytan yaklaşamaz, zîra nûr serindir, ateşten yaratılan şeytanı yakar. Gizli olan bir şeyin ledün ilmi ile keşfedilmesine denildiği gibi kâlbten mâsivâyı çıkarıp atan ilâhî vâridata da nûr denilmiştir.
NÜBÜVVET : Peygamberlik demektir. Nebî de Peygamber demektir. Çoğulu enbiyâdır. Yeni bir kitap, bir şerîat ile gönderilen Peygambere Mürsel veya Resûl denilir. Resûlun çoğulu Rüsûl. Mürselin çoğulu da Mürselîn'dir.
Peygamberlere îman eden, Allah'a da îman etmiş, Allah'ı sevmiş olan şüphesiz peygamberlerini de sevmiştir.
Peygamberler Allahu Teâlâ'nın kullarına dînini bildirmek için memur ettiği her bakımdan en üstün ahlâk, sıfat ve yaratılıştaki insanlardır. Her peygamber, tebliğ ve irşad görevlerini yaparken, doğruluğunun işareti olarak ve Hakk'ın kudretiyle meydana gelen tabiat üstü Hârikulâ-delikler gösterirler ki buna mûcize denilir.
Peygamberlerin tamamında şu beş şey ortak vasıftır: 1- Sıdk, doğruluk demektir. 2- Emânet ki her hususta güvenilir kimselerdir. 3- İsmet ki, masum yani günah işlememiş kimselerdir. İffet ve ismet sahibidirler. 4- Peygamberler son derece fatin (anlayış ve kavrayış sahibi), akıllı, sağlam ve kuvvetli iradeli ve fevkalâde zekâya mâliklerdir. 5- Peygamberler, emrolundukları şerîat hükümlerini ümmetlerine olduğu gibi bildirmişler, bunlardan bazılarını saklamak veya unutmak gibi bir hâlleri aslâ olmamıştır.
Peygamberlerin birine inanmamak hepsine ve Allah'a inanmamak demektir. Hâtemü'l Enbiyâ (Nebîlerin sonuncusu) olan bizim Peygamberimizin hayat ve risâleti şerîati gün gibi parlak ve ortadadır. Tarihen de sâbit ve şahitlidir. Allah'ın ilk peygamberi ve ilk insan Hz. Âdem, sonuncusu da âlemlerin fahri ve âlemlerin rahmeti olan bizim peygamberimiz Abdullah oğlu Muhammed Mustafa (S.A.V.) hazretleridir. Bu ikisi arasında Paşa Hazretlerinin ısrarla belirttiği şekilde 324.000 peygamber gelip geçmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şu peygamberlerin adları bildirilmiştir: Âdem, Şit, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Lût, İsmâil, İshak, Ya'kub, Yûsuf, Eyyûb, Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Davut, Süleyman, İlyas, İlyesa, Zülkifl, Yunus, Zekeriya, Yahyâ, İsâ ve Muhammed Aleyhisselâm.
Bunlardan başka, Kur'an'da kendisine ait bilgi bulunupta Peygamber mi evliyâ mı olduğu bilinmeyen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn isimli üç zât daha mevcuttur.
Allah, Peygamberlerine irsal ve inzal ettiği kendi emir, nehiy ve hikmetlerini birer kitap ile bildirmiştir. Bu kitaplar ya tamamen veya parça parça olarak Cebrâil Aleyhisselam tarafından o peygamberlere çeşitli şekillerdeki vahiylerle bildirilmiştir. Bunlardan bir kısmına sahîfeler mânâ-sına suhuf, dördüne de kitap denilir. Suhuflar; on sahife Hz. Âdem'e, elli sahife Hz. Şit'e, otuz sahife Hz. İdris'e, on sahife de Hz. İbrahim'e verilen tamamı yüz sahifeden ibaret ilâhî emirlerdir. Kitaplar ise, Hz. Musa'ya Tevrat, Hz. Dâvûd'a Zebûr, Hz. İsâ'ya İncil ve Hz. Muhammed'e verilen ve bütün diğer suhuf ve kitapların kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'dir.
ONSEKİZBİN ÂLEM : Âlem maddesindedir.
PEYÂM - PEYÂMBER : Peyâm, haber, malûmat bilgi gibi mânâları taşır. (Peyâmber) ise, Farsça'da haber getiren demektir. Allah'dan, ilâhî âlemden haber getirendir. Dilde söylene söylene Peygamber şekline dönüşüp yerleşmiştir.
PÎR : Lügat mânâsı yaşlı ihtiyar demektir. Şeyh de esasen aynı mânâya gelir. Şeyhûhet ise ihtiyarlık demektir. Bir topluluğun yaşlısı, ulusu ve sözü dinleneni olacağından, mecazen tarîkat kurucularına isim olmuş, sonradan şeyh ve mürşîdlerin tamamına da denilmeye başlan-mıştır. Çoğulu Pîrân'dır.
Pîr, mürşîdin şeyhi olarak da tâbir edilmektedir. Asıl mürşîd, Kutbü'l-Aktab'dır. Asıl halîfe de odur. İcazet de tabiidir ki onun hakkıdır. Diğer mürşîdler, onun adına icazet verirler. Yazılı ve mühürlü bir belge olan icazetname irşada ehil olduğuna dair belgedir. Çok yüksek makam sahibi mürşîdler, yazılı yerine sözle de icazet verebilirler. (Pîr)'in harflerine verilen mânâyı Paşa Hazretleri şöyle kısaca ifade buyurmuştur. (P, peygambere; R'de rü'yete işarettir...)
PUT : Tapılan bir maddeye denilir. Tapmak ise ancak ve ancak Allahu Teâlâ'ya olabilir. Heykel, resim, istavroz (Haç) şeklinde maddi bir timsel olduğu gibi, gönlü işgal eden, sevgisi kâlbe dolmuş olan her şey bir puttur. Kadın, mal, para, evlât, hayvan ve mâsivâdan herhangi bir şey... Gönlü dolduran ve Allah'la kul arasına sıradağlar gibi giren mâsivâ, put dizileri, şirk-i hafî dağlarıdır. Mekke'nin fethinde Kâbe'yi dolduran yüzlerce putu Peygamberimizin omuzuna basarak kıran Hz. Ali'nin yaptığı gibi, Peygamber vârisinin omuzuna basıp gönül putlarını kırmak gerekmektedir.
RÂBITA : Lügatta bağlanmak, bağlamak ve kuvvetlendirmek demektir. Vuslat şartlarından sayılmıştır. Her tarîkatta varsa da Nakşî tarîkatı râbıta üzerine bina edilmiştir. Üç kısımdır. 1- Râbıta-i Mevt'tir. Günahkâr bir insanın ölüm anındaki can çekişmesini, yıkanıp kabre konulduktan sonra, sual meleklerinin şiddetini, kabir azâb ve sıkması ile dirilip kıyamet azaplarına uğramasını tefekkür etmektir. 2- Huzur râbıtasıdır ki, murâkabe ve müşâhade yapmaktır. 3- Râbıta-i mürşîtir. Abdülhâlık Gücdüvaâni Hazretlerine kadar Resullah Efendimize yapılırken, mürî-danın tâkat ve tahammülü kalmadığından Peygamberimizin emri ile mürşîdlere yapılmaya başlanılan hayal ve cemâl râbıtasıdır.
Mürîd, mürşîdini iki kaşı hizasında hayal ederek, mânevî huzurunda durup feyzine âmâde olmaktır. Bu râbıtanın devamında feyiz çok fazla olacağından, vuslat yolu, nübüvvet yolu sayılmıştır. Mürîdin râbıtaya devamı hâlinde, kabiliyeti nisbetinde, mürşîdinin hâli kendisine intikal eder. Râbıtanın aslı mürşîdden gaflet etmemek, kemâli de ihlâs ile teslimiyetle devam etmektir. Yeni müritler için tek melce ve tek başına Hakk'a ulaştırıcı bir vasıtadır. Zikir her ne kadar yüksek ve yüce ise de, râbıtasız ulaştırıcı değildir. Fakat zikirsiz râbıta ulaştırıcıdır. (Biz kötülükler çukurundayız; Rabbim ise mukaddes ve yüksek makamdadır. Elbette aramızda bir vasıta münasip olur ki, uyma sebebiyle onun feyzinden istifade etmiş olalım) diye şiirlerle ifade edilmiştir.
(Hadîka-i Nediye)'de deniyor ki: Râbıta, Cenâb-ı Hakk'a vuslat için başlı başına bir yoldur. Kâlbi müşahede makamına vâsıl olan bir mürşîde rabttan ibarettir. Mürşîd oluk gibidir. Allah'ın feyzi, büyük deniz gibi olan mürşîd-den râbıta eden mürîdin kâlbine akar.
(Fetâvâ-i Ömeriyye)'den hülâsa edilen şudur: Râbı-tayı isbat hakkında bir çok değerli ulemânın müstakil risaleleri vardır. Fasih-i Bağdâdî'nin, Molla Câmî'nin, İmâm-ı Hâdimi'nin, Abdülganiy-yi Nablusî'nin, Edirne Müftüsü Muhammed Fevzi'nin ve Şeyh Hâlid-i Bağdâdî'nin risaleleri bunların bir kısmını teşkil eder.
Fenâfi'r-resul olan Abdullah İbni Abbas'ın teyzesinin evinde, baktığı aynada Hz. Resûl'ün sûret-i cemâlini gördüğü sabittir. Buhâri Şerîfte zikir bahsinde râbıtaya işaret eden hadîsler mevcuttur. Bunların en dikkate değer olan Hz. Sıddık'ın tuvalette bile Resûlün hayâli ile olduğunu ve bunu edep dışı sayarak Resûlullah'a arzetmesi üzerine, bu hâle devam etmesi ile nerede olursa olsun edeb harici olmayacağı müjdesini almasıdır.
Tâcü'l-Ârus, Avârif-i Maarif ve İhyâ-u Ulûmiddin gibi çok muteber kitaplarla Mektûbat-ı İmam-ı Rabbâni gibi ikinci bin yılın yenileyicisinin kitabında da teferruatiyle mevcuttur. Bu husustaki tafsilâtın en mükemmeli, Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin Râbıta Risalesi'ndedir.
Râbıtayı inkâr edenlerin îmanlarını tazelemeleri gerektiği, Fetâvâ-i Ömeriyye, Rûhu'l-Beyan, Şifâ-i Şerif, Meşârik Şerhi Mebârik kitablarında izah edilmektedir.
(Cenâb-ı Hakk'a vesile talep ediniz) ve (Sâdıklarla beraber olunuz) âyetlerinin tefsirinde, râbıtaya işaret edilmiştir, deniliyor.
Paşa Hazretleri, (Âl-i İmran Sûresinin en sonuncu âyetinin râbıta âyeti olduğunu beyan eder ve râbıta bizim tarikin dört usulünden biridir. Huzur mürîdinin bozulma ihtimali olur da râbıta mürîdi bozulmaz, çünki râbıta mürîdini mürşîd-i kâmil kendi velâyetine almıştır.) buyururdu.
Sâlih Baba Divanı Râbıta-i Nakş-î Hayâlî adını taşımakta ve baştan sona kadar râbıtadan ibaret bulunmaktadır. Râbıta, mürşîdi hatırdan çıkarmamak, gaflete düşmemek olduğundan, herhalde ve her zaman yapılacağı gibi, resmi dersin dışında sonsuz şekilde de yapılır. Efdali emredilen şekildir.
RÂZİYE - RÂDİYE : Nefsin Allah'dan razı olduğu makamdır. Fenâfillaha ulaşmış, Ayne'l-yakîn haline ulaşmış lâhut âlemine dalmış ve cemâle erişmiştir. Fiil tecellîlerini geçip isim ve sıfatlarda seyrettikten sonra Hakka'l-yakîn'e ulaşıp müşahedeye erer. Bekâbillah hâli zuhur edip şatahat berzahına gelip enelhak gibi sözler söyler ki vahdet-i vücut hâli budur. Bu hâli atlayıp selâmete geçen ise Marziye düzlüğüne gelip (Vedhulî cennetî) hitabını işitir. Fenâ ve sekir kalıntıları Marziyede temizlenip kemâl hâsıl olur.
RECÂ : Dilek ve istek demektir. Tasavvufta sevilen bir işin gerçekleşmesine kâlbin bağlanması, dileyip olmasını istemesidir. Bu hâlin zıddı yeistir. İyiliklerden bir şeyi istemek, günahlardan tövbenin kabulünü dilemek ve nihayet kötülükler ve günahta israr ettiği halde, af dilemek olan yalancı rica şeklinde üç türlü rica vardır.
RIZÂ : Lügatte hoşlanmak demektir. Kazâ-i ilâhînin a-cılığına tahammül ve gönül hoşluğu demektir. (Kahrın da hoş, lütfun da hoş) gibi sözler bu makama aittir. Cenâb-ı Hakk'ın kuldan, kulun da Cenâb-ı Hak'tan razı olması vardır. (Raziye ve Marziye). Rıza makamı cem makamıdır denilmiştir. (Cenâb-ı Hak cehennemi sağında kılsa, soluna dönmeyen râzıdır) denmiştir ki Paşa Hazretleri (Vuslât gününün gündüzünün ağı (aklığı) göründü) mısraını sık sık tekrar ederdi, rızâ makamı, çalışıp riyazet çekerek varılan sülûk makamlarının sonudur. İlerisi lütuf iledir.
RİCÂLULLAH : Recul sözünün çoğulu ricâl'dir. Bülûğa eren, bilgi ve ihtisas sahibi demektir. Evliyânın bir bölüğüne, rical ehli, rical-i hassa, Ricâullah gibi isimler verilir. Rical-i Hassa'nın üç yüz velî olduğu ve Âdem Aleyhisselâmın kademi üzerinde ve onun vârisi bulundukları, Ricâl-i Kâmilin de, Nuh Aleyhisselâmın kademi üzerinde ve onun varisi olarak kudret ve tasarruf sahibi kırk evliyâdan ibaret topluluğun adı bulunduğu ifade edilmiştir. Ricâullah ise, mânevi kudret ve kuvvet sahibi olarak ve (evtâdın) dışındaki dört Allah eridir. Evtad'a imdat eder ve halkın gözü ve bilgisinden hariç olarak kâlpleri semâvî, halleri rûhâni, kâlb-i Muhammedî, kâlb-i Şuayb, Kadem-i Salih ve Meşreb-i Hûd ile hallenmiş, Cebrâil, Azrâil, İsrâfil, Mikâil'in nâzır olduğu ve gayb âlemine ait vazifeler gördükleri belirtilen velîlerdir.
RİND : Lâübâli meşrepli, sarhoş demektir. Edebiyatta, görünüşü tenkidi, hakîkatinde ise selâmeti mucip hâl ve kıyafette gezen kimsedir. Zâhiri melâm, bâtını selîm kimse olarak da söylenmiştir ki melâmiler böyledir.
Rind, Allah sarhoşu, aşk sarhoşu olan ve bu hâli kalenderce yaşayan demektir. Böylece aşk ve tasavvuf neşesiyle yaşayıp tasavvufa ait terimlerle söyleyen demektir. Ârif sözüne de çok yakındır. Aslında âriflerin hepsi rinddir.
RİYÂZET : Açlık demektir. Sülûk ehlinin yeme, içme, uyuma, zikir, fikir ve diğer bütün hâlleri mürşîd tarafından -herkesin tabiatine göre- ayrı ayrı reçeteler hâlinde tanzim edilir. Nefsi kıran belli başlı hususlardan biri açlıktır ki bunun da orta hallisini övmüşlerdir.
Nakşî tarîkatında, keşif ve keramete yol açtığı ve dolayısıyla varlığa sebep olacağı için riyazeti terkederek sünnet üzere ve orta halde yiyip içmeyi tavsiye etmişlerdir.
RUH : Cenâb-ı Hak insanları rûh ve beden olarak iki değişik asıldan yaratmıştır. Binbir esmanın nûrundan yaratılan rûhû Ahadiyet âleminden ayırarak nâsut âlemine indirip toprak maddelerinden yaratılan beden ile evlendirdi. Bu evlilikten iki çocuk doğdu. Birisi babasına uyarak asıl vatanını özleyen kâlb, diğeri de anasına uyarak aşağılık hazları isteyen nefistir. Rûh beden kalıbına girince, elest bezminde Cenâb-ı Hakk'a verdiği sözü unutup bîhûdîlik âleminde şaşkın ve nefsin emrinde perişan olmuştur. Her türlü kemâle mâlik ve her hayra istekli olan rûha, Cenâb-ı Hakk'ın hitabını hatırlatan bir mürşîd olursa, şaşkınlığından sıyrılıp perişanlığından ayrılarak yüksek kemâle ulaşıp ulvî âlemlere yükselebilir. Çünkü mürşîdler rûhun âmiri ve onun yükselme kılavuzlarıdır. Rûh, Allah'ın zâtından ayrılan Muhammedî nûrun bir par-çasından yaratıldığından, bu yaratılışını hatırlamakla vücuda, nefis ve kuvvâya hâkim olarak onlardaki zulmeti giderip Allah'a döndürerek O'na ulaştırmaya muktedir bulunmaktadır. Bu takdirde vücuda âmir olan rûha akıl vezir olup adalet ve hikmetle vazife görmeye başlar. Nefis de rûha teslim ve tâbi olarak onun binek ve âleti olup emrinden dışarı çıkamaz. Böylece hayra ulaşan insan Allah'a ulaşma yolunda sür'atle ilerlemeye devam ederek neticede Hakk'a vâsıl olur.
Rûhun iki yüzünden biri olan nefis süfliyyetten yana dönük bir yaradılışda ve cehenneme çekici bir kuvvettir. Rûhun ikinci yüzü olan kâlb ise yücelikler âlemine dönük bir yaradılışta ve Allah'ın zâtına götürücü bir gayret içindedir...
Cenâb-ı Hak, insan bedeni üzerinde kâlb, rûh, sır, hafi ve ahfâ lâtifelerini bir mihrab gibi yerleştirmiş ve bunların nûrunu yakıp yol ve amelini bu nûrla aydınlatanları kendisine çekip ulaştıracağını vaadetmiştir.
Paşa Hazretleri buyurur ki : (İnsanlarda biri velâyet nûruna mâlik olan rûh-u revânî, ikincisi nübüvvet nûruna mâlik olan rûh-u sultânî, üçüncüsü de zât nûruna mâlik olan rûhu nûrâni isimli üç rûh vardır. Rûh-u revânâyi rûhu sultâni yutunca iki rûh kalır; rûhu sultâniyi de rûhu nûrani yutarsa (istiab ederse) sadece tek bir Rûhu nûrâni kalır ki hakîkat alemi budur.) Yine Paşa Hazretleri buyurur ki : (Rûhun hakîkatı var. O Allah'ın esmasından ayrılmış olan bir nûrdur ki velâyet denilen budur. Bu rûh, erbabını bulup hizmetine devam ettiği gibi, hakîkatine mâlik olur. Fe-nâfi'ş-şeyh olur. Bu hâl seni istiab edince, rûhun hakîkati beşeriyeti istiab edince, şeyhin hâli seni kaplar ve o hâl ile zulmetten kurtulup fenâf'ir-resule dahil olursun. Bu kuvvet, velâyet nûrundan meydana gelir. Nübüvvet nûru ile risalet âleminin renklerine boyanarak hakîkat nûruna kavuşursun.)
RÜ'YET : Görme ve seyretme demektir. Dîdar (yüz) ve (çehre) mânâlarına yakın bir şekilde Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini seyretme demektir. Rü'yet özel cennetinde (ce-mâl cenneti) ayın ondördünü seyreder gibi, Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini seyretmek olup âhiret âleminin en üstün lezzetidir. Herkes, kemâli ve hakîkatteki mertebesi nisbetinde cemâle ve rü'yete mâlik olacaktır.
Paşa Hazretlerinin beyanına göre: (Mürit, cemâlullahı râbıtasından, râbıtasının cemâlinden seyredecektir.) Mürşîd râbıtası, Resulün cemâli ve cemâlullahın seyrine tahammül ve alışmanın, ahiretteki rü'yetin dünyadaki benzeri ve ekzersizidir.
SABIR : Çekilen belâ ve acılardan Allah'dan başka kimseye şikâyet etmemektir. Allah'a şikâyet sabıra zıt değildir. Sabır iki kısımdır: Birisi, insanın kendi iradesiyle hâsıl olan şeylere sabretmesi; öbürü de Allah'dan gelen musibetlere sabretmektir. Allah'ın emirlerini yapıp yasaklarını yapmamak hususunda görülen zorluklara sabretmek bir sabır çeşididir ki bu sabrın umumi şekli ve hafifidir. Allah'ın sevdiği kullarına verdiği iptilâlara sabır ise, şifa verici ilâç gibi acı ve içilmesi zor bir şey ise de netice ve meyvesi tatlı ve makbul olan bir sabır çeşididir. Allah belânın büyüğünü nebileri ile onların varislerine ve bundan sonra da mü'minlere verir ki sabır ve reca ile mahviyete ulaşıp makbuliyete nâil olsunlar...
Mesnevi'deki bir temsilde (Buğdayın insanlara azık ve kuvvet, dizlerine derman, gözlerine nûr ve ışık, yaşamalarına sebep olması için, ekilmesi, dikilmesi, biçilmesi, sürülmesi, samandan ayrılması, un edilmesi, hamur yapılıp ateşte pişirilmesi sûretiyle ekmek yapılması, sonra ısırılıp çiğnenmesi, yutularak hazmedilmesi gibi yüzlerce değişik muamele geçiyor. Bir insanın da iyi yaşayıp îmanla gidip ebedî saadete kavuşması için de beden ve mal ibadetleri ile mükellef, haramdan sakınmakla vazifeli ve canında, evlâdında ve malında imtihana tâbi tutulması akla uygun ve hikmete muvafıktır.) denilmiştir ki bütün bunlar sabra bağlıdır. Sabırla koruk helva olacaktır.
SAFÂ : Beşeriyet kederlerinden uzak olma hâlidir. Gönlü açan, gevşekliği gideren bir hâldir. 1- İlim safası, 2- Hakîkat şahitlerini gösterip, münâcâtları tatlandıran ve yaratıkların fesâdını unutturan hâl safâsı, 3- Fenâ sırasında Hakk'ın nûrlarını görme hâli olan ittisal (ulaşma) safası, olarak üç çeşidi sayılmıştır.
SAHV : Uyanık ve âgâh olma hâli, makam ve mertebeyi aldıktan sonraki nebîlere has şuurlu hâldir. Bunun zıddı sekir hâlidir ki gaybet ve kendini yitirme, mânevî sarhoşluk hâlinin adıdır. Fenâ ve muhabbet dolayısıyla hâsıl olan şuur örtülmesi hallerinin müşterek tarifidir. Sekrin so-nu dehşet hâline varır ve iradesi kalkar. Bu hâle murad denilmektedir. Sekir vuukunda şerîata zıt veya ehl-i sünnet dışı haller hâsıl olur. Bunlar sahve dönünce yapılan istiğfarla affolur, çünkü elde olmayan sebeplerle ve şuursuz hâsıl olmaktadır. Sekir bitince bu haller de kaybolur.
SÂLİK : Bir tarîkata girmiş veya bir şeyhe uyup inâbe etmiş olan kimseye denir. Istılah mânâsı olarak, fenâ-lardan birisine ulaşarak manevi konaklarda ilerleyen mü-rîde denilir. Seyri sülûk yapmak, şeyhin emri ve tensibi ile makam ihraz etmek üzere halvete girip çile ve riyazetle fenâ ve bekâ konaklarını geçmektir. Manen çocukluktan kurtulup reşid olan müridlere denilir ki manevi konaklarda ilerlemeye başlayanlar bunlardır.
SÂYE : Gölge, gölgede bulunma, korunmuş olma demektir. Mürîd, her türlü zarar ve tehlikeden mürşîdi vasıtasiyle korunur. Bu sebeple, mürşîdi onu yakıcı güneşten koruyan serin bir gölge, şeytan ve nefis belâ ve tehlikelerinden muhafaza için devamlı bir koruyucu nûrdur. Bu nûrun bulunduğu yere şeytan yaklaşamaz, nefis de mel'anetini icra edemez.
SEFER DER VATAN : Nakşî tarîkatına ait deyimlerden biri olarak, vatanda sefer yani seyahat demektir. Zahiri, ibret için gezip dolaşmak veya ibret nazarı ile bakmaktır. Bâtındaki asıl mânâsı ile de, kötü sıfatlardan yüksek ve ulvî sıfatlara yükselmek, kötü ahlâkı ahlâk-ı hamîdeye tebdil etmektir. Aşağı derecelerden yüce makamlara yükselmek de sefer der vatandan kastedilen mânâya dahildir.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri : (Sefer Der Vatan seyr-i enfüsîdir. Bu yolun yolcularından dilediklerini (meczûbi sâlik) yaparlar, insanın dışında (âfâkta) ilerletirler. Seyr-i âfâki denilen bu dış yolculuk bitince, seyr-i enfüsî denilen ve insanın içinde (nefste) olan yolculuğa başlatırlar. Sefer Der Vatan, insanın vatanındaki bu yolculuktur.) demektedir.
SEM'A : Kulak ile işitme demektir. Istılahta rûhu heyecana veren nağmeli ses (tegannî) ile vecde gelip ilâhî hitabı hatırlamaktır. Sürur ve manevi zevk veren sese gına denir. Peygamberimizin lisanından, (Biz güzel hûrileriz, mükerrem zevcler için yaratıldık) diye hûrilerin gınâ ettikleri rivayet edilmiştir. Güzel ses ve güzel yüz insanların gönüllerini çeker. Âriflere göre, güzel ses güzel yüzden daha iyidir. Zira güzel ses rûha, güzel yüz ise nefse gıda olur. Güzel sesde acâib bir tesir vardır. Bu tesirle insan çekildiği tabiatına (rûhunun zevkine) uygun hâle gelir. Kimi vecd ve sürurla oynar, kimini ağlatır, kimini de elbisesini parçalayan divanelere döndürür.
Hükemâ, (Güzel sesten lezzet duymayan ve güzel yüze âşık olmayan kimsenin mizacı bozuk olduğundan tedaviye muhtaçtır) demişlerdir. Minhâcü'l-Fukara'daki kayda göre sema, rûhun gıdası ve manevi fetihlerin sebebidir. Sema ile hâsıl olan şevk ile açlık gider ve işideni gaflet çukurundan rûhanî hazlara yükselten bir ilâhî merdiven olur. Gönlü dağınık dünya alâkalarından çekerek rikkat hâsıl eder. Rikkat ise, rahmeti celbeder. Sema (Sima) şer'an ve aklen yasak olmadığı gibi, belki insan yaradılışına uygun ve velîlerle âşıklar nazarında helâl ve güzeldir. Ancak, niyeti nefsaniyetten kurtulamayan için fıska âlet olur. Onun için (Âşıkın aşkını fâsıkın da fıskını artırır) demişlerdir. Resûlullahın huzurunda şiirler okunduğu kesin belgelerle sabit olduğu gibi, Allah için, Allah yolunda şiir söylemeyi teşvik ettiği de mâlumdur. Dinleyenlerin ilâhî hikmetlere rağbetini artıracak, onları tefekküre sevkedip kâlblerdeki safâyı artıracak şiirlerin semâî (nağme ile okunup, mûsikî perdelerine sokulması) serbesttir. Bu sebeple, güzel sesler ve hoş nağmelerle şiir ve kaside okuyup dinlemek -hevâsına hükmeden ve meşrû olan şekillerin dışına çıkmayanlar için- mübahdır. Hârikulâde sesi ile meşhur olan Dâvud Peygamber, ilâhî şiirlerden ibaret olan Zebur'u okumaya başlayınca, insan, cin ve vahşi hayvanlarla kuşların tilavet meclisine kadar gelip bu semâ'ı dinleyerek gaşyoldukları, yıkılıp orada can verdikleri nakledilmiştir.
Dostları ilə paylaş: |