Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə165/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   161   162   163   164   165   166   167   168   ...   178

Selçuklularda birçok yapıda görülen taş ayaklı, sütunlu veya ahşap dikmeli, düz ahşap tavanlı, kemerler üzerine oturan ahşap çatılı, tonozlu, çok kubbeli veya mihrap önü kubbeli cami tipleri Beylikler Dönemi’nde de kullanılmıştır. Bu plan tiplerinde, birçok yapı yapılmış,9 plan tipleri geliştirilerek birçok yenilik denenmiştir.10 Ancak bu plan tiplerinin içinde; XIII. yüzyıl tek kubbeli Selçuklu mescitlerinde denenen ve merkezi mekan anlayışının ilk örnekleri olan şema ve önlerindeki giriş bölümleri, Beylikler Devri’nin en yaygın cami ve

mescit tipi haline gelmiştir. XIV ve XV. yüzyıl Anadolusu’nun hemen hemen her bölgesinde görülmeye başlanan tek kubbeli plan şeması, teknik olanakların zorlanmasıyla yeni mekansal gelişmelere öncü olmuştur. Bu yapılarda denenen merkezi plan şeması, Osmanlı döneminin tek kubbeli ve üç bölümlü son cemaat yeri bulunan klasik cami tipini oluşturmuş ve gelişerek anıtsal, merkezi planlı Osmanlı camilerini hazırlamıştır.

Ana Mekana Etkisi

Anadolu Selçukluları Dönemi’nde; mekanın büyütülmesi ve tek bir kubbe altında toplanması düşüncesinin ilk ürünü olan ve XIII. yüzyılda deneme yapıları olarak değerlendirilebilecek özelliklere sahip tek kubbeli mescitlerin plan şeması, XIV. yüzyılda geliştirilerek tek kubbeli camilerin ana şeması haline getirilmiştir. XIII. yüzyılda mescitlerin kubbe çapı 4.45 m.’den 8.10 m.’ye kadar çıkarılmış, tek kubbeli mekanı genişletmek amacıyla çeşitli plan tipleri denenmiştir. Tüm bu çabalara karşın XIII. yüzyılda kubbe boyutlarının henüz geniş bir mekanın örtüsü olabilecek niteliğe erişemediği görülmektedir. XIV. yüzyılda ise mekan sorunu bilinçli olarak ele alınarak teknik olanakların zorlanmasıyla tek kubbeli strüktürün çeşitli örnekleri denenmiş; hemen hemen aynı yıllarda birbirine çok yakın karakterde camiler yapılarak mekanın genişletilmesi ve kubbe çapının büyütülmesi sorunu çözülmeye çalışılmıştır (Tablo: 2).

XIV. yüzyılın başında, kare planlı tek bir mekandan oluşan; Bursa Alaeddin Camii (1326), Afyon Kubbeli Mescit (1330) ve İznik Hacı Özbek Camii’nde (1333) yaklaşık 8.00 m. olan kubbe çapı, yüzyılın ortasında Gebze Orhan Camii’nde 12.00 m.’ye, XV. yüzyılın başında Balat İlyas Bey Camii’nde (1404) ise 14.50 m.’ye çıkarılmıştır. XIV. yüzyıl içinde tek kubbeli camilerin strüktür açısından iddialı bir örneği olan Mudurnu Yıldırım Bayezıt Camii’nde (1388); sekizgen kasnağa oturan kubbenin daha da büyüyerek 19.65 m.’ye çıktığı görülmektedir. Ancak burada kubbe çapı, cami yüksekliğine oranla fazladır ve mekan kubbeli bir yapıdan çok anıtsal bir çadır olarak etki yapmaktadır.11

XIV. yüzyıldaki tek kubbeli camilerin gelişim çizgisi içindeki en önemli değişiklik ise; belirli bir kubbe açıklığı ile sınırlı olan kare mekanın, yan hacimlerle genişletilmesidir. Merkezi kubbenin altında toplanan mekanın, Bilecik Orhan Camii’nde (XIV. yy. başı) birer kemerle dört yönde eyvan şeklinde, İnönü Hoca Yadigar Camii’nde (1374) yine kemerlerle, Mut Lal Ağa Camii’nde (1356-1390) ise yarım tonozlarla yanlara doğru genişletilmesi bu doğrultuda ilk denemeler olarak kabul edilebilir (Tablo: 3). İznik Yeşil Cami’de (1378-1392) ortaya çıkan ve son cemaat yerini yapının içinde de tekrarlayan plan şeması ise, kare planlı ana mekanın genişletilmesi yolunda önemli bir adımdır. Böylelikle, Selçuklu mescitleri ile bağımsız bir kimlik kazandırılan tek kubbeli kare mekana, XIV. yüzyılda kubbe çapının büyütülmesi ve mekanın genişletilmesiyle “Ulu Cami” olabilme imkanı da kazandırılmıştır.

Tek kubbeli camilerde başlangıçta kubbe yükünü taşıyan duvarlar kalındır, iç mekanın aydınlatılması için gerekli olan açıklıklar sınırlıdır ve henüz dış kitleye dokunulmamıştır. Teknik olanakların gelişmesiyle zamanla duvarlar incelmiş, pencere sayıları artmıştır. Bu dönemde tek kubbeli strüktür gelişirken, bir yandan da çok ayaklı camilerdeki mihrap önü kubbesinin büyütüldüğü görülmektedir. Mekanın toplu olarak ele alındığı Manisa Ulu Cami (1366-1376) ile ilk defa çok ayaklı cami bünyesinde toplu ve geniş bir mekana doğru gidilmektedir.


XIV. yüzyıldaki bu yenilikler, deneme ve arayışlar Osmanlı mimarisinin alt yapısını hazırlamaktadır. Bu yüzyılda çeşitli tipleri görülen kare planlı ve tek kubbeli şema benzer çeşitlemeleriyle XV. yüzyılda da camilerin temel mimari biçimi olmaya devam etmiştir. İstanbul Firuz Ağa Camii, XV. yüzyılın sonunda tek kubbeli cami tasarımının geldiği noktayı göstermesi açısından önemli bir örnektir. XV ve özellikle XVI. yüzyılda tek kubbeli hacmin sınırlanmış mekanını yaymak amacıyla kubbeli strüktürün tüm olanakları araştırılmış, kubbe duvarlardan kurtularak mekan içinde egemen bir hale getirilmiştir. Ana mekanın genişletilmesi ve kubbe çapının büyütülmesi XVI. yüzyılın tüm olanakları ile birleşerek yeni boyutlar kazanmıştır. Artık tek kubbeli yapılar yerine, merkezi kubbeli veya merkezi planlı yapılar yapılmaya başlanmıştır. Merkezi planlı yapılarda, yapı tümüyle kubbe strüktürüne göre biçimlenmekte ve ana mekanın büyüklüğü merkezi kubbenin büyüklüğüne bağlı olduğu için yine kubbe çapının büyütülmesi sorunu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Kare planlı ana mekanı örten kubbenin çapı Selçuklu mescitlerinde 8.10 m. iken Beylikler Devri’nde 19.65 m.’ye çıkarılmış ve gittikçe genişleyerek XVI. yüzyılda 31.50 m.’ye ulaşan ölçüsüyle anıtsal boyutlara erişmiştir.

Son Cemaat Yerlerine Etkisi

Son cemaat yerlerinin Anadolu cami mimarisinde ilk ortaya çıkışı ve sistemli olarak kullanılışı XIII. yüzyıl tek kubbeli Selçuklu mescitlerinde olmuştur.12 Giriş bölümleri kapalı olan Konya Hacı Ferruh (Taş Mescit) ve Beyhekim Mescitleri ile giriş bölümleri yarı açık olan Konya Zenburi, Karatay, Hoca Hasan, Sırçalı, İnce Minare Medrese, Akşehir Kileci ve Akşehir Taş Medrese Mescitleri; son cemaat yerinin ilk örnekleri ve öncüleridirler. XIII. yüzyılda tek kubbeli mescitlerde ana mekanın sınırlı oluşu nedeniyle gereksinim duyulmaya başlanan giriş bölümleri önce biçim olarak gelişmiş; XIV. yüzyılda ise tutarlı bir biçimde yerleşerek, sadece kuzey yönüne yerleştirilip yükseltilerek ve bazen de mihrapçe konularak, biçim ve işlev bakımından tamamiyle son cemaat yerine dönüştürülmüşlerdir (Tablo: 4). Bu dönemde, kare planlı ve tek kubbeli camilerin gelişimi sürerken son cemaaat yeri de yapı tasarımı içindeki yerini almıştır.

XIV. yüzyılda fonksiyonel bir son cemaat yerinin ilk olarak hangi yapıda biçimlenmeye başladığını belirlemek güçtür. Karaman Beyliği Dönemi’nde, kare planlı ancak düz toprak damlı bazı mescitlerde, girişten sonra yazlık denilen ve hazırlık yeri niteliğinde olan hacimler yer almaktadır (Ermenek Akça Mescit 1330, Ermenek Ulu Camii 1302).

Yine Karaman Beyliği Dönemi’ne tarihlenen mihrap önü kubbeli Ermenek Meydan (Emin Rüstem Paşa) Camii’nde; mihrap yönünde yer alan, iki taş ayağın taşıdığı düz damlı yarı açık bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Ancak tarihi bilinen ilk örnek olarak son cemaat yerinin kubbelerle örtülü olduğu Milas Hacı İlyas Camii (1330) kabul edilmektedir. Bursa Alaeddin Camii’nin (1326) son cemaat yeri, depremler ve onarımlar sonucu oldukça değişmiştir. Bulunan izlere göre oluşturulan plan kabul edilirse, Milas Hacı İlyas Camii’nden dört yıl önce kubbeli bir camide ilk son cemaat yerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yapılardan sonra XIV ve XV. yüzyıllar boyunca tek kubbeli camilerde son cemaat yeri geliştirilerek çeşitli biçimleri denenmiştir. İznik Hacı Özbek Camii (1333) ile 1930’lu yıllarda yıktırılan İznik Hacı Hamza Camii’nde (1345) mihrap yönünde olmayan iki sütunlu giriş bölümleri, fonksiyonel bir son cemaat yeri fikrinin henüz oluşma aşamasında olduğunu ve Selçuklu geleneğinin son bulmadığını göstermektedir.

Selçuklu mescitlerinde ana mekanın sınırlı oluşu nedeniyle gereksinim duyulmaya başlanan kapalı ve yarı açık giriş bölümleri ile fonksiyonel bir son cemaat yeri mimari motifi hazırlanırken aynı zamanda farklı bir cephe düzeninin de temelleri atılmıştır. XIV. yüzyılda minarelerin kuzeydoğu veya kuzeybatı köşeye yerleştirilmesiyle cephe biçimlenişinin tamamlandığı birçok cami için öncü yine Selçuklu mescitleridir.

Selçuklu mescitlerinin dış görünüşlerinde önemli bir etkisi olan minareler, giriş cephesinde yer almakla birlikte XIII. yüzyılda henüz yeri belirlenmemiştir. Ayrıca plan ve kütlede yapı ile tam bir kaynaşma içinde olmadıkları görülmektedir. Mescitlerdeki giriş bölümü -minare beraberliği, XIV. yüzyıl camilerinde son cemaat yeri- minare beraberliğine dönüşerek, plan ve kütlede yapı ile tam bir uyum ortaya çıkmıştır. Kastamonu İbni Neccar Camii (1353); mihrap yönünde yer alan, önden ve

yandan kemerler üzerine oturan üç kubbeli son cemaat yeri ve caminin bünyesine katılmış minaresi ile bu tipin XIV. yüzyılın ikinci yarısındaki en gelişmiş örneklerinden biridir. İznik Yeşil Camii’nin (1378-1392) sırlı tuğla bezemeli minaresi ise XIV. yüzyılın sonlarında bile Selçuklu geleneğinin hâlâ sürdüğünü gösteren ender örneklerdendir.

XIV ve XV. yüzyıl Osmanlı camilerinin ön cepheleri ise çoğunlukla Selçuklu mescitlerindeki giriş bölümlerinden gelişmiş olan revak motifiyle düzenlenmiştir. Klasik Osmanlı mimarlığında ön cephelerin dışında yan cephelerde de kullanılmış olan yan revaklar, fonksiyon bakımından Selçuklu mescitlerindeki giriş bölümleri ile aynıdır. Revak şeklindeki bu bölümler öylesine yerleşmiştir ki cami olmayan yapılarda da cephe mimarisinin ana elemanı olmuşlardır (İznik Nilüfer Hatun İmareti 1388, İznik Yakup Çelebi Zaviyesi XIV. yy., Bursa Yıldırım Bayezıt Türbesi 1406).

Bu dönem mimarisinde bazı özgün ögelerin, yapım tekniklerinin ve bezeme unsurlarının da geliştirildiği görülmektedir. Bezemeler, özellikle ön-giriş cephesinde, son cemaat yeri cephesinde ve portalde yoğunlaşmakta, yan cephelerde ise pencerelerin bezenmesi ile sınırlı kalmaktadır.

Sonuç olarak; XIII. yüzyıl Anadolu Selçuklu Dönemi mimarisi kendinden sonra gelen Beylikler Dönemi mimarisini etkilemiştir. Beylikler Devri’nde, Selçuklu mimarisinin canlılığını kaybettiği; fakat bu arada Osmanlı sanatındaki anıtsal üslubun hazırlandığı söylenebilir. Beylikler Devri mimarisi, belirli bir karakter ortaya koymaktan çok, mimari alandaki deneme ve arayışları ile Osmanlı mimarisine bir alt yapı hazırlamıştır.

DİPNOTLAR

1 Kuşkusuz Anadolu ilk kez XI. yüzyılın ikinci yarısında Müslüman topluluklarla karşılaşmamıştır. Özellikle Güneydoğu Anadolu’da, VII. yüzyılın sonlarında birçok eski kent, Müslümanların yaygınlık kazandığı önemli yerleşme merkezleri durumuna gelmiştir. Anadolu’ya Türklerin ilk girişi ise, IV. yüzyılın sonlarında Hun Türkleri tarafından gerçekleştirilmiştir (Sevim 1993, 33).

2 Türklerin, Anadolu’daki kubbeli bazilikalardan ve merkezi planlı kiliselerden etkilenmiş olmaları mümkündür. Ancak kendilerine hiçbir şekilde yabancı olmayan kubbeyi, Türkler Anadolu’ya gelmeden öncede bilmekte ve kullanmaktaydılar. Anadolu’da; kubbenin beraberinde getirdiği yapısal sorunlar, belli bir strüktür anlayışıyla Bizans’ın pandantifli kubbesinden ayrı bir kimlikte olup yapıdaki yeri ve yapı bütününü etkileyişi değişik sonuçlar vermektedir. Çoğu örneklerde, alt yapıya Türk üçgenlerinden bir kuşakla oturan Anadolu Selçuklu Devri kubbesi, Bizans mimari geleneklerinden ayrı bir gelişmeyi göstermektedir.

3 Siirt Ulu Camii’nin yan kubbeleri 1260 yılında eklenmiştir (Ülgen 1962, 153).

4 Kuban; bu beyliklerden biri olan Artukluların esas itibarıyla Mezopotamya ile bir bütün teşkil ettiklerini, aynı şekilde Doğu Anadolu’daki Saltukluların coğrafi konum itibarıyla Anadolu’dan çok Azerbaycan ve Kafkasya ile ilişkili olduklarını, Van bölgesi ve Ahlat’ın ise hem İran hemde Suriye ve Mezopotamya etkisi altında kaldığını belirtmektedir (Kuban 1970, 14). Böylece doğu ve güney bölgelerinin dışında sadece Danişmendlilerin ve Selçukluların idaresinde bulunan Orta Anadolu, Anadolu’ya özgü yeniliklerin ortaya çıkabileceği bir bölge olarak kalmaktadır.

5 Niksar Yağıbasan Medresesi’nin (1157-1158) kubbesi günümüzde yıkık durumdadır.

6 Artuklular dışında, ilk Anadolu medreselerinde çoğunlukla bu kapalı avlulu şema kullanılmıştır. İlk merkezi kubbeli medreseler, Basra’da Ebu Mansur Gümüş-teki’nin yaptırdığı 1135-1136 tarihli medreselerdir.

7 Kuran 1969, I, 15; Sözen 1972, II, 22, 26, 29.

8 Aydınoğulları Birgi ve Selçuk’ta, Menteşeoğulları Milas, Peçin ve Muğla’da, Saruhanoğulları Manisa’da, Ramazanoğulları Adana’da, Candaroğulları Sinop ve Kastamonu’da, Pervaneoğulları Sinop’ta, Dulkadıroğulları Elbistan’da, Karamanoğulları Ermenek, Karaman ve Konya’da, Eşrefoğulları Beyşehir’de, Karasioğulları Balıkesir’de, Hamidoğulları Eğirdir’de, Germiyanoğulları Kütahya’da, Osmanlılar Bursa, İznik ve Söğüt’te, parçalanan İlhanlı İmparatorluğu’nun varisi olmak iddiasında olan Ertenoğulları Sivas ve Kayseri’de hüküm sürmektedirler. Doğuda ise Oğuz boylarından Akkoyunlu ve Karakoyunlu Devleti vardır (Öney 1989, 1).

9 XIII. yüzyıl Anadolusu’nda birçok örneği görülen, mihraba dik, uzunlamasına üç veya beş sahınlı plan tipindeki camilere, Beylikler Dönemi’nde de sıkça rastlanmaktadır. Beyşehir Eşrefoğlu Camii (1299), Ankara Arslanhane Camii (1289-1290), Kastamonu Candaroğlu Mahmut Bey Camii (1366), Ankara Hacı İvaz Mescidi (XV. yy. başı), Niğde Sungurbey Camii (1355), Birgi Ulu Camii (1312), Milas Ulu Camii (1378), plan bakımından Selçuklu geleneğini sürdüren camilerdir.


  1. Mihrap önü kubbeli yapıların en gelişmiş örneği olan Manisa Ulu Camii (1376) sekizgen şema üzerine oturan merkezi kubbesi ile toplu ve geniş bir mekan yaratılması yolunda Batı Anadolu’da görülen yeni bir gelişmedir. İlk defa bu yapıda, mihrap önünde boyutları oldukça büyük bir kubbe kullanılmıştır. Bu şema, daha sonra Osmanlı



  2. dönemi anıtsal yapılarında tekrar ele alınacak olan uzun bir gelişmenin basamağı sayılmaktadır.

11 Ayverdi, bu denemenin kubbe için bir inşai tecrübe olduğunu ancak mimariye bir fayda getirmediğini belirtmektedir (Ayverdi 1962, 82).

  1. Araştırmacılar tarafından; son cemaat yeri fikrinin Anadolu’da XIV. yüzyıl Beylikler Devri’nde ortaya çıktığı kabul edilmekte, son cemaat yerinin ilk örnekleri olarak XIV ve XV. yüzyıl İznik, Bursa, Milas, Milet ve Kütahya’daki camiler gösterilmektedir (Otto-Dorn 1941, 102; Diez 1950, 200; Söylemezoğlu 1955, 79-80; Ersen 1986, 28; Öz 1987, I, 12).



KAYNAKLAR

Ayverdi, E. H., “Mudurnu’da Yıldırım Bayezıd Manzumesi ve Taş Vakfiyesi”, Vakıflar Dergisi, 5 (1962), 79-86.

Altuğ-Kolat, İ., Batı Anadolu 14. Yüzyıl Beylikler Mimarisinde Yapım Teknikleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999.

Ersen, A., Erken Osmanlı Mimarisinde Cephe Biçim Düzenleri ve Bizans Etkilerinin Niteliği, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1986.

Huart, C., Mevleviler Beldesi Konya, çev. N. Uzel, İstanbul 1978.

Kızıltan, A., Anadolu Beyliklerinde Cami ve Mescitler, İTÜ, İstanbul 1958.

Konyalı, İ. H., Abideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, İstanbul 1964.

Konyalı, İ. H., Abideleri ve Kitabeleri ile Karaman Tarihi. Ermenek ve Mut Abideleri, İstanbul 1967.

Köprülü, M. F., “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları I”, Belleten, XXVII (1943), 27’den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1943.

Kuban, D., “Claude Cahen’in Pre-Ottoman Turkey Adlı Kitabı ve Anadolu’da Türk Şehri Mimarisi ve Sanatı İle İlgili Bazı Düşünceler”, Anadolu Sanatı Araştırmaları, II, İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul 1970, 7-30.

Kuban, D.,“Ortaçağ Anadolu Türk Sanatı Kavramı Üzerine”, Malazgirt Armağanı, 103-117’den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1972.


Kuran, A., “Tokat ve Niksar’daki Yağıbasan Medreseleri”, Vakıflar Dergisi, VII’den ayrı basım, 39-43, İstanbul 1968.

Kuran, A., Anadolu Medreseleri, I, ODTÜ, Ankara 1969.

Löytved, J., Konia, İnschriften der Seldschukischen Bauten, Berlin 1907.

Meineche, M., Fayencedekorationen Seldschukischer Sakralbauten in Kleinasien, I-II, Tübingen 1976.

Oral, Z., “Konya’nın Tarihi Eserleri ve Bugünkü Durumları”, Konya Dergisi, 84-85 (1945),32-40.

Otto-Dorn, K., Das Islamische İznik, Berlin 1941.

Otto-Dorn, K., Die Kunst des Islam, Baden-Baden 1965.

Ögel, B., Türk Kültürünün Gelişme Çağları I, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1971.

Ögel, S., Anadolu Selçuklu Sanatı Üzerine Görüşler, İstanbul 1986.

Önder, M., “Konya’da Şeker Furuş Mescidi”, Anıt, 29 (1961), 6-8.

Önder, M., Mevlana Şehri Konya, 2. Baskı, Ankara 1971.

Öney, G., Beylikler Devri Sanatı XIV. -XV. Yüzyıl (1300-1453), Ankara 1989.

Önge, Y., “Konya’da Beyhekim Mescidi”, Ön Asya, 29 (1968), 10-11.

Özakın, R., 13. yy. Tek Kubbeli Selçuklu Mescidleri, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1995.

Pope, A. U., A Survey of Persion Art, II, London 1967.

Sarre, F., Konia, Seldschukische Baudenkmaler, Berlin 1921.

Sevim, A., Anadolu’nun Fethi-Selçuklular Dönemi, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1993.

Söylemezoğlu, K., İslam Dini İlk Camiler ve Osmanlı Camileri, İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul 1955.

Sözen, M., Anadolu Medreseleri I-II, İstanbul 1970-72.

Talbot Rice, T., The Seljuks in Asia Minor, London 1961.

Tuncer, O. C., Anadolu Selçuklu Mimarisi ve Moğollar, Vakıflar Bankası, Ankara 1986.

Turan, O., “Selçuk Devri Vakfiyeleri I. Şemseddin Altunaba, Vakfiyesi ve Hayatı”, Belleten, 42 (1947), 197-221.

Turan, O., Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973.

Turan, O., Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul 1980.

Uğur, M. F.; Koman, M. M., Selçuk Veziri Sahip Ata ile Oğullarının Hayatı ve Eserleri, Konya 1934.

Uğur, M. F.; Koman, M. M., Selçuk Büyüklerinden Celalüddin Karatay ile Kardeşlerinin Hayatı ve Eserleri, Konya 1940.

Uzluk, F. N., Anadolu Selçukileri Devleti Tarihi III, Ankara 1952.

Uzluk, Ş., Konya Abideleri, Konya 1939.

Ülgen, A. S., “Siirt Ulu Cami”, Vakıflar Dergisi, 5 (1962), 153-155.

Yalçın, O., Konya, 3. Baskı, İstanbul 1967.

Yetkin, S. K., “Beylikler Devri Mimarisinin Klasik Osmanlı Sanatını Hazırlayışı”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV, 3-4 (1955), 39-43.

Yinanaç, M. H., Türkiye Tarihi-Selçuklular Devri, İstanbul 1944.

Yücel Y., XIII -XV. yüzyıllar Kuzey Batı Anadolu Tarihi. Çoban-oğulları Candar-oğulları Beylikleri, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1980.
Anadolu Türk Mimarisinde Çeşmeler

Doç. Dr. Mustafa DENKTAŞ

Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
u her dönemde insanların ve toplumların hayatlarını devam ettirebilmeleri için vazgeçilemez bir ihtiyaç kaynağı olmuştur. İlk Çağlardan itibaren insanoğlu daima bir su kaynağının yakınında yaşama ihtiyacı duymuştur. Suyun insan hayatındaki bu öneminden dolayı, tarih boyunca bütün medeniyetleri oluşturan toplumlar, suyu temin etmek, ona kolay ve kesintisiz olarak ulaşabilmek için çeşitli mimari çözümler aramışlar ve bulmuşlardır.

Anadolu’ya gelen Türkler de önceki medeniyetlere ait su yollarını ve kaynaklarını kullanmaya devam etmişlerdir. Türkler de yağan kar ve yağmur sularını sarnıçlarda toplamışlar, akan suların önlerini uygun bir yerde keserek, bentler yapmışlardır. Bentlerden ya da kaynağından alınan su kanallarla, pöhrenklerle ve su kemerleriyle şehre getirilmiştir. Şehir merkezine getirilen su önce çökertme havuzlarında bir müddet dinlendirilerek ve temizlendikten sonra havuzlardan alınarak maksemlere nakledilmiştir. Maksemlerde toplanan su, gönderileceği çeşmelere, lülelerle ölçülerek dağıtılır. Kaynaktan getirilen suların dışında ayrıca şehir merkezinde bulunan yer altı kaynak suları da, kuyular açılarak kullanılmıştır. Yine fazla derinde olmayan yer altındaki kaynak suları da dönme dolaplar kullanılarak yeryüzüne çıkarılmıştır. Anadolu’ya yerleşen Türkler, şehirdeki çeşmelere ilâve olarak; ihtiyaç olduğunda kullanmak üzere suyun depolandığı sarnıçlar, camiilerde abdest almaya mahsus diğer anıtlarda su sesi ve akışındaki güzelliği izlemek için yapılan şadırvanlar, çeşmelerden farklı olarak akan suya bağlı olmayan fakat vakfeden kişinin arzusuna göre su, süt, şerbet ve benzeri içeceklerin dağıtıldığı sebiller, üst bölümündeki bir delikten suyun çeşitli kademelerden su oyunları ile akıtılarak insanlara su sesinin ve akışının bütün güzelliklerinin izlettirildiği selsebiller ve kaynaktan gelen suyun hem dinlendirildiği hemde temizlendirildiği havuzlar inşa ederek halkın su ihtiyacını karşılamışlardır.

Su, bugünkü toplum hayatımızda ne kadar önemli ise, geçmiş yüzyıllarda yaşayan toplumların hayatında da o kadar önemli olmuştur. Atalarımız bir cami, medrese, imaret, darüşşifa, kervansaray vb. kültür ve medeniyet yapıları inşa ettirdiklerinde, bu yapıların hem halka kesintisiz olarak hizmet verebilmeleri hem de bakım ve onarımlarının yapılarak gelecek kuşaklara aktarılabilmeleri için çok zengin vakıflar kurmuşlardır. Aynı şekilde mahallelerimizdeki çeşmelerimizin suyunun kesilmeden sürekli akması ve zaman zaman sel vb. felâketlerle tahrip olan su şebekelerinin bakımı ve onarımı için de vakıflar kurulmuş olduğunu günümüze ulaşan vakfiyelerden öğrenmekteyiz1. Burada dikkatimizi çeken en önemli husus, cami, medrese veya diğer başka büyük bir anıta vakfedilen para ya da gayrimenkul kadar gelirlerin çeşmelere de vakfedilmiş olmasıdır. Yine belgelerden anlaşıldığına göre, çeşmeler inşa edilmeden önce şehrin kadısından izin alındığını ve mutlaka zengin mallara sahip bir vakıf kurulduğunu2 ve

vakfın senedinin şehrin kadısı tarafından onaylandığını tespit etmekteyiz. Bu da, kendisi küçük olan çeşmelerimizin, topluma yaptığı hizmetin ne kadar büyük ve masraflı olduğunu göstermektedir. Çeşmeler vakıf olarak inşaalarının dışında özellikle İstanbul’da dönemin mimari özelliklerini de yansıtmaları bakımından oldukça önemli mimarî anıtlarımızın başında gelmektedir.

Bugün önünden geçerken çok sade bir yapı olarak gördüğümüz çeşmelerin fazla sanatsal bir özelliği yok gibi gözükmektedir. Gerçekten de, İstanbul, Bursa, Edirne ve diğer bazı Anadolu şehirlerindeki anıtsal çeşme örneklerini dahil etmezsek, Anadolu’nun birçok kentindeki çeşme örnekleri oldukça sade yapılardır. Ama gerçekten yapıldığı dönemde o bölge halkına çok büyük hizmet vermiş olan bu küçük anıtlarımız, teknolojik gelişmeler ve sosyal hayatımızdaki değişmeler neticesinde eski fonksiyonlarını hızlı bir şekilde kaybetmeye başlamışlar ve sonunda tamamen kullanım dışı kalmışlardır.

Fonksiyonlarını kaybeden çeşmelerimizin akan suları belediyelerce kesilmiş, bu da yetmemiş gibi belediyelerce yapılan yol açma, yol genişletme vb. imar faaliyetleri bahane edilerek, birçok çeşme tamamen yıkılarak ortadan kaldırılmıştır. Bir de buna tabiat şartları eklenince çeşmelerimizin tahribatı daha da hızlanmıştır. Bu da çeşmelerimizin hızlı bir şekilde yıkılarak ortadan kalkmasına seyirci kalan toplumumuzun, geçmişe sahip çıkma bilincinden ne kadar uzak olduğunu bize göstermektedir.

Çeşme Mimarisi

Çeşme kelimesi, Farsça “göz” anlamına gelen “çeşm” kelimesinden gelmektedir3. Sözlüklerde kısaca, göz gibi olan delik ve bu delikten akan su diye açıklanan çeşme kelimesinin yerine, XIII-XIV. yüzyıllarda Arapça “sıkaye”, “ayn” yahut “meska” terimlerinin kullanıldığı da görülmektedir.4 Sivas Gökmedrese Çeşmesi (1271) ve Bolvadin Alaca Çeşme (1278) kitabelerinde, “ayn” kelimesine, Tokat/Pazar Hatun Hanı Çeşmesi (1239), Afyon İki Lüleli Çeşme (1379 yıkılmış) ve Sinop Emir Şahabettin Çeşmesi (1429) kitabelerinde “sikaye” kelimesine rastlanmaktadır.5 Anadolu öncesi Türk döneminde çeşme gibi kullanılan su tesisleri “alış”, “pınar” veya “suvat” terimleri ile isimlendirilmiştir.6

Türk su mimarisinin en yaygın, en tanınmış örneği olan çeşmelere, önceki çağ medeniyetlerinde de rastlanmıştır. Mezopotamya medeniyetinde de çeşme olduğu ileri sürülüyorsa da, kazılarda ortaya çıkan kalıntıların çeşmeden ziyade kuyu olduğu kabul edilmiştir.7 Yazılı kaynaklar ve açığa çıkan kalıntılara göre, Anadolu’da ilk çeşmelerin M.Ö. II. binde Hititlere kadar gittiği ileri sürülmektedir.8 Günümüze kadar sağlam olarak ulaşabilmiş en eski çeşmeler Urartulara aittir. M.Ö. IX-VII. yüzyıllar arasına tarihlenen bu çeşmeler Van yakınındaki Çavuştepe mevkiindeki Urartu Kalesi içerisinde bulunmaktadır.9 İlk çağda, M.Ö. VII. yüzyılda Lemnos’ta bulunan pişmiş topraktan yapılmış düz damlı yapının bir çeşmeye ait olduğu ileri sürülmüştür. Gerçekten de böyle bir çeşmeye Korinthos’ta rastlanmıştır.10


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   161   162   163   164   165   166   167   168   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin