Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə145/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   141   142   143   144   145   146   147   148   ...   178

Bizans kültürü Helenistik ve doğulu kültürlerin birarada yaşamasıyla ortaya çıktı. II. Mehmed döneminde birleştirme süreci batıdan yeni gelen destekle zenginleşti. İtalyan ressam ve heykeltraşlar ve Yunanlı mimarlar sarayın ihtişamına katkıda bulundular. İmparator, 850.000 km2 lik bir muhteşem bölgeyi yenilenen başkentiyle yönetti ve Büyük İskender’in doğuyu fethetmesi gibi kendisinin de batıyı fethettiğini hayal etti.

Fatih, İslami efsaneler ve edebi eserlerden hayatını öğrendiği Büyük İskender’in kişiliğinden büyülendi. 11. yüzyıldan itibaren İskender teması İslami Doğu edebi geleneğinin bir parçası haline geldi. Batı’daki İskender’le ilgili edebi geleneğin tersine doğulu İskender sadece ideal yönetici olarak değil aynı zamanda bilge bir kişi olarak ifade edildi. İskender’in bitmeyen seferleri onun bilgiye ulaşma isteği tarafından motive ediliyordu. Bu gelenek Firdevsi’nin (ölümü. 1021) Şah-name’siyle başlamış, Nizami’nin (1141-1209) İskender-name’siyle devam etmiş, Alişer Nevai’nin (1441-1501) Mesnevi Sadd-i İskender’ine kadar gelmiştir.

Küçük Asya Türklerinin edebiyatında İskender geleneğinin önceliği Şair Tacettin İbrahim Ahmedi’ye (ölümü. 1413) aittir. Yazdığı İskendername, Osmanlı preslerinin aynası olarak ifade edilmiştir. İskender, Ahmedi’nin eserini ithaf ettiği I. Bayezid için bir model olabilir. Benzer şekilde şairden önce Nizami felsefi yönünü vurgulamıştır. Bu edebi eser önemli bir kaynaktı çünkü bize I. Murad ve I. Bayezid yönetimindeki Osmanlı Devleti’nin ilk döneminin bakış açısını sunar.

İsa’nın doğumuna ve Hıristiyanlığa adanmış mısralar Ahmedi’nin yazdığı dönemde Anadolu’da Hıristiyanların yaşadığını kanıtlar. Bir müslüman olarak İslam’dan daha çok ilham almıştır. Muhammed peygamberin kişiliğine olan inancı açıkça ifade edildiği halde Ahmedi sufizmin etkilerini de dahil edip İskender ve Gülşah arasındaki aşk motifine ve Mesnevi’deki diğer motiflere de yer vermiştir.

Fatih Mehmed’in torunları ve büyük torunları Balkanlar ve Orta Avrupa’daki Akdeniz ülkelerine seferlerini Büyük İskender’in zaferleri gibi değerlendirdiler. I. Selim ve Muhteşem Süleyman, herkesin inandığı Akdeniz’i yöneten dünyayı yönetir görüşüne dayanarak Akdeniz’deki hakimiyeti ele geçirdi. Bunun sonucunda Akdeniz’deki ülkeler hızlı bir kültürel değişim içine girdiler. II. Mehmed ve takipçilerinin yönetiminde İstanbul eskisi gibi hem siyasi, ekonomik ve dini hayatın merkezi hem de önemli bir edebi-kültürel merkez haline geldi. Osmanlı Türkçesinin Arapça ve Farsçadan sonra İslam dünyasının 3. önemli dili haline gelmesiyle İstanbul, Osmanlı Devleti içinden ve Akdeniz’deki Arap ülkelerinden insanları çekmeye başladı.

19. yüzyıl ortalarından sonra Fransız bilim adamları ve hümanistlerinin çevirilerinin İstanbul’da basılmaya başlanması Suriye ve Mısır entelijansiyasının gelişmesini sağladı. Din, devlet ve ulus hakkındaki yeni anlayışlar genç Türk aydınlarının politik nedenlerle sığındıkları Paris ve Londra’yla birlikte İstanbul’da kök saldı. Bu akımlar Ortadoğu ve Afrika’nın aydın sınıflarının oluşumunda önemli bir rol oynadı.

1863 veya 1864’te Ziya Paşa Luis Viardot’un Essai sur l’histoire des Arabes et des Mores d’Espagne (ilk basım Paris 1833) adlı eserini Endülüs Tarihi adı altında çevirerek bastırdı. Eser büyük yankı uyandırdı ve Endülüs temasında bol miktarda şiir, hikaye ve oyunlara ilham verdi.27

Ünlü şair ve yazar Yahya Kemal Beyatlı, Türkleri Küçük Asya ve Balkanlar’da ortaya çıkan bir ulus olarak anlamlandırdı. Ona göre ulusun dili, kültür ve tarihi İslami ve Akdeniz kültürlerinin ve medeniyetlerinin etkileşimiyle burada oluşmuştu ve Malazgirt savaşı bu ulusun tarih ve kültürüyle başlangıcıydı.28

Fransız düşünür Hippolyte Taine ve şair Maurice Barrés etkisinde Yahya Kemal kelimenin modern anlamıyla bir ulusun oluşumunda coğrafi faktörü önemli olarak değerlendirdi. Yerellikle ve ulusun yerleşimiyle belirlenen tarih, etnik temel, dil ve dinle tamamlandı.29 Yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte Yahya Kemal Akdeniz kültürel mirasıyla ilintili Nev-yunânilik adında bir edebi hareket kurdular.30

Orta Asya steplerinin göçebeleri olan Türkler altkıtanın kuzeyi, güneyi ve batısındaki denizlerin avantajlarını kullanarak zamanla bir ulus haline geldiler, Akdeniz ülkelerinden etkilendiler ve onları etkilediler.

Anadolu’da bir edebi gelenek Osmanlı İmparatorluğu’yla aynı anda ortaya çıktı. Önemli derecede, bu gelenek, hayatiliğini, çeşitliliğini ve devamlılığını değişen sosyal ve ekonomik koşullarda dahi Akdeniz çevresine borçludur. Akdeniz çevresindeki ülkelerle ve Akdeniz kıyılarını yıkayan diğer denizlerin gelişmiş kültürleriyle devamlı ilişki içinde bulunmaları Türklerin belli bir seviyede sabitlenmelerini engelledi. Türkler kimliklerini korudukları halde Müslüman uluslar arasında Batı’ya açılan ilk ulus oldular.

DİPNOTLAR


1 Lewis, B.: The Middle East and West, Bloomington, Indiana University Press 1964, s. 29.

2 The Cambridge History of Islam, Vol. 1, Central Islamic Lands. Ed. by s. M. Hold, A. K. S. Lambton and B. Lewis, Cambridge University Press, 1970, s. 279.

3 Alıntı Nicol, D. M: The Reluctant Emperor. A Biography of John Cantacuzene, Byzantine Emperor and Monk, c. 1295-1383. Cambridge University Press 1996, s. 177.

4 The Cambridge History of Islam, Vol. 1, s. 232.

5 Ibid, s. 243-4.

6 Selçuk Devlet’i kurulduktan hemen sonra göçmenlerin bir kısmını oluşturuyorlardı. Bakınız: ibid, s. 233.

7 Anadolu’nun 13. YY’daki dilsel durumunu öğrenmek için bakınız: Doerfer, G.: Die Stellung des Osmanisches im Kreise des Ogusischen und seine Vorgeschichte. In: Handbuch der Türkischen Sprachtwissenschaft. Teil I. Herausgegeben von G. Hazai, Akadémiai Kiadó 1990, s. 46.

8 Detay için bakınız: Björkman, W.: Die Altosmanische Literatur. In: Philologiae Turcicae Fundamenta II., Wiesbaden, Otto Harrassowitz 1965, s. 413.

9 Köprülü, F.: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara, Arisan Matbaacılık Sanayı 1984, s. 145.

10 Hacı Bektaş Veli’yi Ahmed Yesevi’ye bağlayan gelenekle ilgili bakınız: ibid, s. 48-54.

11 Svenická, I. S.: Ranné krestanstvo. Apokryfy. (The Early Christianity. Apocrypha. ) Bratislava, Spektrum 1990, s. 39.

12 Papadopulo, A.: Islamische Kunst. Freiburg-Basel-Wien, Herder 1977, s. 98.

13 Runciman, S.: Byzantine Civilization. London, Methuen 1961, s. 212.

14 Averincev, S. S.: Vizantinskaja literatura (The Byzantine Literature). In: Istorija mirovoj literatury. Tom vtoroj (The History of World Literature. Part 2). Moscow, Nauka 1984, s. 352-353.

15 Schimmel, A.: Mystische Diamensionen des Islam. Die Geschichte des Sufism. München, Diederichs 1992, s. 376.

16 Daha fazla detay için bakınız: Ocak, A. Y.: İslam-Türk İnançlarında Hızır-İlyas Kültü. Ankara, Ankara Ünıversitesi Basımevi 1990, 263 s.

17 Daha fazla detay için bakınız: ZhirmunskY, V. M.: Tyursky geroichesky epos (Turkic Heroic Epose). Leningrad, Nauka 1974, s. 517-631.

18 Bu motiflerin analizi için bakınız: Ocak, A. Y.: Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri Istanbul, Enderun Kitabevi 1983. XVI+262 s.

19 Vesela, Z.: Jak Yanko syn kobyly zaloíil Carihrad (How Yanko the Son of Kobyla Established Constatinopole). Novy Orient, 1979, s. 122-124.

20 Boratav, s. N.: Kızıl-Elma. In: The Encyclopaedia of Islam. New Edition. Ed. by C. E. Bosworth, E. van Donzel, B. Lewis and Ch. Pellat. Volume V. Khe-Mahi. Leiden, E. J. Brill 1986, s. 145.

21 Ibid., s. 146.

22 Bakınız: Khalkokondyles, L.: The Last Battle of Byzantium, Prague, Odeon 1988, s. 246.

23 Schwobel, R.: The Shadow of the Crescent: the Renaissance Image of the Turks. Nieuwkoop, B. de Graaf 1967, s. 204.

24 Babinger, F.: Mehmed the Conqueror and His Time. Princeton University Press 1978, s. 417.

25 Tauer, F.: Sv@t islamu (The World of Islam), Praha, Vy_ehrad 1973, s. 188.

26 İtalyanlar, II. Mehmet ilişkileri için bakınız: BABINGER, F.: Mehmed the Conqueror and His Time, ss. 494-508.

27 Daha fazla detay için bakınız: LEWIS, B.: Islamic History. Ideas, Men and Events in the Middle East. Bradford and London, Alcove Press 1973, ss. 117.

28 Bakınız: Kaplan, M.: Ziya Gökalp ve Yahya Kemale göre Malazgirt Savaşının mana ve ehemmiyeti. Türkiyat Mecmuası, Vol. XVII, 1972, s. 149-145.

29 Kabaklı, A.: Türk Edebizatı III. İstanbul 1990, s. 434.

30 Daha fazla detay için bkz.: Toker, Ş.: Edebiyatımızda Nev-Yunânilik Akımı, Türk Dili Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1982, 1, s. 136.

Anadolu’da Selçuklu Dönemi

Sanat Ortamı


Yrd. Doç. dr. Kenan BİLİCİ

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi / Türkiye

nadolu Selçuklu Dönemi sanat ve kültür ortamını tanımak, aynı zamanda insanlık tarihinin en önemli evrelerinden biri olan Orta Çağ’ın bir kesitini de anlamak demektir.

Çoğunlukla hatırlanmak istenmeyen ve neredeyse tarihin alacakaranlık kuşağı gibi nitelendirilen bu çağ, bir yanıyla doğu ve batı dünyasına özgü maceraların, âdeta doğaüstü olaylarla örülmüş destansı kahramanlıkların, toplumların kaderlerini belirleyen büyük savaşların ve acıların yaşandığı bir dönem ve bir kısmı Shakespearen figürleri hatırlatan kudretli yöneticilerin ya da tam tersi bir çoğu çocuk yaşta tahta geçtikleri halde, kaderin bir cilvesi olarak, tarihin kendilerine gösterişsiz roller biçtiği portrelerin oluşturduğu bir tarih galerisidir; fakat bir yanıyla da, sonradan büyük toplumsal dönüşümlere ve yeniliklere yol açacak bilim, felsefe, teknoloji ve sanat alanlarındaki ilerlemeleriyle dünya tarihinin büyük ve merkezî bir kesitidir.

11. yüzyılın sonlarından başlayarak bir yüzyıl boyunca doğu ve batı dünyasını depresyonlu ve kaotik bir ortama sürükleyen ve her iki dünyada ancak travma olarak nitelenebilecek büyük kırılmalara yol açan Haçlı Seferleri’nin şiddet ve dehşet yaratan ilk büyük dalgalarından sonra başlayan 13. yüzyıl, Anadolu’da sadece Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Hacı Bektaş Velî, Evhadüddîn Kirmânî, Sadrüddîn Konevî, Ahî Evren, Yunus Emre ve Sultan Veled gibi mutasavvıfların aynı tarih kesitinde buluştukları ve ülkenin sanat iklimini tasavvufun oluşturduğu bir çağ olarak yaşanmamış; fakat aynı zamanda, bu coğrafyayı, çok farklı kökenlerden gelen insanların ördüğü bir uygarlıklar dokusu, bir gelenekler ve görenekler parkı haline de getirmiştir.

Bu çağ, bir yandan, İspanya’dan gelerek “Vahdet-i Vücûd” felsefesini bu ülkede geliştiren Muhyiddîn İbn’ul-Arabî gibi bir mutasavvıfı, El-Cezerî gibi bir bilim adamını, farmakolojiyi tıbbın bir dalı olarak gösteren ilk ve tek kitap olan Kitab al-Teshil fi al-Tıbb ve al-Hikma’nın yazarı Ebu Bekr Ezrâk gibi bir hekimi ya da Mirsâdü’l-İbâd adlı eserin sahibi Necmeddin Razî’yi, Kelûk bin Abdullah, Kalûyan el-Konevî, Şamlı Muhammed bin Havlan, Kerimüddin Erdişah, Tuslu Muhammed bin Muhammed bin Osman, Halepli Ebu Ali ve Cafer bin Mahmud, Varka ve Gülşâh Mesnevisi’nin nakkaşı Hoylu Abdülmü’min bin Muhammed, Tebrizli Şeyh Bedreddin, Aynûddevle-i Rumî ve Nakkaş Şeyh Bedreddin gibi dönemin ünlü mimar ve sanatçılarıyla, evrensel boyutta ileri ve yüksek düzeyli bir felsefe, bilim ve sanat ortamı içinde yanyana getirmekte; diğer yandan, I. Gıyâseddin Keyhüsrev, I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâeddîn Keykubad gibi dönemin kudretli sultanlarını, Celâleddin Karatay, Kemâleddin Kâmyâr, Sahib Şemseddin İsfehanî, Sâhib Ata Fahreddin Ali, Sadeddin Köpek, Pervâne Muinüddin Süleyman veya Kazvinli Fahreddin gibi bazılarının ihtirasları makamlarının gücünü aşan ünlü vezirleri de aynı tarih kesitinde buluşturmaktadır.

Aynı çağda, batıda Dominiken ve Fransisken tarikatleri kurulmakta, doğuyla yapılan deniz ticareti sayesinde kuzey İtalya ve Güney Fransa’nın liman kentleri gösterişli ve zengin merkezler haline gelmektedir. 12.

yüzyıldaki feodal anarşi ve siyasî karmaşalar, yerini giderek seçimle işbaşına gelen monarşilere bırakırken, Alman Krallığı Hohenstaufen yıkılmakta, buna karşılık Habsburg ve Lüksemburg gibi yeni hanedanlıklar doğmaktadır. Diğer yandan, Engizisyon da bu dönemde kurulmuş; Magna Carta da yüzyılın hemen başlarında imzalanmıştır. Bu çağ, aynı zamanda, İtalyan mistik düşünürü “Bonaventura” Johannes Fidanza’nın, Skolastiğin yükseliş döneminin temsilcileri Alman Albertus Magnus ve Aquinolu Thomas ile İngiliz “doctor mirabilis” Roger Bacon, Meister Eckart, Alexander von Hales gibi filozofların, ayrıca Hugo von Trimberg, Cimabue, Giovanni Pisano, Dante, Giotto, Gottfried von Strassburg, Adam de la Halle gibi şair, ressam, yazar ve troubadourların yaşadığı, Toulouse, Montpellier, Cambridge, Oxford, Lizbon ve 14. yüzyılın hemen başında da Roma ve Perugia Üniversitelerinin eğitime başladığı, ayrıca İngiltere, Fransa ve Almanya’da Roma Hukuku derslerinin okutulduğu bir dönemdir. Avrupa’da, Reims, West Minister, Amiens, Sallsbury, Chartres, Notre-Dame, Magdeburg ve Siena katedralleri ile Rönesans’a yolaçacak Gotik sanatın son evresi yaşanmaktadır.

Anadolu’daki Selçuklu çağı, Asya’dan başlayıp, Çin, Hint ve İran gibi, Doğu dünyasının, her biri bir toplumu eritebilecek akıl almaz coğrafyalarındaki büyük kültür, sanat ve uygarlık merkezlerinin birikimleriyle zenginleşerek batıya yönelen Türk politik strüktürünün, İslâm dünyasına hakim olma sürecinin bir parçasıdır.

Bu, aynı zamanda, büyük imparatorlukların yükselip birbiri ardınca kayboldukları ve korkunç mücadeleler sırasında âdeta hallaç pamuğu gibi atılan Asya’nın sonsuz coğrafyasındaki uluslararası kültür çevreleri ve merkezlerinden geçerek, Yakın ve Orta Doğu’ya, sonra da Anadolu’ya yönelen ve giderek evrensel bir kültür kimliğine bürünen uzun bir serüvenin de öyküsüdür.

Şaşırtıcıdır ki, bu öyküde başrolü oynayanlar, tıpkı Batı dünyasındaki Germenik kavimler, Vandallar, Burgundiler, Ostrogotlar, Lombartlar ya da Franklar gibi krallıklara benzer şekilde, önce askerî aristokrasiye dayalı yarı göçer devletler halinde ortaya çıkmış; zamanla dalgalı bir süreç izleyerek askerî-tarımsal politik strüktürlere dönüşmüşlerdir. Öylesine ki, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e 1058’de Bağdat’taki merasimle Abbâsî Halîfesi Ka’îm bi-Emrillah tarafından taç giydirilip, “Dinin temeli” ve “Halîfenin ortağı” lâkapları verilerek “Dünya Sultanı” ilân edilmesi ile Frank Kralı Charlemagne’a 800 yılında Papa III. Leo tarafından “Romanorum gubernans imperium” unvanı verilerek Roma İmparatorluk tacının takılması arasında bile anlamlı ilişkiler kurulabilir.

11. yüzyıl, aynı zamanda, eski dünyanın merkezi sayılabilecek coğrafyalarında, ortada Bizans, batısında Katolik Avrupa ve güney doğusunda da Ön-Asya’ya hızla yayılan İslâmiyet’in temsil ettiği üçlü bir dünyanın biçimlendiği çağdır. Her ne kadar İskender’in Doğu seferi, Mısır’ın Avrupa, Anadolu ve Orta Doğu ile olan ilişkisi gibi ticari ve toplumsal yakınlaşmalar ya da İpek Yolu gibi varlığını geç çağlara kadar korumuş eski bir kültürel bağın varlığına dayanarak Doğu ve Batı dünyalarının birbirlerinden haberdar uygarlık alanlarını içerdiği bilinse de, yalnızca İslâm dünyasının, 7. yüzyılda başlayan varlığının, Uzak Doğu’dan Atlantik’e kadar uzanan fiziksel sürekliliğiyle bütün uygarlıklarla doğrudan ilişkili ve kaynaştırıcı bir merkezî kültür alanı oluşturabildiği gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu kültür alanının ve Türklerin İslâm dünyasına hakim olma sürecinin en belli başlı mekânlarından biri ve belki de en önemlisi Anadolu’dur; ve Selçuklu Çağı, bu coğrafyayı büyük bir merkeziyet denemesine sahne yapacaktır.

11. yüzyılın başlarından ortalarına kadar süren ilk keşif amaçlı akınlar ve bunu izleyen Malazgirt zaferi ile başlayan Türklerin Anadolu’yu fethi ve burada tutunarak ülkeyi Türk çehreli bir sosyal ve kültürel bütünlüğe ulaştırmaları süreci, hiç şüphesiz kısa vadeli bir operasyon değildir. Alp Arslan’ın kazandığı zafer, gücü tartışmalı olsa da, Anadolu’daki Bizans varlığını büyük ölçüde kırmış; oğlu Melikşah zamanında Türk akınlarına direnecek organize bir Bizans askerî gücü kalmamıştı. Doğrusu istenirse, Yakın ve Orta Doğu ile Bizans ve Avrupa’nın 11. yüzyılın ikinci yarısındaki bunalımlı siyâsî konjonktürü de, ülkenin yeni fatihleri için elverişli bir yayılma ortamı yaratmış olmalıdır. Nitekim, Kutalmışoğlu Süleyman Bey’in kısa bir süre içinde İznik’i alarak 1075 yılında burayı Selçuklu başkenti yapması, hattâ Üsküdar’a kadar ilerleyip Boğazların kontrolünde söz sahibi olması ve Tarsus, Adana, Masisa, Anazarba ve bütün Kilikya beldelerini hakimiyeti altına alarak nihayet 1085 yılında Suriye’nin Hıristiyan başkenti Antakya’ya girmesi, âdeta başdöndürücü bir hızla 10 yıl içinde gerçekleşmiştir. Ne var ki 10 yıl sonra herşey, yine aynı hızla değişecektir.

Fransa’da, 1095 yılında toplanan Clermont konsilinde Papa II. Urban’ın yaptığı çağrı üzerine 1096 yılında ilk Haçlı Seferi başladı. Bunu 1147 yılındaki ikincisi, 1189 yılında da üçüncüsü izledi. Süleyman Bey’den sonra Selçuk tahtına geçen I. Kılıçarslan zamanında, Keşiş Pierre’in öncülüğündeki “halkın Haçlı Seferi”nin İznik yakınlarında yokedilmesine karşılık, Dorylaion savaşının kaybedilmesiyle arkadan gelen büyük ordunun 1097 yılında Anadolu’yu geçmesine engel olunamadı;

üstelik bu sefer sırasında başkent İznik de kaybedildi. 12. yüzyılın sonlarına kadar Anadolu’yu sarsan bu bir yüzyıllık dönemde, I.Kılıçarslan’dan sonra tahta geçen Şahin-Şâh, Sultan Mesûd ve II.Kılıçarslan zamanlarında, Selçuklu siyâsî tarihi, bir yandan Haçlılara karşı savaş verirken, bir yandan da yerleşmiş bir merkezî idare kurmak ve mümkün olduğu kadar büyük toprak parçalarını bir idare altında toplamak için mücadele ile geçti. 12. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Anadolu artık Batı dünyasında uzun zamandır Turchia adıyla tanınmakta; kimi Venedik belgelerinde Selçuklu Sultanları da hep Soldanus Turchia olarak geçmektedir.

II. Kılıç Arslan’ın İmparator Manuel ve ordusuna karşı Myriokephalon’da kazandığı askerî zafer, Bizans’ı bir daha geri gelmemek üzere Anadolu’dan uzaklaştırmış; tarih, birbirleriyle mektuplaşacak kadar şahsi dostluklarını ilerletmiş olan Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan, Eyyûbî Sultanı Selâhaddin, Alman ulusunun Kutsal Roma-Germen İmparatoru Friedrich Barbarossa, İngiltere Kralı “Arslan Yürekli” Richard ve Fransa Kralı Philippe’i, çok farklı amaçlar ve hayallere adanmış hayatlarıyla aynı zaman kesitinde yanyana getirmiştir. Kaderin bir cilvesi, hepsi de, önce, 1189 yılında muazzam bir ordunun başında Anadolu’ya giren, fakat inandığı yüksek idealler uğruna yola çıktığı Kutsal Topraklar’ı göremeden 1190 yılında Silifke ovasında Göksun ırmağında boğulan ve bozulmaması için sirkeye yatırılan cesedi Antakya’ya dağılmış bir halde ulaştırılarak aceleyle, doğduğu topraklardan çok uzaklarda Antakya Katedrali’ne gömülen İmparator Barbarossa olmak üzere, 10 yıllık bir süre içinde ve birbirleri ardınca öleceklerdir.

13. yüzyıl Selçuklu Anadolusu için, I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve oğulları olan I. İzzeddin Keykâvus ile I. Alâeddin Keykubad’ın saltanatları, devletin yükseliş ve siyâsî sınırlarını genişletme devresidir.

Yarım yüzyıla yakın süre içine birçok fetih sığmış; Kilikya’daki Ermeni hakimiyeti zayıflatılmış, Haçlı seferleri sırasında kapanan Suriye kervan yollarının yerini anıtsal han inşaatları ile donanan Anadolu’daki ticaret yolları almıştır. Bu dönemde Anadolu’daki ticarî yapıların ve yolların önem kazanmasının ardında, Haçlıların Suriye ve Filistin’de kurdukları krallıklara son veren Eyyûbîlerin geri aldıkları limanların büyük bir kısmını bir daha Latinlerin yararlanmaması için tahrip etmelerinin rolü aranmalıdır. Moğol yayılmasının Akdeniz’e ulaştığı yüzyılın yarısında, Suriye’deki limanların Moğollarla savaş halindeki Memlûkların elinde bulunması, bu limanların hızla Levante ticaretindeki önemlerini kaybetmelerine neden olmuştur. Bu husus, bölgede ticaret yapan Batılıları, Asya içlerine giden tüm ticaret yükünün zorunlu geçiş yolları üzerindeki başka ülkelere yönelmek zorunda bırakmış; böylece gözler, eskisinden daha fazla olarak Anadolu’ya çevrilmiştir. Nitekim Marco Polo bile, Çin’e gidebilmek için Anadolu’dan geçmek zorunda kalmıştı. Bu bağlamda, ülkede uluslararası ticaretin gelişmesine büyük çaba harcanmış; sözgelişi Konyalı tüccarlar İstanbul’a gidip orada alışveriş yaparak Chonae’de Aziz Mihail fuarına katılırken, Kayseri-Pazar Ören’deki Yabanlu Pazarı, Mardin’in güneyindeki Dunaysar Pazarı, Kırşehir ile Kayseri arasındaki Ziyaret Pazarı ve Germiyan’daki Âlemüddin Pazarı gibi fuarlar uluslararası şöhret yapmışlardı. Daha 12. yüzyılın sonlarında İstanbul’da ticaretle uğraşan Selçuk tüccarları kolonisi, Kayseri’de kendilerine ait bir kiliseleri ve fırınları bulunan Pizalılar kolonisi ve Sivas’ta da Cenevizliler kolonisi vardı. Sinop ile Antalya’yı birleştiren çizginin doğusunda kalan bölgeler, Selçuklu Çağı Anadolusu’nun en gelişmiş kesimi olmuşlardır.

13. yüzyılın en önemli kentleri, uluslar arası ticaretin ana arterini içinde barındıran bu kesim üzerinde konumlandığı gibi; hanların büyük bir bölümü de Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum, Malazgirt üzerinden Hoy’a ve oradan da Tebriz’e ulaşan bu ana güzergâh üzerinde inşa edilmiştir. Örneğin Sivas’ın 13. yüzyıldaki nüfusunun 120.000, Kayseri’de ise 100.000 kişinin yaşadığı yolundaki kimi kayıtlar, abartılı bile olsa, yine de yoğun biçimde kentleşmiş bir Türkiye imgesi yaratmaktadır.

Ticarette el değiştiren malların çeşitliliği, 13. yüzyılda Anadolu halkına yeten bir sanayinin gelişmiş olduğunu düşündürmektedir. Nitekim, bu ticarî etkinliğinden ötürüdür ki, Pegolotti de Alâiyye’de kullanılan ölçüleri İtalyan ölçüleri ile karşılaştırmalı olarak gösteren bir çizelge düzenlemek gereğini duymuştu. Sultanlık, tarımı ve hayvancılığı geliştirmek için destekleyici önlemler alırken, toprağın boş bırakılmaması ve işletilmesine büyük önem veriyor; bu amaçla halka hayvan ve tohumluk dağıtıldığı gibi ödenecek vergilerde de kimi düzenlemelere gidiliyordu. Doğal kaynaklar arasında, özellikle Toroslardaki ormanlardan sağlanan kereste, Doğu Akdeniz ülkelerinde aranan değerli bir ürün haline gelmiş; Ortaçağ Avrupası’nda boya sanayiinde kullanılmaya başlanan şap için ise, ocakların işletme ve satış hakları Cenevizlilere verilmişti. Kısacası, sadece Doğu ile değil, fakat aynı zamanda Batı, özellikle İtalya ile sürdürülen ticarî ilişkiler ve bu amaçla yapılan antlaşma

lar, Selçuklu Dönemi’nde Anadolu’yu İslâm dünyasının geniş ekonomik ve ticarî faaliyeti çerçevesine sokmuştur.

1237’de I. Keykubad’ın öldürülmesinden sonra yerine oğlu II. Keyhüsrev geçti. On yıllık saltanatı sırasında Babaî İsyanı yaşanmış; akabinde 1243’de Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı ile Selçuklu Devleti’nin fiilen yok olmasına neden olacak bir süreç başlamıştır. Bu dönemde Selçuklu başkenti Konya’nın siyasî önemini kaybetmesi, ticaret hayatını da olumsuz etkilemiş; Selçuklu Türkiyesi’nin batı bölgelerinin ticarette oynadıkları rol azalırken, ağırlık merkezi doğu’ya, İlhanlı başkenti Tebriz’e kaymıştır.

Moğol istilâsıyla parçalara ayrılan Selçuklu ülkesinde, 14. yüzyılın başlarında yeni bir devir başlar. Bir tür ara devre ya da geçiş dönemi olan bu süreçte, siyasî kargaşa, suikasd, hal, her türlü entrika ve maddi yıkımlara karşılık, kültürel gelişme noktalanmış değildir. Tek fark, bundan böyle Anadolu’ya hakim olacak politik gücün, yeni bir tarihsel mekânda kazandığı deneyimler doğrultusunda, küçük bir kara devleti değil, fakat devlet ideali çok değişik ve ağırlık merkezi Batıya kaymış büyük bir İmparatorluk olmasındadır. Osmanlı yükselişi, Türk politik ve askeri gücünü, önce Bizans ve ardından Bizans’ı aşıp Katolik Avrupa ile bir kere daha yüzyüze getirecektir.

Böylece iniş ve çıkışlarıyla ikiyüz yılı aşkın bir süre devam eden bir uygarlık dönemi, Anadolu’da, başka alanlarda olduğu gibi sanat alanında da genel olarak Selçuklu diye tanımlanabilecek bir sanat ve kültür ortamı yaratmıştır. Bu sürecin, Orta ve Yakın Doğu’nun hiçbir köşesinde Selçuk adı kalmayana kadar devam ettiği yorumu, bir dereceye kadar doğrudur.



Şüphesiz dönemin toplumsal, kültürel ve teknolojik değişmelerini, sanat alanında, en başta mimari anıtlar ve bunların oluşturduğu maddi çevre temsil ediyor. Ne var ki, Anadolu’nun Selçuklu geçmişini ortaya koyan mimari anıtların bugünkü durumlarına bakarak, Selçuklu yapı ortamını tam ve eksiksiz olarak değerlendirmek mümkün değildir. Gerçi, bu konuda hayli önemli çalışmalar/tespitler yapılmış ve kimi gelişme çizgileri belirlenebilmiştir; sözgelişi, Anadolu’daki cami mimarlığının, bir yandan Arap camisi de denilen, fakat doğrusu Suriye’nin geç antik mirası üzerinde şekillenen Erken İslâm mimarisine özgü çok ayaklı/Şam Ulu Camii modelini tekrarlayan Diyarbakır Ulu Camii ya da Siirt ve Harput Ulu Camileri gibi eyvanlı-avlulu İran ve Silvan ya da Kızıltepe Ulu Camileri gibi Asya kökenli tiplerin anılarıyla başladığı bilinmektedir. Şüphesiz bu yorumlara, Anadolu’da ortaya çıkan yeni tipler de eklenebilir. Divriği Kale Camii, özgün bir uygulama olarak, İslâm cami modelini, Anadolu Bizans kiliselerinin bazilikal planı ile örtüştüren ilgi çekici bir Mengücekoğlu yapısıdır. Bu türden genellemeler, medreseler için de yapılabilir. İster Danişmentli, Mengücekli ve Artuklu isterse İlhanlı ya da Selçuklu olsun, Anadolu Selçuklu Çağı medreseleri, bir yandan genel plan şeması ile dört eyvanlı Büyük Selçuklu medreselerine bağlı kalmakla birlikte, yerel malzeme seçimi, form-strüktür ve kültürel yorumda farklılaşmakta; diğer yandan kapalı medreseler İran’dan doğuya Asya’daki konut mimarisine yaklaşırken, açık avlulu olanların da Budist viharalar ile yakın ilişkiler sergilediği bilinmektedir. Türbeler arasında, özellikle Saltuklular’a ait örneklerin, Gürcü kilise ve mezar yapılarıyla ile olan biçimsel ilişkileri dikkat çekicidir. Aynı şekilde Anadolu’daki hanlar da, Büyük Selçuklu ve Karahanlı dönemine ait ribat ve kervansaraylarla planimetri düzeyinde analojiler yapılmasına imkân sağlamaktadır. Böyle bir yapı ortamı içinde Alanya’daki Tersane’nin bir eşi yoktur. Diğer taraftan, kazısı tamamlanan ve Anadolu’daki şimdilik bilinen en erken tarihli saray örneği olduğu anlaşılan Alanya İçkalesi’ndeki Selçuklu Sarayı kalıntısının da, Anadolu dışında, Erken-İslâm’da ve Asya’da da (Samarra veya Leşger-î Bazar gibi) öncüleri bulunabilecek, kendine özgü bir geometrik yapısı olan ve başlıca kompozisyon ögeleri, avlular (hattâ avlular geçmesi), eyvanlar, tören salonu/salonları, taçkapılar, masif duvarlar ve kulelerin meydana getirdiği, belirli bir aks düzeni ve simetri endişeleri taşıyan, kısacası bu haliyle geleneksel ögeler içeren bir saray imajının tipik temsilcisi olduğu anlaşılmaktadır. Bu kalıntı, bir yandan, çağdaşı bir medresenin avlu-revak ilişkisini hatırlatan planı ile, tipolojik olarak bütün bir dönemin birbirinden farklılaşmamış yapı ortamına dair yorumlar çıkartma imkânı sunarken, diğer yandan, inşaat özellikleri ile de, Selçukluların, İçkale’de devraldığı Bizans yapı alanını, kendi yapı birikimleri ile bütünleştirip yeni ve rasyonel bir mimari düzene dönüştürebilme becerilerini de sergilemektedir.

Ayrıca, restitüsyonu ile ulaşılabilen iç görünümünde, âdeta, Akdeniz çevresinde yaygın Antik “Palatium”ları, deyim yerindeyse geç devir İtalyası’nın “Palazzo”larını çağrıştıran görsel ayrıntıları, hattâ Osmanlı konutunda etkisi olabilecek kimi düzenlemeleriyle, Selçuklu çağının Doğu Akdeniz kültür alanına getirdiği mimari yorumun ve sürekliliğin de kavranmasına imkân tanımaktadır.


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   141   142   143   144   145   146   147   148   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin