Mete Tuncay Eleştirel Tarih Yazıları



Yüklə 1,08 Mb.
səhifə11/19
tarix03.01.2019
ölçüsü1,08 Mb.
#88854
növüYazı
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   19
Takrir-i Sükûn Kanunu'na değin, bundan yavaş yavaş, ondan sonraysa koşar adımlarla uzaklaşıldı. 1925 öncesinde, Gürkan'ın deyimiyle "yepyeni ve tam bağımsız bir devlet (ger­çekte ne kadar yeni ve bağımsız olabilmişse) hayli demokratik bir biçimde kurulmuştu. Dolayısıyla, bu gerekçe, 1925'ten itiba­ren yoğunlaşan dikta yönetimini temellendirmek için kul­lanılamaz. O yönetimin olsa olsa, giyim, kuşam, hukuk, yazı, eğitim vb. alanlardaki düzeltimlerin uygulanmaya zorlandıkları hızla gerçekleştirilmeleri bakımından gerekli olduğu ileri sürüle­bilir. Toplumsal yaşamda kestirme sanılan çoğu yolların gerçekte öyle olmadıklarına, toplumun evrimle süreci içinde, Özellikle bu gibi üst yapı değişikliklerinin, ancak maddi temeldeki gelişmelerin elverdiği ölçüde olanak kazandıklarına, tarih tanıktır.

Bizim tek-parti dönemi boyunca, toprak reformu gibi altyapı değişiklikleri yapılamadığı için eksik kalmış burjuva devrimimi­zin geniş halk kitlelerine sağladığı yararlar sınırlı olmuştur. Ama bunları elde edebilmek için, burjuva devriminin siyasal ideoloji­sinden, yani demokrasiden verilen ödünler önemli zararlar ya­ratmıştır. En başarılı bir ileriye atılım örneği olarak, Mecelle ye­rine İsviçre Medenî Kanunu'nun iktisabının toplumumuza ka­zandırdıkları (eğer bunun zorunlu fiyatı o idiyse) bir çeyrek yüz­yıl boyunca halkı kamu yönetimine katılmaktan alıkoyup keyfî bir biçimde güdümleyerek yol açtığımız acılardan daha mı bü­yük olmuştur, acaba?

Kendimi bir "demokrasi fetışizmi"ne kaptırdığımı sanmıyo­rum; fakat tepeden inmeci Jakobencilığe karşı, halkçılığı temel bir değer olarak benimsemekte de utanılacak bir yan göremiyo­rum, doğrusu. Hele, demokrasiden özveride bulunmak için ileri sürülen gerçekler amaçlarla tutarsızca; o yoldan sağlandığı sanı­lan yararlar geniş ölçüde hayalîyse; en önemlisi, bugün de kimi­lerine pek çekici gelen, yakın geçmişte "disiplinli" ve "ilerici" bir altın çağ yaşandığı efsanesini sürdürmek, sahici birtakım sa­kıncalar taşıyordu...

1981'de Atatürk'ün 100. Doğum Yılını kutlayacağız. Bu kutlamaların görkemli bir biçimde olması için şimdiden hazır-

153


Mete Tuncay

lıklar yapıldığını okuyor ve işitiyoruz. Bunların, Cumhuriyetin 50. Yıldönümündeki gibi anlamsız savurganlıklara yol açaca­ğından korkuyorum. Atatürk'ün kişiliğiyle ilgili olarak, Hagiographia (aşırı övgülü ermiş öyküleri) türünden yazını ala­bildiğine çoğaltmak yerine, onun yaşadığı ve yoğurduğu döne­min toplumsal tarihini nesnel bir biçimde araştırıp ortaya koy­mak, bence, onun anısına sunabileceğimiz en uygun armağan olur.

* Toplum ve Bilim’in geçen sayısında İlhan Tekeli ile Gencay Şaylan'ın kitap uzunluğundaki ortak yazıları, "Türkiye'de Halk­çılık İdeolojisinin Evrimi"ni çok yararlanarak okudum. Yalnız, bir yanlışlarına değinmek istiyorum. "Ordular daha İzmir'e ulaşmadan, Mustafa Kemal 7 Eylül 1922'de yayınladığı bir be­yannamede ... 'Halkçılık esası üzerine müstenit Halk Fırkası'nı kuracağını söylemiştir, diyorlar (s. 71-72). Gönderme yaptıkları kaynak da, Fahir Giritoğlu'nun CHP üstüne iki ciltlik yapıtı. Gerçekten o kitapta bu beyannamenin 7 Eylül 1922 olarak ve­rilmiştir; yani Atatürk'ün Büyük Taarruzu başlamasından iki hafta sonra ve İzmir'e girmesinden iki gün önce! Savaşın ta gö­beğinde böyle şey olur mu? Doğrusu, 6 Aralık 1922'dir, yani aktarılan yanlış tarihten tam üç ay sonra- arada, Mudanya Bıra­kışması yapılacak, saltanat kaldırılacak vb. (Doğru tarihi Atatürk Nutuk'ta da söyler: son bas., s. 718. Beyanname metni, Ata­türk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt H'ye, 7 Kanunuevvel 1338 ta­rihi Hakimiyet-i Milliye'den alınmıştır.)

Değerli arkadaşlarımın bu küçük yanılgısı, bizde, olguları tek tek doğrulamadan, ikinci elden bilgiye tarih üstüne çözümleme yapmanın sağlıklı olamayacağı yolunda, Öteden beri savundu­ğum bir görüşü destekliyor.

154

İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)*



Milli Mücadele'nin başlangıcından Cumhuriyet'in ilanına kadar, halk arasında ulusçu bir tutunum (cohesion) bilincinin yaygın ol­maması nedeniyle, İslâmî dayanışmadan yararlanılmıştı. Hatta "dinin siyasete âlet edilmesi" yolunda, Osmanlı dönemine oranla daha da ileriye gidilmişti.

Cumhuriyet'in ilk dört ayında, halifelik de devam etti. Ancak 1924 Martının başlarında, hilafet kaldırılıp hanedan üyeleri yurt­dışına sürülürken, (medreseler ve şeriat mahkemeleri gibi) eği­tim ve yargıdaki din kurumları da yasaklandı. Ama, 1924 Ana-yasası'nın 1928 Nisanında yapılan değişikliklerine değin, "Tür­kiye devletinin dini, din-i İslâmdır" hükmü korundu.

Niyazi Berkes'in "kutsallaşmış geleneğin boyunduruğundan kurtulma" diye tanımlayarak çağdaşlaşma ile özdeşleştirdiği "laikleşme" adımları, bu ilkenin 1937'de Altı Ok içinde Anaya­saya girmesine kadar devam etmiştir. Bu adımların başlıcaları şöyle sıralanabilir:

1925 başlarındaki Şeyh Said Ayaklanması üzerine çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu'nun (ve İstiklâl Mahkemelerinin) yarat­tığı buyurgan hava altında yapılan şapka ve giyim kuşam dev­rimleri; "tekke ve zaviyelerle türbelerin şeddi", dolayısıyla tari­katların yasaklanması. Aynı yılın sonlarında, hicri ve muaddel rumî takvimler yerine, Milat başlangıçlı uluslararası takvimin ve alafranga saatin kabulü (yani 1341, 1925 oldu; "gün" de güneşin batmasından başlatılmak yerine, kökenleri Roma hukukuna ka­dar giden bir uylaşımla geceyarısından başlatıldı.)

1926 yılında, benim "çeviri yasalarla hukuk devrimi" dediğim şey yapıldı. Aslında, 19. yüzyıl ortalarında başlayan Batı yasala­rını benimseme hareketi, birçok alanda şeriat yasaları yürürlükte

Modern Türkiye 'de Siyasî Düşünce: Cilt 3: Kemalizm, cd. A. İnse!, (İlet­işim Yay., istanbul, 200!), ss. 92-96.

155


Mete Tuncay

kaldığı için bir ikililık yaratmıştı. Cumhuriyet'teyse, aile, borçlar vb. konularındaki dinsel hükümler kaldırılarak reception ta­mamlandı; Kıta Avrupa hukuku yalnız başına hükümferma oldu.

1928 Mayısında "beynelmilel erkam" (Arap rakamlarının Ba-tı'da kabul edilen biçimleri) alındı; Kasımda da Latin esaslı 'Türk Alfabesi" kanunlaştırıldı. Halka yeni harfleri öğretmek için, Millet Mektepleri Teşkilâtı kuruldu. 1931 yılında, bütün öl­çüler metrik sisteme uyarlandı. I935'te de pazar günü hafta tatili olarak benimsendi.

Tarık bin Zeyyad'ın İberya'ya çıkarken geri dönülmesini im­kânsız kılmak için gemilerini yaktırmasına benzer bir biçimde, geçmişle ilişkilerin kopartılmasını amaçlayan bu reformların ara­sında, bence en etkilisi "Yazı Devrimi" olmuştur.

Yazı karakterlerinin, yani alfabenin dinlerle garip bir ilişkisi vardır. Tarihte birtakım halklar, yeni bir dini kabul ettikleri ya da dinlerini koruyarak anadillerini değiştirdikleri durumlarda, o di­nin kutsal metinlerini geleneksel ya da edinilmiş dillerine çevir­meye razı olsalar bile, metinlerin yazılı oldukları özgün alfabeyi kullanmaya devam etmişlerdir. [Eski Mısır'ın resim-yazısına hieroglif (kutsal oymalar) denildiğini unutmayalım. Bu terim, 'Tanrı'nın (el) yazısı" diye de düşünülebilir!] "Tılsım" gibi kav­ramlarla başvurmadan anlaşılması ve çözümlenmesi zor olacak söz konusu ısrara birçok Örnek gösterilebilir. Ortodoks Hıristi­yanlığı benimsemiş Türk kökenli insanlar mı oldukları, yoksa Elen(leşmiş) bir halk iken Türkçe'yi mi özümsedikleri bilinme­yen Karamanlı Rumlar, kiliselerinde "İsa Mesih'in namazı'nı pekâlâ Türkçe eda ederlerken, bütün yaşamlarında Yunan alfa­besini kullanmayı sürdürmüşlerdir. 20. yüzyılın başlarında hâlâ Yunan ve Ermeni harfleriyle basılmış Türkçe İnciller vardır. Bi­zim tam tersimize, yeniden varolma ideolojisini kopuş yerine sü­rekliliğe dayandırmak isteyen İsrail devleti 1949 yılında kuru­lurken, o vakte kadar sinagogların dışında kullanılmayan İbranî alfabesi (o dille birlikte) canlandırılmıştır.

156


Eleştirel Tarih Yazıları

Din-Dil ilişkisi açısından Hıristiyanlıkla Müslümanlık (ve Yahudilik) arasında büyük bir fark vardır: "Eski Ahid"in Yahu­diler tarafından İbranice olarak sürdürülegelmesine karşılık; bir­çok bölümü herhalde Aramî ya da İbranî dillerinde yazılmış olan "Yeni Ahid", Hıristiyanlığın zaten Yunanlaşmış bir Yahudilik olduğu" görüşüne doğrularcasına, en başında ya Yunancaya çev­rilmiş ya da kimi bölümleri Yunanca kaleme alınmıştır. Daha sonra Aziz Hieronymus'un yaptığı Latince Vulgata çevirisi Ka­tolik dünyasında resmî metin olarak benimsenmiş, Refor-masyon'da ise çeşitli ulusal dillere yapılan çevirileri Protestan kiliselerinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu kutsal kitapların Tanrı buyruklarını içerdiği kabul edilmekle birlikte, Kuran-ı Kerim için inanıldığı gibi "Kelâmullah" oldukları anlayışı yok­tur. Dolayısıyla, Kuran'ın Arapça'dan başka dillere "mealen" çevrilmesine razı olunsa bile, ibadette Arapça özgün metnin kullanılmasında ve din hizmetleri başta, bütün aydın müminlerin bu dili öğrenmesinde ısrar edilmiştir.

Osmanlıca'nın yazılmasında yararlanılan Arap harflerinin "ıs­lah" edilerek Türkçe'ye uyarlanması yönünde en az yarım asırdır öneriler yapılıyordu. Namık Kemal bu fikre karşı çıkmış ve (Menemenli zade Rıfat Bey'e 8 Ağustos 1878 tarihli bir mektu­bunda) "yazının ıslahı için Latin harflerini bizim lisana almak, Frenk elbisesi giymeyi mülkün ıslahına medar olur zannetmek kabilindedir" demişti. Enver Paşa'nın Birinci Dünya Savaşı yıl­larında "huruf-u munfasıla" denilen biçimde Arap harflerinin bi­tiştirilmek yerine ayrı ayrı kullanılmasını sağlamak için bir giri­şimde bulunduğu, ama bu reformun savaş ertesine bırakıldığı bi­linmektedir. Cumhuriyet'in ilanından sonra, 1926'da Bakü'de toplanan bir kongredeyse o zamana kadar Türkçelerini Arap harfleriyle yazan Sovyet halkları Latin harflerine geçmek kara­rını alırlarken, Fuat Köprülü'nün başkanlığındaki T. C. delege­leri çekimser kalmıştı.

Kaldı ki, Türklerin Arap harflerini güzel ve estetik (kaligrafık) olarak yazmakta, övündükleri özel bir becerileri vardı. "Kuran-ı Kerim Mekke'de nazil olmuştur (Peygambere inmiştir), Kahire'de

157

Mete Tuncay

tilâvet edilmiştir (usulüne göre okunmuştur), İstanbul'da (en başa­rılı hüsn-ü hatla) yazılmıştır" sözünü hatırlatmak gerekir.

Yazı Devrimi, simgesel önemi bakımından belki Şapka Devrimi'yle karşılaştırılabilir. Fakat şapka giymeye ancak "Frenk mukallitliği" (öykünmeciliği) diye karşı çıkılabilirken, alfabe de­ğiştirmek, bir kuşak içinde o zamana kadar yazılmış bütün ya­pıtları okunmaz/anlaşılmaz hale sokmuştur. Bu, düşünülebilecek en köktenci kültür değiştirme girişimiydi. Çünkü İslâm dininin de, yükseltilmek istenen Türk milliyetçiliği ışığında yeniden biçimlendirilmesini ima ediyordu.

Yazı Devrimi'ni, Cumhuriyet'in ilk on yılında dil üstünden denenen "İslâmiyeti Türkleştirme" hareketleri bağlamında de­ğerlendirmek gerekir. Önce, 1926 ilkbaharında Türkçe'yle na­maz kıldırma denemeleri yapılmış, dört yıl sonra İlahiyat Fakül­tesi çevresindeki bir grup "modernist" İslamcıdan oluşan bir ku­rul "reformasyon" önerileri hazırlamıştır. 1932 başlarında da (Ramazan ayı içinde), Türkçe Kuran tutar mı, tutmaz mı diye araştırılmıştır. [Bu son konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. Dücane Cündioğlu, Türkçe Kuran ve Cumhuriyet İdeolojsi, (İs­tanbul: 1998).] İbadette Türkçe Kuran'ın zorlanmasından o dö­nem vazgeçilmekle birlikte, aynı yılın sonlarından 1950'deki Demokrat Parti iktidarına kadar, Ezan ve Kâmet Türkçe okun­muştur. Türkçe Kuran konusu, 20. yüzyılın sonunda bazı çevre­lerce yeniden savunulan bir dava oldu.

19. yüzyılda Osmanlı çağdaşlaşmacıları arasında ortaya çı­kan, genel olarak dinin, bizim özelimize de İslâmiyetin "mani-i terakki" (ilerlemeye engel) olduğu fikri, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında da devam etmiştir. Pozitivistçe bir "bilime inanma" tutumuyla iki yoldan birini seçmek gerekiyordu. Kemalist hâkim düşünceye göre, Batı'da Lutherci Protestan Reformasyonu kutsal kitabı ulusal dillere çevirince Hıristiyanlık çağdaşlık yoluna gir­mişti. Biz de onun gibi yapabilirdik. Öteki yol, Sovyet Dev-rimi'nin yaptığı gibi, açıkça dine karşı çıkmaktı. Sanıyorum, kamu güvenliği açısından, sıradan halkın dindar kalmasının daha istenilir olduğu düşünüldü. Onun için, öncelikle İslâm Re-

158


Eleştirel Tarih Yazıları

formasyonu projesi üstünde duruldu. Bu yalnızca bir dil ve yazı sorunu değildi; ibadet düzeninin de değiştirilmesi, örneğin secde etmek yerine, camilere oturacak sıralar konulması, müzikli ayinler yapılması vb. önerildi. Kuran'ın Türkçe'ye çevrilip iba­dette Arapça Özgün metnin yerine bunun kullanılması fikri yay­gın bir hoşnutsuzluk yaratınca, zamanın ve zeminin henüz uygun olmadığı gerekçesiyle İslâm reformasyonu düşüncesi rafa kaldı­rıldı.

Türkiye'de hiçbir zaman, dine Sovyetler'deki kadar açıkça karşı çıkılmamış olmakla birlikte [unutmayalım ki, orada Mos­kova'nın bir katedrali büsbütün yıkılmış, Leningrad'ın Kazan katedrali ise Tanrı-tanımazlık müzesi yapılmıştı!], özellikle Cumhuriyetin ilk on yılında, İslâm konusunda inanılması güç boyutlara varan bir "mübalâtsızhk" (diyelim, umursamazlık) gösterilmiştir. Örneğin, bir ara Sultanahmet Camii'nin resim galerisi yapılması önerilecek kadar ileriye gidilmişti.

" Cemal Reşit Rey anlatıyor: "1926 Ağustosunda maarif vekili [Mustafa] Necati Bey bir Sanayi-i Nefise [Güzel Sanatlar] Encümeni toplamıştı. Bu encümene beni de davet etti. İşte o encümende alınan kararla mektepler­den Alaturka müzik tedrisatı kaldırıldı. Böyle isabetli kararların yanında fazla cüretkâranelerinin de alınmasına ramak kaldığına şahit oldum. Bu encümenimizin reisi rahmetli Namık İsmail Yegenoğlu] ile rahmetli Çallı İbrahim, Necati Beye bir dilekçe sundular. Bu dilekçede ressamların eser­lerini teşhir edecek bir galeriden mahrum bulunduğu belirtiliyor ve hükümetten bu iş için bir mahal isteniyordu. İstenilen mahal neydi biliyor musunuz? Sultan Ahmet Camii. Ancak ilave ediliyordu ki, camide yukarı­dan gelen ışığın az oluşu resimlerin en iyi şerait altında teşhirine mani idi. Bunun için kubbede delikler açılması teklif edilmişti. Necati Bey mu­vafakatini vermek üzere iken, rahmetli Mimar Kemalettin Beyin pürhıddet yerinden kalkarak söylediği sözlerden sonra bu karardan vazgeçildi."

Yazarın muhtemelen Cumhuriyet gazetesinde çıkmış olan "Atatürk ve Müzik" başlıklı makalesinin tümü şu kaynakta aktarılmıştır: Atatürk Devrimleri İdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı Et­kileri (istanbul: Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Yayınları, 1980), S. 142-45.

159


Mete Tuncay

Bence asıl endişe edilen, bu tür düzeltimlere dinin ve din adamlarının güç kazanmaları ve laik iktidara rakip bir yetke mer­kezi oluşturmaları ihtimaliydi.

Dinin her yerde ve her zaman toplum üyelerinin dünya görüş­lerini özellikle eğitim üstünden kalıplayageldiği bilinmektedir. Bizde, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde mühendislik ve tıp okullarından itibaren geleneksel medrese ve tekkelere rakip bir dünyevî eğitime yönelme başlamıştı. Hatta, uygulamaya dönük bu (amelî) bilgi dallarına, dinbilgisiyle Özdeş olan "ilim" yerine, "fen" deniyordu. Nitekim, yeni kurulan Osmanlı üniversitesine de, fenlerevi anlamındaki "Darülfünun" adı verilmişti. (Rusya'da Büyük Petro'nun akademisi kurulurken, bilim yerme, tıauk söz­cüğünün kullanılmasında da benzer kaygılar rol oynamıştır.)

Sultan II. Abdülhamit'in 1876 Anayasası'nı "talik" etme (as­kıya alma) gerekçesi, meşrutiyet iyi ve çağdaş bir şey olmakla birlikte, halkın anayasalı yönetime henüz hazır bulunmadığı, eğitilerek çağdaşlığa hazırlanması gerektiğiydi. Bu tanı ve sa­ğaltma yönteminin, kamusal yaşamımızda bugüne değin geldi­ğini söylemek abartma olmaz.

Ne var ki, Cumhurıyet'in ilk döneminde benimsenen eğitim anlayışı, bilgi aktarımının yanı sıra eleştirel ve yaratıcı düşün­meyi amaçlamamış, yapılan devrimlerin içselleştirilmesi ve ya­yılması için bir rejim propagandası aracı olarak kullanılmak is­tenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaşlaşma projesi, akla ve bilime beslediği inanç bakımından, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri­nin (yani 1839-1918 yıllarının) devamı niteliğindeydi. Şu farkla ki, o dönemlerin sakıngan ve uzlaşmacı tutumuna karşılık, Cum­huriyetçiler daha gözü kara davranıyorlardı. Osmanlı uzlaşmacı­lığının "telifçi" (eklektik, hatta senkretik) olduğu, içinde çeliş­kiler barındırdığı doğrudur. Fakat, "uzlaşma" çağdaş liberal de­mokrasi kültürünün önemli bir öğesidir. Erken Cumhuriyet'in yönetici seçkinleri, kendi doğrularından çok emindiler. Bunları topluma kabul ettirmek için, geleneklerle uzlaşmayı düşün-

160

Eleştirel Tarih Yazdan

müyorlar, halk yığınlarını laik eğitim yoluyla "irşad" ve "ik-na" etmeyi amaçlıyorlardı.

Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilanından yedi ay önce, Konya'daki Türk Ocağı'nda yaptığı bir konuşmada, aydınlara yol göstermek için kullandığı bu terimler (ve aynı aydınları suç­layan karşıtları: "tahakküm"-"tecebbür"-"istibdat"), İslâm din-biliminden ödünç alınmış kavramları yansıtmaktadır. Ben, bu konuşmanın bazı bölümlerini, TC'nde Tek Parti Yönetiminin Ku­rulması 1923-31 (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay., 1999, 3. bas.) kitabımda (s. 219'da), Gazi Paşanın o zamanki halkçılık anlayı­şını göstermek için alıntılamıştım. Gazi, burada İslâmiyetin "aklî ve tabiî din" {rational and natura! religion) olduğunu, ama "ciddi ve hakiki ulema" dışındaki din adamlarının yalnız onun kişisel inançlarına değil, "millet'in yaşam ve çıkarlarına aykırı tutumları nedeniyle "tepelenmeleri" gerektiğini savunuyordu. Daha sonra da, "avam" ile "münevverân" zihniyetleri arasındaki uyumsuzluktan yakınıyordu: "Sınıf-ı münevver telkinle, İrşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaa muvaffak olama­yınca, başka vasıtalarla tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre başlar, halkı istibdatta bulundurmaya kalkar."

Kamusal alanda, doğru'nun, iyi'nin, yararlı'nın ne olduğunu, (dini ya da ideolojisi yoluyla) bilen bir kimsenin, halka uzlaş­maya, onlara dayanışmaya ihtiyacı yoktur. Hatta doğruyu bile­nin, onu topluma zorlamasının ahlakî bir ödev olduğu bile söyle­nebilir. Atatürk'ün 1923 Martında, aydınları sıradan halkı kendi doğrularına inandırmaya çağırması, zorlamanın uygulamada işe yaramamasından ötürüdür. Ama, uyum sağlama yönünde sonuç alabilmek için geleneklerle uzlaşmayı, yerleşik inanışlara "ta­vizler" (ödünler) vermeyi aklına getirmemektedir.

Pekiyi, Cumhuriyet devrimleri hiç yapılmasalar daha mı iyi olurdu? Buna "evet" demek, elbette olanaksızdır. Kurumsal bir olasılık, 1920'lerdeki ve 30'lardaki Jakoben çağdaşlaşmışlığın daha sonraki yıllarda da sürdürülmesiydi. Bu yolu kapatan iç ve dış nedenleri hep biliyoruz. Fakat farz-ı muhal onlar olmasalar da, gerçekleştirilebilecek sonuç, ne tür bir "çağdaşlık" olacaktı?

161


Mele Tuncay

Bence asıl endişe edilen, bu tür düzeltimlere dinin ve din adamlarının güç kazanmaları ve laik iktidara rakip bİr yetke mer­kezi oluşturmaları ihtimaliydi.

Dinin her yerde ve her zaman toplum üyelerinin dünya görüş­lerini özellikle eğitim üstünden kalıplayageldiği bilinmektedir. Bizde, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde mühendislik ve tıp okullarından itibaren geleneksel medrese ve tekkelere rakip bir dünyevî eğitime yönelme başlamıştı. Hatta, uygulamaya dönük bu (amelî) bilgi dallarına, dinbilgisiyle özdeş olan "ilim" yerine, "fen" deniyordu. Nitekim, yeni kurulan Osmanlı üniversitesine de, fenlerevi anlamındaki "Darülfünun" adı verilmişti. (Rusya'da Büyük Petro'nun akademisi kurulurken, bilim yerine, nauk söz­cüğünün kullanılmasında da benzer kaygılar rol oynamıştır.)

Sultan II. Abdülhamit'in 1876 Anayasası'nı "talik" etme (as­kıya alma) gerekçesi, meşrutiyet iyi ve çağdaş bir şey olmakla birlikte, halkın anayasalı yönetime henüz hazır bulunmadığı, eğitilerek çağdaşlığa hazırlanması gerektiğiydi. Bu tanı ve sa­ğaltma yönteminin, kamusal yaşamımızda bugüne değin geldi­ğini söylemek abartma olmaz.

Ne var ki, Cumhuriyet'in ilk döneminde benimsenen eğitim anlayışı, bilgi aktarımının yanı sıra eleştirel ve yaratıcı düşün­meyi amaçlamamış, yapılan devrimlerin içselleştirilmesi ve ya­yılması için bir rejim propagandası aracı olarak kullanılmak is­tenmiştir,

Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaşlaşma projesi, akla ve bilime beslediği inanç bakımından, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri­nin (yani 1839-1918 yıllarının) devamı niteliğindeydi. Şu farkla ki, o dönemlerin sakıngan ve uzlaşmacı tutumuna karşılık, Cum­huriyetçiler daha gözü kara davranıyorlardı. Osmanlı uzlaşmacı­lığının "telifçı" (eklektik, hatta senkretik) olduğu, içinde çeliş­kiler barındırdığı doğrudur. Fakat, "uzlaşma" çağdaş liberal de­mokrasi kültürünün önemli bir öğesidir. Erken Cumhuriyet'in yönetici seçkinleri, kendi doğrularından çok emindiler. Bunları topluma kabul ettirmek için, geleneklerle uzlaşmayı düşün-

160

Eleştirel Tarih Yanlan

müyorlar, halk yığınlarını laik eğitim yoluyla "irşad" ve "ik-na" etmeyi amaçlıyorlardı.

Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilanından yedi ay önce, Konya'daki Türk Ocağı'nda yaptığı bir konuşmada, aydınlara yol göstermek için kullandığı bu terimler (ve aynı aydınları suç­layan karşıtları: "tahakküm"-"tecebbür"-"istibdat"), İslâm din-biliminden ödünç alınmış kavramlan yansıtmaktadır. Ben, bu konuşmanın bazı bölümlerini, TC 'nde Tek Parti Yönetiminin Ku­rulması 1923-31 (İstanbul: Tanh Vakfı Yurt Yay., 1999, 3. bas.) kitabımda (s. 219'da), Gazi Paşanın o zamanki halkçılık anlayı­şını göstermek için alıntılamıştım. Gazi, burada İslâmıyetin "aklî ve tabiî din" (rational and natura! religion) olduğunu, ama "ciddi ve hakiki ulema" dışındaki din adamlarının yalnız onun kişisel inançlarına değil, "millet"in yaşam ve çıkarlarına aykırı tutumları nedeniyle "tepelenmeleri" gerektiğini savunuyordu. Daha sonra da, "avam" ile "münevverân" zihniyetleri arasındaki uyumsuzluktan yakınıyordu: "Sınıf-ı münevver telkinle, irşadla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre ikııaa muvaffak olama­yınca, başka vasıtalarla tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre başlar, halkı istibdatta bulundurmaya kalkar."

Kamusal alanda, doğru'nun, iyi'nin, yararlı'nın ne olduğunu, (dini ya da ideolojisi yoluyla) bilen bir kimsenin, halka uzlaş­maya, onlara dayanışmaya ihtiyacı yoktur. Hatta doğruyu bile­nin, onu topluma zorlamasının ahlakî bir ödev olduğu bile söyle­nebilir. Atatürk'ün 1923 Martında, aydınları sıradan halkı kendi doğrularına inandırmaya çağırması, zorlamanın uygulamada işe yaramamasından ötürüdür. Ama, uyum sağlama yönünde sonuç alabilmek için geleneklerle uzlaşmayı, yerleşik inanışlara "ta­vizler" (ödünler) vermeyi aklına getirmemektedir.

Pekiyi, Cumhuriyet devrimleri hiç yapılmasalar daha mı iyi olurdu? Buna "evet" demek, elbette olanaksızdır. Kurumsal bir olasılık, 1920'lerdeki ve 30'lardaki Jakoben çağdaşlaşmışlığın daha sonraki yıllarda da sürdürülmesiydi. Bu yolu kapatan iç ve dış nedenleri hep biliyoruz. Fakat farz-ı muhal onlar olmasalar da, gerçekleştirilebilecek sonuç, ne tür bir "çağdaşlık" olacaktı?

161


Mete Tuncay

Belki biçimsel olarak ileri ülkelere benzeyen, ama özünde çağ­cıllıktan uzak, özgürlüklerden, insan haklarından, demokrasiden yoksun bir yaşayış. Ya da daha yavaş, sindire sindıre, halkın ka­tılımıyla, onun istediği yönde yürümek. Halk çoğunluğunun uzun dönemde yanlış bir yolda ısrar etmeyeceği, İslâmî bir kabul olduktan başka, demokrasinin de temel varsayımlarındandır.

Mesele, meşrutiyeti ya da demokrasiyi, halk onları yaşamaya hazır hale geldikten sonra tadı çıkarılacak rejimler diye dü­şünmemek, sorunların üstesinden gelmeye çalışırken bu çağdaş siyasal yönetim biçimlerini uygulamaktır. Geçmişte öyle ya­pılsaydı, bugün böyle olmazdık. Ama, rahmetli babamın diline pelesenk ettiği totolojiyle, "Olmuş bir şeyin olmamış olmasına imkân olmadığı gibi, olmamış bir şeyin olmuş olmasına imkân yoktur."

Sol Kemalizm'e Bakıyor'dan [Bir Söyleşi] Mustafa Suphi Öldürülmeseydi*

Kemalizm, çağdaşlaşmayı Batılılaşma diye anlayan, Osmanlı İmparatorluğu'nda en azından Tanzimat'tan beri oluşan çağdaş-laşmacı akımın devamı olarak, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itiba­ren Fransız devrimindeki Jakoben, tepeden inmeci yöntemlerle çağdaşlaşmayı gerçekleştirmeye çalışan ve bunu biçimsel öğe­lere ağırlık vererek düşünen bir harekettir. Esas itibariyle bir ekonomi politikası yoktur. Toplumsal yeniliği gerçekleştirmek için de siyasal araçlardan yararlanmayı ummaktadır. Kemalizm için bunlar söylenebilir.

Başlangıçtan itibaren Türkiye'deki sol hareketle Kemalistler arasındaki ilişkilere bakarsak...

- Türkiye'de sol hareket de yine çağdaşlaşmacı genel akımın içinde yer almaktadır. Bunu vurgulamak gerekir. Solun ilk yılla­rında, biraz şabloncu da olsa, farklı bir gelişme, çağdaşlaşma stratejisi vardır. Ama geniş ölçüde, Kemalizm'in gerçekleştir­mek istediği reformlarla solun çağdaşlaşmayla erişmek istediği noktalar çakışmaktadır. Bunun için solun Cumhuriyet döne­minde büyük sıkıntısı oldu. Bir taraftan, diyelim, altyapıyla ilgi­lenerek toplumsal dü-zeltimleri farklı bir ekonomik temele oturtmak isterlerken, bir taraftan da sonunda erişmek istedikleri bazı durumların Kemalist reformlarla ortaya çıktığını görünce, buna bir sempatiyle bakmak, içten içe sevinç duymak duru­munda kaldılar. Bir taraftan karşı çıkıyor, bir taraftan da sonuç­larını sevinçle karşılıyorlardı. Böyle bir ikircikli durumda kaldı­lar. Aslında Kemalizm'i bir anda oluşmuş bir şey değil, yıllar boyunca ortaya çıkan, kendisini tamamlayan bir düşünce diye görürsek, başlangıçta, mesela Türkiye'nin kapitalist-olmayan yolda bir Kemalist iktidarla geliştirilebileceğine dair solun umutları vardı. Özellikle 1925 öncesinde gizli parti, yani yasa-

162


Der. Levent Cinemre-Ruşen Çakır, Sol Kemalizm'e Bakıyor, (Metis Yay., İstanbul), s. 15 vd.

163


Mete Tuncay

dışılığa itilmiş olan TKP de böyle düşünüyordu. 1925'ten sonra ise partinin içinde böyle düşünmeye devam eden insanlar dışlandılar ve bunlar daha sonra giderek "Kadro" hareketini kur­dular. Benim Türkiye 'de Sol Akımlar adlı kitabımda, daha sonra da doğru bir sezgi olduğuna inandığım görüş, Kadrocular'ın dö­nek olmadıkları, dönenin TKP olduğudur. Yani 25'ten önce on­lar, Ankara'daki siyasal iktidarı işbirliği yapılabilecek, içine sı­zarak bir şeyler kotarılabilecek bir yapı diye görülürken, 25'ten sonra bundan vazgeçtiler. Bunun nedeni, her durumda bir miktar görüş sahipleri arasındaki -diyelim.

Şevket Süreyya ile Şefik Hüsnü grubu arasındaki- kişisel çe­kişmeye dayanır; fakat onun Ötesinde Ankara hükümetinin de değiştiğini, yani 1925 Öncesiyle sonrasında en azından tutu­munda vurgu farkları ortaya çıktığını teslim etmek gerekir. Yani değişen sadece TKP değil, Ankara hükümetinin kendisidir de. Başka bir şey, Türkiye'de milliyetçilik çok yeni idi. Bugün nasıl çevremize bakınca, Kürt arkadaşlarımızın, hatta solcu Kürt arka­daşlarımızın önce Kürt olduklarını gözlemliyorsak, bundan 70 yıl önce Türk sol hareketindeki insanlar da çoğu kere farkında olmadan, milliyetçi idiler. Yani Türk milliyetçiliği o kadar yeni ve coşkun bir şeydi ki, soldaki insanlara da damgasını vuru­yordu. Bu da bir ek faktör olarak, solun Kemalizm'e iyi gözlerle bakması sonucunu doğuruyordu. Zaten yavaş yavaş ortaya çıkı­yor ki, 1925 öncesinde Türkiye solu henüz Sovyetler'le sıkı bir ilişkiye girmediği dönemde, Türkiye solunda çok daha özgür ve yaratıcı düşünce vardı. Bu da Kemalizm'le yahut ön-Kema-lizm'le işbirliği yapılabileceği duygusunun egemen olduğu bir döneme denk geliyor. Fakat 1925'ten sonra TKP, Türkiye içinde çok sıkıştırılıp da birçok önderleri yurt dışında yaşamak ve Komıntem disiplinine ayak uydurmak zorunda kalınca, artık öyle eskisi gibi özgür ve eleştirel bir şekilde Türkiye için sol tahliller yapmaları sona eriyor, Komintem'in karara bağladığı klişeleri Türkiye için tekrarlamakla yetiniyorlar. Bu dönemde bu sefer asıl üzerinde durmaya çalıştığımız sol-Kemalizm ilişkisi bakımından başka bir mesele çıkıyor: Kemalizm hiç şüphe yok, içeride baskıcı bir siyasal rejim. Fakat dış politikasında Sovyet

Eleştirel Tarih Yazıları

dostluğunu izliyor. O dönemdeki Komintem'in temel kaygısı da (Sovyetler Birliği'nde o zaman öyle söyleniyordu) "sosyalist anavatan"ın çıkarlarını her şeyin üstünde tutmaktı. Dolayısıyla solcular bir yandan milliyetçilikleri nedeniyle, bir yandan onlar da çağdaşlaşmayı Batılılaşma diye görüp, Kemalist reformların Batıcı ürünlerine sevinmeleri nedeniyle, bir yandan da Kemalist hükümetin dış politikada Sovyet dostu olması nedeniyle Kema­list rejime karşı çok sakıngan davrandı -bu, bugün bir hayli unutulmuş durumdadır, ama 1930'lardaki Sovyet dostluğu, me­sela uluslararası konferanslarda Türkiye'nin bir Sovyet uydusu gibi görünmesine yol açacak kadar ileriydi. Türk delegesi her toplantıda Sovyet delegesinin parmak kaldırmasına göre oy ve­rirdi. Sonradan zannedildi ki, sadece 1950 sonrasında Ame­rika'nın izleyicisi olduk, dış politikada. Oysa 30'larda, Sovyet-ler'in izleyicisiydik. Böyle bir açmaz vardı. Sovyet dostluğu ne­deniyle, solcular çok ileri gidemiyorlardı. Uluslararası Komünist dergisini izlerseniz, mesela Bulgar komünistlerinin 1930'larda iktidarda olan partilere ve kişilere karşı ne kadar sert olduğunu, Yunan komünistlerinin keza kendi ülkelerinde iktidarda bulu­nanlara karşı ne kadar sert olduğunu, buna karşılık Türk komü­nistlerinin CHP iktidarına karşı oldukça sakıngan davrandığını gözlemleyebilirsiniz. Ama tabiî, bu tek taraflı bir aşktı. Kemalistler'in tek parti diktatörlüğü çerçevesi içinde herhangi bir mu­halefete, bu arada da sol muhalefete, komünistlere karşı da ta­hammülleri yoktu. Doğan Avcıoğlu sanıyorum ki oldukça abar­tıyordu, "Atatürk döneminde hiç kimse solculuktan hapse gir­medi," diye. Bu tamamen yanlıştır. Periyodik tevkifler var, zaten yeraltı partisinin üyeleri bir avuç. Her yakaladıklarında, CHF diktatörlüğü komünistlerin canına okuyor. Durum buydu.



Mustafa Suphi'ye dönersek. O dönemde Kurtuluş Savaşı'na da­hil olma girişimleri, Anadolu'daki tüm sol çevreleri bir araya getirme, toparlama, bir komünist ya da sol cephe oluşturma ça­baları. Bunlarla Kemalistler arasındaki ilişkiler ve kavga; so­nuçta Mustafa Suphiler'in katledilmesiyle, sol cephenin da-ğıtılmasıyla sona eren kavga. Şöyle bir şey söylemek mümkün mü acaba? Gerçi siz Mustafa Suphi'yi milli komünizmin en

164


165

Mele Tuncay

önemli temsilcilerinden biri sayıyorsunuz, ama Suphi'nin o dö­nemde Anadolu 'da bir şeyler başarabileceğini düşünmek müm­kün mü acaba?

- Suphi konusu çok tartışıldı. Bir kere Suphi'nin temelde bir mil­liyetçi tarafı olduğunu her zaman düşündüm. Mesela Mustafa Suphi mason. Ama masonluğa bir itirazı var, masonluğun enter­nasyonalizmine;


Yüklə 1,08 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin