Mezhep, mezhepler



Yüklə 1,4 Mb.
səhifə44/48
tarix07.04.2018
ölçüsü1,4 Mb.
#47039
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   48

MÜTEKADDİMÛN

Önce gelenler, öne geçenler, daha önce gelip geçen anlamında bir terim. İslâm hukukçuları genelde ilk üç asırda yetişmiş âlimler hakkında kullanılır. Hicrî ilk üç asırdan sonra gelen âlimlere ise, sonrakiler anlamına gelen Müteahhirun ismi verilmiştir. Mütekaddimun için "Selef"; Müteahhirun için "Halef" isimleri de kullanılmaktadır. Genelde bu tasnif, Ehl-i Sünnet âlimleri hakkında kullanılır. Hattâ Şemsu'l-Eimme Abdülaziz b. Ahmed el-Halvanî (448/1056)dan önce yaşayan İslâm hukukçularına "Mütekaddimun" denilir.

Alimlerin bu şekilde bir ayırıma tabi tutulmaları yaşadıkları zamanla ilgili olmakla birlikte, bu tasnifte başka hususlar da gözetilmiştir. Mütekaddimun ile Müteahhirun arasında nitelik bakımından da bir takım farklar sözkonusudur.

Mütekaddimun'un ilk nesli Sahabedir. Sahabe, Peygamber (s.a.s.)'i görme ve onun eğitiminden geçme bahtiyarlığına ermişlerdir. Bu sebeple İslâm tarihi ve dinî açıdan ayrı bir değere sahiptirler. Onlar, Peygamber(s.a.s.)'in eğitiminden geçmelerinin yanı sıra Kur'ân'a da daha vakıftırlar. Kur'ân onların konuştukları lisan ile inmiş ve Kur'ân'ın inişine de şahid olmuşlardır.

Mütekaddimun'un ikinci nesli olan Tabiîn nesli ise, Sahabenin eğitiminden geçmiştir. Hiç şüphesiz bu, onlara ayn bir özellik kazandırmıştır. Aynı şekilde sonra gelen her nesil, bir önceki neslin eğitiminden geçmiştir.

Mütekaddimun, sahip oldukları özelliklerden dolayı İslâm ümmetinin önderleri; Müteahhirun ise tabi durumundadır. Mezhep imamlarının tümü Mütekaddimundandır.

Mütekaddimun'un üstün özelliklere sahip olmaları, İslâm'ın çeşitli alanlarına bakış açılarının da netliğini ortaya koymaktadır.

Mütekaddimun, Arap diline tam anlamıyla vakıf olmaları ve dine olan katıksız samimiyet ve ihlasları sebebiyle nezih bir itikada sahip idiler. Allah ve Rasûlü'nün söylediklerini olduğu gibi kabul ediyor ve hiçbir te'vile tabi tutmuyorlardı. İslâm dışı yabancı kültürlere sebatla karşı koyuyor ve engin ilimleriyle onlara cevap veriyorlardı.

Mütekaddimun'un fakihlerine gelince...

lk üç asır fakihleri, her türlü mezhebî taassuptan uzak idiler. Fıkıh, Kur'ân ve Sünnet'ten kaynaklanıyordu. Onlar Kur'ân ve Sünnet'e aykırı düştüğüne inandıkları mezhep imamlarının ictihadlarını bile Kur'ân ve Sünnet'in ışığında eleştiriye tabi tutuyorlardı. Bu anlayışları, ictihadda hareketliliği sağlıyor ve İslâm hukukuna bir dinamizm kazandırıyordu.

Onların döneminde İslâm hukuku altın çağını yaşamıştır. Oysa sonra gelen fakihler, meselelere daha çok kendi mezhepleri çerçevesinde çözüm aramış ve kendilerini taklid ruhuna kaptırmışlardır.

Bu dönemin mutasavvıfları da şer'î nasslara daha bağlı idiler. Yabancı kültürlerin Tasavvuf üzerindeki etkileri daha azdı. Daha sonra ortaya çıkan ölülerden yardım isteme, onlarla tevessül; rabıta; şeyhlerin gaybı bildiği ve Levhi Mahfuz'u okudukları, kalblere muttali' oldukları, kâinatta tasarruf sahibi oldukları gibi anlayışlar mevcut değildi. Onlara ilham ve rüyalar değil, nasslar yol gösteriyordu. Hele Vahdet-i Vücûd gibi tamamen yabancı kültürlerin ürünü olan bir düşünce onlarda hiç mevcut değildi.

Netice olarak, Mütekaddimun döneminde İslâm düşünce ve kültürünün her alanı sonraki dönemlere nazaran daha nezih ve şaibesiz idi. Bu çağda ümmet üzerinde yabancı kültürlerin etkisi hemen hemen hiç yoktu.

Müteahhirun içerisinde de bu yolu izlemiş olanların varlığında şüphe yoktur. Ancak genel olarak bunu iddia etmek zordur. Eğer bir takım sapmalar olmasaydı, İslâm ümmeti bugünkü durumdan daha farklı bir konumda olurdu.485



FIKH-I EKBER

Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe (ö. 150/767)'nin itikâda dair kısa ve özlü eseri. Fıkıh, Mecelle'de "şer'î amel; meseleleri bilmek"486 şeklinde tarif edilmişse de Ebû Hanife devrinde, çeşitli ilimlerin henüz bağımsızlığını kazanmadığı bir dönemde fıkıh, kelâm ilmi ve inanç esaslarını da içine alıyordu. Eser bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber (En Büyük Fıkıh)" adını almıştır. Fıkh-ı Ekber'i, Aliyyü'l-Kârı, Ebû Hanife'nin diğer eserlerindeki düşüncelerini bir araya getirerek ve Fahruddin er-Râzı, Taftazanî, Konevî gibi bilginlerin fikirlerinden de yararlanarak şerh etmiştir.

Fıkh-ı Ekber'de yer alan akîde esaslarını şöyle özetleyebiliriz:

Bir yükümlüyü mümin hâline getiren iman esasları şunlardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak, Allahü Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliği sayı bakımından değil, ortağı bulunmaması bakımındandır.487 Allah'ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık ona benzemez.488 Allâh'ın geçmişte, gelecekte zatı ve fiilî sıfatları vardır. Hayat, kudret, ilim, kelâm, semî, basar, irade zatı sıfatlardır. Yaratma, rızık verme, ilk başta yaratmak, eşsiz bir şekilde yaratmak, Allah'ın sanatı; diriltmek, yok etmek, büyütmek, üretmek eşyaya şekil vermek ise fiilî sıfatlardandır. Allah'ın isim ve sıfatları sonradan yaratılmış olmayıp ezelîdir. Allah'ın kelâmı olan Kur'an, yaratılmış değildir. Mûsa peygamber ve başkalarının sözleri ise yaratılmıştır Allahü Teâlâ cisimsiz, cevhersiz var olan bir şeydir. Allah'ın sınırı, zıddı ve benzeri yoktur489, Allah'ın eli ve yüzü vardır. Ancak biz bunların keyfiyetini bilemeyiz.490

Allahu Teâlâ eşyayı, hiçbir şey olmaksızın maddesiz olarak yaratmıştır.491 Dünyada ve ahirette Allah'ın dilemesi, kader, kaza, bilgi, yazgı ve levh-ı Mahfûz'da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz. Ancak Allah'ın kaderi yazması vasıf şeklinde olup, hüküm tarzında değildir. Meselâ, "Hasan cehennemliktir", yazısı bir hüküm iken, "Hasan dünyada kendi iradesiyle kötü yolu tercih edip, kötü ameller işleyecek ve bunun sonucunda cehenneme girecek" yazısı, vasıf şeklinde yazmadır.

Allah, insanları küfür ve imandan boş olarak yarattı, sonra onlara emir verip muhatap kıldı. Küfre düşen, kendi işiyle kâfir olur. Allah ondan yardımını keser. İman eden de kendi fiil, ikrar ve tasdiki ile iman eder. Allah ona yardım edip, imanda muvaffak kılar. O, yaratıklarından hiçbirini küfür veya imana zorlamamıştır. İman ile küfür kulun kendi işleridir; İnsan fiilinin yaratıcısı gerçekte Allâh'tır.492 Kulların bütün fiilleri Allah'ın dileme, bilgi, kaza ve kader ile meydana gelir. Tâat ve ibâdetlerin hepsi Allah'ın emri, sevme, rıza, bilgi, dilemesi, kaza ve kader ile sabit olur. Kötülükler de aynı şekilde meydana gelir. Allah kötülüğü yaratmakla birlikte, ondan razı değildir.493

Bütün peygamberler büyük veya küçük günah işlemekten, küfre düşmekten ve çirkin işlerden korunmuşlardır. Ancak peygamberlerden bir bölümünün bazı kusur ve hataları olmuştur. Hz. Âdem'in unutarak veya azîmeti terkederek cennetteki ağaçtan yemesi494, Hz. Peygamberin bir soru soran Abdullah b. Ummü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve bu yüzden uyarılması495 bunlar arasında sayılabilir. Kusursuzluk Allah'a mahsustur. Hadiste şöyle buyurulur: "Eğer siz günah işlemeseydiniz Allahü Teâlâ günah işleyen bir kavim yaratırdı. Bu kavim günah işler, Allah'tan mağfiret diler, Allah da onları mağfiret ederdi"496

Hz. Muhammed Allah'ın elçisidir. Peygamberi ve kuludur. Hadiste "Hristiyanların İsa (a.s.) 'yı övdükleri gibi beni övmeyin. Allah'ın kulu ve elçisi, deyin"497 buyurulur. Hz. Peygamber putlara tapmamış, Allah'a kesinlikle eş koşmamış, küçük ve büyük hiçbir günah işlememiştir. Sadece bazı davranış tercihlerinde uyarılmıştır. Şu ayette bu manayı görmek mümkündür: "Allah seni affetti. Onlara niçin izin verdin?" (et-Tevbe, 9/43).

Hz. Peygamber'den sonra insanların en faziletlisi Hz. Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali (r.anhüm)'dür. Hz. Peygamberin sahâbelerini yalnız hayır ile anarız. Büyük günah işleyen kimse, bu günahın helâl olduğuna inanmadıkça dinden çıkmaz, Mümindir.

Mestler üzerine mesh etmek sünnettir. Ramazan ayında teravih namazı kılmak sünettir. Fâsık imamın arkasında namaz kılmak caizdir. Fâsık, mümin olarak dünyadan ayrılırsa ebedî cehennemde kalmaz. Hadiste "Günahından tövbe eden, günahsız gibidir"498



"Allah, kulundan tövbesini kabul eden ve kötülüklerini affedendir" (eş-Şûrâ, 42/25).

Peygamberlerin mucizeleri ve evliyânın kerâmeti haktır. Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin davasını doğrulamak için gösterilir. Ölüyü diriltmek, az olan suyu çoğaltmak gibi. Ümmetin kerâmeti, uyduğu peygamber'in kerâmetidir. Veli, taatlara devam eden, kötülüklerden sakınan, dünyevî lezzet, şehvet, gaflet, oyun ve eğlencelere dalmaktan yüz çeviren, Allah'ı ve sıfatlarını tanıyan kimsedir. Hz. Ömer'in Medine'de minber üzerinde iken Nihavend'te yerde askerlerini görmesi, Hâlid b. Velîd'in zehiri içtiği halde, bundan bir zarar görmemesi kerâmet kabilindendir.499 İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarında görülen olağanüstü hallere mucize veya kerâmet denilmez. Bunlara, ihtiyaçların giderilmesi denir. İblis'e yeryüzünde mesafe katetme yetkisinin verilmesi, Firavun'un emriyle Nil Nehri'nin dilediği yöne akması500 bu niteliktedir. Cenâb-ı Hak onlara bu yardımı küfür ve azaplarının artması için yapar.501




Yüklə 1,4 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin