Hudeybiye barışı, bu büyük fethin öncesinde bir başlangıç ve bir hazırlıktı. Bu barış sayesinde insanlar birbirine güven duydular ve birbirleriyle konuştular, İslâm dini hakkında tartışma yaptılar. Mekke'deki imanlarını gizleyen müslümanlar dinlerini açığa vurma, ona çağrıda bulunma ve onun üzerinde tartışma yapma imkânı buldular. Bu barış sebebiyle büyük bir insan kitlesi İslâm'a girdi. Bu yüzden Allah Teâlâ, şu âyetinde onu bir fetih olarak isimlendirdi: "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih verdik." Hudeybiye barışı hakkında bu âyet nazil olunca Hz. Ömer (r.a.): "Bu bir fetih midir, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) de: "Evet!" buyurdu. Allah Teâlâ Hudeybiye'yi fetih olarak anısını tekrarladı ve: "Allah, Rasûlü'nün rüyasını doğru çıkardı..." diye başlayan âyetin "Allah sizin bilmediğinizi, bilir. Size bundan başka yakın zamanda bir fetih verecektir.” kısmında böyle andı. Büyük olayların öncesinde, onlara bir giriş ve işaret niteliğinde mukaddimeler takdim etmek Allah Teâlâ'nın âdetidir. Nitekim Hz. İsa ve babasız yaratılışı kıssasının öncesinde, Hz. Zekeriyya kıssasını ve onun durumundakilerin çocuk sahibi olamayacağı kadar yaşlı oluşuna rağmen ona çocuk verişini anlatmıştır. Yine kıblenin neshedilmesinin öncesinde Kâbe’nin tarihini, yapılışını ve hürmete lâyık oluşunu, isminin yüceltilişini; sonra yapıcısını ve onun hürmet ve medhe lâyık oluşunu anlattı ve bütün bunlardan önce neshi, onu gerektiren hikmetini ve onu kuşatan kudretini zikretmek suretiyle bir ön giriş yaptı. Uyanık halde iken vahyin gelmesinden önce Rasûlullah'ın (s.a.v.) uykusunda gördüğü salih rüyalar da, aynı şekilde bir mukaddimedir. Hicret de cihad emri öncesi yine bir mukaddimedir.
Mekke'nin fethi sırasında kendisine karşı direnenlere karşı, yüreğinde hiç bir kin duymayan Allah Rasûlü'nün karekterini görüyoruz. Hz.Peygamber (s.a.v.) kendisiyle düşmanları arasında yirmibir yıldır devam eden savaştan sonra, onlara lütufta bulunmuştur. Hâlbuki onlar, bu süre zarfında hem O'na, hem kendisine tabi olanlara ve hem de davetine karşı ellerinden gelen her şeyi yapmışlar, başvurmadık yol bırakmamışlardı.
Zaferi elde edip düşmanları perişan ettiğinde ve de puta tapıcılığm merkezi Mekke fethedildiğinde, onlara özgürlüklerini vermiştir. Tarihte böyle bir olaya rastlamak mümkün değildir. Böyle emsalsiz bir olay sadece kerim olan Peygamber (s.a.v.)'e nasib olmuştu.
Rasûlullah (s.a.v.)'ın Mekke halkına yaptığı davranışta, bir başka hikmet vardır. Yüce Allah, arapların, kendi mesajını, dünyaya taşıyıcıları olacağını biliyordu. Bundan ötürü, Arap milletinin liderleri olan Mekke halkını, Allah'ın dinine girsinler ve ondan sonra hidayet mesajını ve nurunu dünya milletlerine götürsünler diye hayatta bıraktı. Onlar, bu milletleri cehaletten kurtarma ve onları devamlı karanlıklardan aydınlığa çıkarma uğruna canlarını ve mallarını seve seve ortaya koydular.
İslam davetçilerinin akıl almaz bir süre içinde, zaferle sonuçlanan başarılarında büyük bir ibret olması, Hz.Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın Rasûlü olduğunu, İslam’ın da, zafere ulaşacağını tefekkür eden davetçilere, mü'minlere ve onun sancağını taşıyanlara yardım eden Allah'ın daveti olduğuna en büyük delildir.
En Büyük Fetih:
Büyük fetih; Allah'ın kendisiyle dinini, Rasûlü'nü, ordusunu, güvenilir taraftarlarını yücelttiği ve kendisiyle, âlemlere hidayet sebebi kıldığı beytini ve beldesini kâfirlerin ve müşriklerin ellerinden kurtardığı bir fetihtir. Bu fetih sebebiyle insanlar, akın akın Allah'ın dinine girmişlerdir. Yeryüzü bunun sebebiyle aydınlanmış ve parlamıştır.
Rasûlullah (s.a.v.) Mekke’nin Fethindeki Üstün Stratejisi:
Bir askerî sefer için geniş hazırlıklar yapılmaya başlandı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.), niyet ve kararının ne tarafa olduğunu hiç kimseye açıklamadi. Bu sır, o kadar titizlikle saklandı ki, Hz. Ebû Bekr gibi seçkin sahabilerin, Ezvâc-ı Nutahharât’ın bile haberleri yoktu. Diğer Müslümanlar da tabiatiyle aynı şekilde bilgisizdiler. Aynı zamanda, az sonra göreceğimiz gibi toplanan gönüllü askerler on bin kadar olmuşlardı.
O devirde on bin kişilik bir ordu, görülüp alışılmış bir şey değildi. Düşman haber alma teşkilâtı veya dostlarından bunu gizlemek, saklamak da çok zor bir şeydi. Burada bir gece baskını mevzu bahis olamaz; zira düşmanla arasındaki mesafe on iki gün gibi uzak bir mesafedir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.), her şeyden evvel Medine'den bütün çıkışları durdurdu, yasak etti; buna gerek dostları ve gerekse bitaraf kimseler de dâhil bulunuyordu.
Bu sırada bazı şaşırtmalar vermek zarureti de vardı. Hz. Peygamber (S,A.) Ebû Katâde'nin kumandasında bir askeri birliği Medine'nin tam kuzey kesiminde, üç günlük mesafede bulunan “İzam” mevkiine gönderdi. Böylece herkes, Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu bölgeye gitmek istediğini ve bu “İzam” seferinin bunun keşif kısmı olduğunu düşünecekti; bu suretle şayiaların merkezi sıkleti bu yöne çevrilecekti.
Hz. Peygamber (s.a.v.), fiilen bir büyük sefere çıktığı zaman, sadece gideceği yeri değil, aynı zamanda ordusunun hakiki büyüklük ve kuvvetini de saklamak istemiştir. İşte, bu sebeple, Hz. Peygamber (S.A.}, beklenen birçok gönüllünün Medine'de toplanmamalarını, ancak Mekke'ye doğru hareketinde yol boyunca kabilelerinin bulundukları yerlerden geçtikçe kendisine iltihak etmelerini emretti. Bu strateji o kadar muvaffak oldu ki Kureyşliler, Müslüman Ordusu Mekke civarındaki dağlar arkasına ordugâhlarını kuruncaya kadar onların harekete geçtiklerine dair zerre kadar bir haber elde edememişlerdir.
Darbe tesirini daha da arttırmak gayesiyle İslâm Ordusu Mekke'yi kuşatınca Hz. Peygamber, o gece her Müslüman askerin ayn ayrı birer ateş yakmasını emretti. 10.000 ateşin bütün bir gece yakılması daha büyük, daha fazla sayıda insanın yemeklerini pişirdikleri intibaını veriyordu.
Cenâb-ı Hak da Müslümanlara lütfunu esirgemedi. Ebû Sufyân, Mekkelilerin bu en büyük kumandanı, aynı gece Müslüman keşif kıtalarının eline düştü. Bunun neticesi, Mekke ahâlisi ne yapacağını bilmez hale geldi.