Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə148/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   144   145   146   147   148   149   150   151   ...   178

Ticarî bakımdan ehemmiyetsiz olan küçük yollarda da, hayırseverler tarafından kurulan ve devletin himaye ve teşviklerine mazhar olan zaviye, hanekâh ve imaretler ticarî faaliyetleri hedef tutan hayır müesseseleri

olmamakla beraber, yolcuları barındırmaları, kervansarayların vazifelerine bir yardımcı olmaları dolayısıyla burada zikredilebilir.45

Selçuk kervansarayları, Osmanlı devrinde, bir taraftan Anadolu’da milletlerarası ticarî faaliyetlerin durması, öte yandan imparatorluk yollarının Selçuk Türkiye’si yollarına mutabık olmaması, bunların ehemmiyetini düşürmüş, birçoğunu az işleyen yollar üzerinde birer zaviye haline getirmişti. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Suriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikametini takip etmiş, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yol ancak bu üç vilayeti bağlayan tali bir yol mahiyetini almıştı. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu, ihtiyaç nispetinde yollar üzerinde Selçuklular gibi kervansaray inşasına devam etmiştir. Böyle olduğu halde Selçukluların hüküm sürdükleri sahalarda yolların değişmiş olmasına rağmen, bu türlü bir inşaat gözükmez. Fakat imparatorluğun, yalnız hac yolu olması dolayısıyla dinî değil, askerî ve siyasî ehemmiyeti bakımından da mühim olan İstanbul’dan Suriye’ye giden yol üzerinde, Suriye dahilinde, kervansaraylar bina ettiği gözönüne getirilecek olursa, İstanbul-Suriye arasında, Anadolu’dan geçtiği yerlerde, kervansaray yapıp yapmadığı araştırılmaya muhtaç bir mevzu olarak kalıyor. Suriye’de yapılan bu kervansaraylardan birinin vakfiyesine dayanarak Netâyicü’l-vukuat’ın verdiği malûmat bizim Selçuk kervansarayları hakkında verdiğimiz malûmatı ikmal etmek ve bunların teşkilat ve mahiyetlerini daha iyi belirtebilmek maksadıyla burada zikredilmek icabeder. III. Ahmed zamanında Enişte Hasan Paşa’nın yaptırdığı Kara Mugurt kervansarayının vakfiyesine göre, burası hacca ve bütün Arabistan taraflarına giden yolun bir geçidi iken zamanla köyleri yıkılmış, arazi boş kalmış ve bu havali hırsız ve eşkiya yatağı haline gelmiş olduğundan, Hasan Paşa, halkın refah ve asayişini, yolun emniyetini temin etmek maksadıyla bu yeri yedi bin beş yüz kuruşa satın alarak vakfetmiştir.

Vakıf, orada bir kale, içinde bir cami, iki hamam ve doksan ocaklı bir han, bir mektep, bir imaret, otuz dükkân ve burada vakıf işlerine ve şartlarını ifaya memur mütevelli, katip, vaiz, kayyim, müezzinler ve kale muhafızı olan neferler için evler inşa etmişti. Gelip geçen yolcuları korumak için günde on beş akçe ulufe ile yirmi altı nefer süvari, otuz akçe gündelik ile bir süvari ağası, yirmi akçe ile kethüda, on yedi akçe ile bir alemdar, on altı akçe ile bir çavuş ve kale muhafızı için onar akçe gündelik ile on beş nefer Piyade, on beş akçe ile bir dizdar, on ikişer akçe ile dört kapıcı tayin edildiği gibi, cami, mektep ve imaret memur ve müstahdemlerine de muayyen yevmiyeler tahsis edilmiştir. Bundan başka kervansarayda çalışan bütün insanlara orada pişen yemeklerden verileceği vakfiyede yazılıdır. Kervansarayda yolculara yemek veren imaret için de yılda yüz seksen beş kile pirinç, dört yüz kırk okka sade yağ, üç bin iki yüz okka koyun eti, üç yüz okka bal ve buna mümasil diğer maddeler tayin etmiştir.46 Bu, kervansarayların imar, iskan ve emniyeti temin bakımından ne büyük bir rol oynadıklarına, kervansarayların nasıl mamureler yarattıklarına güzel bir misaldir.

Sokullu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki kervansarayı hakkında Evliya Çelebi’nin verdiği malûmat bu müesseselerde cari olan usul ve adetleri göstermek bakımından dikkate değer: “Bir bab-ı-azim içre kal’a misal karşu karşuya 150 ocak han-i kebirdir. Haremli, develekli, ahırlı olup sadece ahuru üç binden ziyade hayvan alır. Kapuda daima dîdebanları nigehbanlık ederler. Ba’del’aşâ kapuda mehterhâne çalınup kapu sedd olunur. Dîdebanlar vakıftan kandiller yakup dibinde yatarlar. Eğer nisfülleylede taşradan müsafir gelirse kapuyu açup içeri alırlar; mâhazer taâm getirirler. Amma cihân yıkılsa içeriden taşra bir âdem bırakmazlar; şart-ı vâkıf böyledir. Ta cümle müsafirin kalktıkta yine mehterhâne döğülüp herkes malından haberdar olur. Hancılar, dellârlar gibi: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız, donunuz tamam mıdır’ diye rica edüp nidâ ederler.

Mûsafirin cümlesi ‘Tamamdır; Hak, sâhib-i hayrata rahmet eyleye’ dediklerinde, bevvâplar vakt’i şâfiî iki dervâzeleri güşâde idüp yine kapu dibinde ‘gafil gitmen, bisat gaip etmen, her kesi refik etmen, yürün Allah âsân getire’ deyü dua ve nasihat ederler. Herkes bir cânibe revân olur. Bu hanın garbında vüzera ve vükelâ, âyan ve kibar içün haremli, divan hâneli, yüz elli hücreli, hamamlı, kilerli, matbahlı bir sârây-ı azîm vardır ki, medhinde lisan kasırdır”.47 Sultan Süleyman namına yazılan kanunnamede kervansaraylar hakkında konulan hükümler Evliya Çelebi’nin ifadesini teyit etmektedir.

“Kervansaraycılar emin ve mutemed kimseler olup her sabah kervansaray halkına icazet vermeden kervansarayda konan halktan istifsar edüp kimsenin rızkı sırkat ve nehb olmadığı malum ve muhakkak olduktan sonra kârbânsaray kapısın açıvere. Ve Kârbânsaraycı bu manâyı eyidüp düstür vermiş olup sonra kârbânsaray halkından kimsene rızkın ve esbabın uğrılandı dise mesmû olmaya. Ve eğer kârbânsaraycı ol manâyı eyitmeden halka düstur vermiş olup ol gice kârbânsarayda konan halkın nesnesi uğrılanmış olup ki, muhakkak ola, kârbânsaraycıdan çun gadr oldu uğrılanan esbabın kıymetini kârbânsaraycıya tazmin ettüreler”.48
VIII.

Yollardaki kervansaraylara mukabil şehir ve kasabalardaki hanlar da tüccar ve yolculara mahsus olmakla beraber, bunların tamamıyla ticarî mahiyette ve ücretli müesseseler olduğunu burada belirtmek lazımdır. Elimizdeki bütün vakfiyeler bunu teyit etmektedir. Bundan dolayı bunlara asla ribât (nâdir olarak kervansaray) denilmeyip, sadece han denilmiştir. Şehirlerde ticari ehemmiyetleri nispetinde hanlar vardır. İbn Sa’îd, ana şehirlerden ve büyük merkezlerinden biri olarak vasıflandırdığı, Sivas yolunda (Kayseri-Sivas arası), yolculara mahsus olmak üzere, yirmi dört han bulunduğunu söyler.49 Orta Çağ’da Sivas’ın 120.000 nüfusu olduğunu50 bir Bizans tarihçisi söyler ki, bu şehir bütün şark-garp, şimal ve cenup yolları üzerinde büyük bir ticarî merkez idi. Ticarî maksat gütmeyen ilim ve tasavvuf adamları, dervişler ve fakirler için, her şehirden olduğu gibi, Sivas’ta da birtakım zaviyelerin bulunduğunu ve bu türlü misafirlerin hanlarda kalmadıklarını biliyoruz, Eflaki, Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in Konya’ya ilk gelişinde I. Alaaddin Keykubad tarafından davet edilmesi üzerine Bahaeddin’in ona “İmamların ineceği yer medrese, şeyhlerin hânekâh, beylerin saray, tüccarların han, rindlerin zaviye, gariplerin mastaba” olduğunu söyleyerek onun Altun-aba medresesine indiğini yazarken zamanın bu türlü müessese ve bunların gayelerini belirtmiş olur.51 Bu husus, diğer kaynaklarda ve bunlardan kalan vakfiyelerde tasrih edilmiştir. Şehirlerdeki hanlar yollardaki kervansaraylara benzer bir teşkilata malik idi. Meselâ, I. Keykavus’un Sivas’ta yaptırdığı Dârü’ş-şifâ’nın vakfiyesinde (618 tarihli) orada bulunan Emir Ahur İmadeddin Ayaz’a ait bir fondukta (han) bir mescid’in bulunduğu kaydedilmiştir. Nitekim ticaret maksadıyla şehirde bulunan yabancı tüccarlar arasında bir de Ceneviz kolonisi mevcuttu ki, bunların uzun zaman kiralayıp oturdukları Kemaleddin fondukunda da bir kilise bulunuyordu.52 Kırşehir’de Caca oğlu vakfiyesi yalnız vakfın orada on bir hanından bahseder ki, bunların birinde bulunan mescidin imamını ve onun maaşını kaydeder. Müntecibü’d-din’in eserinde Belh’te bulunan Ribât-i

Risman-furûşan’da bir medrese ve bir kütüphane bulunduğuna dair bir kayıt mevcuttur ki, bu müesseselerin teşkilatı bakımından dikkate şayandır.53 Evliya Çelebi Sivas’taki hanların sayısını on sekiz olarak verir.54 Fakat şehirlerde bulunan bu gibi hanlar, yalnız tüccar yolculara mahsus olmayıp bizzat tüccarların da yerleşip alışveriş ettikleri yerlerdir. Sahib Fahreddin Ali’nin Sivas’taki Şahibiyye medresesine ait mühim vakfiyesinde onun orada bulunan bir hanında on dokuz dükkân bulunduğu kayıtlıdır. Türlü kayıtlar bu çeşit hanların tüccarların cinsine ve ihtisasına göre ayrıldığını göstermektedir. Nitekim vakfiyelerde Pamuk hanı, Bezzazlar Hanı, Şekerciler Hanı, Saraçlar Hanı... gibi türlü ticaret veya tacirleri barındıran hanlara rastlıyoruz.

Şehirlerdeki bazı hanların halkın zevk ve eğlence yeri olarak kullanıldığı da gözükmektedir. Meselâ, XIII. asırda Konya’da bulunan Ziyaeddin Han’ı böyle idi.

Rivayete göre, burada çok güzel, hoş sesli, çengi çalan bir kadın vardı. Onu dinlemeye gidenlerin birçoğu kendisine ve sesine aşık olmuşlardı ki, sultanın hazinedarı Şerefeddin de bunlar arasında idi ve nihayet o, beş bin dinar (yani takriben yüz bin lira) mihr vermek suretiyle onunla evlenmişti.55

Ehemmiyetlerini belirtmeye çalıştığımız Selçuk kervansarayları hakkında daha etraflı bilgi edinmek, şüphesiz ancak bundan sonra çıkacağını umduğumuz vakfiye vesair vesikalarla mümkün olabilecektir.


DİPNOTLAR

1 İbn Haldun’un çok güzel ifade ettiği üzere, “Artık Hıristiyan kavimler Akdeniz’de bir tahta parçası bile yüzdüremiyorlardı”.

2 Selçuk Devri ticaretinde ait tafsilat yakında neşredeceğimiz “Orta-Çağ’da Türkiye İstisadi Tarihi” adlı eserimizdedir.

3 Bkz. R. Riefstahl, Cenubi-Garbi Anadolu’da Türk Mimarisi, Türk. ter. İstanbul 1941, s. 50.

4 F. Sarre, Reise in Kleinasien, s. 88.

5 Neşredeceğimiz “Selçuk vakfiyeleri” adlı eserimize bkz.

6 İ. H. Uzunçarşılı, Kitabeler II,. s. 50.

7 Selçuk vakfiyeleri’ne bkz.

8 Bu kervansaraylar için İbn Bibi mufassalına s. 230, 234, 591, 593, 611, 613, 621, 623, 626, 692; Aksarayi neşr. Osman Turan, 41, 42, 70, 125, 127, 299, 304, 307; F. Sarre, Reise in Kleinasien, Berlin 1891, s. 71, 83.

9 İbn Bibi, 256; A. Gabriel, Monuments Turcs d’Anatolie, II, p. 114, 167; İ. H. Uzunçarşılı, Kitabeler I, s. 75.

10 Yalnız Selçuk Devri’nin değil, laik mimarimizin en büyük ve medeniyet tarihimizin en kıymetli adidelerinden olan kervansaraylarımızın bugünkünden daha fazla tahribe uğramamaları için ilgili makamların teşebbüse girişmelerinin milli ve medeni bir borç olduğunu hatırlatmak lazımdır.

11 Bugün Kılıçarslan Kervansarayı’nın mevcudiyetine dair ne bir kitabi ve ne de bu isimde bir harabenin mevcut olduğunu bilmiyoruz. Fakat İzzeddin Keykavus ile Rükneddin Kılıçarslan arasındaki mücadeleden bahsederken İbn Bibi (s. 591-593) bunun Aksaray civarında bulunduğunu söyler. İbn Bibi, kervansarayı Kılıçarslan veya Sultan hanı adıyla zikreder ki, eserin hülasasını yapan kardeşi (Houtsma neşri) kervansaraydan yalnız sonuncu adile bahseder. Aksarayi ise daha sarih olarak Kılıçarslan ribatının Aksaray civarında olduğunu, Baycu’nun orada kışladığını söyler (s. 42). İbn Bibi muhtasarı sahibinin bu devir tarihini ve bu yolu iyi bilmesi dolayısıyla bu iki adın, yani sultan hanı ve Kılıçarslan hanı adlarının aynı şeye delalet ettiği şüphesizdir. Halbuki daha sonraları Alaeddin Keykubad tarafından Aksaray’a bir menzil mesafede yaptırılan kervansaraya da Sultan hanı adı verilmiş ve verilmektedir. Böyle olmakla beraber İbn Bîbî ve Aksarayî, bunu Alaed

din’in adını zikrederek tasrih ederler. Öte yandan Anonim Selçuk-nâme ve el-Veled üş-Şefik (s. 297) iki sultan arasında cereyan eden vak’ayı Alâeddin kervansaray yanında meydana gelmiş olarak yazarlar. Hattâ Niğdeli Kadı Ahmet bu muharebede ölen (İbn Bîbî, s. 592) dedesi Celâleddin Hutenî’nin mezarını da Alaeddin kervansarayı civarında söyler, ki bu vaziyette ona mensubiyeti dolayısiyle yanlış malûmat verdiğini sanmak mümkün olamaz. Kaynakların vak’ayı, Kılıçarslan veya Alâeddin kervansarayı civarında göstermeleri, kitâbe ve harâbesinin henüz tespit edilmemiş olmasına rağmen, birincisinin mevcûdiyetinden şüphelenmek tarzında değil, herhalde her iki kervansarayın birbirine yakın bir sahada bulunmasıyla izah etmek icabeder.

12 Müsâmeret-ül-ahbar s. 30; El-Veled üş-Şefik, Fatih kütüphanesi, No. 4519, s. 191, 292, 293; Anonim Selçuk-nâme’de buna dair faydalı kayıtlar vardır.

13 Müsameret-ül-ahbâr, s. 229, 304. İrincin kervansaray muharasında muvaffakıyetsizliğe uğramasını, Aksarayî’nin burçları tamirine atfederek ona tamir masrafına altı bin ilâvesiyle on altı bin dirhem ceza keserek orada ölen Moğolların diyetini tazmin ettirmiştir, ki müellif bunu İrincin’in zulümleri arasında zikreder: “Gariptir ki İslâmiyette, hükümet idaresinde memleket vakıfları nazırı için hiyanet töhmeti harabiyet olduğu halde, İrincin’in hükümetinde imar sebebiyle olmuştur”. Bu kervansaray II. Keykâvus ve IV. Kılıçarslan arasında vuku bulan mücâdele esnasında (652) Husameddin Bîcâr ve Feleküddin Halil tarafından böyle bir âkibete daha uğramış, kapıları yıkılmış, orada bulunan yolcuların bir kısmı öldürülmüş ve malları yağma edilmişti (İbn Bîbî, 613). Bu kapılar III. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında, 677’de, yeniden yapılmıştı, ki bunu ifade eden kitâbesi zamanımıza kadar gelmiştir. (F. Sarre, Reise, s. 36).

14 İbn-ül-Azrak, Târih Meyyafârkîn, s. 189 a. (British Museum).

15 Menâkib-ül-’ârifin, Ankara Umumî Kütüphanesi Yazması (varak 75 a).

16 Selçuk Devri’nin para meseleleri hakkında adı geçen eserimizde malûmat vardır.

17 Kitâbesi 626 (1229)’da yapıldığını göstermektedir (F Sarre, Reise, s. 85, 87).

18 A. Gabriel, hanın yapıldığı zaman ve bânisi hakkında bazı seyyahların ileri sürdüğü yanlış tahminleri tespit ve reddetmekle beraber kime ait olduğunu meydana koyamadığı gibi inşa tarihini de 650 yılına doğru kabûl eder (Mounuments Turcs d’Anatolie, I., p. 93-98), ki yanlıştır. Keykubâd’a ait olması dolayısıyla 634’ten sonra olamaz.

19 Rahala el-Sultan fî’l-yevm el-sâni ve nezele bi-menzileti karîb Hân el-Sultan ‘Alâuddin Keykubâd yu’refu bi-kervansaray ve hazâ’el-han bunyetun ‘azîmetün min nisbeti Han Karatay ve leha evkafun ‘azimetun ve min cumleti mâ vucide kariben minhu ezvâdun kesîretun min el ağnâm, tabeset fîhâ el-’asâkir el-mansûre se’eltü ‘anhâ fe-kîle: “İnnehâ vukıfe ‘alâ hazâ’l-hân yuzbehu nitâcuhâ bilvârîdîn ‘alâ hazâ’l-hân ve hazâ’l-ağnâm min cumletu’l-vukuf (Mesâlik-ül-absr), nşr. F. Taeschner, s. 16; Şubh-ul-a’şâ, XIV, s. 161; Baybars Tarihi, terc. Ş. Yaltkaya, s. 89.

20 Altun-aba vakfiyesi, Belleten XLII (1947), s. 197-235.

21 Er-tokuş vakfiyesi, Belleten XLIII, s. 415-429.

22 Karatay ve vakfiyeleri, Belleten XLV, s. 170.

23 Orta-çağda İslâm şehirleri, iç ve dış olmak üzere, iki kısımdan müteşekkil olup dış kısma zâhir veya rabâz, iç kısma da bâtın veya şehristûn adı verilir.

24 Kalkaşandî, Subh ul-a’şa, XIV, s. 152; el-Omarî, Mesâlik ül-abşâr, s. 10; ‘Aynî, ‘İkd ül-Cümân, XIX, s. 611, Velyüddin Ef. Ktp. No. 2391.

25 Bu zamanda kullanılan ölçüler hakkında “Orta Çağ’da Türkiye İktiSadî Tarihi”nde malûmat vardır.

26 Halbuki yukarıdaki Mısırlı müellif kervansarayda herkesin derecesine göre misâfir edildiğini söylüyor. Vakıf şartına aykırı olan bu keyfiyetin zamanla böyle bir şekil alıp almadığı şüphelidir. Bu belki Mısır ordusu için istisnaî bir hal olduğundan müellifi böyle bir ifadeye sevk etmiştir.

27 Bak. Halil Edhem, TOEm. XXXIII, s. 516.

28 “Ve dahi anda (imârette) kim ki hasta olası olursa ana hekim götüreler, ilâç ettireler ve hekim hakkın vireler ve edviye pahasın vereler ve anda kim ölesi olursa kefen saralar (İ. H. Uzunçarşılı, Kütahya Şehri, s. 82.

29 İbn ul-Esîr, XII, s. 94.

30 M. Cevdet, Zeyl ala fasl il-ahiyyet il-feteyân, İstanbul 1932, s. 288.

31 Aynı eser, 286.

32 W. Heyd, Histoire du Commerce du Levant, II, p. 113.

33 XVI. asır tahrir defterinde basit bir zâviye haline gelen kervansaraya ait vakıfların mühim bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu tarafından timar haline çevrilmiştir ki, bu türlü müdahaleler için daha birçok misaller mevcuttur.

34 Recherches sur le commerce génois dans la Mer Noire au XIII e siécle, Paris 1929, p. 167.

35 Rûz-i diger azm-i Konya numûdend, ahâli-i ber’âdet-i ma’hûd tâ be-kervansaray-i Sa’adeddin Köpek be-köşkhâ-i ârâste pezîre şûdend. (İbn Bîbî, 593).

36 Ribâtlar hakkında Prof. Fuad Köprülü’nün Vakıflar Dergisi’nde Ribât adlı mühim makalesine bakınız (II, s. 267-288).

37 K. Mesâlik el-memâlik, BGA. I, Leiden 1927, s. 289, 290.

38 Ahsen üt-tekâsım, BGA., III., Leiden 1906, s. 283.

39 Siyâset-nâme, Tahran Halhâli neşri, s. 6.

40 Bunun için misal olarak Râvendî, Rahat uş-Sudûr, (s. 65, 66); Necmeddin Râzi Mirsâd ül-’ibâd (s. 13)’nin parlak cümlelerine bak.

41 Siyâset-nâme, s. 71.

42 Aksârayî, Müsâmeret ül-ahbâr, s. 42, 127.

43 İbn Bîbî, s. 194.

44 Tarih-i Fahreddin Mübarekşâh, nş. D. Ross, s. 17.

45 Orta Çağ Türkiyesinde büyük bir yekûn tutan bu müesseseler hakkında, birçok vakfiyeleri elimizde bulunduğundan, kervansaraylara nazaran daha iyi bir durumdayız. Bunlar hakkında ayrı bir tetkik hazırlıyoruz.

46 Netâyic ‘ül-vukuat, II, s. 105-106. Prof. Fuad Köprülü Suriye’deki Osmanlı kervansarayları hakkında arkeolojik bir araştırma yapan J. Sauvaget’in makalesi dolayısıyla bu tarihî malûmatı vermiştir (Vakıflar Dergisi, II, s. 468).

47 Evliya Çelebi, III, s. 300.

48 TOE neşri, s. 8.

49 İbn Sa’îd, Kitâb bast al-arz, Tetuan 1958, s. 120. Bu kaynaktan bu malûmatı alanlar hanları Sivas’ta bulunduğunu söylemekle hata ederler. Kaynağın meydana çıkması üzerine bu hâtâ düzeltilmiştir (Ebü’l-Fidâ, Géographie, II, p. 139; Şubh ül-a’şa, V, s. 349).

50 Khalkokondyle, I, 47.

51 Menâkib al-’ârifîn, varak 8 a; Cl. Huart, terc. I, p. 22.

52 Bratianu, Commerce genois, p. 163.

53 Medrese-i Atabegî ve ribât Rismân-furûşân ve timâr daşt-’i hazâne-i kütûb derin ribât be-vey baz güzârend, ta hazâne-i kütüb-râ be-hazâr-i eime-i mu’teberân Dîvân birâderî’arz dihend ve tafsîl-i mühezzib-i münahhık hünend ve be-hâzin-i emîn-i sedîd sipârend. ‘Atabet’ ül-ketebe, Mısır Yazması, 35 b, 36 a. Bu kitap hakkınma Muhammed Kazvînî’nin, Bîst-Makale (II, s. 156)si’ne bakınız.

54 Seyahat-nâme, III, s. 253.

55 Eflâkî, Menâkib ül-ârifin, Ankara Umumî Ktp. Yazm. Varak, 89 b; Mevlânâ’nın Mektupları, İstanbul 1936, s. 75.


Tasvirlere Göre Anadolu Selçuklularında Giyim ve Kuşam

PROF. DR. ÖZDEN SÜSLÜ

Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

aiyim ve kuşam herkesin ilgisini çeken toplumsal psikolojik ve ekonomik çok yönlü bir konudur. Dış etkenlerden korunma amacı ile başlayan giyim ve kuşam moda denilen olgunun da yaratılmasına yol açmıştır. Anadolu Selçuklarının Anadolu’ya gelişleri (1071) ile yıkılışları (1308) döneminde yarattıkları sanat eserlerinde tasvirli figürlerin giyim ve kuşamları incelenmiştir. Konu ile ilgili yazılı kaynaklar, tarihçilerimiz tarafından yayımlanmış olduğundan, sanat tarihçisi olarak araştırmamızı tasvirlerin değerlendirmesi olarak düşündük ve konuya açıklık getirmeye çalıştık. Hıristiyan ve ikonografyasından gelen giyim tarzı ile tarikatların giyimleri araştırmamızın dışında bırakılmıştır.

Selçuklu giyim ve kuşamını oluşturan ögelerin; süs eşyalarının, öncü ve çağdaş çevrelerle yakınlıkları araştırıldı, aynı zamanda çeşitli sosyal sınıflardaki farklı giyim şekillerini belirli sembollerle simgeleyen figürlerin saray teşkilatı ile bağlantıları kaynaklara inilerek incelendi: Giysilerde kumaş desenleri ile devrin kumaşları arasında da paralellikleri tespit edildi. Konumuza ışık tutan bütün yayınlar mümkün olduğu kadar incelendi, bugüne kadar yapılmış olan bu dağınık çalışmaların yardımı ile konumuz içindeki tasvirlerde giyim ve kuşam hakkında toplu bilgi verilmeye çalışıldı.

Farklı Malzeme Üzerinde Giyim ve Kuşamın

Özellikleri

Başlık ve Saç Şekilleri: Kişinin başkalarından üstünlüğünü belirlemek için dış görünümü ile, giyimi ile, başlığı, saç ve sakal şekli ile farklı olmaya dikkat etmesi ilk insanlarla birlikte başlamıştır. İlkel topluluklarda başkanların başlarına koyduğu iri tüyler ve giydikleri postları ile farklı görünüşleri farklı bir sınıflamayı ortaya çıkarmıştır.

Müslüman topluluklarında diğer inanç ve görüşteki kişilerin giyimlerinde de farklılık görülür. Anadolu Selçuklularında Hıristiyanlar kemer takar, Museviler ise omuzlarına kırmızı kumaş parçası koyarak farklılık belirtiliyordu.1

Doğunun ideal güzelliğini gösteren tasvirlerde Türk tipi yuvarlak çehreli, şakaklara doğru hafif çekik badem gözler, yay kaşlar, sivri kalkık burunlu ve küçük ağızlıdırlar. Bele kadar inen örgülü saçlar Göktürk heykellerine kadar inmekte, arkada tek veya çift örgülüdür.2

Uygurlarda, Abbasilerde, Cevsak ûl-Hakani Sarayı duvar resimlerinde aynı tip saç örgüleri görülmektedir. Örgülü saç geleneği Anadolu Selçuklularında da devam etmiştir. Bu saç şekilleri tasvirlerimizdeki farklı malzeme üzerinde izlenir. Minyatürlerde genellikle diziler halinde önden ve arkadan bele veya ayak bileğine kadar iner. (Resim 1, a, b; Desen 4, 13 a, 134, 136, 137, 139, 140, 143 a, b, 164). Çini ve keramiklerde örgülü saçlar kulak hizasında veya omuza kadar iner. Düz, dışa kıvrık aynı zamanda kulak arkasından bağlanması ve kıymetli taşlarla süslenmesi de yaygın saç şeklidir (Desen 63, 65). Tek örgülü saçlar, önden ve arkadan omuza, bazen de bele kadar iner (Desen 66a, 67, 68, 69). Düz arkadan bele kadar inen saç tipine Türkler “Sığan Saç” derler3 Arkaya doğru salınan

saçlara “Sulundu” denir.4 Erkeklerin ördükleri saçlara “yûlidi”5 Kadınların ördüğü saçlarına“örgüç”denir.6 Örgülü saçlara keçi kılından yapılmış takma zülüflerinde ilave olarak takıldığı tasvirlerimiz arasında görülmektedir (Desen 63, 137, 139). Madeni eşya üzerinde malzeme farkına rağmen saç şekilleri net olarak görülür (Desen 110). Altın kakmalı bronz aynada süvarinin örgülü saçları önden beline kadar çift çizgi şeklinde işlenmiştir. Sikkeler üzerinde saçlar kulak arkasında toplanmıştır (Resim 4). Nadiren rastlanan kıvırcık saça “boğmak” kökünden gelen “boğurda” saç denir.7 Uzun saç modasını Mısır’da Memlûklerde benimsemişlerdi. 1315 tarihinde Mekke’yi ziyaret eden Muhammet Bin Kalaun, dönüşte saçlarını kesince uzun saç modası Mısır’da son bulmuş oldu.8

Başların etrafındaki hâleler semavi parlaklığı ve mevkii simgeler (Resim 1). Kadın figürlerini erkeklerden ayrılan yönleri süsleridir. Yüzlerine sürdükleri pudraya “üstübec-düzlük”, “kırşen” denirdi.9 Enğlik, 10 adı verilen kırmızı boyadan allık sürdüklerini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Cam isinden yapılan ağaç tığlarla kirpiklere sürülen sürme, Türk kadınlarının süs malzemeleri idi. Yüzlerine ben koydurmaları da bir gelenektir (Desen 63, 72, 75). Anadolu Selçuklu kadınları da avuç içine (Desen 139) ve başlarına kına sürdükleri kaynaklardan öğrenmekteyiz.11 Kadın başlarının erkeklerden ayrılan bir özellikleri de başlarına daha uzun saç koymalarıdır. Bu saç şekline “yetüt saç“-“yetrüm saç” veya “art saç” (arka saç) denir.12 Siyah ve Kızıla çalan saç renginin yaygın olduğunu kaynaklardan öğrenmekteyiz.13 Tasvirlerimizde doğunun ideal güzelliğini ifade eden figürlerde çeşitli başlık şekilleri görülür. Yaşmak, hanımların başlarını örtmek için kullandıkları tülbent veya ipekli kumaşlardan yapılan baş örtüsü olup omuzlarına kadar iner (Desen 13 c). Sokağa çıkarken giyilen yaşmağın diğer adı da “Süre Mahrama”dır. Kişinin mevkiine göre ipekten olur. Bazen arkadan ve önden belden aşağıya kadar iner (Desen 13 b). Hun Türklerinde de aynı tip yaşmağın kullanıldığı görülmektedir (Desen 261). Duvar çinilerinde de yaşmak tasviri izlenmektedir (Desen 60). Taş üzerinde ise daha sade şekilde uygulanmıştır (Desen 105, 106). Divan-ü Lûgat-it Türk dili açıklamalarında “Uragut”14 Saraguçlandı” (Kadın baş örtüsünü örttü.) “Saraguç” (Kadın yaşmağı).15 şeklinde geçer. Yaşmak ile közenek aynı anlamda kullanılır. Közenek sözünün yüz peçesi olması daha uygundur.16 Yaşmağın altına Hotoz, Takke ve Üsküp gibi başlıklar giyilir.17 Baş örtüsü bürünmek sözlüğünden gelir. “Bürüncük”, “Bürüncek” veya “Bürümcek” şeklinde görülür.

Kökeni Orta Asya’ya kadar iner.18 Başlıklar belirli sınıfların simgesi olarak kullanılmış ve yüz yıllarca şekillerini korumuşlardır. Uygur hanımları yüksek topuzların üzerine şeker külahı gibi “Boğtak” denen başlık giyerlerdi. Anadolu’da Hotoz şeklindedir.19 Türk kadınlarının süs için saçlarına taktıkları küçük başlıklara da Hotoz denir.20 Takke-Küllah başa konan ufak bir başlıktır. İpekten bir kaytan ile çene altından geçirilerek bağlanır. “Sakaldürük” denir (Desen 37a, b).21 Börk tepesi sivri olmayan bir çeşit küllahtır. Beyaz çuhadan veya keçeden yapılırdı. Sırmalı olanlara “Üsküf” denir. Börkleri büyüklükleri ve şekilleri bakımından çeşitlidir. Yüksek olanlara “Sukarlaç” börk denir.22 (Resim 2; Desen 12 b, c) Bazı Börkler ise önden ve arkadan kanatlı veya tüylü olur, buna “kuturma”23 (Desen 7b, c, d, e, f) ve kenarlı börklere “kıdhıglıg”, 24 tiftikten yapılan beyaz başlığa da “Kıymaç”25 denir. Altın varak ve kırıntıları “Kimsen”26 ile süslenen börklere “Börk Burtalandı”27 denir. Tasvirlerimiz arasında, börklerin genellikle ön tarafı yüksek olup, etrafına kürk geçirilmiştir (Desen 12 b, c, 30). Uygur rahiplerinin başlıklarını hatırlatır.28 Sultanların giydiği taylasanlı destarlara “örfü destar” denir. Selçuklu Sultanlarının başlarına destarlı küçük sarık sardıklarını, tebrik ve kabullerde tahta oturdukları zaman, başlarına taç koyduklarını kaynaklardan öğrenmekteyiz.29 Sarık, ayakta sağ el ile başın etrafından sağdan sola dolanır ve dini geleneğe göre yeni sarık ilk defa Cuma günü sarılırdı. 66 çeşit sarık sarma şekli vardır. Kadınların sarıklarının takkeleri altın, gümüş ile süslenirlerdi. Sarık aynı zamanda meslekleri de simgelerdi. En büyük sarığa sahip olan kimse üst düzeydeki dini kişidir.30 Kıymetli taşlardan yapılmış olan taçlar, tasvirlerimiz arasında yaygın olan bir başlık şeklidir (Desen79, 80, 81 a, b, c, d). Bu taç şekilleri Orta Asya’da Göktürklerde ve Hun Devri kurganlarında da görülmüştür.31 Tasvirlerimizde de örneklerini görmekteyiz.


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   144   145   146   147   148   149   150   151   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin