BaşÖRTÜSÜ raporu 2007 Sakarya Başörtüsü Platformu



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə6/102
tarix30.10.2017
ölçüsü2,1 Mb.
#22656
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   102

Yrd. Doç. Dr. Bekir Berat Özipek’in Zaman’daki “Mahalle baskısına 'hayır' devlet baskısına 'evet' mi?” başlığı altında yayınladığı yorumu da mahalle baskısı tartışmalarının suniliğine ve asıl baskının nerden/kime geldiğine işaret ediyordu: “Bir an için, bu ülkede kadına başını açması için hiçbir baskı yapılmadığını varsayalım. Bu durumda dahi, toplum baskısına karşı devlet baskısını tercih etmemizin hiçbir makul tarafı olamaz. Çünkü hiç kimse devletin dayatmasının toplumunkinden daha az tahrip edici olduğunu iddia ederken haklı olamaz. Elbette baskının her iki şekli de kötüdür; ama makul bir birey, iki kötü arasında bir tercih yapacak olursa, devletinkini seçmez. Çünkü hiçbir toplum homojen olmadığından dolayı, baskı dayanılmaz olduğunda o mahalleyi, o okulu, hatta ailesini terk edebilir. Baskıya karşı devletten yardım isteyebilir. Ama baskı devletten gelirse, bu çok daha büyük bir felaket demektir.

Çünkü "meşru şiddet kullanma tekeline sahip en büyük örgüt" olan devletten kaçış yoktur; onun otoritesi ülke sınırlarının içindeki her yerde, her santimetrekarede geçerlidir ve sizi nereye gitseniz orada bulur. Bu anlamda yurtdışına çıkmak bile bazen çözüm olmayabilir. Başörtülü kadınlara yönelik yasakçı tutumdan kurtulmak için Balkanlardaki veya Türki cumhuriyetlerdeki üniversitelere giden, ama devletin elinin oralara da ulaşması nedeniyle gittikleri üniversitelerde de mağdur edilen Türkiyeli genç kızların durumu bunun trajik bir örneğidir. Başörtüsü serbest bırakıldığında, bunun başörtülü olmayan öğrenciler üzerinde baskı oluşturabileceğini düşünmek insani ve ahlaki bir kaygıdır. Ama bir insanın bu kaygıdan hareketle kendi yaşam biçiminden olmayan "öteki kadınlar" için yasak istemesinin ahlakiliği yoktur.”


* * *

Merkez medyanın 2007 yılındaki en önemli uğraşılarından biri de başörtüsü-türban ayrımı oldu. Kendisi bugüne kadar sorunu tartışırken, toplumdaki hassasiyetleri uyandırmamak için başörtüsüne ısrarla ‘türban’ diye adlandırıyor ve toplumun asıl soruna yabancılaşmasını hedefliyordu. Buna göre başörtüsü savunulabilir bir örtünme biçimiymiş gibi sunulurken, ‘türban’ rahatsız edici bir unsur olarak karalanıyordu. Medyadaki sık kullanımına bağlı olarak örtünen insanlar arasında da bu kavramın gündelik dilde kullanılmaya başlanması ise dikkat çekiciydi. Merkez medya, 2007 içinde bu ayrımın “fıkhi”(!) altyapısı için de fazlasıyla efor sarf etti.

Köşe yazarlarının “medya uleması” rolüne soyunmaları trajikomik yorumların yapılmasına vesile oluyordu. Başörtüsü üzerinden Din’e saldıranların bunu Kur’an’dan ayetleri delil göstererek yapmaları, aslında bir bakıma Din’in sosyal hayattaki belirleyiciliğinin de kanıtıydı. Yasakçılıklarının ‘Din karşıtı’ bir eylem olmadığını ispat etme kaygısı ya da kendi ideolojilerinin delillerine duyulan güvensizlik... Her ne sebeple olursa olsun, sonuçta yapılan kabul edilemezdi. Başörtüsü-türban ayrımı yapanların, örtünmenin Kur’an’da yer almadığını ispatlamak için uğraşanların, beyhude çabalarının hangi boyutlarda gerçekleştiğini göstermek için aşağıdaki alıntılara göz atmak faydalı ve açıklayıcı olabilir:

“Anadolu kadını baş örtüsü takar.. Baş örtüsü kullanması gelenektir. Özellikle kentlerde ortaya çıkan AKP'li kadınların tercih ettiği türban ise simgedir. Gelenek olduğu için değil. Simge olduğu için takılır. Danıştay da, Anayasa Mahkemesi de, hatta AİHM de simge olduğuna karar verdi. Siyasal İslam'ın simgesi. İşte fark bu kadar büyük. Bu yüzden AKP'li kadınlar, türban taksalar da türban sözünü ağzına almıyor. Baş örtüsü demeyi tercih ediyorlar... Aslında mesele basit. Türbanın yerine baş örtüsünü tercih etseler... Anadolu kadınının geleneksel örtüsünü kullansalar… Başlar bu şekilde örtülse sorun bitecek.” (Mehmet Tezkan, Vatan, 20 Mayıs 2007)

“Bir türban lafı ortalıkta dolaşıyor... Oysa Kuran-ı Kerim'de ne türban var. Ne çarşaf. Ne başörtüsü.” iddialarını ortaya attı. Selçuk yazısını şöyle bitirdi: “Kuran-ı Kerim'de kadınların türban, başörtüsü, sıkmabaş, çarşaf gibi tesettür araçları altına girmeleri konusunda açık seçik bir hüküm yoktur... Kadınların örtünmesi Kuran-ı Kerim'den değil, erkek bencilliğinin toplum düzeninde eski zamanlardan beri egemenleşmesinden kaynaklanıyor... İslam dünyasında Afganistan, Kuveyt, Suudi Arabistan vb. ülkelerde tesettür bir psikolojik erkek hastalığı düzeyindedir; Müslümanlık kadına böylesine eza ve cefaya izin verecek bir din değildir.” (İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 3 Haziran 2007)

“Başörtüsü ile türbanı ayırmayı bilelim. Başörtüsü, yemeni, boyundan bağlanan eşarp, Anadolu kadınının geleneksel örtüşüdür. Orada saç tellerini saklamak gibi bir hadise yoktur. Türban ise farklı bir olaydır. Bir üniformaya dönüşmüştür. Tamamlayıcı unsurları vardır. Saç telleri asla görünmeyecek. Gerekirse alnına bir de bant koyacaksın. Örtü omuzlardan aşağıya, göğüs ve sırta kadar inecek. Altına uzun, topuklara kadar etek veya pardösü giyilecek. Ayrıca saçın arka bölümüne topuz gibi bir şey takacaksın ve türbanın arka tarafı kalkık duracak.” (Emin Çölaşan, Hürriyet, 26 Haziran 2007)

“Türban, yani son zamanlarda hanımların, Başbakan, Bakan vb. hanımlarının ve onlardan görerek diğer kadınların başına geçirilen "şey" öteden beri hanımlarımızın, köylülerimizin başlarına bağladıktan geleneksel "başörtüsü" ile aynı şey değildir. Kıyafet devriminde ve sonra, Atatürk'ten sonraki dönemde, yakın zamana kadar "başörtüsü" problem olmamıştı. Mustafa Kemal bu konuyu Türk kadınlarına ve zamana bırakmıştı. Benim Hukuk Fakültesindeki arkadaşlarımdan bazılarının başörtüleri vardı, kimse itiraz etmezdi. Ve onlar sonra avukat, yargıç olunca, başlarını kendiliklerinden açtılar. Mustafa Kemal evimize geldiğinde, babaannem onu başörtüsüsüyle karşılardı. Ama sonra o da başını açtı. Anamın anası başörtüsünü muhafaza etti ve o da yadırganmadı.” (Altemur Kılıç, Yeniçağ, 3 Temmuz 2007)

“Bir defa adını doğru koyalım. Türban değil. Nedir türban? Bir Hint dini inanışı Sih erkeklerinin baş bağlama şekli. Dikkat buyurun erkeklerinin. Kadınlarının değil... Bizde, yakında Köşk'e çıkması beklenen ve kim ne derse desin ülkeyi katıştıran siyasal İslam simgesi örtünün adı, sıkmabaş.. Mucidi Şule Yüksel Şenler adlı ünlü kadın yazar.. Çıkış noktası, Ege adalarındaki Ortodoks Yunan kadınlarının başlarından esinlenen, Lübnan kökenli küçük bir İslam tarikatının baş örtüsü. Şule Yüksel görüşleriyle birlikte başlığını da yaydı. Giderek belirli bir tarikatın simgesi oldu. Siyasete girdi. Erbakan'ın Milli Görüşçü kadınlarının üniformasına dönüştü… Sıkmabaş bir siyasal simgedir. Gamalı haç gibidir. Sorun örtünmekse bin yıllık Anadolu kadını gibi baş örtüsü kullansana’ kıyametlerine rağmen, niye ısrarla Hermes markalı sıkmabaşta direniliyor?” (Hıncal Uluç, Sabah, 22 Ağustos 2007)

“Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş başörtüsünün asıl nedeninin erkek tacizinden korunmak olduğunu, medeni ülkelerde (Avrupa'da örneğin) şart olmadığını, olmazsa olmaz bir emir olmadığını söylüyor. Onun gibi düşünen çok sayıda din uzmanı var.

Şimdiki Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ve yine eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın da kızlarına başları açık okuyabileceklerini söylediğini biliyoruz. Nitekim Bardakoğlu’nun kızları eğitimlerini böyle tamamlamışlar. Bütün bu örneklere bakarak düşünmeye başlayalım: Kur'an'da saçını örtmek konusunda kesin emir olduğuna inanan ve en azından okumak için veya devlette görev nedeniyle başını açan bir kadının Müslümanlığına zarar gelir mi?” (Ruhat Mengi, Vatan, 12 Eylül 2007)

“Başı örtmenin kökenini etnoloji, taş dönemine kadar indirir. Bu dönemde kişiler, ölümden sonra saç ve tırnakların uzamaya devam ettiğini görerek, onlarda gizli bir kudretin varlığına inanmışlar ve korkmuşlardır… Saçlarda ve tırnaklardaki kudretle, Tann'nın karşısına çıkılamayacağına göre, saçlar örtülür, eller de yen içine saklanarak tırnaklar gizlenir; el pençe divan durmanın kökenini burada aramak gerekir. Bu alışkanlık, gelenek halinde tüm dinlere geçmiştir; Budistler, saçları kökünden kazıyarak sorunu çözmüşlerdir… Hz. Muhammed'in, 50 derece çöl sıcağında kadınları sıkmabaş'a mecbur etmiş olacağı düşünülemez; o sıcak ki, onun yüzünden erkekler entari giyerler, içinde ne don ne pantolon vardır.” (Hürriyet, 20 Eylül 2007)

“Son zamanlarda yapılan türban övgülerinden, türban cazgırlığı yapan yazıcıların yorumlarından, türban denen takının puta, Müslüman olduğu iddia edilen kimselerin de putpereste dönüştükleri sonucu çıkıyor... Müslümanlık biçim ve içerik olarak bir bütünsellik ifade eder. Müslümanlığın bilinen, uyulması ve yapılması zorunlu koşullan dışında haramlar, helaller, günahlar var. Örneğin, en bilinen sakıncalardan biri faiz! Faiz İslam'a göre haram, ama türbancıların tamamı faiz yemekte.” (Özdemir İnce, Hürriyet, 13 Ekim 2007)

“İyi bir Müslümanın rehberi doğrudan Kuranıkerim'dir. Aymaz kişilere, çokbilmişlere, kendisinde bir hikmet görüp ulema geçinenlere boşverin. Müslümanlıkta papazlık yoktur. Kendi aklınıza güvenin. Allah'ın kitabı Kuranıkerim'i bilmeyen, Müslüman değil, Müslüman mukallidi olur... Nur suresinde bu konuda şu kural konuyor: "Ey Muhammet , Mümin kadınlara söyle. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar..." Kuranıkerim'de türban ya da sıkmabaş yoktur; boyun sarıp sarmalanmayacak, başörtüsü göreneksel usul üzerine yakaların üzerine salınacaktır. Türbanı bir flamaya dönüştürüp siyaset sahteciliğinin en büyüğünü yaparak Müslümanlık taslayanlar ikiyüzlü yalancılardır. Bunlar Müslüman değil, kutsal Müslümanlığı kullananlardır. Topu cehennemliktir; çünkü Anadolu insanına en büyük kötülüğü yapıyorlar.” (İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 18 Kasım 2007)

“’Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanlan dost edinmeyin’ (Kuran, Maide, 51) ayeti günümüzde, uluslararası ilişkilerde geçerli midir? Bu ayetin anlamı yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. Müslümanlara, Yahudilerle, Hıristiyanlarla dost olmayın denilmektedir. Tartışılsın mı? İsteyen bu türden onlarca ayet bulabilir. Mesajların çağa uymadığını ileri süren görüşlere katlanabilecek. Tartışma çok basit ve yalın! Türbanın İslam'ın farzı olduğunu kabul edelim. Peki! Kabul! Peki türban takanlar Anayasayı, Medeni Kanunu, Borçlar Yasasını, aile ve miras hukukunu nasıl kabul ediyorlar? Türbana tapan kadınlar kocalarının dört kadın daha almasına ne diyorlar?

Türban dışında laik dünyanın yasalarını isteyerek ya da istemeyerek kabul edenler, türban putuna tapmalarını nasıl açıklayacaklar? Türbanlılar ister cehenneme, ister cennete gitsinler, ister "evde çılgın dekolte giyiyor" olsunlar, benim umurumda bile değil! Bir tavsiye: İslam'ı sadece ahiret işlerinizde kendinize rehber yapınız, dünya işlerine karıştırırsanız zararlı çıkarsınız: "Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin!" Olur! Ama bunu, ilkin, ayete aykırı davranan Abdullah Gül ile Recep Tayyip Erdoğan'a söyleyin?” (Özdemir İnce, Hürriyet, 2 Aralık 2007)

“Aslında türban, "erkek egemen feodal kültürün" bir simgesi. Kadının "ikinci sınıf vatandaşlığını" vurgulayan bir simge. Bu simgeyi, "dinsel bir gereklilik" olarak kutsallaştırıp kadınlarımızı, kızlarımızı örtmeye çalışan "türbancıların" maskeleri yavaş yavaş düşüyor. Kadını örtmenin, Müslümanlıktan önce, Hıristiyanlık ve Musevilikte de geçerli olduğunu, Sümerlerden beri uygulandığını artık herkes öğrendi. Kuran'ın pek çok açık emrini görmezden gelip, faiz gelirleriyle ceplerini dolduranların, "türbancılık" yapmalarındaki samimiyetsizliği artık herkes fark etti.” (Emre Kongar, Cumhuriyet, 10 Aralık 2007)

“Türbancıların tümü aynı zamanda faizci... Kuranıkerim'de türban yok. Ama faiz var. Bakara suresinde der ki: "Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar." "Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir; onlar orada temelli kalacaklardır..." Yoruma gerek yok... Kerametleri kendilerinden menkul hocalara da gerek yok... Faiz yedikleri mahkeme kararıyla sabit olan: Fethullah Gülen. Recep Tayyip. Hüseyin Çelik. Binali Yıldırım öteki dünyada ne olacaklardır? Mahşerde şeytanın çarptığı gibi kalkıp cehennemde temelli kalacaklardır.

Kuranıkerim'e aykırı ne günah varsa işlemeyi meslek edinen türbancı, karısını örtmekle Müslümanlaşabilir mi?.. Türkiye'deki bütün kadınlar türban taksalar, ülkeyi faiz folluğuna çevirmiş bu takımı "mahşerde şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkmaktan" kurtaramazlar... Türbancı ile faizci ikiz kardeş oldular. Kuranıkerim'de bu tür ikizlik -hem türbancılık, hem faizcilik- helal değildir... Yasaktır... Günah-ı kebairdendir... Haramdır...” (İlhan Selçuk, Cumhuriyet,18 Aralık 2007)

Yukarıda alıntıladığımız bu örnekler, birçok gazete birçok köşe yazarı tarafından tekrar tekrar yazıldı. Başörtüsüne karşı her cepheden yapılan saldırılarda, Müslümanların rehber kitabındaki açık ayetleri çarpıtmaktan çekinmeyenlerin amaçları belliydi. Kopyala-yapıştır şeklinde çoğaltılan bu görüşleri savunanlar, bunu ‘ilmi bir katkı’ sağlamak için değil, İslam’ı karalamak için yapıyordu.

Provokatif sorularla ve tahkir eden yorumlarla yol boyunca yürüttükleri yayın politikasıyla merkez medya, başörtüsü sorununda 2007 yılında da kendisine biçilen rolü layıkıyla oynamak için elinden gelen gayreti gösterdi.

Jurnalci gazetecilik, çarpıtmacı köşe yazarlığı, fikirsiz yorumculuk, belgesiz araştırmacılık, düşüncesiz analiz gibi yan yana gelmesi mümkün olmayan durumları kendi bünyesinde imkana kavuşturan merkez medyanın yol açtığı zihinsel yozlaşma ve ahlak tahribatı kayıtsız kalınamayacak bir vakadır.

Ne yazık ki, bazı muhafazakar medya organlarının 2007 yılı içindeki yayınlarında da bazı yozlaşma emareleri baş göstermişti. Bu yayın organları; başörtüsü karşıtlarına gereken cevabı vermekte çekinmiş, İslami hassasiyetle savunamadıkları gerçekleri kendilerini “liberal/demokrat” kimlik ile tanımlayan insanlara söyleterek sorumluluklarını yerine getirdiklerini zannettikleri bir yayın çizgisi ortaya çıkmıştı. İlkeli ve tutarlı bir ‘Din’ algısına sahip olmayınca, bunun yapılan her işe sirayet ettiği açıkça görülüyordu.

Burada genel bir değerlendirme yaptığımızda, başörtüsü konusunda Vakit, Milli Gazete ve nispeten Yeni Asya Gazeteleri’nin dışında kalan yayın organlarının, başörtüsü sorununu görmekle birlikte “başörtüsü platformlarının özgürlük mücadelesine” genellikle kayıtsız kaldıkları sonucuna varabiliriz.

Merkez medya, yılın ilk günlerinden itibaren başörtüsü karşıtlığı konusunda okurlarını işlerken, birçok muhafazakar yayın organı başörtüsü sorun olarak gündemlerine almamaktaydı. Sorun ancak Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştığında değerlendirilmeye alındı. Bu değerlendirmeler ise daha çok “demokratik haklar” ya da “insan hakları” bağlamında yapılıyordu.

Üstelik Kemalizm ile yüzleşmek yada “askeri demokrasi” anlayışına güçlü bir itiraz da dillendirilmiyordu. Yayın çizgisine rengini veren, daha çok AKP’nin söylemiydi. Vakit ve Milli Gazete ise bu süreçte başörtüsü sorununu birçok açıdan gündemde tutmayı ve yasak karşıtı mücadelenin kamuoyuna duyurulmasını ihmal etmedi.

Muhafazakar çevrelerin AKP sürecindeki tutarsızlıkları ve kurdukları yanlış ilişki biçimleri 2007 yılı süresince medya organlarının yayın politikalarına da yansıdı. Başörtüsü sorunu, İslami kimliğe yönelik bir baskıdan ziyade, üniversite öğrencilerine ve AKP’li siyasilerin eşlerine yapılan bir ayrımcılık mesabesinde değerlendirildi. Oysa ki sorun, daha geniş bir zaviyede tartışılabilir, ortaya konulan söylem AKP’nin politikasına endekslenmeyebilirdi. Böyle bir yayın çizgisi daha tutarlı yorumların önünü açacağı gibi, başörtüsü eylemlerini daha detaylı ve değerine layık biçimde gündemleştirerek, toplumsal sorunlar karşısında okurlarını sorumluluk almaya çağırabilirdi.

“Muhafazakar demokrasi” gibi eklektik, belirsiz ve tutarsız bir anlayışın hakim olduğu yayınlarda, ‘liberal’ görüşe İslamcı görüşlerden daha çok yer verilmesi ise medyatik bir ayrımcılıktı. Satın almalarla, yeni kuruluşlarla artan muhafazakar medya organlarının sayısına rağmen, ortaya yeni, etkili ve tutarlı bir yayın politikası koyulamadı.

Bu tespitler ve sorunlar, salt ‘medya etiği’ ya da ‘haber anlayışı’ bağlamında tartışılarak çözülecek konular değildir. Ortada nasıl bir Din, nasıl bir kimlik, nasıl bir mücadele anlayışı, nasıl bir hayat tarzı gibi temel sorulara verilen yanlış cevaplardan kaynaklanan sorunlar bulunmaktadır. Bunların çözümü ancak Müslümanların bütüncül ve sahih bir din anlayışına sahip olmasıyla mümkündür. O güne kadar yapılabilecek olan ise muhafazakar medyanın yanlışlarını kendi gündemimizde tutarak eleştirilerimizi ortaya net biçimde koymak, yapılan hatalar karşısında uyanık ve uyarıcı olmak, sadece izleyici/okur gibi pasif bir konumda kalmak yerine daha aktif bir etkileşim sağlamak olabilir.

“Mahallenin sesi” olduğu iddiasındaki medya kuruluşlarını mahallede çıkan seslere karşı daha duyarlı davranmaya zorlamak bir sorumluluktur. Sorumlu yayıncılık anlayışına sahip olduklarını iddia edenlere karşı iddialarını doğru ve tutarlı biçimde yerine getirmeleri konusunda uyarmak zorundayız. Merkez medyanın çirkefliklerine ve jurnalci yaklaşıma karşı ‘biz aslında gösterdiğiniz gibi değiliz’ şeklinde sürekli savunma konumunda kalmak yerine, kendisine güvenen, kimliğini özgürce savunmaktan çekinmeyen bir yaklaşım, daha doğru olacaktır.

III. f. 2007 yılında Başörtüsü Mücadelesi

Türkiye’de kılık-kıyafet üzerinden iktidar mücadelesi yürüten laikçi-seçkinci sınıf, karşısında her zaman bir muhalefet bulmuştur. “Ümmetten ulus yaratma” rüyası gören, batıcılaşma projeleriyle topluma tek tip bir hayat tarzı dayatan ve zihniyet değişikliğindeki başarısızlığı kılık-kıyafet üzerinden sembolik ama hayli önemli bir mücadeleye dönüştüren iktidar seçkinleri, karşılarında her zaman bazı direnç noktaları bulmuştur. Bu durumun başörtüsü yasağı bağlamındaki anlamı, başörtüsü yasağı uygulandığı sürece başörtüsüne özgürlük eylemlerinin de yapıldığıdır.

Türkiye’deki toplumsal mücadelenin tarihine bakıldığında başörtüsü yasağına karşı verilen mücadelenin en köklü ve en uzun soluklu mücadelelerin başında yer aldığı görülecektir. Konuyu tevhid mücadelesi bağlamında değerlendirdiğimizde safların derinliği insanlık tarihinin başlangıç noktasına kadar götürülebilir elbette ama günümüzde kazandığı anlamıyla başörtüsü yasağı ve bu yasağa karşı yürütülen mücadelede 1964 ve 1967 yıllarının ayrı birer önemi vardır.

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra kadınlara yönelik kılık-kıyafet politikaları tesettür karşıtlığı üzerinde kurulur. Tesettüre yönelik baskılar tek parti döneminde etkisini arttırır. 1950’lerden sonraki yönetim değişikliği sonrası ortaya çıkan yeni durumda, başörtüsü de sosyal hayattaki görünümünü kazanmaya başlar. 1950’li yıllarda Türkiye ilk kez başörtülü bir doktorla, Hümeyra Ökten ile tanışır. Bu yıllarda özellikle “çarşaf” üzerinden tesettür düşmanlığında da bir artış söz konusudur. 1964'te Cerrahpaşa’da tıp öğrencisi olan Gülsen Ataseven örtünmesi ile süreç ayrı bir anlam kazanır. Ataseven’in okulu birinci bitirdiği için yapması gereken geleneksel mezuniyet konuşmasına izin verilmez. Yerine ikinci gelen öğrenci kürsüye çıkarılır. Başörtüsüne karşı akademideki ilk baskıcı uygulamalardan sayılan bu olay, Hatice Babacan’a yapılan haksızlıkla iyice gün yüzüne çıkar.

Türkiye, bugün halen devam eden başörtüsü tartışmalarının ilk kıvılcımına Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan’ın 1967 yılında başörtülü olarak İslam tarihi dersine girmesiyle tanık olur. Kürsüdeki hoca Prof. Neşet Çağatay’dır. Hatice Babacan’ı fark eder ve şu tarihi cümleyi sarf eder: “Hey sen! Sen başörtülü kız! Sınıfta bu kıyafetle oturamazsın. Ya başını aç ya da dışarı çık!”

Hatice Babacan o dönem karşısında Neşet Çağatay’ın dışında, Hüseyin Gazi Yurtaydın ve Bahriye Üçok gibi hocaları bulmuştu. Kendisine yapılan haksızlığa itiraz eden Hatice Babacan’ın yaşadıkları kamuoyuna da yansımış, İlahiyat Fakültesi öğrencileri arkadaşlarına eylemle destek vermişti. Bu eylem birçok öğrenci eyleminin ilki olarak tarihe önemli bir not olarak düşmüştür. Hatice Babacan ise fakülte idaresi ve bazı öğretim üyelerinin “tarikatlar tarafından yönlendirildiğini ve başka amaçlar için örtündüğünü” söyleyerek başörtülü olarak derslere devamına karşı çıkmışları sebebiyle, Şubat 1968'de okuldan ihraç edilmişti.

Aynı yıllarda ülke genelinde verdiği seri konferansları, gazete yazıları ve başını örtme şekliyle İslami değerlere uygun bir hayat yaşama konusunda gayret gösteren gazeteci-yazar Şule Yüksel Şenler de başörtüsü mücadelesindeki yerini alan isimlerdendi. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12’inci Genelkurmay Başkanlığını yapan, daha sonra cumhurbaşkanlığına getirilen Cevdet Sunay'ın "Sokaklardaki başı kapalı hanımların öncüleri cezalarını görecekler” diyerek özür dileme çağrısına karşı çıkan Şenler, başörtüsü mücadelesinde hapse giren ilk başörtülü yazar olur.

* * *


Kemalist kadroların iktidarlarını kurma ve pekiştirme çabalarında başörtüsüne karşı menfi tavır almaları ve çözümü yasaklarda bulmaları klasik bir baskı siyasetine dönüşür. Askeri müdahale dönemlerinde, darbecilerin ilk uygulamalarının başında başörtüsüyle mücadele etmek gelmeye başlar. Örneğin 1960 askeri darbesi sonrası Milli Birlik Komitesi’nin “irtica” adı altında İslam’la mücadelede kamuoyu faaliyetlerini yoğunlaştırırken, Komite Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel “Çarşaf Türk kadını için bir yüz karasıdır.” diyerek tesettür karşıtlığını ifade eder.

1969 Şubat’ında bir kasabada lise müdürü ve bazı öğretmenlerin okula tesettüre uygun giyinerek gelen kız öğrencilerin başörtülerini ve mantolarını parça parça edip onları okuldan kovuşları, kasaba ahalisinin büyük bir üzüntü içinde saldırgan müdürü ve öğretmenleri protesto etmelerine neden olur. Benzeri olaylar birçok yerde yaşanır. 1971’de Isparta İmam Hatip Okulu’nda Matematik öğretmeninin okul bahçesinde gördüğü tesettürlü öğrencinin başörtüsünü çekip yırtması, bu olaylardan yalnızca biridir. Bu süreçte başörtülü öğrenciler ve kadınlara yönelik devlet baskısı artmış ve birçok kadın “devrim kanunlarına aykırılık” iddiasıyla gözaltına alınarak, baskı politikalarına maruz kalmıştır.

Türkiye tarihindeki kara bir sayfa olan, darbeci zihniyetin tüm çirkinliğini acı tecrübelere dönüştüren 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, cuntacıların başörtüsü yasakçısı olduğu tescillenir ve başörtüsü yasaklanır. Daha önceki darbe dönemlerinde baskılara maruz kalan İmam Hatip Liseleri, 1980 sonrası ilk kez başörtüsü yasağıyla karşılaşır. Darbe mahsulü YÖK’ün de ilk icraatlarının başında kıyafet genelgesi çıkararak başörtüsünü yasaklamak gelir. Tepkiler ve gerilim yükselir. 1984'te YÖK tarafından geri adım atılmak zorunda kalınır ve ilk olarak boynu açıkta bırakacak ve kulakların arkasından dolanarak bağlanılan örtülere izin çıkarılır. Ancak darbeci cumhurbaşkanı Kenan Evren’in "Türkiye’de irtica tehlikesi var" çıkışı üzerine 1987’de başörtüsü yeniden yasaklanarak disiplin suçu sayılmaya başlanır.

Ne var ki, başörtüsü yasakçılarına karşı sesler de giderek etkisini arttırır. Bu dönemde birçok başörtüsü eylemi yapılır ve başörtüsü mücadelesi Türkiye’nin önemli gündem maddeleri arasındaki yerini korur. 1987 yılında başörtülü oldukları gerekçesiyle derslere alınmayan İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki başörtülü öğrenciler, Macide Göç liderliğinde ilk öğrenci boykotunu düzenleyerek, başörtüsü mücadelesindeki tarihi yerlerini alırlar. Macide Göç, daha sonraki yıllarda da daima en ön saflarda mücadeleye devam ederek, bu vahşi yasağa karşı şahitliğini ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür.

1990’lı yılların ilk yarısında başörtüsü yasağı konusunda kısmı bir durgunluk dönemi yaşanır. Bu dönemi sonlandıran ise yine bir askeri darbe olur. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında alınan kararlar, başörtüsü konusunda da "topyekün savaş" mantığıyla düşmanlık sergilenmesine neden olur. MGK'nın "Kıyafet Kanunu'na aykırı olarak ortaya çıkan uygulamalara kesinlikle mani olunmalır" şeklindeki emri, YÖK tarafından derhal dikkate alır ve ANASOL-D Hükümetinin kurulmasıyla birlikte de tüm üniversite rektörlerine başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanması yönünde genelgeler gönderilir.

YÖK'ün askerden aldığı “başörtüsü yasağı emrini yerine getirin” talimatına en şirret destek İstanbul Üniveritesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu'ndan gelir. Üniversite dekanlarını toplayan Alemdaroğlu, "Türban yasağını uygulamak için gerekirse bilime ara verin" şeklindeki zorba talimatıyla başörtüsü yasakçılığının önemli kuklalarından biri olur. Alemdaroğlu'nun bu çıkışının, Rektörler Komitesi toplantısından önce askerler tarafından verilen "irtica brifingi"nin hemen akabine denk gelmesi ise yasağın kaynağını deşifre etmektedir.

28 Şubat döneminde başörtüsü yasağına karşı eylemler düzenlenmiştir. Üniversiteden atılan öğrenciler hak mücadelesine girişmiş ve Macide Göç Türkmen, Şeyma Dövücü, Necip Kibar, Cüneyt Toraman ve Fikret Özdemir gibi avukatlar zulme uğrayan öğrencilerin haklarını arayarak onlara destek vermiştir. Bu süreçte toplum da başörtüsü eylemlerine katılmış, birçok ilde farklı etkinlikler düzenlenerek yasak karşıtı mücadelenin tarihine katkıda bulunmuştur.

Bu süreçte 28 Şubat cunta rejiminin kararlarıyla gasp edilen eğitim haklarını geri alabilmek için ortaya koydukları sivil tepkilerle sonuç alamayan öğrenciler ve temsilcileri, kendilerine destek veren bazı avukatların, gazetecilerin, yazarların, sivil toplum kuruluş temsilcilerinin ve farklı branşlardan sorumluluk sahibi aydınların katılımı ile sivil bir inisiyatif olarak Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği’ni (Özgür-Der) kurarak, bu mücadelede sağlam bir halka oluşturmuşlardır.

* * *

Başörtüsü yasağına karşı verilen bu kesintisiz mücadele 2007 yılında da devam etmiştir. Bu mücadele Başörtüsü Platformları, 2005 yılından beri başlattıkları “Başörtüsüne Özgürlük” eylemleri ile 2007 yılı boyunca her Cumartesi meydanlarda yasak karşıtı mücadelede önemli bir kazanım olmayı sürdürmüştür. İlk olarak, Mazlum-Der’in öncülüğünde kurulan Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu, 23 Nisan 2005 tarihinde İzmit Sabri Yalım Parkı İnsan Hakları Anıtı Önünde saat 12:30 da ilk eylemini gerçekleştirerek direniş meşalesini yakmış, akabinde 17 Eylül 2005’te kurulan Sakarya Başörtüsü Platformu, bu anlamlı direnişe katılmıştır. Başörtüsü yasağına karşı başlatılan özgürlük mücadelesinin üçüncü halkası eylemlerine 11 Şubat 2006’da başlayan Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu olmuştur. 9 Eylül 2006’da ise Van’da eylemler başlatılarak, mücadele zemini genişletilmiştir.



2007 yılı ise Başörtüsüne Özgürlük eylemlerinde direniş hattının gelişmeye ve genişlemeye devam ettiği bir yıl olmuştur. Her Cumartesi yapılan eylemlere, Mazlum-Der Akyazı Şubesi’nin inisiyatifiyle kurulan Akyazı İnanç Özgürlüğü Platformu 10 Şubat 2007’de düzenlediği ilk “Başörtüsüne Özgürlük” eylemiyle destek vermeye başlamıştır. 15 Eylül 2007’de Konya İnanç Özgürlüğü Platformu, başörtüsüne özgürlük için her Cumartesi meydanlarda olacağını deklare ederek, başörtüsü direnişine güç katmıştır. Akabinde, 6 Ekim 2007’de Antalya ve İlçelerinde faaliyet gösteren, Özgür-Der Antalya Temsilciliği, Diyanet-Sen, Memur-Sen, Eğitim-Bir-Sen Antalya Şubeleri, Radyo Mercan, Sebilay, Es-Der, AnÇet, ANSED, ENSAR Serik Şubesi, Mak-Der gibi yapılar, Antalya Başörtüsü Platformu olarak ilk başörtüsüne özgürlük eylemini gerçekleştirdiler. Yıl boyunca Özgür-Der, Mazlum-Der ve İLKAV gibi kuruluşların öncülük ettiği bir çok sivil inisiyatif geliştirildi. Yasağın seyrine ve gelişmelere göre birçok ilde başörtüsü eylemi düzenlendi. Yasağın şartsız-sınırsız kaldırılması talebi gündemde tutularak, topluma sorunlarını sahiplenmesi ve hak mücadelesi vermesi çağrısı defalarca yinelendi.

2007 yılında yasak karşıtı mücadelede yaşanan bir diğer önemli gelişme ise Başörtüsü Platformları’nın birbirleriyle olan irtibatlarını arttırarak, istişare zemininde hareket etme çabalarını güçlendirmeleri olmuştur. Bu çabalar, başörtüsü yasağı bağlamında inşa edilebilecek sivil bir muhalefetin örgütlenmesi açısından anlamlıdır. Birbirinden kopuk hareketlerin toplumsal etkisinin zaman içinde çözülebileceği ve irtibatsız çabaların ortak bir mücadele çatısı altında toplanamaması sonucu yetersiz kalabileceği gibi zaaflar göz önüne alındığında, bu istişare zeminin sağlanmasının ve güçlendirilmesinin önemi de anlaşılabilir.

* * *

Başörtüsünün İslami bir kimliğin tezahürü olduğu düşüncesinin pekiştiği, siyasal anlamının 2007 yılı boyunca yaşanan olaylar sürecinde daha net anlaşıldığı bir dönemde; başörtüsü yasağına karşı mücadeleyi güçlendirmek kesinlikle hayati önemi haiz bir eylemliliktir. Türkiye toplumu, bugün yaşanılan sorunlar karşısında çözümü başka mercilere havale ederek sorumluluk almaktan kaçınmayı bir kenara bırakmadığı sürece, taleplerinin karşılanmasının mümkün olmadığını görmek zorundadır. Mevcut düzen, toplumsal talepleri bastırarak, farklı kimlikleri yok sayarak günübirlik politikalarla ülkeyi yaşanılmaz kılmak için her türlü macerayı göze alıyorsa; buna karşı ancak sağlam, ilkeli ve ne istediğini bilen bir mücadeleyle karşı konulabilir.



Paramiliter yapıların ve köhnemiş bir resmi ideolojinin taraftarlarının, bugün kendi tanımladıkları bir hayat tarzını topluma dayatmaktan asla yılmayacakları net biçimde ortaya çıkmıştır. Yerel ve küresel gelişmelerden kopuk, halka hiçbir zaman irtibat kuramamış ve jakoben köklerinden güç alan bu sistemin daha adil, özgürlükçü ve barışçı bir zeminde yeniden kurulabilmesi için muhalif hareketlerin ortak mücadele zeminlerinde buluşması ve dayanışması kaçınılmazdır.

Türkiye’nin farklı illerinde/ilçelerinde faaliyet gösteren Başörtüsü Platformlarının 2005’te başlattıkları ve 2007’de güçlenerek devam ettikleri Başörtüsüne Özgürlük mücadelesi, yukarıda değindiğimiz bağlamda değerlendirilmelidir. Çünkü platformların yıl boyunca yaptıkları açıklamalar okunduğunda görülecektir ki; meydanlarda dillendirilen haklı ve meşru talepler, sadece bir yasağın kaldırılmasıyla sınırlı değildir. Bu eylemlerde ciddi bir sistem eleştiri yapılmaktadır. Başörtüsü yasağı sistem sorunu olarak ortaya koyulduğunda; bu diğer toplumsal sorunların da çözümü talebini kaçınılmaz olarak gündeme getirmektedir. Dolayısıyla verilen başörtüsü mücadelesi, çok daha geniş bir perspektife sahiptir.

Her ne kadar platformlar, eylemlerinde başörtüsü yasağının kaldırılması talebini çeşitli vesilelerle dile getiriyorlarsa da, bu diğer konularda sessiz kaldıkları ya da mücadele etmedikleri şeklinde yorumlanamaz. Evet, eylemlerde öncelikle resmi ideolojinin dayattığı hayat tarzına karşı Müslümanca yaşama hakkı savunulmaktadır ama bunu yaparken, yasağı sistem eleştirisi çerçevesinde değerlendiriyor olmak, askeri ve bürokratik oligarşiye, yargı diktatoryasına, kesintisiz darbe düzenine, tek tip kimlik dayatan resmi politikalara, kangrenleşen Kürt sorununa, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki 301. madde gibi engellere, insanların onurunu zedeleyen F tipi gibi uygulamalara, baskı ve şiddet politikalarına, emek sömürüsüne, eğitim sorununa, adaletsiz hukuk sistemine, paramiliter örgütlerin toplumun özgürlüklerine yönelik eylemlerine, faili meçhullere, linç, suikast ve katliam üreten yapılanmalara da kayıtsız kalmamaktır. Başörtüsü Platformların açıklamalarını alt alta koyduğunuzda ortaya çıkan sonuç çok açıktır: Başörtüsü mücadelesi sadece ‘başörtüsü’ mücadelesi değildir ve başörtüsüne tamamen özgürlük yoksa; hiçbir konuda adalet ve özgürlük sağlanamayacaktır.

Ayrıca başörtüsüne özgürlük mücadelesi, küresel düzlemde ise kirli işgallere, savaşlara, katliamlara, küresel sermayenin kapitalistçe uygulamalarına ve her türlü İslamofobik harekete karşı çıkmaktır. Kendi yerelinden hareketle tüm dünyanın insanlarına ve sorunlarına karşı, kendi kimliği, iddiaları, talepleri ve çözüm çağrılarıyla meydanlarda verilen bu mücadelenin zemini genişletilmek ve daha çok güçlendirilmek zorundadır. Şüphesiz bu, tevhidi bir kimliği kuşanmış Müslümanlar için öncelikli bir meseledir.

Başörtüsü sorununu gündeminde tutmayan bir yapının/cemaatin/derneğin/sivil toplum örgütünün; İslami bir çabadan bahsetmesi ancak açık bir şuursuzluk ve tutarsızlık olacaktır. Başörtüsünün önemine vakıf olmayan hiçbir toplumsal/siyasal hareket; hangi ideolojiyi ya da dünya görüşünü savunuyor olursa olsun, Türkiye yerelinde sahici bir söylem ve adil bir çözüm üretemeyecektir. Başörtüsü sorununun neden bu kadar merkezi bir yer teşkil ettiğini anlamayan bir zihniyet, mevcut konjonktürü doğru okuyup, analiz edemeyeceği gibi gelecek projeksiyonun da ciddi yanılgılar ve kırılmalar yaşayabilir.

* * *


Başörtüsü yasağı bugün halen devam ediyorsa, bu konunun doğru tahlil edilmesini gerekli kılar. Geldiğimiz noktada başörtüsü yasağının sadece bir yasak sorunu olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Başörtüsü, bugün Türkiye’deki iktidar mücadelesinin kilit sembolüdür. Bu sebepledir ki başörtüsü yasağı iktidar seçkinleri için bir egemenlik sorununu ifade etmektedir. Yasakçıların, yasağın kaldırılmasına yönelik en ufak bir hamleyi dahi ölüm kalım mücadelesine dönüştürmesi anlamsız değildir. Lakin 2007 yılında başlayan ve 2008’de iyice gün yüzüne çıkan gerçek; sistemin açmazları giderek çoğalmaktadır. Yönetim ve siyaset tıkanmıştır. Darbe girişimleri, yargı eliyle yürütülmek istenmektedir. Başörtüsü yasağını sürdürmek için bir kez daha siyasal hukuk silahına başvurulmuştur.

Başörtüsü sorunu bugün artık kesinlikle ertelenemez ve suni çözümlerle geçiştirilemez bir noktadadır. Ne yasakçıların ne de yasak karşıtlarının geri adım atabileceği bir yer yoktur. Dolayısıyla yasakçılar açısından net bir pozisyonu gerekli kılan başörtüsü, asıl muhatapları tarafından sahiplenilmediğinden kangren haline gelmekte, toplumsal çatışma potansiyelini artırmaktadır. Burada cevabı aranması gereken soru ise başörtüsüne kimin sahip çıkacağıdır. Politik temsilciler, sorunu doğru şekilde sahiplenemeyeceklerini ve attıkları adım sonuç getirmediğinde konuyu derhal geçiştireceklerini göstermişlerdir.

Başörtüsüne asıl sahip çıkması beklenen kesim ise öncelikle ‘dindar’ halktır. Ancak halkın da bu rolü ifa etmesinin önünde iki büyük engel var: İlki; geleneksel dindarlığın başörtüsünü bireysel bir tercih olarak görmesi, sahiplenilmesi gereken bir dava değil anasının-bacısının başındaki hürmet edilesi bir ‘bez parçası’ olarak algılamasıdır. Hakim söylem de bu algılayışı şeytanice pompalamaktadır. Mesaj, ‘samimi Müslüman’a, anneannemizin başındaki tülbente, oyalı yazmaya herkesin saygı duyduğu, ancak iş siyasi bir sembol olarak kullanılmasına geldi mi bu durumun kabul edilemez olduğudur.

Halka önderlik etmesi gereken Türkiye’deki tevhidi uyanış ekolünden insanların da maalesef İslam’ın geniş halk kitlelerine yeterli düzeyde ulaştırılamadığı bir vasatta, zaten yetersiz olan mevcut kazanımları da son yıllarda geliştirilen “Biz çok siyasallaştık, içe dönmeyi, maneviyatı ihmal ettik!” yollu ‘yorgun demokrat’ tavırlarla bu dağınıklığı büyük oranda etkilediklerini de gözardı edemeyiz.

Halkın başörtüsüne sahip çıkmasının önündeki ikinci büyük engel ise bu noktada neşet eden ‘önderlik’ sorunudur. Halkın taleplerine önderlik edecek, onu akl-ı selime kavuşturacak, zincirlerinden kurtaracak yeterli ve ciddi bir önderliğin ve birikimin olmayışıdır. Türkiye’nin en büyük açmazı son zamanlarda çokça dile getirilen ‘güçlü bir solun eksikliği’ değil, sahici bir İslami hareketin yokluğudur. Maalesef tevhidi uyanışın önde gelen isimlerinin kararlı, sürekli ve görünür bir hareket hattı oluşturamamaları, bunun imkanlarını üretememeleri yüzünden ‘İslami hareket’ bir slogandan ibaret kalmış, o da zamanla örselenmiş ve utanılacak bir çocukluk suçu gibi bir kenara atılıvermiştir. ‘Tevhidi uyanış’, ‘İslami kimlik’, ‘İslami hareket’ söylemleri ya kitap çevirisi, masa başı teoriler, konferanslar gibi pratikten kopuk çabalarla ya da ‘an’ın fıkhını görmezden gelen ‘gettocu, gizli örgütçü’ yapılanmalarla hayatın dışına itilmiştir. Dolayısıyla halka önderlik edecek bir İslami hareketin olmayışı, halkın hassasiyetlerini törpülemekte, dikkatini dağıtmakta, hakim ideoloji karşısında çaresiz bırakmaktadır.

Oysa yurtdışına gönderilen binlerce öğrencinin koordine edildiği başarılı organizasyonlar, Endonezya’dan Afrika’ya kadar ulaşan yardım organizasyonlarının yetkinliği, yurt içinde deprem sırasında ve sonrasında kendini kanıtlayan yardım organizasyonları halkın gücünü ve yeteneklerini göstermekte ancak koordinesiz ve öndersiz potansiyel bir çıkış bulamadığından birçok farklı mecrada akıp gitmekte, egemenlerin baskı ve aşağılamasına gerekli cevabı bir türlü bulamamaktadır.

Neticede başörtüsü yasağı karşısında dindar kamuoyu, salt bireysel tercihlerin sayısal çokluğu üzerinden bir hak talep etmekte, egemenler ise bu geniş kitleyi yönlendirerek, zaman içerisinde yozlaştırarak, devşirerek etkisiz kılmayı başarmaktadırlar.

Bu tabloyu göremediğimizden sorunu tarif edelim derken, “Başörtüsü diyorsunuz ama tesettürün içinin boşaltıldığını görmezden geliyorsunuz!” gibi değerlendirmelerle topu tekrar halka atmakla, gözden kaçırdığımız şey bu vahim durumun başörtüsünün sahipsiz bırakılması ve başörtüsünü sahipsiz bırakmamız gerçeğinden kaynaklandığıdır.

Artık şu soruyu sormanın zamanıdır: Başörtüsüne kim sahip çıkacak? Tüm kırık döküklüğüne, tecrübesizliğine ve donanımsızlığına rağmen sorunun sahibi Müslümanların öncü kadrolarıdır. Ancak öncülük potansiyelini taşıyan kadroların, başörtüsüne yaklaşımda genellikle net ve tutarlı olmayan tutumlar içinde olduklarını görülmektedir. Bu zaaflı yaklaşımları iki ana başlıkta toplayabiliriz:

İlki; İslam’ın bireysel bir fıkıh meselesi olarak değerlendirildiği ‘halk dindarlığı’nı aşmada yaşanan tereddütlerdir. Bu potansiyelin Kemalist cumhuriyetin yaptığı budamadan sonra gerek ümmetten kopulmuş olması, gerekse Osmanlı İslamcı düşünsel geleneğinden (özellikle Akiflerin taşıyıcısı oldukları, tüm zaaflarına rağmen tevhidi uyanışın 20.yy. öncülerinin fikir ve pratiklerini coğrafyamıza taşıyan damarı) mahrum kalmaları yüzünden, uzun süre doğru bir başlama noktası bulamamaları gibi bir zaafla malul olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır.

70’li yıllardan itibaren belli belirsiz görülen başlangıç çabaları da 12 Eylül ve 28 Şubat’la birlikte sindirilmiştir. Bu arada örgütlülük geleneğinin olmayışı ve geleneksel cemaat yapılarının da dindar halk potansiyelini büyük oranda çembere alması, tevhid mesajını halka ulaştırmada ve bunun pratiklerini oluşturmada büyük beklenti sahiplerinde hayal kırıklıklarına yol açmaktadır. Bu olumsuzluklar bir kısım kadroları yeraltına inmeye -belki de kaçmaya- bazılarını da geleneksel yapıların gücüne öykünerek gettolaşmaya sevk etmektedir. Her iki durumda da, mesajın ulaştırılmasında sorumlu olunan halkın ıskaladığı ortadadır.

Üçüncü bir damar olarak partileşme tecrübesini sayabiliriz. Bu damar da halka/kamuoyuna yönelik doğru, taktik açılımlar geliştirmesine rağmen, lider kadronun İslami algılayışındaki zaaflar (sağcılık, devletperestlik vs.) ve makyavelist tutumları yüzünden büyük oranda zayi edilmiştir. Neticede gelinen noktada halkın dindarlığının artışıyla ters orantılı olarak gelişen mezkur çabalar, öncü kadroları, halk dindarlığını oluşturan İslam algılayışına yaklaşma zorunluluğu duymaları gibi yanlış bir çıkarıma sürüklemiştir. Bu yeni anlayışın temelinde her türlü örgütlü siyasal mücadele aracına (parti hariç!) bireysel fıkıh dairesine giren argümanlarla karşı çıkılması yatmaktadır. (Ki özeleştiri zannıyla yapılan bu çıkışları bir hareket olgunluğuna ulaşamamanın verdiği, siyasi ortamın geriliminden ve çatışma riskinden ‘bireyselliğe’ sığınarak kurtulmayı amaçlayan nevrotik bir durum olarak değerlendiriyoruz.)

* * *

Siyasi bir sorun olan başörtüsü meselesinde de örgütlü bir mücadele hattı oluşturmaya çalışan çabalara yönelik eleştirilerin kahir ekseriyetinin bu minval üzere olduğunu söyleyebiliriz. Başörtüsü yasağının İslami kimliğimize yönelik bir yok etme mücadelesi olduğu ve buna bireysel olarak karşı durulamayacağı, bir ümmet şuuruyla birlikte hareket edilmesi gerektiğine yönelik tezlere, mesela şu şekilde itirazlar gelebilmektedir: “Başörtüsü diyorsunuz ama eylemlere gelenlerin tesettürü ne kadar düzgün?” Ya da “Bu iş sokaklara çıkmakla, slogan atmakla olmaz, biz önce nefis muhasebesi yapalım!” gibi ilk anda kulağa hoş gelen ama örgütlü, kitlesel bir mücadeleyi öngören bir harekete, bireysel tutumlar üzerinden saldırmak gibi ahlaki bir zaafı taşıyan bir söylemdir bu. Mezkur yaklaşımın kardeşlik hukukunu zedeleyici kabalığı bir tarafa, teorik olarak da adil olmadığını düşünüyoruz.



Tesettürün yozlaşması tezini ele alalım: Her şeyden önce bu yozlaşma bir sonuçtur. Sebebinin ise tesettürün bireysel bir mesele derekesine indirgenip 28 Şubat’tan bu yana tamamen sahipsiz bırakılmasında ve Müslümanların birlik olup yasağa karşı çıkacaklarına, sadece kadınların ve kızların eleştirilmesiyle yetinmelerinde yattığını itiraf etmeliyiz.

Aynı şey sokağa çıkmaktan önce nefis muhasebesini öneren tez için de geçerlidir. Eğer yaptığınız muhasebe sizi haklı bir davada sokağa çıkan kardeşlerinizin karşısında bir yere oturtuyorsa, ortada gerçekten nefislerle ilgili bir sorun yok mudur? Karşımızdaki örgütlü ifsada karşı ahlaki zaaflar, Müslümanlar açısından bireysel takva çabalarıyla değil, birleşerek, dayanışarak ve topyekûn bir mücadele ile giderilebilir.

Resullerin sünnetini fıkhedersek bu dengeyi çok net olarak görebiliriz. Musa (as), kavmindeki bireysel zaaflarla Firavun’un yönetimi altındayken uğraşmaya kalksaydı acaba Kızıldeniz’i aşabilir miydi? Ya da Muhammed (s) aynı şeyi Mekke’nin fethinden önce yapmaya kalksaydı etrafında kaç kişi kalırdı acaba?

Öncü kadroların, başörtüsü meselesini kavramada gösterdikleri ikinci zaaf ise, halkın içinde mücadele etmekle halkın öncülüğünde(!) mücadele etmeyi tefrik edememeleridir. Kitleye yönelik siyasi bir mücadele halkın içinde yürütülür demek, kalabalıklarla beraber hareket edilir anlamına gelmez. Öncelikle öncü kadroların halk tarafından fark edilmesi ve öncülüğe liyakatlerinin teslim edilmesi gerekir. Bu aşamada etrafınızda geniş halk kitlelerinin toplanacağını zannetmek safdillik olur.

Halkın size güvenebilmesi için sizi tanıması, mücadeledeki sabır, istikrar ve ilkeliliği tespit etmesi gerekir. Bu da bir kerelik sansasyonel mitingler, el ele tutuşmalarla gerçekleşebilecek bir şey değildir. Sürekli ilkeli ve istikrarlı çabalar, kadroları zaman içinde halk nezdinde öncülük pozisyonuna taşıyabilecektir. Bu süre içinde öncü kadrolar da pişecek, olgunlaşacak, safralarından ve ağırlıklarından kurtulacaklardır. Ancak bu aşamadan sonra geniş halk kitlelerinden, onlara iyi ve güzel şeylerden, hak ve adalet davasında öncülük etmekten bahsetme lüksüne sahip olabiliriz.

Oysa bahsettiğimiz öncü potansiyelin halk içinde mücadele etme konusundaki tecrübesizlikleri ya “Geniş katılım olmazsa rezil olursak!” gibi çocukça bir endişeye ya da yolun uzunluğu ve meşakkati göze alınamadığından acele ile sansasyonel birtakım eylemlerle kamuoyu oluşturmak, geniş halk kitlelerine ulaşmak gibi kolaycı yaklaşımlara yol açmaktadır. Meselenin çözümünün hazır bir reçetesi yoktur. Öncelikle örgütlü ve sürekli faaliyetler yürütebilme yeteneğini kazanabilmemiz, bunu yaparken ilkeliliği muhafaza ile birlikte reel-politiğe cevap üretebilmenin dengesini oluşturabilmemiz, tüm bunlar için gerekli kitlesel refleksleri edinebilmemiz gerekmektedir.

Bahsettiklerimiz yola çıkanların azıklarıdır. Allah cehd edenlere yollarını gösterecektir. Sorunun etrafında dolaşmadan, Allah için küçük düşmeyi göze alamayanların Allah için ölmekten bahsetmelerine aldanmadan, yapamayacağımız şeyleri söylemekten Allah’a sığınarak ve hepsinden önemlisi talip olduğumuz şeyin hiç de kolay olmadığı gerçeğiyle yüzleşerek yola çıkmak zorundayız. Unutulmamalıdır ki; “Hayalleri gerçekleştirmenin yolu, önce uyanmaktır.”

* * *


Türkiye’de kimlik bazında çoğunluğu teşkil eden Müslümanların başörtüsü konusunda ciddi bir uyanışa ihtiyacı vardır. Azgın bir azınlığın başörtüsü üzerinden yürüttükleri İslam karşıtı mücadeleye ancak başörtüsünü kesin ifadelerle sahiplenen ve sonuna kadar savunan bir çizgiden hareketle karşı çıkılabilir. Konuyu ‘demokrasi’ ya da ‘insan hakları’ mücadelesinden ayrı ve çok daha üst noktaya, Müslümanların batıl ve zulüm karşısında verecekleri İslami mücadelesi noktasına taşımak zorundayız.

Başörtüsü mücadelesini yasakçıların hukuksuz ve zalimane uygulamaları karşısında anlık tepkiler düzeyinden, sistemli ve programlı bir mücadele düzeyine yükseltemediğimiz sürece, sorun devam edecektir. Bu hayati meselede inisiyatif almak ve topluma öncülük etmek ertelenemez bir insani/İslami/ibadi sorumluktur.

Halk içinde bulunduğumuz şartlarda iç içe geçen doğru ve yanlışları ayırt etme, kendisini doğru tanımlama, sorunları tüm yönleriyle kavrayabilme, çözüm yollarını bulma gibi hususlarda kafa karışıklığı yaşamakta ve kendisine model oluşturacak öncü kadrolara ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeple Türkiye Müslümanları kendi kimliğini sahiplenen ve savunan ilkeli, tutarlı ve kararlı bir şahitlik örnekliğiyle buluşturulmalıdır.

Başörtüsü yasağı, böyle bir şahitlik için en güçlü argümandır. Filistin’de Kudüs’ün ifade ettiği anlam, bugün Türkiye’de karşılığını başörtüsünde bulur. Filistin’in kurtuluş sembolü Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü olarak değerlendiriliyorsa, Türkiye’de İslami mücadelenin sembolü başörtüsü olarak ortaya konulmalıdır. Başörtüsüne şartsız-sınırsız bir özgürlük, bu mücadelenin en büyük kazanımı olacaktır.



Birçok sorunun olduğu ve bu sorunlar arasında sadece bir tanesini öne çıkarmanın hataya yol açabileceği şeklindeki bir itiraz eksikliklerle maluldür ve başörtüsünün sembolik anlamının doğru kavranamadığına işaret eder. Çünkü başörtüsünü savunmak, diğer sorunları ikinci plana itmek değil, toplumun şikayetçi olduğu tüm sorunların kaynağını kurutmaya yönelmektir. Böyle bir durumda başörtüsü sorununu çözmek mevcut yapının ıslahı demektir. Islah ve ihya hareketleri ise Müslümanların insanlık tarihi boyunca sürdüregeldikleri bir pratiktir. Bu pratiğin günümüzde yeniden güçlendirilebilmesi; Türkiye zemininde başörtüsü mücadelesinde ortaya konacak örneklikle doğrudan ilişkili bir meseledir. Bu sebeple başörtüsü sorunu doğru tahlil edilmeli ve sorun karşısında geliştirilecek hareket metodolojisinin/fıkhının ve pratiklerinin ne şekilde daha stratejik bir zemine oturtulabileceği iyi değerlendirilmelidir.

Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   102




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin