Di'l-mürselîn'İ (Kahire 1322) bunlara misal olarak zikredilebilir



Yüklə 1,15 Mb.
səhifə4/25
tarix08.01.2019
ölçüsü1,15 Mb.
#91960
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25

XVIII. yüzyılın İlk yarısında Yemen imam­larının ve Kesîrîler'in nüfuzunun zaafa uğramasıyla Hadramut'nın idaresi ma­hallî kabilelerin eline geçti. Kesîriler, Sey-yidler ve Yâfıîler çoğunlukta bulunduk­ları yerlerin hâkimi oldular. XIX. yüzyıla gelindiğinde Yâfıî kabilesine bağlı Ehlü'l-Bereyk Şihr, Kasadîler ise Mükellâ'yı yö­netmekteydiler. Hadramut vadisinin ba­tı kesiminde Şibâm civarı da Yâfiîler'in elindeydi. Diğer taraftan Sayvan Kesîrî­ler'in, Terîm de Seyyidler'in kontrolün-deydi. 1840'lardan itibaren Kesîrîler'den Gâlib b. Muhsin ve Yâfiîler'den Ömer b. Avad el-Kuaytî Hadramut'a hâkim olma yolunda ciddi adımlar atmaya başladılar. Gâlib b. Muhsin, kendi kabilesinden top­ladığı askerlerin yanında Afrika'dan ge­tirdiği kölelerle düzenli bir ordu kur­maya çalışırken Ömer b. Avad, Aden'in kuzeyindeki dağlık Yâfıî bölgesindeki ka­bile mensuplarından asker toplamış, ay­rıca Haydarâbâd'dan ve Hint ordusun­dan Hint ve Arap asıllı düzenli ordu men­suplarını getirtmiştir. 186O'lı yıllara ge­lindiğinde her iki tarafın askerlerinin sa­yısı binlerle ifade edilir olmuştur. Bu as­kerler modern silâhlar, top ve tüfeklerle donatılmıştı. Hadramut'un tamamına hâ­kim olma yolunda teşebbüse ilk geçen­ler Kesîrîler oldu. 1866'da Gâlib b. Muh­sin'in liderliğindeki Kesîrî güçleri Şihr'i ele geçirmek üzere taarruza geçtiler. Ancak iki yıl süren Kesîrî-Yâfiî çatışma­sı sonunda Şihr yine Yâfiîler'in hâkimiye­tinde kaldı. Bu tarihten itibaren İngiliz­ler de Hadramut'la yakından ilgilenmeye başladılar ve 1867de Şihr yöneticisi Ali Nâcî ile köle ticaretine karşı bir anlaşma imzaladılar. Böylece İngilizler çarpışan taraflardan Yâfiîler'i tutmuş oluyordu. Buna karşılık Kesîrîler ve onları destekle­yen Seyyidler yardım için Osmanlı Devle-ti'ne başvuracaklardı. Özellikle Seyyidler

dindarlıklarıyla ve İngiliz aleyhtarlıkla-nyla meşhurdular. Seyyidler bölgedeki Osmanlı yöneticileriyle de oldukça iyi iliş­kiler içinde bulunuyordu. 1867de ileri ge­lenlerden oluşan 150 Hadramutlu Mek­ke Emîri Abdullah Paşa'ya müracaat ede­rek Osmanlı Devleti'nin Yâfiî-Kesîrî ça­tışmasına son vermesini istediler. Ağus­tos 1867de Şihr'e bir savaş gemisi gön­deren Osmanlı Devleti Hadramut'un Os­manlı topraklarının bir parçasını oluştur­duğunu ve Şihr'in yönetiminin Osman-lılar'a devredilmesi gerektiğini nakibe bildirdi. Osmanlı Devleti'ne karşı koya­mayan Şihr nakibi Aden'deki İngiliz yö­neticilerinden kendisini desteklemeleri­ni istedi. İngilizlerle Babıâli arasında ya­pılan müzakereler sonunda her iki dev­letin de bölgedeki dengeleri bozucu gi­rişimlerden kaçınması hususunda pren­sip anlaşmasına varıldı ve hâkimiyet ko­nusu gündeme getirilmedi (Gavin, s. 164-165).

1876 yılında Zafâr'da meydana gelen bir gelişme İngilizleri endişelendirdi. As­len Hadramut'un Terîm kasabasından olan Seyyid Fazl b. Alevî. 1874'te Mekke'­de iken Zafâr'daki kabile çatışmalarını önlemesi için Mekke Emîri Abdullah Pa­şa'ya müracaat eden heyetle görüşerek kendilerine yardım edebileceğini bildir­mişti. 1875 yılında da davet üzerine Za-fâr'a giderek burasının Osmanlı toprağı olduğunu ve kendisinin Osmanlı Devleti adına yönetimde bulunacağını ilân etti. Kesîrî kabilesinin de desteğini alan Sey­yid Fazl bir taraftan Zafâr'da idarî teş­kilâtlanmaya giderken diğer taraftan Os­manlı Devleti'nden malî ve askerî yardım talebinde bulundu. Ancak Zafâr hakkın­da yeterli bilgiye sahip olmayan ve böl­gede İngilizlerle karşı karşıya gelmek­ten çekinen Babıâli Seyyid Fazl'ı cevap­sız bıraktı. Merkezî hükümetin deste­ğini sağlayamayan Seyyid Fazl 1879 ba­şında, daha önce kendisine destek ve­ren Kesîrîler'in isyan etmesiyle Zafâr'ı terketmek zorunda kaldı ve Haziran 1879'da İstanbul'a giderek 1900'de ölü­müne kadar genellikle Güney Arabistan üzerine Sultan II. Abdülhamid'in fahrî danışmanlığını yaptı (Buzpınar, s. 229-231).

Seyyid Fazl'ın Zafâr'daki başarısız giri­şiminden sonra İngilizler Yâfiîler'i des­tekleyerek onların 1881 sonunda Şihr ve Mükellâ dahil bütün Hadramut sahilini ele geçirmelerini sağladılar. Mayıs 1882'-de yaptıkları bir ön anlaşma ile Yâfiîler'in kendilerinin onayını almadan başka dev-

HADRAMUT

letlerle ilişki kurmalarını önleyen İngiliz­ler, 1888'de imzaladıkları himaye antlaş­masıyla da sahilde hâkim olan Yâfiîler'in dış ilişkilerini tamamen üzerlerine aldı­lar. Sahilin güvenliğiyle yetindiklerini gös­teren İngilizler iç bölgeleri Kesîrîler'e bı­raktılar. Böylece Şibâm, Sayvan ve Terîm şehirleri Kesîrîler'de kaldı.

9 Mart 1914 tarihinde Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında imzalanan Aden ve Nevâhî-i Tis'a ile ilgili antlaşmadan Had­ramut'un zımnen İngiltere'ye bırakıldığı anlaşılmaktadır. Ancak Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı'nın sonlarına kadar Hadra­mut üzerindeki hâkimiyet İddiasını sür­dürdü. Nitekim 1915'te Hadramut şeyh­leriyle Osmanlı Devleti'nin Aden cephesi kumandanı Ali Said Paşa arasında imza­lanan mukavelenamede şeyhler din kar­deşleri olan Osmanhlar'a bağlı oldukları­nı, ayrıca İngiltere ile yaptıkları antlaş­maları iptal ettiklerini açıkladılar ve Ku-aytîler'in idaresinde bulunan Şibâm İle Şihr 19l9yılma kadar Osmanlı hâkimiye­tinde kaldı. Ancak Lozan Antlaşması ile (1923) Türkiye Cumhuriyeti, millî sınırlar dışında bırakılan Osmanlı toprakları üze­rindeki haklarından vazgeçtiği için Had-ramut'la olan ilişkiler kesildi ve burası yeniden İngiltere'nin nüfuz alanına girdi. Hadramut bugün Yemen Cumhuriyetİ'-nin bir vilâyetidir.

Yemen Cumhuriyeti'ne dahil olmadan önce Hadramut'ta toplum aşağıdaki sos­yal sınıflardan meydana geliyordu; eskisi kadar keskin sınırlı olmamakla birlikte bugün de bu sınıflar varlıklarını koru­maktadır: Seyyidler. Bunlar halk üzerin­de manevî nüfuza sahiptiler. Hz. Hüse­yin'in yedinci batından torunu olan Şeyh Ahmed b. îsâ'nın seksen kişilik akraba grubu ile Hadramut'a gelmesiyle bu zümrenin bölgede varlığının belirgin şe­kilde ortaya çıktığı, zaman zaman sayıla­rının 3000'lere ulaşarak tesirlerini arttır­dıkları söylenir. Seyyidlik irsî olarak inti­kal eden bir statüye sahipti. Kabâil. Ka­bileler Hadramut'ta hâkim sınıfı oluştu­ruyordu. Kabile kollan ve büyük aileler halinde gruplanan bu toplulukların "mu­kaddem" unvanını taşıyan reisleri vardı. Bedeviler. Otlaklarda yarı göçebe halin­de yaşarlar, geçici barınaklarda kalırlar ve silâh taşırlardı; belirli reislere bağlıydı­lar. Şehirliler. Bunlar genellikle ticaretle uğraşan ve çeşitli mesleklere mensup olan kimselerdi. Kendileri veya başkaları hesabına çalışan küçük esnaf da şehirli­lere dahildi. Şehirliler silâh taşımazlardı; mesleklerine göre gruplanır ve bu yapı-

67

HADRAMUT


İanma içinde tâbi oldukları reislerine be­lirli miktarda vergi öderlerdi. Hizmetli­ler. Kendilerini eski Habeş kölelerin to­runları sayan bu kimseler silâh taşımaz­lar ve büyük yerleşim merkezlerinin ci­varında yaşarlardı.

Hadramut, Hz. Peygamber devrinde İslâm'la karşılaştığı günden beri müslü-man kalmış, ancak zaman zaman İbâzî-lik-Hâricîlik, Şiîlik, Karmatîlik ve XX. yüz­yılda komünizm gibi cereyanların faali­yetlerine sahne olduğu için iç karışıklık­lardan pek kurtulamamıştır. Gerek bu karışıklıklar gerekse ekonomik şartların elverişsizliği sebebiyle XVIII. yüzyılın son­larına doğru Hadramutlular'ın birçoğu iş bulmak için Hindistan'a ve Malezya-En-donezya adalarına gitmeye başladı. Bu dönemde özellikle Cava'ya içinde seyyid-lerin de bulunduğu önemli bir tüccar gö­çü olmuş, bunun sonucunda XIX. yüzyı­lın ortalarına doğru buralarda ekonomik ve dinî potansiyele sahip, anavatanla İrti­batını devam ettiren koloniler oluşmuş­tur. Meselâ Haydarâbâd nizamının hiz­metinde Hadramutlu gönüllü askerler bulunuyordu. XX. yüzyılın ilk yarısında da İtalya Somali'ye Hadramut'tan asker sev-ketmiştir ve halen burada bu askerlerin soylarından gelenlere rastlanmaktadır. Ayrıca çok sayıda Hadramutlu Suudi Ara­bistan'a gitmiştir.

Hadramî nisbesiyle tanınan Hadramut­lu meşhur simalardan bazıları şunlardır: Alâ b. Hadramî, İbnü'l-Hadramî, Yûnus b. Atıyye, Yahya b. Meymûn, Muâviye b. Salih, İbn Lehîa, Ebû Hayve Şüreyh b.

Yezîd, Mutayyen. Ibn Harûf en-Nahvî Ali b. Muhammed.

BİBLİYOGRAFYA :

İbn Hişâm, es-Sîre, II, 85; IV, 234-238; İbn Sa'd, et-Jabakât, I, 265, 283, 323, 328, 329,

349, 350; VIII, 147, 148; "teberi, Tarîh (Ebül-FazI), III, 138, 139, 318, 319, 320, 330-342; Mes'Ûdî, Mürûcü'z-zeheb (Abdülhamîd), ili, 172; Ebü'l-Ferec el-İsfahânî. et-Eğânî, XX, 97, 98, 99, 100, 102, 108, 113, 114; Yâkût. Muı-cemü'l-büldân, II, 269-271; İbnü'l-Esîr, el-Kâ-mil, Beyrut 1385/1965. II, 290, 291, 298, 372, 378; V, 351, 373, 374, 389; İbn Kesîr. et-Bi-dâye, Beyrut 1966, V. 72, 73, 79, 80, 298; İbn Haldun. el-clber, II, 244; III, 167; Mir'âtü'l-Ha-remeyn, III, 299-308; İsmail Hakkı Tevfik, Had-ramüt, Filibe 1935; Cevâd Ali. el-Mufaşşal, IV, 196, 203; Salih b. Saîd b. Helâbî, Duhûlü'l-ls-lâm ilâ Hadramut (baskı yeri yok!, 1389/1969 (ed-Dârü's-Suûdiyye|; R. J. Gavin. Aden Under British Rute 1839-1967, London 1975, s. 156-173, ayrıca bk. tür.yer.; M. Beyyûmî Mehrân, Dirâsât fi târihi'İ-'Arabi'l-kadîm, Rİyad 1400/ 1980, s. 235-245; Hitti. İslâm Tarihi, II, 34 vd.; Koksal, İslâm Tarihi (Medine!, X, 142-149; Keh-hâle. Mu'cemü kabâ'ili'l-'Arab, Beyrut 1402/ 1982, lll, 998-1000; Mustafa Fayda. İslâmiye-tin Güney Arabistan'a Yayılışı, Ankara 1982, s. 119-129; Ethem Ruhi Fığlalı. Ibâdiye'nin Doğu­şu oe Görüşten, Ankara 1983, s. 92-95; Hulusi Yavuz, Kabe ue Haremeyn İçin Yemen'de Os­manlı Hâkimiyeti (1517-1571), İstanbul 1984, s. 51; Muhammed Hamîdullah, et-Veşâ'iku's-si-yâsiyye, Beyrut 1405/1985, s. 246, 252, 356, 359;a.mlf.. islâm Peygamberi (Mutlu), II, 204, 264; Halil Sahillioğlu. "Yemen'in 1599-1600 Yılı Bütçesi", Yusuf Hikmet Bayur'a Armağan, Ankara 1985, s. 303; M. Abdülkadir Bâfakîh, Tarîhu'l-Yemeni'i-kadîm, Beyrut 1985, s. 39-50; Şevki Dayf, Tânhu'l-edeb, V, 26-28; D. Van Der Meulen, "A Journey in Hadramaut", MW, XXIl/4 (1932), s. 378-392; R. B. Serjeant "Hud and other Pre-Islamic Prophets of Hadramawt", Studies in Arabian History and Ciuilisation, i, London 1974, s. 121-179; a.mlf., "The Saiyids of Hadramawt", a.e., VIII (1981). s. 3-29; İdris Bostan, "Muhammed HÜâl Efendi'nin Yemen'e Dair İki Lâyihası", Osm.Ar., III (1982), s. 301-326; Ş. Tufan Buzpınar, "Abdulhamid II and Sayyid Fadl Pasha of Hadramawt", a.e., XIII (1993), s. 227-239; J. Schleifer, "Hadramut", İA, V/l, s. 56-59; A. F. L. Beeston. "Hadra-mawt", El2 (lng.|, III, 51-53; a.mlf. v.dğr.. "Had-ramavvt", El2Suppt. (İng.), s. 336-339.

Un Hüseyin Algül

HADS

Bir düşünce konusunun



doğrudan doğruya,

kasıt ve ihtiyar olmaksızın

bîrden bire kavranması, aklî sezgi.

L _l


Sözlükte "bir işin veya olayın sonucu­nu tahmin etme, ölçüp biçme; doğrulu­ğundan emin olmadığı beyanlarda bu­lunma; hızlı ilerleyiş, çabuk kavrayış" gi­bi anlamlara gelen hads (Fr. intuition),

mantık ve felsefe literatüründe sezgisel bir tarzda işleyen zihin faaliyetini, buna bağlı olarak elde edilen bilgi türünü ifade eder ve en yaygın biçimiyle "zihnin, bir­likte meydana gelmeleri sebebiyle ilke­lerden (mebâdî) sonuçlara (metâlib) vası­tasız olarak hızla intikal etmesi" diye ta­rif edilir (ef-Ta'rî/ât "hads" md; Tehânevî, I, 300-301).

Konusu, muhtevası ve psikolojik fonk­siyonlarla ilişkisi bakımından çok farklı sezgi türlerinden (Lalande, s. 537-541, Pieron, s. 205-206; Topçu, s. 47-58; Pra-sad, s. 44-46) ve buna bağlı olarak bilgi çeşitlerinden söz edilebilir. Tecrübî sezgi, aklî sezgi, mistik sezgi ve felsefi sezgi bunların başlıcalarıdır (Cemîl Salîbâ, I, 454). Kelâmcılar nezdinde sezginin özel­likle aklî olanı değer taşır. Onlara göre hads. aklî öncüllerden sonuçlara süratle intikali veya basit bir müşahede ile sonu­ca ulaşmayı yahut öncülle sonucun aynı anda zihne gelişini ifade eder. Bu tür bir bilgi zaruri olup kesinliği tartışılmaz. Fi­lozoflar için de hadsin bu anlamı geçer­lidir. Ayrıca birçok Meşşâî filozofu ile Gazzâlî gibi düşünürler keşf ve ilham, rü­ya ve vahiy gibi bâtınî ve sırrî bilgi şekille­rini de hadsin türleri olarak görme eğili­mindedirler. İbn Haldun, müneccimlerin gayba dair verdikleri bilgilerin hadse da­yalı zan ve tahminler olduğuna işaret eder {Mukaddime, I, 113-114). Bazı İşrâkiler'e göre insan nefsi hakikati yansıtan parlak bir ayna durumuna gelince hads (mistik sezgi) gerçekleşir. Bu noktada nefis ken­dinden geçecek derecede ilâhî bir nurla dolar. Bu duruma "ruhî keşf" veya "il­ham" denir. Böylece hadsin vasıtasız, irade dışı, birden bire içe doğma şeklinde olu­şan bütün bilgi şekillerini ifade eden or­tak bir kavram olduğu anlaşılmaktadır.

Hads en yaygın olarak aklî sezgiyi dile getirir, çünkü apaçık fikirler elde etme vasıtasıdır. Akıl yürütmeye (istidlal) da­yalı olarak bilgi edinme iki farklı yolla ger­çekleşir. Birincisinde bilinen temel öner­melerden hareket edilerek sonuca ula­şılır; yani burada birbirini takip eden hü­kümler zinciri vardır. İkincisinde ise ne­reden ve nasıl olduğu bilinmeyen bir öner­meye dayanılarak bir anda sonuca ula­şılır. Kıyasta konunun zihinde tam olarak kavranmasını sağlayan orta terim (hadd-i evsat) ya öğrenme yoluyla ya da hadse dayalı olarak elde edilir. Bu bakımdan hads, "orta terimin ve onun gidiş yolun­daki fikirlerin zihinde aniden kavranma­sı" şeklinde de tarif edilir. Buna göre hads, öznenin nesneyi kendinde hisset-

me istidadı veya özne-nesne ilişkisini mükemmel şekilde kurma gücüdür. Bu­nun da zekâ gücü ile doğrudan ilgili ol­duğu kabul edilir. Şu halde hads zekânın kendisi veya zekâ hadsin en süratli oldu­ğu durumdur (İbn Sînâ, s. 167; Fahred-diner-Râzî, [I, 207).

Fârâbî, İbn Sînâ ve bu konuda büyük ölçüde onların görüşlerini benimseyen GazzâlTye göre bilginin gerçek sebebi ve ilkesi ontik bir varlık olan faal akıldır. "Rûhulkudüs, er-rûhu'1-emîn, küllî nefs" gibi isimlerle de anılan bu ilkenin vahiy meleği Cebrail ile aynı kabul edildiği gö­rülür {es-Siyâsetü'l-medeniyye, s. 3; er-Risaletü'l-ledünniyye, s. 24-26). Bu teo­riye göre zihinde tasarlanan bir konunun kalıcı bir bilgi haline gelmesi nefsin faal akılla ilişki (ittisal) kurmasına ve onun kendindeki akledilir suretleri nefse ak­tarmasına bağlıdır. Böylece insan nefis­lerinin İlâhî âlemle çeşitli ölçülerde bağ­lantı sağlayarak oradan vahiy ve ilham alması mümkündür. Faal akılla bu ilişki ve onun sonucu olarak akledilirlerin kav­ranması ya -bir başkasından bilgi edi­nerek öğrenmede olduğu gibi- vasıta­lıdır veya vasıtasızdır. İbn Sînâ'ya göre hads. insanda kuvve halinde bulunan bu vasıtasız öğrenme gücüdür [en-Necât, s. 166). Bu bakımdan hads ile ilham ara­sında önemli bir fark görünmemekte­dir. Nitekim hadsi, keşf ve ilham merte­belerinin en aşağısı olarak niteleyenler de vardır [et-Ta'rîfât, "hads" md.). Gaz-zâlî eserlerinin çoğunda, aralarında bir ayırım yapmaksızın hads ve ilham keli­melerini birlikte kullanır; ancak İhyâ'ü Htlûmi'd-dîn'öe yalnız ilham kavramı­na yer verir. Gazzâirye isnat edilen ve büyük ölçüde İbn Sînâ felsefesini yan­sıtan Me'âricü'l-kuds'teto bilgilere gö­re (s. 161} Öğrenme ve düşünme ile hads ve ilham arasında bilginin sebebi, yeri ve kendisi bakımından bir fark yoktur. Bil­ginin sebebi faal akıl yahut mukarreb melek, yeri ise nefistir. Aralarındaki fark perdenin ortadan kalkması bakımından­dır. Hads ile fikir arasında bilginin elde edilmesindeki sürat bakımından da fark vardır. Hads ve ilhamın önemli bir özel­liği de irade dışı oluşudur.

Hads gücü her insanda doğuştan az veya çok bulunan bir kabiliyettir. Bu ba­kımdan sezginin kendiliğinden belirme­si ve herhangi bir öğretici olmaksızın zi­hinde kıyaslar yapılması mümkündür. İbn Sînâ ve Gazzâlfye göre eğitim ve öğre­timin temeli de sezgiye dayanır. Çünkü sonuç itibariyle nesnelerin kavranması

sezgilerle gerçekleşir {en-Necât, s. 167; Gazzâlî, Me'âricü'i-kuds, s. 160). Bunun­la birlikte diğer yeteneklerde olduğu gibi sezgi bakımından da insanlar arasında derece farklılıkları vardır. Bazı insanla­rın orta terimi sezme sayısı fazla, bazı­larının da sezme süresi hızlıdır. Bu fark­lılaşma belli bir sınırda kalmayıp artma ve azalmalar gösterir. Zekâdaki parlak­lığın artması bir noktaya ulaştığında in­san birçok durumda Öğrenme ve düşün­meye bile ihtiyaç duymaz. Çünkü bu du­rumda o kimsede hem bilgiler hem de vasıta ve deliller bir defada meydana ge­lir. Ancak bu istisnaî kişilere has bir özel­liktir. İbn Sînâ ve Gazzâlî, bu en yüksek hads gücünü nübüvvetin bir özelliği ola­rak değerlendirirler. Sezginin bu düzeyi­ne ulaşan kimse, bütün suretleri taklidî olarak değil aksine orta terimleri içine alan bir tertip dahilinde kavrar. Aklın bu derecesine "kutsal akıl" (el-aklü'l-kudsiy-ye), nübüvvetin bu en yüce gücüne de "kutsal güç" (el-kuvvetü'l-kudsiyye) denilir {İbn Sînâ, s. 168; Gazzâlî, Mecâncü'l-kuds, s. 160; Mişkâtü'l-enuâr, s. 81).

Hads. doğuştan sahip olunan ve kişi­den kişiye farklılaşan bir sezgi kabiliyeti olduğu kadar onun sonradan kazanılan şartlan da vardır. Öğrenme sezgiye yol açar ve onu kolaylaştırır. Böylece zihnî ba­kımdan gelişip olgunlaşma ve belli bir alanda uzmanlaşma o yöndeki sezgileri güçlendirir. Ruhî halleri bozan ve çarpı­tan birtakım duygusal gerilimler ve ta­savvurlar ise sezgi gücünü zayıflatır.

Hads yoluyla kazanılan bilgilere hadsly-yât denilmekte ve genellikle bu tür bilgi­lerin kesinlik değeri taşıdığı kabul edil­mektedir (bk.ZARÛRİYYÂT). Hads ile el­de edilen bilgi bunu tecrübe eden kimse­ye istidlâlî bir bilgiden daha fazla kesin­lik sağlayabilir. İşrâki filozofu Sührever-dTye göre kesinlik ifade eden hakikatin bil­gisi, ya kesin önermelere dayanan aprio-rik (evvelî) bir tarzda müşahedeye bağlı olarak ya da hads yoluyla elde edilir.

Daha çok keşf ve ilham türünden sez­gisel bilgileri aynı tecrübeyi yaşamayan başka kimselere kanıtlama imkânı bulun­madığından kelâm âlimleri bu tür bilgile­ri kanıt değerinde görmemişlerdir. Gaz­zâirye göre "ulaşamayan kimse idrak de edemez" {MFyârüVilm, s. 141). Sührever-dî de aynı görüştedir. Ona göre bir kim­sede oluşan hadsî bilgi, bu bilginin aynısı başkasında da oluşmadıkça onun için ke­sin delil teşkil etmez. Sühreverdî. hadsî bil­gilerle vehimlerin kanştırılabileceği uyarı­sında da bulunur [Hikmetü'l-işrâk, s. 42).

HADUR


BİBLİYOGRAFYA :

LisânüVArab, "hds" md.; et-Taınfât, "hads" md.; Tehânevî. Keşşaf, 1, 300-302; A. Lalande, Vocabutaire technique et critique de ta phi-losophie, Paris 1983, s. 537-541; H. Pieron. Vo-cabulaire de la psychologie, Paris 1963, s. 205-206; Fârâbî, es-Siyâsetû.'1-medeniyye, Hayda-râbâd 1346, s. 3; İbn Sİnâ, en-Necât, Kahire 1357/1938, s. 166-168; Gazzâlî, Me'âricü'l-kuds. Kahire, ts. (Matbaatü'1-lst ikâme], s. 160-162; a.mtf.. M^yârü'l-llm, s. 140-141; a.mlf.. er-Risâtetü'l-ledünniyye, Kahire 1328, s. 24-27; a.mlf., Mişkâtü'l-enuâr (nşr Ebü'1-Alâ el-Afîfî), Kahire 1383/1964, s. 81; Sühreverdî, Hik­metü'l-işrâk (nşr H. Corbin, Opera metaphysi-ca et mystica içinde). Tahran 1331/1953, s. 40-42; Fahreddİn er-Râzl. Mefâtlhu'l-ğayb, II, 206-207; Âmidî, el-Mübîn, s. 92; Teftâzânî, Şer-hu'i-Makâşıd, İstanbul 1305, 1, 25-26; İbn Hal­dun, Mukaddime, Beyrut, ts., 1, 113-114; Ab-düllatîf el-Harpûü. Tenkihtı'l-kelâm, jstanbul 1330, s. 15; Nurettin Topçu, Bergson, İstanbul 1968, s. 47-58; Ebü'1-Alâ el-Afîfî. Muhyiddin Ib-nü'l-Arabl'nın Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ). Ankara 1975, s. 100-103; Abdülkerîm Os­man, ed-Dİrâsâtü'n-nefsiyye Hnde't-müslimîn, Kahire 1981, s. 355-357; Zekî Bedevî, Mu'ce-mu muştalahâtiVutûmi'l-ictİmâHyye, Beyrut 1982, s. 226; Cemil Satîbâ. el-Mu'cemü'l-felse-fî, Beyrut 1982, I, 451-454; S. Prasad, Retigion andReason, Delhi 1987, s. 44-46.

\m Hayati Hökelekli

HADSİYYÂT

Aklın hads yoluyla ulaştığı

ve genellikle

kesinlik değeri taşıdığı kabul edilen hükümler İçin kullanılan felsefe ve mantık terimi (bk. HADS; ZARÛRİYYÂT).

HADSÎYYE


Ahmed b. Hâbtt'ın

fikirlerine yakınlığıyla bilinen

Fazl el-Hadesî'nin

<ö. 257/870-71)

görüşlerini benimseyenlere verilen ad (bk. AHMED b. HÂBIT).

HADÛR

Yemen'de San'a'nın batısında bir dağ.



Serâtü Elhân'ın doğu kıyısı üzerinde yer almakta olup San'a'nın yaklaşık 19 km. batısında Vâdîsihâm ile Vâdîsürdûd ara­sında uzanmaktadır. Batıdan, Hemdân'ın bir kolu olan Suleyh kabilesinin oturduğu Beledülehrûc ile (bugün Hayme veya Hay-

69

HADUR



metülhâriciye) Harâz dağlarından ayrıl­maktadır. Bu dağ adını, Şuayb b. Meh-dem'in atalarından Hadûr b. Adî'den al­mıştır. Hadûr b. Adî, Medyen halkına pey­gamber olarak gönderilen (el-A'râf 7/85) Şuayb ile karıştırıldığından bu dağ Hadûr Nebîşuayb diye adlandırılmıştır. Bazı İs­lâm kaynaklarında, kavminin Şuayb'ı bu dağda öldürmesi üzerine Allah'ın Buhtun-nasr'ı musallat ederek onları cezalan­dırdığı ve Enbiyâ sûresinin 11, 12 ve 1 S. âyetlerinin onlarla ilgili olduğu kaydedi­lirse de (tbnü'l-Kelbî. II, 539; Yâköt, II, 272}

Buhtunnasr'ın Yemen'e sefer düzenle­diğine dair kesin bilgi yoktur [DÎA, VI, 380-381).

Rivayete göre Hadûr Nebîşuayb, Nûh tufanı esnasında sular altında kalmayan üç dağdan biridir. Diğer iki dağ ise 3400 m. yüksekliğindeki Şehâre ile Kenin dağ­landır. Hadûr'un 3750 m. yükseklikteki tepesinde Şuayb'a ait olduğu söylenen bir mezar ve yanında bir mescid bulun­maktadır. Bu mezar ve mescid bölgede en çok ziyaret edilen yerlerdendir. Arefe günleri burada yöre halkı tarafından bü­yük şenlikler düzenlenmektedir.

Birkaç köyün bulunduğu Hadûr'un etek­lerinde verimli araziler ve meyve ağaçları ile kaplı vadiler uzanmaktadır. En meş­hurları Vâdîdâvud ve Vâdîyâzil'dir. Ha­dûr'un iç kesimlerinde mısır ve buğday yetiştirilmektedir. Doğusunda ise deniz­den 2800 m. yükseklikte verimli Kâat-sahmân ovası bulunmaktadır. Ancak böl­genin en önemli yerleşme alanı M üten-ne'dir {Matna). Burası Osmanlılar zama­nında Hân-ı Sinan Paşa diye adlandırıl­maktaydı; zira Sinan Paşa XVI. yüzyılda burada bir kervansaray yaptırmıştır.

Hemdânî'nin bildirdiğine göre Hadûr civarında yaşayan halk bozuk bir Arapça ile (Himyerîce) konuşmaktaydı.

Hadûrüşşeyh {Hadûru Benîezd) dağı, Ha­dûr Nebîşuayb'm kuzeybatısında yer alan ayrı bir dağdır. Hadûrüşşeyh, Serât gru­bundan Cebelülmesânea'nın en büyük dağı olup yüksekliği 3310 metredir.

BİBLİYOGRAFYA :

Hemdânî. Ştfâtü CezîretiVArab (nşr. D. H. Mflller). Leiden 1884-91, s. 67, 72, 82, 106, 108, 109, 125, 126, 135, 193, 197; Bekri, Mu'cem, I, 355-356; İbnü'l-Kelbî, Nesebû Me'ad ue'l-Yeme-ni'l-kebîr (nşr. Nâcî Hasan), Beyrut 1408/1988, II, 539; Yâkût, Mu'cemü'l-büldân, II, 272; İbn Abdülhak el-Bağdâdî, Merâştdü'UtUlâ' (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî). Beyrut 1954, I, 410; J. Schleifer, "Hadûr", İA, V/l, s. 60-61; a.mlf. - [A. K. Irvine]. "Hadür", EF> (tng), III, 53; Ömer Fa­ruk Harman. "Buhtunnasr", DM, VI, 380-381.

mi Zekeriya Kurşun

70

HAFÂCE (Benî Hafâce)



Irak tarihinde

önemli roller oynamış

bedevi bir Arap kabilesi.

Benî Ukayl'in bir kolu olup adını Hafâce b. Amr b. Ukayl b. Kâ'b b. Rebîa b. Âmir b. Sa'saa b. Muâviye b. Bekir b. Hevâzin b. Mansûr b. İkrime b. Hasafe b. Kays b. Aylân'dan alır. İbnü'l-Kelbî'ye göre kabi­leye adını veren Hafâce'nin asıl adı Muâ-viye'dir {Cemhere, s. 336); Sem'ânî ise onun bir kadın olduğunu söyler {el-En-sâb, V, 155). Meşhur şair Tevbe el-Hafâ-ce'nin de (ö. 57/676-77) üçüncü ceddi olan Hafâce b. Amr hicretten önce ölmüştür. Câhiliye döneminde Necid'in Medine'ye yakın taraflarında yaşayan Hafâcîler'in reisi Kâ'bü'l-Asgar b. Hafâce'nin Âmir b. Sa'saa'nın refakatinde Resûlullah'ın hu­zuruna çıktığı ve kavmiyle beraber müs-lüman olduğu kaydedilmektedir. Hafâcî-ler. Hz. Peygamber'in vefatı üzerine rid-de olaylarına kanştılarsa da daha sonra Hâlid b. Velîd'e boyun eğerek tekrar İs­lâm'a döndüler. II. (V11I.) yüzyılda bu ka­bilenin bazı mensuplarının Halife Hişâm b. Abdülmelik'İn sarayının bulunduğu Rusâfe'de ikamet ettikleri bilinmekte­dir. IV. (X.) yüzyılda Karmatîler'in çıkar­dıkları karışıklıklar üzerine de kuzeye tır­mandılar. Abbasî Halifesi Tâi'-Lillâh, Kû-fe'nin idaresini 374"te {984-85) Emîr Ebû Tarîf Ulyân b. Sümâl el-Hafâce'ye tevdi etti: bu Hafâcîler'in aldığı ilk emir­likti. Bazı Hafâcî grupları aynı dönemde Rahbe. Halep ve Humus'ta faaliyette bu­lundular; bununla beraber soygun ve yağmalama olaylarına iştirakleri ve ka­bileler arası çarpışmalar sebebiyle sü­rekli yer değiştirdiler. Bir grup Hafâcî de Endülüs'e ve Aşağı Mısır'a yerleş­mişti.

Hafâcîler bölgedeki Ukaylîler ve Mezye-dîier'le bazan barış, bazan da savaş ha­linde bulundular. Büyük Selçuklular, Bü-veyhîler, Abbasîler ve Fâtımîler'le ise da­ha ziyade menfaate dayanan bir siyasî ilişki içindeydiler. Önceleri Musul'a hâ­kim olan Benî Yüzîd ile ittifak yaptık­ları halde daha sonra anlaşmazlığa düş­tüler. Kûfe'de iken Ukaylî Emîri Karvâş'm hücumuna mâruz kalarak Suriye'ye doğ­ru gittilerse de ardından Abbasî kuman­danı Ebû Ca'fer el-Haccâc'ın Medâin'i ku­şatan Ukaylîler'e karşı yardım çağrısına


Yüklə 1,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin